@peteichor_
|
Vedalardan daha ağırdı üzerinde kalan vedalar. Telafisi zor, affı yoktu. Kalırdı üzerinde gidemezdi bir yere. Zamansız olunca vedalar, kalırdı sonsuza dek, üzerinizde kalmış birkaç hoşça kal...
19.BÖLÜM: ÜZERİNDE KALAN VEDALAR
Bazı insanlar nefes aldığında yaşadıklarını zannederlerdi. Yaşam denen şeyin yalnızca aldığımız birkaç nefesten ibaret olduğunu sanırlardı. Bunun nedeni aslında daha önce gerçekten yaşamamış olmalarıydı. Nefes almayı yaşamak diye adlandıranlar hayatı boyunca yaşamamış yalnızca hayatta kalmış kimselerdi. Yaşamayı ve hayatta kalmayı birbirinden ayıran size biçilmiş hayatlarınızdı.
Kimi hayatın toz pembelikleri içinde yaşıyordu. Tüm karanlıklara gözü kör, tüm feryatlara kulakları sağır olan onlar, toz pembe bir dünyada, mutluluklarına sıkı sıkı sarılmış halde hayatlarını sürdürüyordu.
Bir kesim daha vardı, onların tamamen zıddı olan. Onlarsa simsiyah hayatlarında ışık kırıntısı arayan, mutsuzluklarının üzerine yapışmış olduğu diğer insanlardı.
Onlara kalsa yaşamak denen şey yoktu. Yaşamak bir safsataydı onların lügatında. Ben onlardan hangisi miydim? Ben kesinlikle simsiyah dünyasında karanlıktan korkanlardandım. Ne toz pembe dünyama sıkışıp kalmıştım ne de karanlığın ortasında ışıksız yaşamayı göze alabilmiştim. Ben simsiyah, karanlık dünyasında bir parça ışık arayan ve ona sıkıca tutunan öylesine bir gençtim.
On yedi yaşına avuç avuç toprak sığdırmış, ömrüne kalabalık bir yalnızlığı buyur etmiş, hayatın zorluklarıyla olmadık bir anda tanışmış kendi halinde, öylesine bir kızdım. O kadar öylesineydim ki hayatım görünmezliğimle geçmişti. Ruhum bedenimin ardında öyle bir saklanmıştı ki bir yerden sonra ben bile görememiştim onu. Bana bile unutturmuştu varlığını. Öyle ki kendimi yalnızca bir bedenden ibaret zannediyor, ruhumu bir türlü bulamıyordum. Ta ki ruhum ortaya çıkana ve ben buradayım diyene kadar. Öyle bir zamanda ortaya çıkmıştı ki varlığını unuttuğum ruhumun sahiden de var olduğunu bilmek afallamama yetmişti.
Ruhumun varlığını kabul ettiğim ve özgürce buyur ettiğim an kesinlikle aşık olduğum dakikaydı. Ruhumun ortaya çıktığı ve kendini hatırlattığı an, yalnızlığına kalabalık olacak bir ruha sarıldığı, onu kabul ettiği andı.
On yedi yıllık hayatımda kendimi özgür hissettiğim tek an aşık olduğum andı. Özgürce birini deliler gibi sevdiğim andı. Kendini özgür hisseden ruhum da öylece çıkmıştı saklandığı bedenimin arkasından. Aşık olduğumda...
Düştüğümde dizlerim paramparça olana dek yerde debelendiğimde ayağa kalkma sebebim olan adamı sevmek benim en büyük özgürlüğümdü. Aşk, tutsaklık değildi aksine özgürlüktü. Aşk, dünya üzerindeki en özgür duyguydu zira kalbe ne mantık geçiyordu ne aklın sesi ulaşıyordu.
Kalp özgürce sarılacağı kalbi, ruhuna yakıştırdığı ruhu kendi seçiyordu. Öyle bir seçiyordu ki beyniniz bile reddedemiyordu kalbinizin seçimlerini. O bile sus pus oluyordu kalbinizin kararına...
Bir o kadarda tehlikeliydi aşk. En özgür fakat en tehlikeli duyguydu. Aşk özgürlüklerin içinde en tehlikeli olanıydı. Fazla özgürlük her zaman bir felakete yol açardı. "Kafasının dikine giden özgürlüğü felaket kırbaçlar." Sheaksper'in yanlışlar komedyası kitabında geçen bu cümle, bazı özgürlüklerin ne denli bir felaketle sonuçlanabileceğini anlatıyordu bir bakıma.
