@peteichor_
|
Eğer yanınızdaki insanlar bir parçanız değilse, onlardansa yalnızlığınıza sarılmayı, onları dinlemektense sessizliği dinlemeyi yeğlerdiniz. 21. BÖLÜM: YENİ YIL, YENİ FELAKET Gökçe Bal Hazer “Uyandığında yanında olacağım. Söz veriyorum.” Doruk’un her yarış öncesi dudaklarından sarf ettiği sözle buruk bir tebessüm dudaklarımı yokladı. Alnımda hissettiğim sıcak dudaklarsa gözlerimin istemsizce yaşlarla dolmasına sebep oldu. Doruk her zaman olduğu gibi bu gece de yarışa gidecekti ve maalesef onu beklemekten ve onun için saatlerce endişe edip korku dolu bir zihinle uyuya kalmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Onu kaybetmekten öyle çok korkuyordum ki benden her gidişinde sanki başına bir şey gelecek ve bir daha dönemeyecekmiş gibi ona acıyla bakıyordum. Hayatımdan öyle insanlar yok olup gitmişti ki döneceğine söz vererek artık gidenlerin dönmesi, verilen sözlerin tutulması bana mucize gibi geliyordu. Çünkü bilirdim, bazı gidişlerin dönüşü, bazı ayrılıkların vedası olmazdı. O yüzden her ayrılık bir vedaydı. Her görüşürüz biraz da hoşça kaldı. Görüşürüz dememeyi görüşemediğim insanlardan öğrenmiştim. Benim ‘görüşürüz’ lerim ‘hoşça kal’ larımın kurbanı olmuştu “Dikkatli ol.” Demiştim kaçıncı kez olduğunu saymaksızın bir kez daha. Koray bana el sallayıp ortamdaki havayı tuzla buz ederken sıcak bir tebessüm dudaklarımda yer etti. Yarın okul olduğundan Koray’da Doruk’la çıkarak eve gitmek istediğini söylemişti. Bu evde Doruk’u yalnız beklemek ne kadar zorlayıcı olsa da bencillik edip Koray’ı uykusundan edemezdim. “İyi geceler kızıl gonca! Yarın okulda görüşürüz. Tabii birde akşam!” Gülümsedim. “Görüşürüz...” “Hadi içeriye gir geç oldu.” Başımı sallayarak kapıdan geriye bir adım attım ve bana son kez buruk bir bakış atıp önüne dönen Doruk’un ve neşesi bir an olsun eksilmeyen Koray’ın arkasından bakmakla yetindim. Sonrası onların karanlıkta, motorun çıkarttığı sesle kaybolmalarıyla yitip giden silik bir görüntüden ibaret kalmıştı. Gözlerim onların yokluğuyla bomboş kalan evin duvarlarında oyalanmaya başladı. Doruk’un gidişi, evi olduğu kadar kalbimi de yalnız bırakıyordu. Mümkün olsa onu kendime bağlar ve bir an olsun ondan ayrılmazdım. Bu hayatta o kadar kayıp vermiştim ki daha fazlasını vermekten delicesine korkuyordum. O yarışa giderken beni kendimle, korkularımla ve bu içine sığamadığım koca dört duvar arasında bıraktığından habersizdi. Belki de gayet tabii farkındaydı fakat elinden ne gelirdi? Kardeşinin ilaçları, hastane masrafları ayrıca ek olarak annesinin masrafları... Katıldığı yarışlar dışında bir çıkar yol yoktu. Sıkıntılı bir nefes vererek onsuz zamanın nasıl geçeceğini düşündüm. Tek bir çare vardı bu vakti daha acısız geçirecek, o da onu düşünmekti. Onu düşleyerek yanımdaymış gibi onun varlığını hissetmekti. Bazen mutfakta su içtiğini bazense televizyon izlerken koltuğa kıvrılmış uyuduğunu düşlemekti. Onun bu evde varlığını düşlemek benim