Yeni Üyelik
18.
Bölüm

16.BÖLÜM: KAYIPLAR

@peteichor_

Sanki bir el gelmiş ve kafamın içinde her biten güne hitaben kopardığım takvim yapraklarını parçalamıştı. Sanki bir el kafamdaki duvarın üzerine özenle astığım takvimi hungarca parçalamıştı. Benden almıştı. Göktuğ için saydığım günleri almıştı. Onunla olan hayallerimi, geleceğim için kalbimde yeşeren umutların her birini canice almıştı.

 

16.BÖLÜM: KAYIPLAR

 

Güneş gökyüzündeydi. Öğle saatleriydi. Hani oluyordu ya en tepeye ulaşıyordu ve göz kamaştırıyordu. Kamaşan gözlerimi kırpıştırarak güneşe kızgınca baktım.

 

Ne hakkı vardı gözlerimi kamaştırmaya? Ne hakla tenimi yakardı? Onun yüzünden çillerim yanaklarımda hiç olmadığı kadar belirginleşiyordu ve annemin sevgi dolu bakışlarına gölge düşürüyordu. Annem çilli suratıma her baktığında yüzü düşüyordu. Aptal güneş sanki bile bile yapıyordu. Bıkmadan usanmadan en tepeye ulaşıyor ve annemin bana olan sevgi dolu bakışlarını alıp götürüyordu. Düşüncelerim önümde beliren bedenle kesilirken gülümsedim. Sonunda güneşten kurtulmuştum. Artık gözlerim net bir şekilde kamaşmadan görüyordu. Mutluluk kokan bakışlarımı Göktuğ'a çevirdiğimde karşılaştığım bakışlar saf sevgiyi kalbime adeta beklentisizce sunuyordu.

 

"Ne oldu cüce? Güneşe neden onu öldürmek istermiş gibi bakıyorsun?"

 

Göktuğ'un alaylı sesiyle öfkeyle omuz silktim.

 

"O benim gözlerimi kamaştırıyor ve çillerimi ortaya çıkartıyor! Onu sevmiyorum işte! Gitsin bir daha doğmasın!"

 

Göktuğ başını iki yana sallarken bedenime kollarını sardı ve kızıl saçlarıma dudaklarını bastırdı.

 

"Gel bakalım."

 

Göktuğ bedenlerimizi ayırdıktan sonra onun elinden daha küçük olan elimi avucuyla sardı ve adımları bahçemizin en çok gölge veren ağacına doğru uzanmaya başladı. Ağacın yanına ulaştığımızdaysa bedenlerimizi her zaman olduğu gibi ağaca yaslayarak yere oturduk. Beyaz elbisem çimenlerle buluşurken gülümsedim.

 

"Şimdi sen güneşi sevmediğini söylüyorsun doğru anladım değil mi?"

 

Göktuğ'un sesiyle sebepsiz bir gururla başımı salladım.

 

"Aynen öyle söylüyorum!"

 

"Peki Bal hanım sizin en çok korktuğunuz şey ne?"

 

Parmağım çeneme yaslıyken düşündüm. En korktuğum şey... Tabii ya! Karanlık! Karanlıktan çok korkardım ben. Altı yaşında koca kız olduğuma bakmayın korkuyordum işte. Bazı korkuların yaşı olmazdı ya? Bende karanlıktan korkuyordum.

 

"Karanlık!"

 

Diye şakıdığımda Göktuğ bilmiş bir edayla kıkırdadı.

 

"Sana bir sır vereyim mi Bal?"

 

Merakla başımı salladım.

 

"Eğer o senin sevmediğin, gözünü kamaştırdığını söylediğin güneş olmasaydı biz şu an zifiri karanlığın ortasındaydık. Şu an her yeri görebiliyorsun değil mi? Her yer aydınlık?"

 

"Evet..."

 

"İşte! Bak bu aydınlığı sağlayan şey tepemizde parlayan güneş. Bu da demek oluyor ki Bal, karanlıktan korkuyorsan aydınlığı seveceksin."

 

Göktuğ'un söyledikleri kafamı oldukça karıştırmıştı ancak öğrendiğim yegane bilgi şu anki aydınlığımızın sebebinin güneş olmasıydı. Kendimi birkaç dakika içinde güneşe gülümserken bulduğumda halime şaşırıp kaldım. Demek hiç bir şey göründüğü gibi değildi. Bazen öğrenmek, tanımak gerekiyordu. Belki bir insanı, belki yavru bir kediyi ya da gökyüzündeki güneşi. O gün o ağacın altında Göktuğ'unun bana verdiği küçük sır sayesinde ilk defa önyargılarımla tanışmıştım ve birini çoktan yıkmıştım. Artık aydınlığı seviyordum. Neden mi? Çünkü ben karanlıktan korkardım. Karanlıktan çok korkardım.

