Yeni Üyelik
22.
Bölüm

20. Bölüm: KAZANILANLAR

@peteichor_

Bırakın arkanızda kalsın kaybedilenler, kaybedilmek istenenler. Siz önünüzde duranlara, kazandıklarınıza, kazanmak istenilenlere bakın. Zira hayat bu kadardı. Kazandıklarınızdı. Kaybettiklerinize değil kazandıklarınızı kaybetmemeye bakın. Bakın ki arkanızda daha fazla kayıp bırakmayın. Çünkü bilirdim, sizde bilin. Her kayıp hayatınızdan çalan bir hırsızdı ve hayat kısaydı. Hayat kaybettiklerinizle yaşayamayacağınız kadar kısaydı.

20. Bölüm: KAZANILANLAR

Doruk Çakır Arsal


Bir insan kaç cephede savaşabilirdi? Aynı anda, aynı imkansızlıklarla kaç farklı harpte yer alabilirdiniz? İzin verin ben söyleyeyim, hayat sizi kaç cepheye koyarsa o kadar fazla cephede, oluk oluk kanayarak savaş vermek zorunda kalırdınız.

Bazen elinizde son model silahlar, cebinizde el bombaları olurdu, bazen de savaş meydanında öylece kalakalırdınız. Ne silahınız olurdu ne bir bombanız. Bir kalbiniz olurdu birde durmak üzere olan aklınız. Artık çalışmaktan yorgun düşmüş bir beyin, atmaktan kan ter içinde kalmış bir kalp. Savaştan yorgun düşen bir ruh, bedeni yere kapaklanmak üzere olan bir siz.

Gözlerimi pistte gezdirdiğim saniyelerde bir savaş meydanında olduğumu kendime her an vurguluyordum. Bu öylesine bir savaş değildi. Bir ülke kurtarmıyordum mesela. Ya da dünya için bir şey yaptığım da yoktu. Zaferim ne dünyaya ne ülkeme bedel olacaktı. Zaferim ona bedel olacaktı. Onun korka korka atan kalbine bedel, küçük ellerine, ürkek bakışlarına bedel olacaktı. Benim savaşım bu dünyaya değildi. Benim savaşım kendi dünyamlaydı. Bir anne, bir kardeş ve kızıl saçlı bir melek olan kocaman dünyamda verdiğim savaş, inanın dünyayı kurtarmaktan daha güçtü çoğu zaman. Bir çocuğu kurtarmak tüm dünyayı kurtarmaya benzerdi. Bir çocuk bir dünyaydı. Belki de kurtardığım küçük kardeşim değildi. Dünyaydı... Belki de sahiden bu savaşı dünyayı kurtarmak için veriyordum. Onu kurtardığımda, tümden dünya da kurtulacaktı şüphesiz. Ve annem... Dünya üzerinde melek sayılabilecek tek kadın. Dünyanın en güzel saçlarına, en güzel bakışlarına sahip olan dünyalar güzeli annem. Bu savaşın sonunda ya kaybedecektim ve geriye bir hiç kalacaktı koca dünyamdan, ya da kazanacak ve dünyamı bütünüyle kurtaracaktım. Yarıştığım çoğu yarışçı bu yarışlara hobi amaçlı katılıyordu. Ne kadar komikti öyle değil mi? Benim dünyayı kurtarmayı umduğum yarışlar onlar için geçirdikleri keyifli birkaç saatti. Onlar için yarışın önemi buyken benim için koca bir dünyanın kurtuluşu demekti.

Hayat hiç adil değildi. Hayat hiçbir zaman adil olmamıştı. Adaletsiz dünyada adaletten vazgeçmiş, öyle ya da böyle yaşamaya çalışan aciz bir topluluktan ibarettik. Biz insanlar bulamadığımız adaletten vazgeçmiş ve bu adaletsiz dünyanın tüm adaletsizliklerini kabullenip kabuğumuza çekilmiştik.

“Çakır hadi abi hazırlan.”