Burada iş göğüs kafesinizde atan bir avuç kalbinize düşüyordu. Onun kimi seçeceği hayatınızın en önemli, en büyük sınavıydı. Hayatta belki de en büyük şansımı kalbimden yana kullanmıştım. Doruk Çakır Arsal... Kalbimi koşulsuzca emanet ettiğim aşık olduğum adam.
Benim için gözünü kırpmadan her tehlikeye koşulsuzca koşabileceğine inandığım o adam... Bazıları da şanssızdı kalbinin seçimlerinde. Kalbinin kurbanı olan insanlar aşkı bir acı olarak görürdü. Aşkı bir yük, bir zorluk sanırdı. Misal karşımdaki koltukta, elindeki bir kupa kahve fincanının üzerinden sızan dumandan bir saniye bile gözlerini ayırmayan İlayda. Aşk öyle tatlı gelmişti ki ona. Her şey yeni başlarken, gözlerine kalbinin indirdiği perde öyle bir kör etmişti ki onu, aşkı kalbi olmayan bir adamın kolları arasında sanmıştı. O aşkı ruhtan yoksun bir adamın vicdanında aramıştı. Ta ki o adam onu yarı yolda bırakana kadar.
Her şeyi göze almış olan bir kadının yarı yolda bırakılması, yeni doğmuş bir bebeğin dokuz ay boyunca çabalayıp bu dünyaya adım attığı ilk anda terk edilmesi gibiydi. Halbuki yaşamak için, bu dünyada var olabilmek için her şeyi yapmıştı bebek. Tıpkı o kadın gibi. Size bahsettiğim o kadın gibi... Karşımdaki gencecik kız gibi.
Karnında bir bebek vardı ona tutunmuş. Ve karşımda oturan, kalbi koca bir karanlık girdapta sürüklenen kız ona tutunmuş bebeğini beş para etmeyen bir adam için öldürmeye çalışmıştı. Dahası, belki kendi de bebeğiyle ölecekti ve bu genç kız canını bile hiçe saymıştı. İşte aşkın tehlikeli, karanlık ve felaketleri kamçılayan yüzü... Size her şeyi yaptırırdı. Gözünüzü kör eder kalbinizi sağır ederdi. O an kalbime seslenmek istedim. Bir minnet duygusu damarlarımda kol gezmeye başladı. Kalbime minnet ediyordum. Yaptığı doğru seçimler için önünde saygıyla eğiliyordum. Ona teşekkürlerimi bıkmadan usanmadan sunuyordum ve ona tüm içtenliğimle sarılıyordum.
"Neden geldin?"
İlayda kahvesinden gözlerini ayırmazken merakla fısıldadı. Duruşumu dikleştirdiğimde derin bir nefes almayı ihmal etmedim.
Onunla konuşmak belki de dertleşmek için yanında kalmıştım ancak sanki dilim bağlanmış, cümlelerim yitip gitmiş gibi oturduğum koltukta, elimde bir kupa kahveyle kalakalmıştım. Bazen söylenecek o kadar fazla şey olurdu ki bir boş ver çekip hepsini yutar ve susmayı tercih ederdiniz. Boşa gideceğinden emin olduğunuz cümlelerinizi içinizde tutmayı yeğelerdiniz, tıpkı benim içimde biriktirdiğim sayısız cümle gibi.
Anneme, babama, ağabeyime ve bir zamanlar dostum dediğim, sevgilim dediğim insana. Söylenecek her söz boğazıma takılan bir gıcık gibi kalmıştı içimde. Sıkışıp kalmıştı ve biliyordum ki artık oradan başka gidecek yerleri yoktu, çünkü sahipleri artık duyamayacak kadar uzaktı ona ithaf edilen cümleleri. Bir zamanlar cümleler sahiplerine uzakken şimdiye sahipleri sıkışıp kalmış cümlelere, dünyalar kadar uzaktı. Biraz daha içimde biriktirip bir dağ yapmak istemediğimden dudaklarımı zorlukla araladım. Cümleler sahibine ulaşmak üzere dudaklarımdan dökülürken sesimin titrek çıkmamasına özen gösterdim.