 

Gözlerim acıyordu. Kalbim kasılıyordu. Kolumda bir acı, kalbim yara bere içinde bir enkaz... Kulaklarım uğuldarken beynim çatlayacak gibi. Sesler var cümleler eksik. İnsanlar var görüntüler yarım. Dünya dönüyor ama benimki durmuş. Bir enkazın ortasında ruhum paramparça öylece duruyor. Etrafa bakıyor, bağırıyor; "Kimse var mı!?" Çıt çıkmıkyor. Kimse yok. Kalbi yok ruhunun içi bomboş öylece bağırıyor. Yalnızca enkaz var. Her yer yıkılmış. Dünya yere düşmüş sanki paramparça olmuş. Herkes gitmiş bir ben kalmışım. Gözlerimi yarım yamalak açmaya çalıştığımda dudaklarım taş kesilmişti sanki. Konuşmak zor, neredeyse imkansız gibiydi.

 

"Göktuğ..."

 

Zar zor bir fısıltı döküldü güç bela aralanan dudaklarımdan. Burnuma dolan keskin kokunun sahibi bir hastane odasıydı. O bilindik serum kokuları... Bir hastane odasında öylece kendimden geçmiş bir halde yatıyordum. Size yemin ederim göğsümün içinde varlığını acıyarak hatırlatan kalbim öyle bir acıyordu ki avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Ölmek bu muydu? Umarım buydu ölmek çünkü ölmek hiç bu kadar cazip gelmemişti. Hayat bitti deseler tam şu an koşulsuzca inanırdım. Artık yaşamak denen şey yok dense teşekkür eder gülümserim. İstemiyorum. İliklerime kadar, kalan son damla kanıma kadar yaşamak istemiyordum. Yarım kalmıştım. Eksik, hiç, ruhsuz... Ruhumu kaybetmiştim şüphesiz. Hatta yok oldu desem yeriydi zira kayıplar bulunurdu ancak yok olan bir şeyi ne kadar arasanız da bulamazdınız. Ben ruhumu kaybetmemiştim benim ruhum yok olmuştu. Yok edilmişti... Ailem tarafından. Var ettikleri gibi yok etmişlerdi beni. Dünyaya getirdikleri benim, dünyamı başıma yıkmışlardı.

 

Aklımdan onca senaryo geçiyor yattığım bu yatakta. Onca düşünce tuğfanı oradan oraya esip geçiyor. Bir gerçek uğramıyor kafamın içine. Göktuğ'un ölmüş olduğu gerçeği bir uğramıyor kalbime. Yersiz yurtsuz öylece bir kapı arıyor girecek. Ruhum desen kilit vurmuş kapılarına. Kalbim desen duvar örmüş kapının olduğu yere. Bir beynim müsait, bir o açmış kilitlerini buyur etmiş gerçekleri. İstemiydum. İnanmak istemiyordum! Hayır! Yerimden fırladığımda sanki yanımda birileri hazırda bekliyordu. Kollarımı sıkıca saranların kim olduğu umrumda değildi. Herkes bir yandan sakinleşmem için yalvar yakar haykırırken benim feryatlarım tüm seslerin üstesinden geliyordu. Benim acımdan daha büyük bir ses yoktu. Acım bastırılamayacak kadar fazlaydı. Hayatım boyunca hiç azalmayacak gibi ruhuma sızmıştı. Dayanabilir miydim dersiniz? Böyle bir acıyla göğüs gerebilir miydim ben? Yaşayabilir miydim onsuz? Sanki bir el gelmiş ve kafamın içinde her biten güne hitaben kopardığım takvim yapraklarını parçalamıştı. Sanki bir el kafamdaki duvarın üzerine özenle astığım takvimi hungarca parçalamıştı. Benden almıştı. Göktuğ için saydığım günleri almıştı. Onunla olan hayallerimi, geleceğim için kalbimde yeşeren umutların her birini canice almıştı.

 

"Nasıl ya nasıl!"

 

"Hayır ya yapma hayır!"