Çağan’ın sesiyle ve sırtıma dostça birkaç kere vurmasıyla başımı sallayarak piste doğru ilerledim ve motorumun önünde durarak bana rakip olacak diğer üç kişiyi süzmeye başladım. Biri benden daha zayıf ve birkaç santim kısa boylu, kumral bir çocuktu. Yaşı muhtemelen on yedi veya on sekiz olan bu kumral çocuk, oldukça yeni yetme duruyordu. Zira etrafı izleyişi ve motoruna attığı kısa bakışlar kendine olan güvensizliğinin kanıtı niteliğindeydi. Gölzerim birkaç saniyenin ardından bu kez kumral çocuğun yanında duran diğer çocukta oyalanmaya başladı. Kumral çocuğun yanında duran esmer çocuk, on sekizinde bile durmuyor ve oldukça ürkek bakıyordu. Boyu benim boyuma yakın sayılabilecek kadar uzundu. Kilosu ortalamaydı ve az önce söylediğim gibi oldukça ürkek duruyordu.

Onları neden bu denli detaylı incelediğimi merak ediyorsunuzdur. Bilirsiniz, dostunu yakın, düşmanını daha da yakın tut diye bir söz vardır. Benimde amacım buna benzer bir amaçtı. Rakiplerimi bakışlarından, duruşlarından hatta görünüşlerinden analiz etmeye çalışıyor ve kafamda rakiplerime uygun hamleler yapmayı planlıyordum. Strateji belki de motor kullanmayı bilmekten bile daha önemli bir işti. Bunu bana o öğretmişti. Bir zamanlar can dostum şimdi ise dört gözle ölümümü bekleyen Korsan. Caner Kara... Onun uzun zamandır piste gelmemesi ve koruduğu sessizliği ne kadar kafamı kurcalasa da oturup onu düşünecek ya da ondan intikam alacak vakit bulamamıştım. Bulmakta istememiştim. Onu geçmişin tozlu sayfalarında bırakıp defteri tamamen kapatmak istiyordum. Onunda beni geçmişin tozlu sayfalarında bıraktığını düşünmek içimi bir nebze olsun rahatlatıyordu. Ah her neyse! Konumuz korsan ya da onun beni nerede bıraktığı değildi. Konumuz başlamak üzere olan yarış ve yanımda duran rakiplerimdi.

İşin özeti, ilk iki yarışçı oldukça kolay lokma duruyordu ve bu biraz olsun rahatlamamı sağlıyordu. Pistin etrafındaki insanlar çıldırmış gibi “Çakır!” Diye bağırırken kaskımı gururlu bir bakışla kafama geçirip motoruma yerleştim. İçimden motorum için övgü dolu sözcükler mırıldanırken tek dileğim bir an önce yarışın bitmesi ve Gökçe’ye söz verdiğim gibi uyandığında yanında olmaktı. Ona her yarışa geldiğim gece bu sözü veriyor ve her defasında tutuyordum. Ani bir düdükle beklemeden gaza bastığımda tam tahmin ettiğim gibi birkaç dakika içinde o iki yarışçıyı arkamda bıraktım ve son hız pistte dönmeye başladım. Diğer bir yarışçıyla başa baş giderken onu inceleme fırsatı bulamadığım için kendime lanetler okudum. Tek gerçek rakibimi incelemektense o iki yeni yetmeyi dakikalarca incelemek büyük bir salaklık olmuştu.

Sesler yüksekti. Herkes bana ve kazandığım tüm yarışlara güvenerek ismimi büyük bir coşkuyla haykırıyordu. Bu his, bu sesler ve bu gurur tarifi zor olan duygular tatmamı sağlıyordu. Bu hayatta bana, başarabileceğime inanan insanların varlığı kendime olan güvenimi arttırıyordu. Her neyse! Yarış bittiğinde nefes nefese motordan inmiştim. Neredeyse kıl payı denecek bir farkla üçüncü yarışçıyı yendiğimde derin ve gururlu bir nefesi ciğerlerime doldurdum ve yanıma ulaşan Çağan’a gülümsedim.

“Tebrik ederim aslanım çok iyiydin.”