için en konforlu dakikalardı. Yanaklarımı şişirerek aklımdaki olumsuz düşünceleri savıp mutfağa yöneldim. Kısır yaparken ortalık epeyce dağılmıştı ve burayı bu halde bırakıp uyumak gibi bir düşüncem kesinlikle yoktu. Gözlerim bir an mutfağın duvarında asılı duran saate kayarken saatin gece yarısını çoktan aştığını fark ettim. Öyle bir şaşkınlık yoklamıştı ki, dudaklarım aralık bir vaziyette birkaç saniye saati izledim. Doruk ve Koray’la saatlerin nasıl akıp gittiğini anlamamıştım bile. Bu durum dudaklarımda minik bir tebessüm doğururken Doruk’un açtığı ve bizim dans ettiğimiz şarkıyı bir kez daha açtım ve telefonumu tezgaha yerleştirerek çıkan bulaşıkları bulaşık makinesine, kısa bir çalkalamanın ardından yerleştirmeye başladım. Bir yandan da dudaklarım şarkıyı mırıldanırken kalbimin hızlandığını hissediyordum. Sanki kulaklarıma dolan melodi beraberinde Doruk’un sesini de getiriyordu ve kalbim mümkünmüş gibi göğüs kafesimde biraz daha titriyordu. Aşk nasıl bir güce sahipti? Aşktan kafayı yemiş gibi hissediyordum! O burada yokken bile sanki yanımda bana şarkıyı söylüyor, beni sevdiğini haykırıyor gibiydi ve bu sesin kulaklarımdan bir an olsun eksilmediğine size yemin edebilirim. Öyle böyle değildi içimdeki aşk, heyecan... Şarkıyı mırıldana mırıldana tüm mutfağa topladım. Sonunda mutfak tertemiz olduğunda derin bir nefes alıp belimi tezgaha yasladım. Şarkı başa sararak devam ederken zihnime işlemiş gibiydi. Sanki şu an şarkıyı kapatsam duymaya devam edecektim ve bu durum beni inanılmaz korkutuyordu. İşin sonunda bir tımarhaneyi mesken edinmek korkunç geliyordu! Gözlerim müzik hala çalmaya devam ederken bu kez telefonumun ekranına takılı kaldı. 31 Aralık yazıyordu. Gece yarısını geçtiğimizden artık yılın son günü bizi karşılamış bulunuyordu. Yarın akşam herkes, tüm sevdiklerimiz el birliğiyle bir yuva yaptığımız evimize gelecekti ve tüm akşamı birlikte geçirecektik. Yeni yılı birlikte karşılayacak olmamız heyecandan avuçlarımın terlemesine yol açıyordu. Geçen sene bu zamanlar bir dahaki yıla bu şekilde eksik bir o kadarda tamam gireceğimi tahmin etmemiştim hiç. Annem geçen sene 31 Aralık gecesi malikanemizde büyük bir yılbaşı partisi vermişti. Ah ne güzel! Gelenlerin çoğuyla alakam bile yoktu. O gün gelen tek yakınım İlayda ve Arda olmuştu ki, onlarında sevişmek için an kolladıklarını bilmek kendime acımamı sağlıyordu. Bir yıl önce bugün zihnimde her dakikasıyla canlanırken gözlerimi kapattım. Kapalı gözlerimin önünde beliren ilk görüntünün sahibi annemdi. Oradan oraya koşturan görüntüsü içime öyle bir işlemişti ki sanki bundan beş yıl sonra aynı şekilde kafamda canlanacaktı.Ne kadar memnun ederse etsin ne kadar uğraşırsa uğraşsın arkasından bir ton konuşacak insanlar için eli ayağı birbirine giriyor ve kusursuzluğuyla ön plana çıkmaya çalışıyordu. Belki de acınacak halde olan ben değildim, oydu. Annemdi... İşin en acısı da tüm uğraşı, verdiği sayısız çaba insanların