 

Bağırıyordum haykırıyordum ancak neye söylendiğimi inanın bende bilmiyordum. Ne nasıldı mesela? Ya da kim neyi yapmasındı? İnsanın canı yanınca değil sesini cümlelerini bile kontrol edemiyormuş anladım. Acıların en büyüğünü yaşadığım saniyelerden birinde anladım. Sesim çıktıkça soluğum kesilirken anladım. Kan kaybından değil acı yığınından ölmek üzereyken anladım. Ah hayır soyut bir ölmekti bahsettiğim. Ruhun bedenden ayrılışı gibi değilde zoraki bedende tutsak edilişi gibi. Gitmiyordu ancak kalmıyordu da. Hapse tıkılmış bir insan bedeni gibi bedenimin içine sıkışıp kalmıştı. Ölüm değildi fakat yaşıyorda sayılmazdı.

 

"Gökçe yalvarırım dur! Bana bak!"

 

Doruk? Nefes nefese kaldığımda size yemin ederim kan ter içinde kollarımı sıkıca tutan Doruk'un varlığını yeni fark ediyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve bana yalvaran Doruk'un sesi ilk defa anlam kazanmıştı kulaklarıma dolarken. Sanki şu saniyeye kadar hastane odasında yalnızca ben vardım. Kimse değil bir ben bir de acılarım. Çığlıklarım, göz yaşlarım...

 

"Bana bak! Yeter yalvarırım sakinleş!"

 

Odada derin bir sessizlik. Gözlerim önce bulunduğumuz hastane odasının kapısının önünde ağlayan Melis'e ardından onu kollarıyla sarmayalan Koray'a dokundu. Doruk... Şimdi ise Doruk'taydı gözlerim. Mahfolmuş bir halde bana sarılmaya çalışıyordu. Ne acıydı hali. Ne acınasıydı... Sevdiğim insana bile sarılmak istemeyince anlamıştım ruhumun nasıl öldüğünü. İçeride nasıl hareketsiz kaldığını. Kimsenin sesini bile duymak istemediğimde anlamıştım. Bedenimi zorlukla Doruk'tan kurtarmayı başardığımda avazım çıktığı kadar bağırdığımı hatırlıyroum.

 

"Çıkın! Çıkın gidin! Kimseyi istemiyorum! Ağabeyim gelsin! Göktuğ!"

 

Kolumda bir acı yanı başımda ne zaman geldiğini bile fark etmediğim bir hemşire ve karanlığa gömülen bedenim.

 

Son gördüğüm gözler ise yaşlarını birer birer bırakan Doruk'un gözleriydi. Rengi elaya çalan kahveyi aratan gözleri. Ve karanlık. Ruhum bedenimden tamamen çekilip gittiği zifiri karanlık. Dünya acımasızdı. Hayatın size merhamet edeceği de yoktu üstelik. Almak istediğini söke söke alırdı, acımazdı. İsterseniz sarılın, tutun sıkı sıkı onu. İsterse alamayacağı bir şey yoktu hayatın elinizden. Ailenizi alırdı, kalbinizi, mutluluklarınızı alırdı. Kendi vermemiş gibi geri alırdı her birini! Bileklerimdeki damarlardan geçen kanı hissediyordum. Kanım yavaş yavaş tüm damarlarımdan akıp gidiyordu. Kalbim aynı hızla atmaya devam ediyordu ve ben nefes alabiliyordum. Ölen ben değildim şüphesiz. Ölen duygularım, ruhum ve biricik ağabeyim, kardeşim, ailem, sırdaşım en iyi dostum, sığındığım tek limandı. Siz bir kişiyi kaybettiğinizi sanırsınız ama aslında her şeyinizi kaybettiğinizi bilirdiniz. Şimdi halimi soranlara ağabeyi öldü diyecekler neler kaybettiğimi bilmeden. Herkes ağabeyimi kaybettim sanacak fakat hiç bir zaman onun bendeki yerini, aslında kaybettiğimin bir ağabeyden ibaret olmadığını anlayamayacaklar. Kulaklarım bir an Göktuğ'un tanıdık huzur kokan sesiyle dolduğunda yattığım yerden gülümsedim.

 

"Söz Gökçe'm beş ay sonra döneceğim. Evimize döneceğim ve senin için burada çok daha güzel bir iş bulup çalışacağım. Burada öyle güzel bir hayat kuracağız ki eskisini düşünmeyeceksin bile. Annem babam bizimle gurur duyacak."