Demişti Çağan bir ağabey edasıyla. Yanımda bunca yıldır varlığını sürdüren ve desteğini üzerimden eksik etmeyen bir diğer isim Çağan’dı. Bana bir ağabeyin yapacağı kadar fazla ağabeylik yapmış ve beni Melis’ten bir an olsun ayırmamıştı.

“Ben kaçıyorum iyi şanslar.”

Çağan’a sarılıp desteğimi hissettirmek adına sırtını sıvazladım ve ona güvenen bakışlarımı sunup piste ilerlemesine izin verdim. Fakat maalesef onun yarışına kalacak kadar büyük bir zamanım yoktu zira verilmiş ve tutulması gereken bir sözüm vardı. Gökçe uyandığında yanında olacaktım. Bu benim için zaferlerin en yücesi olacağından beklemeksizin motoruma atlayıp pistten çıktım.

*** 

Eve girmek üzereyken telefonuma gelen bildirimle gururla gülümsedim. Yarıştan kazandığım tutar hesabıma yatmıştı. Geriye tek bir iş kalıyordu, o da yatan paranın çoğunluğunu annemin hesabına aktarmaktı. Kendime ayırdığım 1000 TL dışındaki tüm tutarı annemin hesabına gönderip rahat bir nefes aldım. Sanki anneme para göndermediğim günler sırtıma bir yük gibi binmişti ve bu gönderdiğim para sayesinde sırtımdaki yüklerin bir kısmından kurtulup bir nebze olsun rahatlayabilmiştim.

Eve girdiğimde saat gece üç sularındaydı. İlk işim bir bardak su içmek arından da üstümü değiştirip Gökçe’nin yanına gitmek olmuştu. Yorulmuştum ve oldukça uykuluydum. Gökçe göz hizama dışarıdan dolan kısık ışığa rağmen girerken dudaklarım iki yana kıvrıldı. Öyle güzeldi ki... Kızıl saçları dalgalı ve kabarıktı. Bir an için Gökçe’nin başını koyduğu yastık olmak istedim. Ya da üzerini örtüp, onun bedenini sıcacık yapan yorgan olmayı diledim. Ona öyle bir tutkuyla bağlıydım, öyle kör kütük aşık olmuştum ki gözüm başka hiçbir şey görmek istemiyordu.

O zamanlar fazla tutkunun başıma açacağı belaları göz önünde bulundurmamıştım. Aşktan kör olan gözlerim geçmişi ya da geleceği görecek durumda olmadığından yaşadığım tutkunun esiri olmuştum.

*** 

Göz kapaklarım titrek bir şekilde açıldığında her sabah olduğu gibi aynı görüntü titrek bakışlarımın hedefi oldu. Yastığa dağılmış kızıl saçlar, çoğu yorganın altına saklanmış çilli, güzeller güzeli bir yüz...

İşte her sabah uyandığımda beni karşılayan eşsiz manzara... Hayat kaybettiklerimiz değil kazandıklarımız kadardı. Aldığımız her nefesi verirken geriye dönüp bakmak yapılan en büyük hataydı. Verilen en büyük kayıp geriye baktığımız birkaç saniyeydi. Bazen önümüz öyle bir manzara oluyordu ki biz arkamıza bakarak büyük bir haksızlık etmiş olurduk. Biraz önce söylediğim gibi hayat kaybettiklerimiz değil kazandıklarımız kadardı ve ne kadar dönüp kaybettiklerimize bakarsak bakalım dönüp görebileceğimiz manzara her halükarda kazandıklarımız olacaktı ve hayat geriye dönüp bakmak için fazla kısaydı. Bundan yalnızca birkaç ay önce, bakışlarımı kaybettiklerimden alamazken şimdi kazandıklarımdan gözlerimi ayıramıyordum. Gökçe’ye baktığım her saniye ne kazandığımı bir kez daha hatırlıyor ve geriye bakmanın anlamsızlığını kendime her dakika hatırlatıyordum.

“Uyandın mı?”

Gökçe’nin uykulu sesi kulaklarıma dolarken dudaklarım şefkatle iki yana kıvrıldı. Ne kadar zamandır uyanmıştım ya da onu ne zamandır izliyordum bilmiyordum. O yüzden yalnızca başımı salladım.