memnuniyetinden çok hava atmak içindi. Karşısına geçip ne oldu şimdi anne? Demek istedim. Ne oldu anne? Memnun ettin mi saygıdeğer misafirlerini? Bizim için değil de onlar için çırpındığına değdi mi? Kaç kişinin aklında kaldın söylesene? Yedirip içirdiğin, müziklerle eğlendirdiğin kaç kişinin zihninde yer ettin? Kendini perişan ettiğin insanlardan kaçı toprağına bir avuç su döktü, söylesene? Kaç kişinin kalbinde bir yerin var? Anne, sen kime rezil olmamak için ölüme gözü kapalı gittin ha? Parasız kaldığın için arkandan konuşacak olan bir avuç insan yüzünden öldün de ne oldu anne? Kaç kişi anıyor seni şimdi? Boşunaydı. Annemin çabaladığı insanlar boşunaydı. Onlarca arkadaşım dediği fakat buldukları ilk fırsatı onun arkasından, ailesinin arkasından konuşarak değerlendiren insanlar için değil ölmek parmağını kıpırdatmaya değmezdi. Gün geliyordu yalnızca adınız kalıyordu zihinlerinde nasılsa. Hatta bir gün geliyordu adınızın bile esamesi okunmuyordu hayatlarında. Yok olup gittiğinizle, arkanızdan bıraktıklarınızla kalıyordunuz. Bu hayatta çabalayacaksanız sizi arkasında bırakan için değil kalbinde yaşatan için çabalamalıydınız zira bazı çabalar havaya karışıp giderdi, bazı uğraşlarsa akıllarda, kalplerde taht kurar kalırdı. Bazı çabaları öldürdü. Katili şüphesiz onlardı. Zihinlerinde size bir köşe bile ayırmamış olan onlar... Gözümden akan bir damla yaşı elimin tersiyle silip ağır adımlarla odama geçtim ve açtığım masa lambamın loş ışığında ders kitaplarımla birkaç saat kafamı doldurmaya karar verdim. Çalışmak zorundaydım ama asıl zorunda olduğum başarmaktı. “Gökçe?” Göz kapaklarım duyduğum mırıldanmayla açılırken çalışma masamda uyuya kaldığımı idrak edip tutulan belime ellerimi yerleştirip sandalyeden doğruldum. “Uyuya kalmışım ya.” Diye uykulu sesimle sitem ettiğimde Doruk ağır adımlarla yatağa ilerledi ve yorgun düştüğü her halinden belli olan bedenini yatağa bıraktı. “Sıkma canını be kızıl. Yarın teneffüslerde nasılsa çalışacaksın.” “Yetmez,” demiştim yerimden kalkarken. “Gökçe’m bak bir iki saate kalkacağız, gel de sana sarılıp uyuyayım ölüyorum be güzelim.” Başımı sallayarak Doruk’un açtığı kolunun içine girdim ve başımı göğsüne yaslayıp yorgun bir nefes verdim. Doruk’ta en az benim kadar yorgun göründüğünden konuşarak onu yormak istemedim ve peşimi bırakmayan uykunun esiri oldum. Saçımda dolanan parmaklar ve saç diplerime vuran düzenli nefes, uyuduğum en huzurlu uykunun kapılarını adeta benim için aralamıştı. Bende durmadım, İçeriye girdim, kapıyı kapattım ve huzur kokan bir uykuyla buluşan bedenimin zaferine tanık oldum. Göz kapaklarımı telefonumdan kurduğum alarmla araladığımda, geç kalmadığım için şükrederek hızla yerimden doğrulduğumda Doruk’un huysuz mırıltısıyla dudaklarımı birbirine bastırdım. Onun göğsünden kalktığımda çatılan kaşları ve huysuz mırıltıları gülümsememi genişletirken eğilip Doruk’un yanağına tüy kadar hafif bir öpücük bıraktım ve gerilen yüzünün