 

Yutkunamayordum. Canım bu kadar acırken nefes almak bile fazlalıktı ciğerlerime.

 

"Senden tek bir söz istiyorum. Kendine iyi bakacaksın. Döndüğümde seni sapasağlam bulacağım. Artık çocuk değilsin Gökçe'm Ağabeyini anla ve kendine iyi bakarak ona destek ol."

 

Dönemedi. Dönemedi! Göktuğ geri dönemedi.

 

"Söz ver bana Göktuğ. Geri döneceksin."

 

"Söz veriyorum. Geri döneceğim. Ve biz çok mutlu olacağız..."

 

Tutmadı işte! Sözünün tutmadı bana geri dönmedi! Bedenimi hareket ettiremediğim dakikalarda avuçlarımın altındaki çarşafı sıkı sıkı tuttum.

 

"Tutmadın. Sözünü tutmadın."

 

Bağıramıyordum. Yalnızca fısıltı gibi çakıyordu dudaklarımdan cümleler. Acıdan hareket edemiyordum. Acıdan konuşamıyordum. Acıdan yaşayamıyordum. Kalbimi söküp alsınlar istedim. Size yemin ederim gıkım çıkmazdı. Bir el göğüs kafesimin içine girip kalbimi söküp alsa çıtım çıkmazdı. Bu yaşadığımın bir farkı var mıydı? Söylesenize, var mıydı?

 

"Dayanamıyorum Koray. Siktiğimin iki günü geçti Gökçe'nin acısı geçmedi! Göz yaşı akmıyor artık anasını satayım!"

 

İki gün... Şok olmuştum ancak belli edecek gücüm bile yoktu. Gözlerim açılmıyordu sesim duyulmuyordu.

 

"Geçecek kardeşim onu da anla ağabeyini kaybetti be oğlum. Onu ne kadar sevdiğini sen daha iyi biliyorsun."

 

"Biliyorum ama elimde değil Koray kalbime bir taş oturuyor onu böyle gördüğümde. İki gündür sakinleştiricilerle uyuyor haline bak ölüden farksız!"

 

"Keşke kendini görsen kardeşim. İnan bana Gökçe'den bir farkın yok topla kendini. Git Salih hocayla konuş okulda kalmanın bir yolunu bul. O Arda iti belli ki her şeyi bilerek tezgahladı. Melis sana her şeyi anlattı zaten kızı resmen zorla öpmüş it-"

 

"Umrumda değil Koray. Okul, o Arda iti umrumda bile değil. Şu kızı bir toparlayayım ben yaşamanın bir yolunu bulurum."

 

Sesler vardı. Görüntüler yarımdı. Koray ve Doruk başımda bekliyordu. Melis nerede haberim yoktu ancak Doruk'a her şeyi anlattığını anlayabiliyordum. Doruk yaptığım en doğru seçimdi bu hayatta. Melis'e inanmıştı. Benim Arda'yı öpeceğim şüphesine düşmemiş ve yanı başımdan ayrılmamıştı. Her şeye rağmen ellerimi bırakmamıştı.

 

Doruk Çakır Arsal bu hayatta sahip olduğum, hayatın bana bıraktığı tek armağandı. Göktuğ'u aldıysa da Doruk kalmıştı. Göktuğ'un düşüncelerime uğradığı her saniye damarlarımdaki kanın çekildiğini hissediyordum.

 

Acıdan midem bulanıyor kalbim kasılıyordu. Toparlanmak zorundaydım biliyordum ancak zordu. Ama yapacaktım. Belki mahvolmuştum belki yıkılmıştım belki paramparça olmuştum ama elbet ayağa kalkacaktım. Ben Gökçe Bal Hazer'dim. Bir yolunu bulurdum. Yolum kalmadıysa yol inşa eder yürümeyi sürdürürdüm. Hayat benden her şeyimi almıştı. İliklerime kadar neyim var neyim yok almıştı ve ben daha fazla kayıp vermeyecektim. Bende olanlar bende kalacaktı ve hayat avucunu yalayacaktı. Başaracaktım size söz. Yaşamanın bir yolunu bulmayı başaracaktım. Birlikte başaracaktık. Siz ve ben....

 

***

 

Gözlerim cama değdi. Dışarıda sağanak yağmur yağıyordu. Hava gündüz olmasına rağmen oldukça karanlıktı. Otobüsün içi sıcacıktı ancak dışarının soğukluğu hissedilebilir türdendi. Başımı yasladığım omuzdan usulca kaldırdım.