"Burada geberip gitmeni istemedim. Bana o mesajı attığında ne olmasını bekliyordun İlayda? Oldu o zaman sana iyi geberip gitmeler falan mı diyecektim? Ben bu hayattan ne öğrendim biliyor musun? Bir insan bir şeyi isterse yapar İlayda. Ne pahasına olursa olsun yapar. Sen eğer ölmek isteseydin bana mesaj atmazdın. Ya da o çatıdan atlamaktan benim üç kuruşluk cümlelerim için vazgeçmezdin. Sen ölmek istemedin İlayda sen yalnızlığından kurtulmak istedin. Senin istediğin kaybolmak değildi bulunmaktı. Ve ben senin ne istediğini bilecek kadar iyi tanıyorum seni. Tıpkı senin, o mesajdan sonra buraya geleceğimi bilecek kadar beni iyi tanıman gibi."
İlayda'nın dolu gözlerinden bir damla yaş düşünce uzun bir nefes daha aldım. Dediklerimde sonuna kadar haklı olduğumu o da biliyordu. Ölmek kolay değildi. Bir insanın ruhundan ayrılması güçtü. Ruh ne kadar yaralı olursa olsun bizimdi ve iyileşmese de tamamen yitip gitmesine izin vermezdik. Verenlerse ruhunu toptan kaybetmiş olanlardı. Bacağınızı bir kesik için kesip atmazdınız fakat kangren olduğunda bir an önce ondan kurtulmaya bakardınız. Yara bandıyla kapanmayan yaralardan direkt kurtulmak her zaman daha kolay gelirdi. İlayda denemişti. Çoktan kaybettiği ruhunu bedeninden tamamen ayırmayı dilemişti fakat içinde bir nebze olsun kalan yaralı ruhu buna engel olmuştu. Onlar birbirlerini bırakmamıştı.
Ruh ve beden kolay vazgeçemezdi birbirinden. Yara kapanırdı, kesik iyileşirdi fakat yok olan bir şeyi var edemezdiniz... O yüzden İlayda ruhundan tamamen vazgeçemedi. O da biliyordu, ruhu yaralıydı ve iyileşebilirdi. Tamamen vazgeçtiğindeyse ortada iyileştirebileceği bir ruh kalmazdı. O da göze alamadı. Ruhundan tamamen vazgeçmeyi göze alamadı...
"Ben olsam gelmezdim biliyor musun?"
Buruk bir tebessüm dudaklarımdan aktı gitti. Biliyordum... Ve canımı en çok yakanda buydu. Tüm çabasızlıklara rağmen bir çaba vermek. Benim için parmağını oynatmayacak bir insan için koşarak geldiğim bu evde canımı en çok yakan aptal merhamet kırıntılarımdı. İçinde bana karşı en ufak sevgi beslemeyen, merhametten yoksun bir kıza acıyıp ayağına kadar gelmek gurur denen şeyin bende kalmadığını adeta bas bas bağırıyordu. Sahi, kaç kişi kendine ihanet eden ve kendisine karşı kalbinde sevgi kırıntısı kalmamış birinin canı için uğraşırdı? Ben söyleyelim. Yalnızca benim gibi, gururunu ayaklarının altında çiğneyen ve hiç var olmamış gibi onu oracıkta bırakan, vicdan denen şeyin ardına saklanan gurursuz zavallılar...
Sıkıntıyla nefesimi verdim ve usulca başımı salladım.
"Biliyorum. Senin bir kalbin yok İlayda. Önünde ölsem tek yapacağın başını çevirmek olurdu. Bu yüzden senden nefret ediyorum. Bunu bildiğim halde yanında kaldığım için kendimden de nefret ediyorum."
İlayda yapay bir tebessümle karşılık verdi sözlerime. Ve o dakikadan sonra sessizlik bomboş evin içindeki en büyük gürültü oldu.
Sabah saat dörde geliyordu ve biz oturuşumuzu bile değiştirmeden aynı halde oturuyorduk. Ona daha fazla dil dökmemiştim zira en büyük desteğim yanındaki varlığımdı. İlayda o kadar yalnızdı ki emindim ki burada, onun yanında kalan bedenim bile ona en büyük desteği sağlıyordu.