gevşemesini keyifle izledim. Doruk’un göz kapakları aralanırken başımı yana yatırıp gülümsedim. “Günaydın motorlara fısıldayan adam!” “Günaydın motorlara fısıldayan adamın yuvası.” Duyduğum cümle ruhumun bir yerlerine dokunmuş, kalp atışlarımı hızlandırmıştı. Biri vardı, cümleleri kalbimi hızlandıran. Biri vardı, yuvası olduğum. Biri vardı, yuvam olan. Biri vardı... Gülüşüm büyürken utançtan kızardığıma emin olarak dolabıma yöneldim ve formalarımı kucakladığım gibi banyoya koşarcasına ilerledim. Tabii söylenmeyi ihmal etmiyordum. “Hızlı hazırlan geç kalacağız!” Doruk bir şeyler söylediyse de hızla banyoya girip kapıyı arkamdan kapattığımdan sesindeki cümleleri çıkartmam mümkün olmamıştı. Hızla üzerimi değiştirip, yüzümü yıkadım ve dişlerimi fırçalayıp aynaya döndüm. Kabaran ve dağınık duran saçlarımı özenle ördükten sonra aynaya son kez bakış attım. Kapatmaya lüzum görmediğim çillerime. Senelerce küs olduğum bir dostumla barışmışım gibi gülümsedim onlara. Varlıklarını kabul ettim ve yok etmekten vazgeçtim. Onları yok etmek isteyen benden vazgeçmişti, ben onları yok etmemişim çok muydu? Başımı iki yana salladım ve düşüncelerimden kurtulmayı diledim. Aynaya son bir bakış attıktan hemen sonra banyodan çıktım. Burnuma dolan koku ise beni gafil avlamıştı. Kaşarlı tost kokularını takip ederek mutfağa girdiğimde Doruk’un bir kabın içine yaptığı tostu yerleştirdiğini anladım ve alayla dudaklarımı araladım. “Ne o, beslenme çantası mı hazırlıyorsun?” Diye sorduğumda Doruk büyük bir ciddiyetle başını salladı. “Evet, sana hazırladım.” “Şaka yapıyorsun değil mi?” Sesim soru sorar gibi çıktıysa da inanmak istemediğim belliydi. Doruk Çakır Arsal bana üzerinde tweety baskılı saklama kabını uzatana kadar şaka olduğuna emindim. “Neden şaka yapacakmışım? Al bakalım bu senin.” “Doruk ben senin beş yaşındaki kızın değilim biliyorsun değil mi?” Doruk omuz silkip dudaklarını burnuma bastırdı ve saçlarımı karıştırırken söylenmeyi ihmal etmedi. “Bir kızımız olana kadar benim kızım sensin. Alışsan iyi edersin.” Dedi, elime tweety saklama kabını tutuşturdu ve merdiven seslerinden anladığım üzere hazırlanmak için odasına ulaştı. Bense duyduğum cümlenin etkisiyle mutfağın ortasında elimde dumanı tüten saklama kabıyla kalakaldım. Benim kızım sensin... Bir kızımız olana kadar... O an zihnime istemsiz bir sahne doldu. Doruk ve ben bu evdeydik. Bir kızımız vardı ve ben onun saçlarını örerken Doruk ona tost yapıyordu. O an Doruk’un dünyanın en iyi babası olacağını düşündüm. Kalbinde öyle bir şefkat dolup taşıyordu ki sanki yalnızca kendi kızına değil dünyadaki tüm kız çocuklarına babalık yapabilirdi. Öyle ki kalbinden taşan sevgi tüm dünyaya yetecek kadar fazlaydı. Aklımda canlanan görüntülerle koşar adım odama gidip saklama kabını çantama yerleştirdim ve şişme montumu üzerime geçirip aynaya döndüm. Bir dakika! Doruk benim özenle ördüğüm saçlarımı karıştırmıştı! Beni öyle bir cümleyle etkisi altına almıştı