Bir elim Gökçe’nin yanağına çıkarken çillerini usulca okşadım. Eğer hayat, yaşamam için yer seçimini bana bıraksaydı yaşamak istediğim tek yer onun çillerinin arası olurdu. Onun çilli yüzü benim okumaya kıyamadığım bir kitap gibiydi. Sesi, dinlemeye doyamadığım müzik gibiydi. Vay anasını! Doruk Çakır Arsal’da mı aşık olurmuş? Diye bir soru döküldü iç sesimin alayla aralanan dudaklarından. Olurmuş... Demek istedim. Yutkunarak Gökçe’de bakışlarımı gezdirdim.

“Uyandım güzelim.”

“Geç olmadı değil mi? Okula geç kalmayalım.”

Başımı salladım. Saatten haberim yoktu fakat çok uyuyan bir tip değildim. Okul dışında tabii! Okulda bir defa uyuyor ve bir daha asla uyanmıyordum. Artık herkes o kadar benimsemişti ki uyumam kimseyi rahatsız etmiyordu. Bir kişi dışında... Beni her teneffüs, uyuyacağımı söylediğim halde ısrarla uyandırmaya çalışan Koray. Onu nedense uyumam oldukça rahatsız ediyor ve beni uyandırmak için her yolu deniyordu. İnatçı herif! Düşüncelerimin arasında yerimden doğrulup ilgiyle dudaklarımı araladım.

“Hadi sen hazırlan ben de sana kahvaltı hazırlayayım.”

Der demez aklıma buz dolabının hala boş olduğu geldi ve sözlerimi yutkunarak savdım.

“Doruk-”

“Dolapta bir şey yoktu değil mi? Her neyse okula gitmeden bir pastaneye uğrar kahvaltı işini hallederiz. Sen bugün sahafa gidecek misin?”

Gökçe yataktan kalkarken saçlarını bileğindeki tokayla gelişi güzel topladı ve dolabına yöneldi.

“Ali amca bugün dinlenmemi söyledi.”

“Tamam o zaman çıkışta bir yere ayrılma şu dolabı biraz dolduralım. Fare girse kafası kırılacak!”

Gökçe gülerek formalarını kollarının arasına aldı.

“Tamam o zaman! Hem... Yarın yılın son günü belki akşam için yemek yaparız ve tombala oynarız.”

Tabii ya! Yarın gece yeni yıldı. Gülümseyerek yataktan tamamen kalktım.

“Olur kızıl. O zaman bizimkilere söyleyelim yarın bir arada oluruz.”

Gökçe tam odadan çıkarken sevinçle gülümsedi.

“Harika! Hadi ben hazırlanmaya gidiyorum sende bir an önce hazırlan.”

“Emredersiniz Gökçe Hanım!”

Gökçe göz devirip odadan tamamen ayrıldığında adımlarım merdivenleri buldu. Hızla hazırlansam iyi olacaktı zira saatten haberim yoktu ve geç kalma riskimiz oldukça yüksekti.

Benim için okula, derse geç kalmak pek sorun teşkil etmiyordu fakat Gökçe için adeta hayat memat meselesiydi. Zira bir gece bana yaptığı duygusal konuşmada Göktuğ için Göktuğ’un avukat olma hayallerini gerçekleştireceğini ve bunun için çok çalışacağını anlatmıştı. Benimse tek yaptığım ona her zaman koşulsuzca destek olacağımı ve onu hayallerine kavuşturmak için elimden geleni yapacak olduğumu söylemek olmuştu. Yapacaktım da... Gökçe’nin hayali demek benim hayalim demekti ve o ne olmak istiyorsa ne yapmak istiyorsa o olacaktı. Aksi söz konusu bile değildi.

*** 

“Bir dakika, şu tavuklardan da alalım fırında pişiririz!”

Gökçe’nin buzlukta gösterdiği tavuk paketini alıp gözlerimi gezdirmeye başladım.

“Bir paket yetecek mi?”

“Yetmez mi?”