Saatlerdir dinlediği bu sessizlik onun için tüm seslere bedeldi biliyordum. Kendimden biliyordum. Yalnızlığın ruhumu sarmaladığı zamanlar Göktuğ odama geldiğinde konuşmak istemediğim zamanlar olurdu. O ise sadece yanımda oturacağını ve yalnız hissetmemi istemediğini söyleyerek benimle saatlerce sessizce otururdu. Onun sessizliğini bile özlemiştim. Ona sarılmayı, kokusunu, turuncu saçlarını, bana bal kız deyişini...
Bazen zorlukla edilen vedalar ağırdı bazense edilmeyen vedalar. Bazen, son sarılıştı acı veren bazense son olduğunu sonradan öğrendiğin sarılışların. Bazen hoşça kallardı kalbine yara olan bazense içinde kalan veda konuşmalarıydı. Herkes elinde olmayanı isterdi. Veda etme şansın olsa vedalar ağır gelirdi, zamansız olsa gidişi, edemediğin vedaların, yapamadığın konuşmaların yüküyle yaşar kalırdın. Göktuğ'a yapamadığım veda konuşmasıyla kalakaldığımda bundan daha ağır bir duygu yok gibi gelmişti. O konuşma öyle ağır bir yüktü ki belimde kamburdu adeta. O an anlamıştım belki de,
Vedalardan daha ağırdı üzerinde kalan vedalar. Telafisi zor, affı yoktu. Kalırdı üzerinde gidemezdi bir yere. Zamansız olunca vedalar, kalırdı sonsuza dek üzerinizde kalmış birkaç hoşça kal...
Başımı iki yana salladım ve ayağa kalktım. Artık düştüğüm yerden kalkacaktım. Kimse için değilse de Göktuğ için Doruk için yapacaktım. Onlar için hayatta kalmanın ötesine gidecek yaşayacaktım. Doyasıya yaşayacaktım.
"Ben artık gideyim. Bir daha bana saçma sapan mesajlar atıp ortalığı ayağa kaldırma. Ara gelirim."
"Yine sessizce oturur muyuz?"
Demişti İlayda uykusunun geldiği belli olacak tondaki sesiyle. Sesi uykulu olduğu kadar çaresizdi de. Buruk bir gülümseme dudaklarıma uğrarken başımı salladım.
"Otururuz."
Daha fazla bir şey söyleme gereği duymadan usulca kapıdan çıktım ve yüzüme çarpan soğuk havaya gülümsedim. Sanki saatlerdir havasız kalmış nefes alamamış gibi hissediyordum. Evin bahçesine birkaç adım attığımda Doruk'u yerde motoruna yaslanmış bir halde buldum. Beni beklemişti...
Sabaha kadar buz gibi havada beni beklemişti. Kocaman gülümsemem hiç silinmeyecek gibi dudaklarıma yerleşirken neredeyse koşarak Doruk'un yanına ualştım ve onun boyuna eğilip dağılan saçlarımda parmaklarımı gezdirmeye başladım. Hafif aralık dudakları ve çatık, biçimli kaşlarıyla derin bir uykunun kollarına sığınmış gibiydi. Fısıltım Doruk'un dudaklarına uğrarken parmaklarım saçlarında dolanmaya devam ediyordu.
"Sevgilim..."
Demiştim fısıldar bir tonlamayla. Doruk sanki bu anı bekliyormuş gibi hızlı açılan gözlerini gözlerime çevirdi ve uyku sersemi bir vaziyette gözlerini etrafta gezdirdi.
"Gelmişsin. Ne zaman çıktın?"
"Biraz önce. Sen hiç gitmedin mi?"
Doruk ayağa kalkarken bir yandan da uykulu sesinin soğuk havada yankılanmasına izin veriyordu.
"Seni o manyakla bırakamazdım."
Gülümsedim.
"Hadi bir an önce gidelim çok üşümüşsündür. Hem bugün okul açılacak bir an önce hazırlanalım."
Doruk çatık kaşlarla bedenimi süzdü.
"Uyumadan mı gideceksin?"
"Ya ne yapacaktım?"
Doruk yanaklarını şişirerek bir kaskı bana diğer kaskı kendine aldı ve hızla başına yerleştirip bedeninin motoruna bıraktı. Elimdeki kaskı başıma geçirdiğimde hızla Doruk'un bedeninin arkasına bedenimi yerleştirdim ve kollarımı Doruk'un beline sarıp motorun çalışmasını kısa bir an bekledim. Çok geçmeden motor çalışmış İlayda'nın oturduğu malikaneden ayrılmıştık. Bir an önce okula gitmeyi ve ardından işe gidip eve gelmeyi dilerken uykusuzluktan sahiden ölmek üzereydim.