ki saçımın halini düşünecek fırsatım olmamıştı. Başımı iki yana sallayarak hafifçe kıkırdadım. Bu halim kendimle dalga geçme isteğimi kamçılarken dudaklarımdan bir mırıltı gibi “İyice leyla oldun sen Gökçe.” Cümlesi alayla döküldü. Daha fazla oylanmadan kendimle alay etmeyi bırakıp saçımı açarak yeniden ördüm. Aynı cümle bir kez daha zihnime uğrarken saçımı örmeyi sürdürdüm. “Bir kızımız olana kadar benim kızım sensin. Alışsan iyi edersin.” *** Yaptığım çikolatalı pastayı diğer yaptığım yemeklerin arasına yerleştirirken dudaklarımı gururlu bir tebessüm yokladı. Okuldan geldiğim gibi akşam için hazırlık yapmaya başlamıştım ve değil beş, on beş kişiye yetecek kadar yemek çıkmıştı! Geriye salonda geniş bir masa kurmak kalıyordu ki onu da konuştuğumuz üzere Doruk halledecekti. “Doruk!” “Geldim!” Doruk mutfağa girdiğinde aralık dudaklarıyla şaşkın bakışlarını masada gezdirdi. Onun bu şaşkınlığı mümkünmüş gibi daha da keyiflenmeme yol açarken Doruk’un izlemeyi sürdürdüm. “Yuh be kızım ordu doyurmayacağız! Yani tamam, Koray’da gelecek ama bu kadarda demedik.” Omuz silktim. “Aman ne olacak yeriz? Hem kaç gündür midemize adam akıllı bir şey mi giriyor?” “Valla ne yalan söyleyeyim haklısın. Neyse ben şu masa işini halledeyim gelirler birazdan.” Gülümseyerek parmak uçlarımdan yükselip dudaklarımı Doruk’un yanağına bastırdım. “Bende üstümü değiştireyim o zaman.” “Bu öpücükle kurtulamazsın biliyorsun değil mi? Anasını satayım Koray’ın damlamayacağını bilsem dudaklarına yapışacağım ama-” Çalan kapıyla yüksek sesli kahkaham aramızda yankılandı. Koray! Sahiden bu çocuğun süper bir zamanlaması vardı. Hayır, hep mi aynı zamanlamada gelir ya da arardı? Üstüne üslük bu kez öpüşmemiştik yalnızca öpüşmekten bahsetmiştik! Koray’ın bu yeteneğini içimden taktir ederken Doruk neredeyse sinirden delirecek bir halde gülüşümü izliyordu. “Ulan ya! Öpmedim amına koyayım sadece dile getirdim. Ruh hastası herif.” Omuz silkip mutfaktan çıkıp koşarak odama girdim. Bir an önce hazırlanmalıydım zira inanılmaz derecede paspal duruyordum. Eve geldiğimde duş alsam da yemek yaparken üzerime sinen yemek kokuları için bir yol bulamamıştım. Fakat maalesef şu an yapabileceğim tek şey üzerimi değiştirip, kendime çeki düzen vermek olacaktı. “Kapıyı açar mısın sevgilim?” Dememe kalmadan Doruk çoktan kapıyı açmış gelen arkadaşlarımızı karşılamaya başlamıştı. Oyalanmadan dolabıma döndüğümde gözüme çarpan kırmızı triko elbiseyi hızla üzerime geçirdim ve saçlarımın sırtımdan dökülmesine izin verdim. Dudaklarımaysa ağır bir rujdansa parlatıcı sürmeye karar verdim ve hızla, dışı kırmızı renk görünen parlatıcıyı dudaklarıma yedirdim. Yaklaşık on dakika hazırlanmam için yeterli olmuştu. Odamdan çıktığımda gördüğüm ilk yüz Melis’in yüzüydü. Onunda üstünde benimkine nazaran daha ince ve bedenini saran, koyu kırmızı bir elbise vardı. Çok ağır bir makyaj yapmasıysa da dudaklarına sürdüğü kırmızı rujuyla eşsiz görünüyordu. “Hoş