Gökçe’nin masum sesine buruk bir tebessümle bakakaldım. Bir insan nasıl bu denli temiz kalmış olurdu inanması güçtü. Gökçe bana bu kirli dünyada tertemiz kalınabileceğini gösteren ilk ve tek insandı şüphesiz. Onu tanımaya başladığımda bu kirli dünyada temiz kalınabileceğini de öğrenmiştim. Bu Gökçe’nin bana öğrettiği sayısız şeyden sadece biriydi.

“Valla güzelim Çağan, Melis, Koray hepsi gelecek hesabını ona göre yap. Altını çiziyorum Koray’ı iki kişi saymanda fayda var.”

Gökçe dudaklarından kaçan kıkırtıyla buzluğa yönelip aldığımız tavuk paketinden iki tane daha aldı ve kısmen dolu olan alışveriş sepetimize bıraktı. Okuldan çıktığımızda ilk işimiz eve en yakın süper markete gelip, bize en az bir hafta yetecek kadar alışveriş yapmak olmuştu. Yarın yeni yıl kutlama kararı aldığımızdan alışveriş sepetimiz sandığımızdan biraz daha fazla dolmaya başlamıştı.

“Doruk! Biz faturaları ödemedik!”

Gökçe’nin telaş kokan sesine omuz silkmekle yetindim.

“Ben hallettim.”

“Nasıl? Ne zaman ya?”

Hesabıma para yatar yatmaz, anneme para gönderirken faturaları da aradan çıkartmıştım. zira biraz daha soğuk suyla duş alıp elektrik olmadan yaşayamazdık.

“Üzümünü ye bağını sorma kızıl.”

Gökçe yüzüme değişik bir bakış atarken kaşlarım hafifçe çatıldı. Sanki bir soru sormak istiyordu fakat çekiniyordu.

“Ne oldu?”

“Şey...”

Burnumdan sıkıntıyla nefes verip ciddi bakışlarla Gökçe’ye döndüm

“Söyle hadi.”

“Annene para gönderdin mi?”

Yutkundum. Gökçe’nin faturaları ödediğimi duyduğunda böyle bir soru soracağını beklemiyordum fakat biraz daha kıza çatık kaşlarla bakarsam kızdığımı zannedebilirdi. Hafifçe gülümseyerek başımı salladım.

“Gönderdim merak etme. Hadi ama, şu alışverişi bitirelim de eve gidip bir şeyler yiyelim!”

Konuyu dağıtma çabam Gökçe’nin alışverişe devam etmesiyle sonuçlanırken rahat bir nefes verdim ve kaldığımız yerden alışveriş yapmaya devam ettik. Bugün alışveriş yapmaya karar verdiğimizden motorla gelmemiştik. Motora bu kadar torbanın sığmayacağını tahmin ettiğimden okula yürüyerek gitmiştik. Aynı zamanda markete de yürümeyi kafamıza koymuştuk. Zaten market eve pek uzak sayılmazdı ve kolaylıkla yürüyebilirdik. Yaklaşık yarım saatin sonunda alışverişimizi tamamlamış ve elimizdeki torbalarla evimize giden sokaklarda, ayaklarımızın altındaki kurumuş yaprakları eze eze yürümüştük. Sessiz geçen yolculuğumuz eve gelmemizle son bulurken Gökçe’nin önüne geçip cebimden çıkarttığım anahtarla kapıyı açtım ve önümden, elindeki iki poşetle geçmesini bekledim. Gökçe’nin ilk hedefi mutfak olurken açtığım kapıyı kapatarak elimdeki poşetlerle mutfağa doğru adımladım ve elimdeki poşetleri tezgaha bırakarak üzerimdeki monttan kurtuldum.

“Önce aldıklarımızı yerleştirelim sonra bir şeyler hazırlarız.”

Gökçe’ye başımı salladım ve elinde tuttuğu montunu alıp asmak üzere mutfaktan ayrıldım. Döndüğümde Gökçe çoktan ağzına kadar doldurduğumuz poşetleri boşaltmaya başlamıştı. O an aklıma gelen fikirle Gökçe’ye yardım etmeye başlamadan önce telefonumu elime alarak uygulamaları karıştırdım. Birkaç saniyenin ardından aradığım uygulamayı yani spotifyı bularak hızla uygulamaya girdim. Arama motoruna girdiğim an geçmişte açmış olduğum şarkılar önümde belirdi ve yerini ezbere bildiğim şarkıyı son ses açıp telefonu tezgahın üzerine düşmeyecek şekilde yerleştirdim.