 

"Gökçe? İyi misin?"

 

Başımı salladım.

 

"Sen?"

 

Diye bir soru döküldü dudaklarımdan.

 

"Sayılırım."

 

Başımı yeniden cama çevirdiğimde Doruk'un sıkıntılı nefesi kulaklarıma dolmayı ihmal etmedi.

 

Bir hafta. O hastane odasında bir hafta boyunca sakinleştiricilerle uyutulmuştum. Kaç sinir krizi atlattığımı ya da ağlama nöbetleri geçirdiğimi sayamamıştım. Tüm okul Melis ve Koray da dahil olmak üzere geldiğimiz otobüsle geri dönmüş ve biz hastanede kalmıştık. Doruk başımdan bir dakika bile ayrılmamıştı. Bir haftanın sonunda sakinleştiriciler olmadan ayakta kaldığımı gören doktor beni taburcu etmişti ve biz Doruk'un aldığı otobüs biletleriyle birlikte hastaneden çıkar çıkmaz İstanbul'a dönmek üzere yola çıkmıştık. Yol boyunca başım Doruk'un omzunda elimde daima Doruk'un avucundaydı. Son birkaç saat ağlamadan geçirdiğim ilk birkaç saatim olmuştu. Yavaş yavaş sakinleşmiştim işte.

 

"Göktuğ'yu nereye gömdüler?"

 

Diye sorduğumda bu soğukkanlı sorum Doruk'u bile afallamıştı zira son bir haftadır ona Göktuğ hakkında en ufak bir soru sormamıştım. Tabii biliyordum cenazesinin kalktığını. Bunu öğrenmem bana bir sinir krizine mal olduysa da üç gün önce Göktuğ'un cenazesinin İstanbul'a defnedildiğini Doruk ve Koray aralarında konuşurlarken duymuştum. Bensiz gitmişti Göktuğ. Veda edemeden gitmişti. Son kez ona bakamamış sarılamamıştım. Son konuşmamız bile yarım yamalak olmuştu. Bilemiyorduk hiç. Ne zaman öleceğimizi bilemiyorduk. Bilsek belki vedalar daha çok anlam kazandırdı. Ölmeden önce öleceğini bilen insanlar bana kalırsa en şanslı insanlardı. Vedalarını yanlarında götürmeyeceklerdi. Vedaları sahiplerini bulacaktı. Sarılmak istedikleri kim varsa sarılabileceklerdi.

 

"Annen ve babanın yanına."

 

Düşüncelerimin arasında kulaklarıma ulaşan cümleyle yutkundum. Kavuşmuşlardı. Annem ve babam Göktuğ'a kavuşmuşlardı benim aksime. Göktuğ benden gitmişti ancak ailesiyle kavuşmuştu. Göz kapaklarım ağırlaşırken başımı yeniden Doruk'un omzuna yasladım.

 

"Biraz uyu bir tanem ben gelince seni uyandırırım."

 

Başımı Doruk'un omzundan kaldırmadan hafifçe salladım ve kapanan gözlerimin ardındaki karanlığa sığındım.

 

Ellerimde bir buket çiçek vardı. Üzerimdeyse simsiyah bir elbise. Karanlığın içinde görünmeyecek kadar fazla siyahtı ve tüm bedenimi sarmıştı. Bir mezarlığın ortasında çıplak ayaklarım toprağı ezerken etrafıma bakmayı ihmal etmiyordum. Annemin ve babamın mezarına doğru ilerlerken ayaklarıma batan taşları umursamıyordum. Nihayet mezarın önüne geldiğimdeyse benden önce davranmış biri dikkatimden kaçmamıştı. Babamın mezar taşında oturan takım elbiseli bir adam babamın mezarına avucundaki toprakları bırakıyordu. Çatık kaşlarla mezarın başında oturan adamın önüne ulaştığımda yüzümdeki afallamış ifade mutluluk ve şaşkınlık kokan bir ifadeye yerini bırakmıştı. Göktuğ babamın mezarının başında yaşlı gözlerle otururken hızla dibine oturdum ve gülümseyerek ellerimi Göktuğ'un yüzüne çıkarttım.

 

"Göktuğ? Geldin! Sözünü tuttun!"