geldin Melis!” Dediğimde Melis büyük bir coşkuyla kollarını bedenime sarıp sıkıca sarıldı. “Hoş buldum kızılım! Bir türlü görüşemiyoruz nasılsın?” Melis’in sorusu kesinlikle normal bir nasılsın değildi. Göktuğ’un ölümünden sonra nasıl olduğumu soruyordu? Daha iyi miyim diye merak ediyordu zira Göktuğ’u kaybettiğimden bu yana Doruk ve zaman zaman Koray dışında pek kimseyle konuşmuyordum. Hele Melis’le neredeyse hiç konuşmamıştık. Aslına bakarsanız beni en iyi anlayacak kişi Melis’ti. Onunda hayattaki tek dayanağı ağabeyiydi ve ölümünü benden daha kolay karşılamayacağı kesindi. O an Melis için iyi dileklerde bulundum. Umarım yaşadıklarımın zerresini yaşamazdı. Zordu. Birini kaybetmek ölmeye benziyordu. Hele de sevdiğiniz biriyse canınızdan bir parçayı yanında götürüyordu. Melis’in hiç eksilmemesini diledim... Benim gibi paramparça olmamasını diledim. Melis’le bedenlerimiz ayrılırken samimi olduğunu düşündüğüm bir gülümsemenin dudaklarıma bulaşmasına izin verdim. “Daha iyiyim.” “İyi ol güzelim...” “Hadi beyler mutfağa masayı taşıyacağız.” Doruk ortamdaki havayı dağıtmak istercesine ellerini birbirine vurup Koray ve Çağan’a döndüğünde Çağan ayaklandıysa da Koray oturduğu yere iyice yayılıp rahat bir havayla dudaklarını araladı. “Olmaz ağabeyciğim, misafirim ben!” “Siktirme misafirliğini lan! Kalk şuradan.” “Kızlar var kardeşim düzgün konuş belanı sikeceğim he.” Çağan’ın cümlesiyle kahkaha atmanın kıyısından döndüğüm saniye bakışlarım bu kez Koray’ı buldu. Koray teslim olmuş bir edayla ellerini kaldırıp yerinden kalktı ve önden mutfağa ilerleyen Doruk ve Çağan’ın arkasından koşar adım ilerledi. Onlar didişe didişe mutfağa giderken bize de dakikalardır tuttuğumuz kahkahayı bırakmak kalmıştı! Yaklaşık yarım saat Melis’le havadan sudan sohbetimizle geçerken o sırada Koray, Çağan ve Doruk masayı büyük bir özen ve ciddiyetle kurup yerleşmişlerdi. Melis’le ayaklanıp boşta kalan sandalyelere yerleştiğimizde dışarıdan yükselen şimşek sesiyle hepimizin bakışları pencereyi buldu. “Yağmur başladı. Hayret, bu bir hafta yağış olmayacak diyorlardı.” Melis’in sesine Koray’ın sesi karışırken bir anda hava durumunu konuşmaya başladık. “Ne bakıyorsun onların dediğine kızım. Ne zaman doğru tahmin ettiler ki? Hava durumdan açılan sohbet uzayıp giderken yemeğimizi, kurulu geniş masada keyifle yiyorduk. Dışarıda yağan sağanak yağmurun sesi, penceremize vuran yağmur damlalarını içimdeki huzuru kat be kat arttırırken zihnime dolan anıları engellemem mümkün olmuyordu. Geçen seneyi bir kez daha hatırladım. Geçen yıl, tam bugün, tam bu dakika... Annem kıymetli arkadaşlarıyla bir yerde, babamsa yıl başında bile iş konuşacak kadar kafayı yemiş bir vaziyette yeni fırsatlar için an kolluyor. Göktuğ ise ya benimle vakit geçiriyor ya da annemin arkadaşlık kurmasını istediği birkaç aile dostumuzun oğluyla mecburu bir sohbetin içinde dönüp duruyordu. Bense bir yanımda Arda bir yanımda İlayda’yla açılan yeni