Ellerim gözlerim kelepçelerde
Sevda çöllerinde
Geçiyor aylarım yıllarım gecelerim
Sevda zindanlarında

Gökçe kulaklarına dolan müzikle elindeki eşyaları tezgaha bırakırken afallamış gözlerini gözlerime çevirdi. Gökçe’yle gözlerimiz bir aradayken Barış Akarsu’nun sesi aramızda yankılanan tek ses olmaya devam ediyordu.

Yeter ki sen sev beni
Yeter ki inan bana

“Bu şarkı nereden çıktı?”

Derken sesinden şarkıyı beğendiği belli oluyordu. O an şarkı akıp giderken ruhumun sesine kulak verdim ve yavaş hareketlerle Gökçe’nin sağ elini tutup bedenini bedenime doğru çekerek ellerimi beline yerleştirdim. Gökçe sanki bu anı bekliyormuş gibi kollarını boynuma sarıp gülümsedi.

Varlığın dilimde bir yudum su
Sevda çöllerinde
Hayalin serabın yeterdi bana
Sevda zindanlarında

Barış Akarsu’nun sesi aramızda yankılanmayı sürdürürken bir elim Gökçe’nin yanağına gitti ve alınlarımız o an bir araya geldi. Dudaklarım nakarat kısmında aralanırken tüm içtenliğimle fısıldayarak eşlik ettim şarkının son sözlerine.

Yeter ki sen sev beni
Yeter ki inan bana
Yeter ki sen sev beni
Yeter ki inan bana

Yutkundum.

“Sana bir kere, bu ev hiç bu kadar ev olmamıştı demiştim hatırlıyor musun?”

Gökçe gözleri kapalıyken başını salladı. Yerimizde usul usul sallanıp dans ederken ve başa saran müziğe kendimizi tamamen teslim ettiğimizde cümlemi bitirmek üzere yutkunarak dudaklarımı araladım.

“Haklıydım. Bu ev hiç bu kadar ev olmamıştı Gökçe. Bu ev hiç bu kadar yuva olmamıştı. Ben aşk nedir bilmem ama sana aşığım Gökçe. Ve ben nefes aldığım sürece sana olan aşkımda nefes alacak. Sen yalnızca bu evi değil kalbimi de ev yaptın.”

Öyle içtendi ki cümlelerim... öyle yalansız, sahtelikten, karmaşadan öyle uzaktı ki. Nasıl anlatılır bilmiyordum. Hayatımda ilk defa aldığım nefesler bile anlamlı geliyordu! Ben dümdüz bir adamdım ve karşımdaki bu savunmasız kızıl saçlı kız, bana kalbimin yerini adeta tarif etmişti.

“Doruk... Ben aşkın ne olduğunu bilmediğimi sana aşık olunca anladım. Senden önce aşkı, birini canını verecek kadar sevmek zannederdim halbuki aşk, biri için her şeye rağmen yaşamakmış ben sende anladım. Her şeyimi kaybettiğim halde yaşamak için çırpındığımda anladım.”

O an Gökçe’ye verdiğim en net cevabı dudaklarına kapanan dudaklarım vermişti. Onu özlemle ve aşkın her zerresiyle öpen dudaklarımla vermiştim. Bazı cevaplar haykırışlarla değil sessizlikle verilirdi onu öptüğüm saniyelerde anladım.

Bazı kalpler dünyaya bazı kalpleri bulmak için geliyormuş, Gökçe’yle sarılan kalplerimizi hissederek anladım ve her yaralı ruh, kendine en yakın yaralara sahip ruhu bulurdu, ruhumun parmakları Gökçe’nin yaralarına dokunurken anladım. Zira ikimizin de ruhu aynı yerden yaralı aynı yerden eksik aynı yerden yarımdı bilirdim. Evsiz evsizi nerede görse tanırdı. Onunda evi yoktu tıpkı benim gibi. Onunda ruhu yarımdı tıpkı benim gibi. O da eksikti tıpkı benim gibi.