 

Göktuğ'un yanaklarında parmaklarımı gezdirirken gözlerim öyle dolmuştu ki mutluluk ilk defa bu kadar somut bir hal alıp karşımda durmuş gibiydi. Tam şu an Göktuğ'a değil mutluluğa dokunuyordum sanki. Göktuğ'un yanaklarından süzülen birkaç damla göz yaşı avucuma değdiğinde başımı iki yana salladım,

 

"Ağlama... Ağlama huysuz ben yanındayım."

 

Göktuğ gülümseyerek ayağa kalktığında hareketlerine ayak uydurarak bende ayağa kalkmıştım. Ellerim yanaklarından ayrılmazken Göktuğ'un elleri yanaklarında tuttuğum ellerinin üzerini örttü.

 

"Tutamadım bal kızım. Sözümü tutamadım... Gitmem gerekiyor bir tanem. Sana veda etmek için geldim."

 

"H-Hayır şaka değil mi? Gitmeyeceksin değil mi? Beni bırakmayacaksın... Değil mi ağabey?"

 

Sesim öyle çaresiz öyle hüzünlüydü ki halimi görseniz inanın hüngür hüngür ağlardınız.

 

"Üzgünüm güzelim. Ağabeyin seni bırakmak zorunda. Gitmek zorunda Gökçe'm..."

 

"Yapma... Lütfen yapma."

 

Göktuğ ellerimi yanaklarından indirdiğinde ellerim bir boşluğa bırakılmıştı adeta.

 

"Hoşça kal meleğim. Ağabeyin seni çok seviyor."

 

"Göktuğ gitme!"

 

Göktuğ beni duymaksızın karanlığın içinde ilerlerken arkasından koşmaya başladım. Ancak eteklerim öyle uzundu ki Göktuğ'a doğru koşmamı engelliyordu. Ve sonunda başarmıştı. Eteklerim yere kapaklanmama yol açarken acıyla haykırdım.

 

Göktuğ beni bırakıp gitmişti.

Göktuğ ölmüştü.

Göktuğ Hazer sevgili kardeşine veda edip karanlığa karışmıştı.

 

Yerimden hafifçe sıçradığımda Doruk'un omzumu saran elleri bedenimi biraz daha göğsüne bastırmıştı.

 

"Şşt bir şey yok güzelim."

 

Kaç defa yaşamıştık bu anı bilmiyordum. Gözlerim her kapandığında Göktuğ bir başka kabusta yeniden karşıma çıkıyordu. Bir başka rüyamda yeniden ellerimi tutuyor gözlerime bakıyordu. O an anlamıştım artık onsuz rüya görmem mümkün görünmüyordu zira o içimde bir yerlerde hayatını sürdürmeye devam edecekti bu dünyadan gitmesine rağmen...

 

***

 

"Hadi bakalım."

 

Doruk elimi tutup çantalarla önümden otobüsten inerken adımlarına ayak uydurarak usulca otobüsün merdivenlerinden indim ve kapıdan çakmamla eş zamanlı olarak yüzüme çarpan soğuk havayı memnuniyetle karşıladım. Sanki saatlerdir o otobüsün içinde nefessiz kalmış gibiydim ve bu aldığım nefeslere ihtiyacım vardı. Gözlerim otogarda vedalaşan insanlara takıldığında dudaklarıma buruk bir gülümseme uğradı.

 

Nasıl yapacaktım? Onu bu otobüse bindirip nasıl gönderecektim? Ondan nasıl ayrılacaktım? Hayatımın en zor dakikalarıydı. Size yemin ederim iliklerime kadar canım yanıyordu. Kemiklerim sızlıyordu kalbime ağrılar saplanıyordu. Ondan ayrı kaldığım her bir dakikaya o an lanet etmek istedim. Onsuz geçecek her günüme her geceme...

 

"Gökçe zaman doldu güzelim."

 

O an fark etmiştim. Göktuğ'un tuttuğum eline neredeyse tırnaklarımı geçiriyordum. Gözlerimden akan birkaç damla yaşla kollarımı Göktuğ'un boynuna doladım.

 

"Söz verdin."

 

"Söz verdim. Savaşa gitmiyorum be kızım ölecek halim yok ya döneceğim elbet!"

 

Omuz silkim. Belki de fazla abartıyordum ancak Göktuğ'usuz bir hayat alışık olmadığım yegane şeylerdendi. Zira sabahtan bu yana Göktuğ'un dibinden ayrılmamış ve gitmemesi için milyon tane konuşma yapmıştım. Ancak netice olduğumuz yerdi. Bir otogardaydık ve önümüzdeki otobüs Göktuğ'un binmesi gereken otobüsün ta kendisiydi.