mekanlardan, markaların çıkarttığı yeni kıyafetlerden ve son model arabalardan sohbet bahsedip bir an önce bu saçmalığın bitmesini ve odama gidip yalnızlığıma sarılmayı düşlüyordum. Eğer yanınızdaki insanlar bir parçanız değilse, onlardansa yalnızlığınıza sarılmayı, onları dinlemektense sessizliği dinlemeyi yeğlerdiniz. O anıları hatırlamak bile sıkıntıyla nefes almama yol açarken şu an, bu masada, bu insanlarla hava durumu hakkında konuşmanın verdiği fırsatı minnetle karşıladım. Ailemi elbette seviyor elbette özlüyordum fakat kaybedilen bir servet uğruna kendilerini öldürüp çocuklarını koca dünyada bir başına bırakan anne ve babanın ardından yas tutmaya daha ne kadar devam etmeliydim emin değildim. Belki de onları kalbimin duvarlarının arasında bırakmalı ve zihnime ulaşmalarına izin vermemeliydim. Zihnime biri dolacaksa, kalbimde biri nefes alacaksa bu canını servet uğruna değil kardeşi uğruna veren ağabeyim olmalıydı. Bu hayatta yalnızca umurunda olduklarımız umurumuzda olmalıydı zira bizi hiçe sayan her kim olursa olsun kalbimize uğradığı an karşılaşacağı kapalı bir kapı hatta örülü bir duvar olmalıydı. Bizi umursamayan kim varsa değil kapıyı açmak duvarlar örerek onu dışarıda bırakmalıydık. Gecemiz çoğunlukla yemek yiyerek ve sohbet ederek geçerken bir farklılık yapıp Melis’in getirdiği üçlü kutu oyununu açtık ve bu kez televizyondan açtığımız o ses Türkiye programının kısık sesi eşliğinde tombala, kızmabirader ve ismini bile bilmediğim bir kutu oyununu keyifle oynamaya başladık. Saatler geçti, keyifli bir o kadarda huzurlu bir akşamı geride bıraktık. Yeni yıla son birkaç dakika kala hepimiz ayaklandık ve televizyonda o ses Türkiye açıkken onlarla eş zamanlı geri sayıma başladık On! Dokuz! Sekiz! Yedi! Altı! Beş! Dört! Üç! İki! Bir!5 Ve bir alkış sesi. Teker teker herkesle sarıldım. Herkes, herkesi sıkı sıkı sararken dudaklarımız koca bir tebessümle korunuyordu. Birlikte olduğumuz her dakika dudaklarımızda taht kuran gülümseme bir an olsun birimizden uzaklaşmamıştı. Aksine çoğalarak daha geniş bir vaziyette varlığını korumuştu. Artık yeni bir yılın içindeydik. Geçen sene tek bir dileğim vardı. Bilirsiniz, aynı dileği doğum günü pastamı üflerken de dilemiştim ve bu dilek benim dilime yapışan bir hayal olarak zihnimde takılıp kalmıştı. Bu dilek sanki benimle yaşayıp gitmişti senelerce. Bir yıldız kayardı, yeni yıl gelirdi, yeni bir yaşa girerdim ve ruhumun dudakları hep aynı cümleyi fısıldardı, “Koşulsuz sevgi...” O an büyük bir farkındalık yaşadım. Hayatımda ilk defa bir dilek hakkımı bu dilekten yana kullanmamıştım. Neden mi? Çünkü ben artık koşulsuz seviliyordum. Hey millet! Ben başardım. Şuna bakın! Senelerce aynı dileği dilemiştim ve sonunda ona sahip olabilmiştim. Belki koşulsuz sevgi, istediğim insanlar tarafından gelmemişti fakat onun sevgisi her sevginin yerini doldurabilecek kadar fazlaydı. O an yeni bir dilek dilemek için ruhumun dudakları titrek bir nefes eşliğinde