Benim için değil uykusuz kalmak kılını kıpırdatmayacak, üstüne üslük bana hayatımın en büyük kazığını atacak olan kız için uykusuz kalmama değer miydi emin değildim fakat eğer buraya gelmeseydim vicdan azabının bana uykusuzluktan çok daha ağır bir yük olacağına hiç şüphem yoktu. Zira vicdanı yerinde olan insanlar için en ağır yük vicdan yüküydü. Değil uyutmak bir yerden sonra yaşamanıza bile izin vermezdi. Vicdanlı her insanı vicdanı er ya da geç öldürürdü.
***
"Hadi Gökçe!"
Hızla kapüşonumu başıma geçirip yatağın üzerine hazırlayıp bırkatığım çantamı aldım ve odadan fırladım.
"Geldim!"
"Sonunda be kızım. Alt tarafı okula gideceğiz."
Omuz silkip kapıda duran botlarımı ayağıma geçirdim ve kapüşonun içine sıkışan kızıl saçlarımı özgürlüklerine kavuşturup Doruk'un elinden tutarak bahçe kapısına doğru ilerledim.
"Kardan eser kalmadı!"
Dedim gülümseyerek.
"Evet. Bu da demek oluyor ki akşam yarışlar başlıyor ve ben lanet olsun ki seni dört duvar arasında yalnız bırakmaya mecbur kalacağım."
Doruk'un sıkıntıyla verdiği nefes aramızda uçup giderken onu rahatlatmak isteyen bir sesle yanıt verdim.
"Önemli değil. Hem sen demez misin hep uyandığında yanında olacağım diye? Bana o da yeter."
"Bana kalsa ne uyurken ne uyanıkken seni bir saniye yalnız bırakmam da hayat be kızıl. Mecburuz..."
"Biliyorum... Sıkma canını sevgilim."
Doruk başını iki yana salladı ve konuyu dağıtmak istercesine gülümsedi.
" Hadi ders başlayacak atla gidelim bir an önce."
Başımı sallayarak Doruk'un uzattığı kaskı başıma geçirdim ve arkasında yerimi aldım. Doruk'un motoru sayesinde okula gelmemiz hatta sınıfa ulaşmamız nerdeyse on dakikamızı almıştı. Şimdi ise ilk dersimiz olan matematik dersini büyük bir ilgiyle dinlemekle meşguldüm. Yanımda uyuyan Doruk'a rağmen... Uykusuzluk bedenimi inanılmaz yorsa da uyuyacak vakit yoku. Derslere iyi konsantre olmalı ve boş bulduğum her dakika ders çalışmalıydım... Sebebi belliydi. Yarım kalmış bir hayali gerçekleştirmem gerekiyordu. Tabii sizin haberiniz yok... Ben hayallerimden onun yarım kalan hayalleri uğruna vazgeçmiştim. Göktuğ için, ağbeyim için, beni okutmak için canını dişine takan, hayali olan mesleğe hatta bu dünyaya veda eden ağabeyim için onun çıktığı yolda yürümeyi kafama koymuştum.
Ben Gökçe Bal Hazer. Küçüklüğünden beri kendisini beyaz önlükler içinde hayal eden, barbielerle değil doktor setleriyle oynayan küçük kız.
Senelerce kendini hastanede beyaz önlüğüyle salına salına gezerken hayal eden kızdım ben. Şimdiyse bambaşkaydı hayallerim. Benim için kendi hayallerinden vazgeçen ağabeyimin hayali olan o cüppeyi kendim giyecektim. Onun hayalleri hastane odaları, ameliyathaneler değildi. O, duruşma koridorlarını, mahkeme binalarını hayal etmişti ve artık onun hayali benim sırtımdaki yüktü.