 

"Kendine iyi bak Bal kız..."

 

"Seni seviyorum huysuz."

 

Göktuğ bedenlerimizi ayırırken dudaklarını saçlarıma bastırıp geri çekildi.

 

"Bende seni seviyorum Bal kız. Beni çok özle anlaştık mı?"

 

"Şimdiden özledim?"

 

Göktuğ gülerek saçlarımı karıştırdığında homurdanarak geriye çekildim.

 

"Göktuğ!"

 

"Ağabey diyeceksin cimcime öğretemedik sana! Hadi şimdi doğru eve."

 

Omuz silktim.

 

"Burada bekleyeceğim."

 

Göktuğ gülerek burnumu parmaklarıyla sıkıştırdı. Şu an mızmız bir çocuk gibi davrandığımı elbet teki farkındaydım ancak böyle davranmamış olsaydım tam da şu an otogarın ortasında hüngür hüngür ağlıyor olurdum.

 

"Görüşürüz Gökçe'm"

 

"Görüşürüz... Ağabey..."

 

Göktuğ'u bu otogardan yolcu ettiğim görüntü zihnime aniden sızdığında dolu gözlerim birkaç damla yaşı yanaklarımdan bıraktı. Ve bir cümle. Bir cümle defalarca kafamın içinde yankılandı. Bıkmadan usanmadan yankılanıp durdu. "Söz verdim. Savaşa gitmiyorum be kızım ölecek halim yok ya döneceğim elbet!" Ölecek halim yok ya... Ölmüştü! Dalga geçmiş, şakasını yapmış ve ölmüştü işte! Başımı iki yana salladığımda Doruk elimden tutarak beni sıkışıp kaldığım düşüncelerimden kurtarıp ileriye doğru adımladı.

 

"Geçecek Gökçe bu da geçecek."

 

Bir tepki vermeden yürümeye devam ettiğimde Doruk tuttuğu elimi dudaklarına götürdü. Otogarın önünden bir taksiye bindiğimizde Doruk dudaklarını aralamak üzereyken onu durdurdum ve gitmek istediğimiz yeri ben söyledim. Şu an eve gitmeyecektim. Gitmek istediğim dört duvarı olan bir ev değildi nefes alan bir evdi. Kalbi olan bir ev... Ne kadar durmuş olsa da bir zamanlar kalbi atmış olan bir ev. Gitmek istediğim yer Göktuğ'un mezarının ta kendisiydi. Benim evim artık o herkesin korktuğu mezardı. Benim dört duvarım toprağın altında kalmıştı.

 

"Geldik."

 

Diyen Doruk'la bir uykudan uyandığımı hissetmiştim. Zira daldığım derin düşünceler arabanın durduğunu anlamama bile engel olmuştu. Başımı sallayarak taksiden indiğimde Doruk'ta kısa sürede inmiş ve elimi tutmuştu. Verdiği destek onun için basit bir el tutmada ibaretti ancak o benim elimi tuttuğunu sandığı dakikalarda çocukluğumun elini tuttuğundan habersizdi.

 

Mezarlığa ilerleyen adımlarımız öyle ağır öyle titrekti ki sanki ayaklarımız bizi zorla götürüyordu. Halbuki koşarak gitmeliydim oraya. Sarılmalıydım mezar taşına. Ona sarılmayı bekleyen ruhum sarılmalıydı onu örten bir avuç toprağa.

 

"İyi misin?"

 

Doruk bu soruyu kaçıncı kez sormuştu inanın bilmiyordum. Başımı sallarken gözlerim sonunda ulaştığımız mezar taşıyla buluştu.

 

Göktuğ Hazer

15.03.2003

11.12.2024

 

Mezar taşından gözlerimi alamıyordum. İsmini defalarca okudum. Bir olan soyadımızı içimden defalarca tekrarladım. Bizi mahveden soyadımızı aklımın her bir köşesine not ettim. Sonra doğum tarihine takıldı gözlerim.

 

On beş Mart günü, ilk bahar kışın kasvetini usul usul dağıtmaya başlamışken gelmiş dünyaya. Ben henüz bu dünyayı tatmamışken gelmiş. Benden önce davranmış ve doğmuş bir güneş misali. Şimdiyse aralıktı. Kışın ortasıydı... Kışı dağıtarak gelmiş ve bir kış günü çekip gitmişti. O kışları sevmezdi. O baharda doğmuş ilk bahar insanıydı. Şimdiyse bir kış gününün kurbanı olmuştu.