aralandı, “Doruk’u kaybetmemek. Burada, benimle olan dostlarımı asla kaybetmemek.” Gülümseyerek Doruk’a bir kez daha sarıldığımda sebebini anlayamadığından afallamıştı fakat sarılışıma karşılık vermeyi ihmal etmemişti. Bu odadaki kimse şu an Doruk’a neden mutlulukla sarıldığımı bilmiyordu fakat ben çok iyi biliyordum. Kollarım Doruk Çakır Arsal’ın boynuna dolanmıştı çünkü bu adam benim yıllardır kurduğum hayali gerçekleştiren adamdı. Beni seven, koşulsuzca seven adamdı. Ben babamın kızı olamamıştım ama artık onun kızıydım. Bir kızımız olana dek onun kızı bendim... Doruk aşkla andığı annesinin biricik oğlu olamamıştı fakat benim biricik oğlum, babam, biraz daha ağabeyim, en yakın dostum ve sadakatiyle beni saran sevgilim olmuştu. İzin verin bitireyim, Doruk Çakır Arsal benim her şeyim olmuştu. 2 Ocak, Saat 02:15 İtfaiye sesleri, burnuma dolan keskin duman, dört bir yanımı saran ateş, ambulans sirenleri. Uykumdan uyandığım an kulaklarıma dolan sesler. Bir ocağı iki ocağa bağlayan gece. Yılın ilk günü. İlk gece yarısı. Doruk yılın ilk yarışına gitmiş bense geç olmadan dünün yorgunluğuyla yatağa girmiştim. Ta ki o sese kadar. Burnuma dolan dumana kadar. Evimiz yanıyordu. Evimiz yanıyordu. Evimiz yanıyordu. Yerimden kımıldayacak gücüm yoktu. Şok olmuş bir halde, uykulu gözlerimi tutuşan perdelerde, eşyalarımda, masamın üzerindeki çerçevede gezdiriyordum. Göktuğ ve benim resmim tutuştuğu an büyük bir farkındalıkla yerimden kalktım fakat beklemediğim bir şey oldu. Hiç beklemediğim, hesapta olmayan bir şey. Tavandan savrulup yanağımın sağ tarafına düşen ateş parçası ve dudaklarımdan kopan acı feryat. Yalnızca beş saniye sonra içeriye dalan itfaiyeciler. Beni kucaklayan adam ve kayıp giden bilincim. Acıdan bayılmıştım evet. Yüzüme düşen ateşin acısıyla bayılmıştım. Sağ yanağımda hissettim sonsuz acı bilincimi götürmüştü. O an aklımda tek bir isim vardı, Doruk. Neredeydi? Evimiz yandı Doruk. Bizim yuvamız yandı. Ben yandım Doruk... Neredesin sevgilim? Cayır cayır yangının ortasındayım ya sen, sen neredesin? Yılın ilk gecesi, yılın ilk felaketi, yılın ilk kaybı, yılın ilk vedası. Elveda yuva yaptığımız evimiz ve elveda Göktuğ. Elimde Göktuğ’a dair yalnızca bileğimdeki bileklik kalmıştı bir de zihnimdeki yüzü. Erken mutlu olmuştum. Erken sevinmiş erken bırakmıştım verdiğim savaşları. Kazandım zannetmiştim. Bitti, artık yaşayacağım demiştim. O gece yatağa, uyandığımda yanımda Doruk’un olacağı hayaliyle girmiştim. Ertesi gün için yaptığım bir ton planla girmiştim. Sabah okula gideceğimi düşlerken formalarımın cayır cayır yanması ihtimaller dahilinde değildi. Göktuğ’un hayallerini gerçekleştirmek için o ders kitaplarına anlamlar yüklerken, bir gece onların kül olacağını tahmin edememiştim. O çerçeveye Göktuğ’la olan fotoğrafımızı yerleştirirken paramparça olacağı inanın aklıma gelmemişti. Ben Gökçe Bal Hazer. Bu hayatın beni fazla yakacağını tahmin edememiştim... BÖLÜM SONU |
0% |