Ben Gökçe Bal Hazer. Ne pahasına olursa olsun benim için tüm hayatını feda eden ağabeyimin hayalindeki avukat olacaktım. Hayatın adaletsizliğine rağmen adil bir avukat olacaktım. Tıpkı Göktuğ'un hayal ettiği gibi... O hep "Adaletli olmayacaksın, adaletin kendisi olacaksın." Derdi Bende onun yolundan gidecektim ve adaletin kendisi olacaktım. Biliyordum, yaşadığımız dünyada adaletin sillesi yoktu fakat ben yinede deneyecektim. Adaletin kendisi olmayı ve adil insanların da bu hayata galip gelebileceğini göstermeyi deneyecektim.
Düşüncelerimi bir kenara bırakıp derse tüm dikkatimi verdim ve dersin nasıl bittiğini bile anlayamadım. Sonrası uzun geçen kısacık bir gündü.
Derste dersi dinliyor teneffüslerde tekrarlarını yapıyordum. Doruk'sa gününü uyuyarak geçiriyor Koray ve Melis'se her teneffüste düzenli olarak bahçeye hava almaya çıkıyor ve yine düzenli olarak her teneffüs beni test kitaplarının başından kaldırmanın yollarını arıyor, Doruk'uysa uyandırmak için insan üssü bir çaba gösteriyorlardı.
Neyseki gün öyle ya da böyle bitmiş, kendimi Kadıköy'e giden bir belediye otobüsünde, camdan dışarıyı seyrederken bulmuştum.
Yeni işimin ilk günüydü. Heyecanlıydım fakat bir o kadarda mutluydum. O kitapların içinde geçireceğim birkaç saat bana koca bir eczanenin vadedemediği ilaç kadar şifa olacaktı. Koca bir sahaf demek koca bir dünya demekti. Herkes sahaf kapısından girdiğimde bir kitapçıya girdiğimi söyleyecekti fakat hiç biri dünyanın ayaklarıma serileceğini bilmeyecekti. Her kitap bir başka hayat demekti ve bir kütüphane dolusu hayat demek koca bir dünya demekti.
Otobüs inmem gereken durakta durduğunda önüme çıkan insanların arasından geçerek hızla otobüsten indim ve derin bir nefes aldım. Yarım saatlik otobüs yolculuğu ruhumu öyle bir daraltmıştı ki nefes almayı unuttuğumu düşünmeye başlamıştım. Hızlı adımlarım yürüdüğüm zemini döverken bir an önce sahafa ulaşıp kitapların varlıklarıyla ısınmayı diliyordum. Nitekim öyle de oldu. Öyle hızlı yürüdüm ki yaklaşık on dakikanın sonunda kendimi sahafın kapısından girerken buldum. Burnuma çarpan koku ise bir sahafta olduğumu bas bas bağıracak kadar fazla güzeldi. Kitap kokusu hiç bir şeye benzemiyordu.
"Hoş geldin kızım."
Ali amca masasında otururken gülümseyerek üzerimdeki montu çıkarttım ve arka taraftaki dolabın içine yerleştirdim.
"Hoş buldum Ali amca."
"Güzel kızım benim çıkmam gerekiyor sen birkaç saat idare edebilir misin? Merak etme kapanışa yetişirim elbet."
Heyecanla başımı salladım.
"Sen merak etme Ali amca ben hallederim."
"Sağ ol kızım. Sana kolay gelsin öyleyse. Bir sorun olursa diye masada numaramı bıraktım. Kolay gelsin."
"Teşekkürler!"
Ali amca ceketini aldığında beklemeden dışarıya çıktı ve beni bir sahaf dolusu kitapla baş başa bıraktı.
***
Sahafın neredeyse yarısındaki rafları tamamen indirmiş ve temizlemiştim. Her uvzum ağrı içindeydi fakat ruhum hiç olmadığı kadar dingin ve huzurluydu. Saatlerdir neredeyse bir dakika boş durmamış ve sahiden işimin hakkını vermiştim. Geriye kalan rafları geldikçe halledeceğimi aklıma yazarak montumu giydim ve kapanış için Ali amcanın gelmesini beklemeye başladım. Tek dileğim bir an önce eve dönmek ve soluksuzca uyumaktı zira uykusuzluktan olduğum yerde uyuya kalacak gibi hissediyordum.