Ben Doruk çakır Arsal, ailesi tarafından eksiltile eksiltile yok edilmiş on dokuz yaşında, erken büyümek zorunda bırakılmış o küçük çocuk. Oysa Gökçe’ydi. Gökçe Bal Hazer. Ailesinin varlığını kabullenmek nedir bilmediği, eksiltilmeden yok edilmiş, ruhu yaralarla, kırıklarla dolu kız çocuğu.

Bu hikaye onların yaralı ruhlarının hikayesiydi. Bu hikayenin satırları onların geçmişiydi. Bu hikaye onlara biçilmiş kaftandı. Bu hikaye iki yaralı ruhun bir olma hikayesiydi. Eksile eksile yok olanların, varlıklarını kanıtlamasının hikayesiydi. Onun, şunun, bunun hikayesi değildi. Bu hikaye, onların hikayesiydi. Bu onların bin parçaya bölünmüş ruhlarını bir yapma hikayesiydi. Sonu mutlu ya da mutsuz, bu onların hikayesiydi.

Ellerim Gökçe’nin yanaklarını sararken dudaklarım derinleşmeye başlamıştı. Ta ki mutfak camından gelen sese kadar... Dudaklarımdan sertçe bir inilti bıraktığımda gözlerimden geçen öfkeli parıltının sahibi mutfak camını tıklatan ve varlığını gözümüze sokmak için el sallayan Koray olmuştu. Tabii ben bahsetmeden siz eminim ki anlamışsınızdır zira genelde dudaklarım Gökçe’nin dudaklarıyla her buluştuğunda onu görmemize rağmen el sallamayı ve cama vurmayı sürdüren şuursuz herif, Koray en güzel anlarımın içine sıçmayı başarıyordu.

“Koray!”

Diye sinirle bir kez daha inlediğimde Gökçe gülmemek için alt dudağını dişlerinin arasında eziyordu ve bu görüntü sanki çok sinirli değilmişim gibi sinir kat sayımı arttırmaya yetiyordu.

“Sakın Gökçe. Sakın gülme! Eğer güleyim dersen hala bize pişkin pişkin sırıtan bu herifin kafasını klozete sokarım ve boğulana kadar çıkartmam!”

Gökçe ellerini teslim olmuş bir şekilde havaya kaldırırken gözlerimi devirip camdan bizi seyreden embesil arkadaşıma ters bir bakış atıp başımı kapıya gelmesi için sertçe salladım. Koray parmağını okey dercesine gösterip camın önünden ayrılırken nefesimi sertçe dışarı verip mutfaktan ayrıldım.

“Allah’ım sen bana sabır ver!”

Demeyi ihmal etmediğim birkaç saniye içinde kapıyı açtığımda Koray hiçbir şey söylememi beklemeden beni itip ellerini ovuşturarak içeriye daldı. Evet daldı diyordum çünkü bu normal bir giriş değildi! Bedenimi iterek girmişti! O an Koray’ı yakasına yapışıp sabaha kadar dövmemek için büyük bir direnç gösterdim.

“Neredesiniz abiciğim siz? Dondum kaç dakikadır. Hayır yani o kadarda çaldım kapıyı duymuyorsunuz! Allahtan aklıma mutfak camı geldi de sonunda duydunuz beni.”

“İyi halt ettin kardeşim aferin!”

Derken sesim oldukça öfkeli çıkıyordu.

“Hoş geldin Koray!”

Gökçe’nin mutfaktan gelen gereksiz neşeli sesiyle nefesimi sertçe verip kapıyı kapattım ve mutfağa yeniden döndüm.

“Hoş buldum kızıl gonca! Yarın akşam için hazırlık yapmamız gerektiğini düşündüm ve yardıma geldim!”

Sinirle güldüm.

“İyi yapmışsın! Bizde tam Koray nerede kaldı diyorduk malum şu kızı ne zaman öpsem dibimizde damlıyorsun.”

“Doruk!”