 

Gözlerime yaşlar eksik olmazken mezarın mermerine bıraktım bedenimi. Ellerim tir tir titrerken parmaklarımı mezar taşında gezdirdim. Sonra anneme döndüm. Bizi mahveden babama... Soyadı uğruna hepimizi mahvetmişti babam. Varını yoğunu kaybetmişti ve onun için hayattaki en önemli şey kaybettikleriydi. Bizi kaybetmeyi umursamaksızın annemi de kendisini de uçurumun kenarına sürüklemişti. O bir katildi. Önce annemi almıştı kendiyle birlikte. Sonra ağabeyimin hayallerini çalmıştı. Onun borçları uğruna canını dişine takan ağabeyimin avukat olma hayallerini bir çırpıda silip atmıştı. En sonunda ruhunu... ruhunu da almıştı.

 

Göktuğ Hazer babasının borçlarını ödemek için çalıştığı inşaatın tepesinden düşerek hayatını kaybetti. Aynen böyle bahsedeceklerdi ondan! Bir malmış gibi bahsedeceklerdi. Bir vazoymuş ve rafından düşüp parçalanmış gibi bahsedeceklerdi. Kimse onun hayallerinden, umutlarından bahsetmeyecekti.

 

Gözlerimi sıkıca kapatıp bir kez daha açtım. Babamdan nefret ediyordum. Bana vermediği sevgisi için ya da bizi bu halde bırakıp gittiği için değil. Elimden en değerli varlığımı, ağabeyimi aldığı için ondan nefret ediyordum. Anneme karşı bir hissim yoktu. O da ölmeyi babam kadar hoş karşılamıştı anlaşılan. Zira bir gerçekten emindim. Beş parasız kaldığımızı öğrenen annem fakir yaşamaktansa ölmeyi yeğelerdi. Bizim için en büyük zenginlik onalarken onlar için biz birer hiçtik.

 

"Göktuğ..."

 

Diye fısıldadığımda toprağı avuçlarıma bulaştı. Sonraysa bir yağmur bastırdı ve avucumun altındaki toprak çamur oldu. Doruk beni götürmek istediyse de yapamadım. Göktuğ'u sağanak yağmurun ortasında bırakamadım. Doruk'ta beni bırakamadı.

 

Doruk Çakır Arsal yağmurlu bir gecenin ortasında benimle birlikte titreyerek ağabeyimin mezarı başında sabaha kadar oturdu. Bana seni seviyorum demedi. Yanımda kaldı ve ben anladım. Beni ne kadar sevdiğini anladım. Bazen cümleler yetmezdi sevmeye hissettirmek gerekirdi. Bazen ellerinizi tutması yetmezdi. Ruhunuzu sarması gerekirdi. O mezar taşında ruhumu saran kollar sayesinde ben yalnız hissetmedim. Ben hayatımda ilk defa Göktuğ'suz bir dünyada yalnız hissetmedim. Onsuz yapayalnız kalırım sanıyordum. Kalmadım. Ben yalnızca onsuz kaldım. Doruk varken Göktuğ'suz olmanın verdiği yalnızlığı hissetim fakat bu tüm yalnızlıkların en kalabalık olanıydı...

 

BÖLÜM SONU

_______________________________

 

Selamlar canlarım! Yeni bölüme hepiniz hoş geldiniz! Fikirlerinizi paylaşıp, bolca yorum yapmayı ve bölümleri oylamayı unutmayın lütfen sizi seviyorum hoşça kalın❤️✨

 

WhatsApp'ta Yağmur / Petrichor🦋 kanalını takip edin: https://whatsapp.com/channel/0029VaEbQO79cDDVUw06iy0e

 

Eğer bu linkten ulaşamazsanız İnstagram hesabımdaki attığım hikaye de de link var💙

 

TikTok: petrichor_2

İnstagram: peteichor_0

 

✨Arkadaşlar TikTok ve İnstagram hesabımda kitap hakkında videolar paylaşıyorum bilginize ✨

 

DUYURU!

TIKTOK HESABIMI KAYBETTİĞİMDEN YENİ BİR HESAP AÇTIM LÜTFEN TAKİP EDİP DESTEK OLMAYI UNUTMAYIN❤️

_____________________________

Loading...
0%