Bİr yandan da aklım Doruk'ta kalmıştı. Günler sonra yarışı olacaktı ve o her yarışa gittiğinde bir elim kalbimde oluyordu. Korku... Onu kaybetmekten öylesine korkuyordum ki sanki her yarışa gidişi onu son görüşüm olacakmış gibi hissediyordum. Ruhumu rahat bırakmayan bu his, beni her fırsatta rahatsız ve huzursuz ediyordu. Gözlerim telefonumun yanan sönen ekranına takılırken saatin aksam dokuza geldiğini fark ettim ve derin bir nefes aldım. Doruk, ben her ne kadar gelirim dediysem de inat etmiş ve beni almaya geleceğini söylemişti. Planı beni eve bırakıp piste gitmekti. Ne kadar yorulacağını söylediysem de dinletmek mümkün olmamıştı. Kapıdan gelen sesle bakışlarım içeriye giren Ali amcayı buldu.
"Çok beklettim mi kızım?"
Ali amcanın mahçup sesiyle masanın üzerinde duran çantamı omzuma takıp başımı iki yana salladım.
"Hiç önemli değil."
Dediğimde Ali amca gülümseyerek cebinden cüzdanını çıkarttı ve bir kaç saniye sonra elinde tuttuğu bir miktar parayı bana doğru uzatarak gülümsedi.
"Al bakalım kızım. Yarın dinlenirsin ne de olsa haftada üç gün olarak konuşmuştuk. Bu para bugünkü emeğin."
Titrek bir nefes vererek Ali amcanın uzattığı parayı çekingen bir tavırla aldım ve çantamın ön gözüne koyarak gülümsedim.
"Teşekkür ederim."
"Ne teşekkürü be yavrum bu senin alın terin. Ben teşekkür ederim. Hadi bekletme delikanlıyı git bir an önce."
"Delikanlı?"
Diye fısıldadım boşluğa doğru. Ali amcaysa fısıltımı muzip bir gülümsemeyle karşıladı.
"Bana sana iyi bakmam için ayar veren delikanlı."
Utancımdan kıpkırmızı olduğumu hissederken bir elimi kaldırarak salladım ve tatlı olduğunu sandığım bir gülümsemeyle mahçupça dudaklarımı araladım.
"Oldu o zaman ben gideyim. İyi geceler Ali amca!"
Neredeyse koşturarak kapıdan çıktığımda son duyduğum ses Ali amcanın gülüş sesleriydi. Daha ne kadar utanabilirdim bilmiyordum fakat şu an domatesten bir farkım kalmadığına emidim. Ah Doruk ah! Utancımdan ölürsem kesinlikle sebebi Doruk Çakır Arsal olacaktı, hiç şüphesiz...
***
"Dikkat et olur mu?"
Doruk elleriyle yanaklarımı sarıp dudaklarını alnıma bastırdı.
"Merak etme güzelim. Sen kendine dikkat et bana bir şey olmaz."
"Çabuk dön..."
Diye mırıldandığımda Doruk gülümseyerek dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve çekerken dudaklarıma çarpan nefesiyle fısıldadı.
"Uyandığında yanında olacağım."
Bu cümle hayatımda duyduğum en güven dolu cümleydi. Her defasında kalbimi hızlandırıyor ve ruhumu sarmalıyordu. Doruk'a 'sana güveniyorum.' Adlı gülümsememi bırakırken benden uzaklaşmasını ve bir asker selamı verip motoruna binip uzaklaşmasını buruk bakışlarla izledim. Söylediği gibi beni eve bırakmış ve piste doğru yola çıkmıştı. Arkasından ne kadar süre öylece baktım bilmiyordum fakat büyük bir esneme bakışımı böldü ve dakikalar içinde kendimi vicudumu saran pijamalarımla yorganın altında buldum. Tek dileğim göz kapaklarım açıldığında Doruk'un baş ucumda olması ve güven kokan cümlesini tasdiklemesiydi.
Uykunun derinliklerine ulaşmadan önce kulaklarımdaki tanıdık ses yeniden yankılandı. Gerçek değildi biliyordum ancak ses öyle bir işlemişti ki ruhuma en çaresiz en yalnız hissettiğim anda kulaklarıma dolacağından en ufak bir şüphem yoktu. "Sabah uyandığında yanında olacağım." Bu cümlenin verdiği güvenle kendimi huzurlu bir uykuya koşulsuzca bıraktım ve sabah olmasını diledim. Zira biliyordum, sabah uyandığımda yanımda olacaktı ve bu benim şu an için aldığım nefeslerin en büyük sebebiydi.
BÖLÜM SONU |
0% |