Gökçe yalandan bir öfkeyle söylenirken Koray omuz silkip alışveriş poşetlerini açmaya başladı. Şu hayatta Koray kadar umursamaz bir herif olmak için her şeyimi vermeye hazırdım!

“Aman, sen onu boş ver kızıl gonca! Ne kadar şikayet etse de çok seviyor beni! Ben biliyorum.”

Eşek herif ilk defa bir konuda halklıydı zira maalesef bu şuursuz herif hayatımın önemli bir parçasıydı. Onu lisede tanımıştım ve kaybettiğim neşemi onda bulmuştum. Onun yaşadığı şeylere gülüp geçmesinde ve benim aksime onun bir türlü kaybolmak bilmeyen neşesinde bulmuştum, yok olmuş neşemi. Belki de bu hayatta sahip olduğum en önemli şeylerden biri de onun neşesiydi. Ne kadar şikayet etsem de Koray iyi ki vardı... Zıt kutuplar birbirini çeker derlerdi. Doğruymuş. Karakterimin tam tersi karaktere sahip bu çocuk, en yakın arkadaşım olduğunda anlamıştım.

“Ben çok açım kızıl gonca. Acilinden ne hazırlayabiliriz?”

“Dur şunları da kaldırayım bakarız.”

Gökçe tüm alışveriş poşetlerini yerleştirirken gözlerimi ikisinden ayırıp buz dolabına döndüm. Bomboş olan dolabımız sonunda canlanmıştı!

“Kısıra ne dersiniz?”

Gökçe’nin aklına gelen yemek fikriyle gözlerim adeta parladı.

“Allah deriz.”

“Allah deriz!”

Koray’la gözlerimiz parlarken ikimizin de dudaklarından aynı cevap dökülmüştü. Bu görüntümüz Gökçe’nin dudaklarında sıcacık bir gülümseme yeşertirken gülümsemesi bana da Koray’a da bulaşmıştı.

“O zaman hadi beyler! Doruk sen bulgurları ıslatıyorsun. Koray sende sebzeleri yıkıyorsun bende üstümü değiştirip geliyorum anlaştık mı?”

Başımı salladığımda Koray bir asker selamı verip büyük bir ciddiyetle dudaklarını araladı.

“Anlaşıldı patron!”

“Aferin! Hadi ben kaçtım!”

Gökçe koşar adım mutfaktan ayrıldığında Koray’ın spotify açık kalmış olan telefonumdan hareketli bir müzik açmasıyla gelen neşemiz ve çoktan unuttuğum sinirimle Gökçe’nin bizden istediklerini sohbet ederek yapmaya başladık. O an size söylediğim o söz zihnimde çalkalanıp durdu. Hayat kaybettiklerimiz değil kazandıklarımız kadardı. Hayat bu kadardı. İyi bir dost, kalbinin sarmaladığı bir aşk ve onlarla dolup taşmış bir yuva. Hayat bu kadardı. Kaybettiklerinize takılıp kalırsanız kazandıklarınıza kör olurdunuz. Kaybettiklerinizi arkanızda bıraktığınızdaysa kazandıklarınızla yaşardınız. Daha mutlu daha inançlı ve daha yaşanabilir yaşardınız. Bırakın arkanızda kalsın kaybedilenler, kaybedilmek istenenler. Siz önünüzde duranlara, kazandıklarınıza, kazanmak istenilenlere bakın. Zira hayat bu kadardı. Kazandıklarınızdı. Kaybettiklerinize değil kazandıklarınızı kaybetmemeye bakın. Bakın ki arkanızda daha fazla kayıp bırakmayın. Çünkü bilirdim, sizde bilin. Her kayıp hayatınızdan çalan bir hırsızdı ve hayat kısaydı. Hayat kaybettiklerinizle yaşayamayacağınız kadar kısaydı. Yaşayın. Yaşayın ve önünüze bakmaktan bir an olsun vazgeçmeyin. Çünkü kaybettiklerinizden ziyade kazandıklarınız size yaşamak denen şeyin kapılarını aralardı. Girin kapıdan içeriye ve kapatın kapıyı. Çok uzattım değil mi? Tamam tamam hemen susuyorum. Siz yaşamaya bakın.

Loading...
0%