Yeni Üyelik
24.
Bölüm

22.BÖLÜM: İZ

@peteichor_

Keşke her acımın izi kalsaydı bir yerlerde. Kolumda, bacağımda, boynumda... Her acım keşke bir yerimde iz olarak kalsaydı, benimle yaşasaydı. Keşke aynaya her baktığımda görebilseydim acılarımı. Unutmasaydım... Acıyı unutmak demek yeni acılara kapı açmak demekti. Belki bedenim acıdan görünmese bir gün yeni bir acı çekemezdim. Belki her yerim acı iziyle kaplansa, bir izlik yer dahi kalmayacak olsa kimse bana daha fazla acı çektiremeyecekti.

22.BÖLÜM: İZ

Kimi zaman bir parça umut, kimi zaman kurduğunuz sayısız hayal, belki farklı bir başlangıçtı bizi hayata bağlayan. Önce fırtınalı bir güne uyanırdık. Sonra yağmur başlar, fırtına çıkar, ağaçlar devrilirdi. Ama sonra... Sonra durulurdu fırtına. Dinerdi yağmur. Gökyüzünde belli belirsiz bir gökkuşağı, tüm bu fırtınanın mükafatı olarak belirirdi gökyüzünde. Siz ona baktıkça sanki daha da belirginleşirdi.

Hayat, umut dolu bir günde çıkan fırtınaydı ve gökkuşağı fırtınayla savrulan umutlarımızın bir tesellisiydi. Ne derler bilirsiniz, her gecenin bir sabahı vardır. Yanıldıklarını iki ocak gecesi anladım. Her gecenin bir sabahı vardı fakat o gecenin bir sabahı yoktu. Her acı geçerdi, her yara kapanırdı bilirdim fakat bazı yaralar öyle kalırdı ki geçmek bilmezdi. Ne acısı ne izi geçerdi. Bazı izler kalırdı. Öyle bir kalırdı ki onun iz olduğunu unuturdunuz bir yerden sonra. Artık o bir yara izi olmazdı, siz olurdu. O iz öyle bir işlerdi ki size varlığını unuturdunuz. Sanki o hep varmış gibi gelirdi. Sanki hep vardı da siz yeni görüyormuşsunuz gibi kalır geçmezdi. .

İşte! İşte o gece benim için yara demekti. İki ocak gecesi benim yaramdı, fırtınamdı, sabahı olmayan gecemdi. İki ocak beni sayısız kez yakan bu dünyayı tamamen kül eden geceydi. Bazı geceler vardır, unutulmaz, izi kalır. Geçmez sizinle yaşar. Bazı günler vardır. Ruhunuzda kalır. Her gün tekrar tekrar size kendini yaşatır. Her sabah sanki o günün sabahıdır. Takvim yaprakları teker teker kopar ve o gün sizin kalan tek takvim yaprağınız olur. Hiçbir fırtınanın gücü yetmez o takvim yaprağını alıp götürmeye. Hiçbir yağmur damlası ıslatamaz onu. Göz yaşlarınız bastıramaz. Hiçbir güç alıp götüremez o günü zihninizden. Bir kere asılmıştır o takvim yaprağı zihninizin duvarına. Yere düşmez, uçup gitmez, yırtsan yırtılmaz. Buruştursan parçalanmaz. O gün kaç gün geçerse geçsin geçmez. Her gün geçer de o gün geçmez. Her gecenin sonunda sabah olurda o geceden sonra güneş bir daha doğmaz. Her fırtına diner de o fırtınadan sonra gökkuşağı uğramaz gökyüzünüze...

“Nerede? Söylesenize lan! Nerede Gökçe!”

Onun sesi...

Saatlerdir duyduğum en belirgin, en duygu dolu ses... İlk defa bu ses canımı yakmıştı. Yaramı sızlatmıştı. Her yarama ilaç olan o ses bir yaraya daha sebep olmuştu. Her yaraya iyi gelen ilaç yokmuş. Bazı yaraların, bazı acıların ne ilacı ne de tesellisi olurmuş. Doruk her anımda bana ilaç, teselli, yara bandı olan adam şimdi yarama ulaşamıyordu bile. Sanki alevlerin içinde bir ben bir de Göktuğ’la yandığına bizzat şahit olduğum fotoğrafımız vardı.

Son birkaç saattir yanağımın sağ tarafını tamamen kapatan bandajla bir hastane odasında yatıyordum. Öyle tasasızca yatıyordum. Yalnızca bir kez feryat kopmuştu dudaklarımdan. Sağ yanağıma inen ateş... Orada kopan çığlıklarımdan sonra ağzımı bıçak açmamıştı. İnanır mısınız, ağlamamıştım bile? Tek bir damla göz yaşı uğramamıştı. Kalbim ne hızlanmış ne yavaşlamıştı. Stabil atıyordu işte. Hissizleşmek böyle bir şey miydi? Acı arsızı mı olmuştum yoksa? Neden ağlamıyordum? Yüzüm, evimiz, eşyalarım yanmıştı ben neden tek bir damla göz yaşı bile bırakmıyordum gözlerimden?

“Gökçe’m? Geldim güzelim. Geldim...”

Doruk geldiğini kanıtlamak istercesine yüzümün dönük olduğu tarafa doğru eğilirken yüzümü izliyordu.

“Gökçe?”

Tepki yok.

“Geldim bak, buradayım.”

Ses yok. Cevap yok. Gökçe’nin bir hissi yok. O yangın sadece yüzümü değil duygularımı da yaktı. Hislerimi, sesimi, soluğumu...

“Yalvarırım konuş benimle Gökçe. Bak geldim işte! Allah beni kahretsin ki koruyamadım seni. Allah belamı versin ki evim yanarken kılımı kıpırdatamadım.”

Gözlerimi usulca kapatıp açtım. Bir damla yaş akmasını bekledim. Daldığım boşluktan soluk soluğa çıkmak istedim. Duygusuzluk, kollarımı bağlarken onun elinden kurtulup kan ter içinde hislerime sarılmak istedim. Yapamadım. Gitmişlerdi... Hislerim, ansızın yitip gitmişti.

“Özür dilerim. Özür dilerim! Gökçe bir şey söyle!”

Doruk hiddetle ayağa kalkarken kayıtsız bir şekilde yüzümde tek bir mimik kırıntısı hareketlenmeden bakışlarımı pencereden sızan güneş ışığında tutmaya devam ettim.

“Bana bak Gökçe! Böyle susarak nereye varacaksın? Konuş benimle Allah aşkına bir şey söyle!”

Gözlerim hala tasasızca penceredeydi.

“Gökçe! Konuş benimle bağır, çağır, vur kır ama bir şey söyle!”

Birkaç dakika daha bekleyen Doruk’un sabrı, sesim çıkmamaya devam ettiğinde taşmıştı. Uzandığım hastane yatağına hışımla oturup üzerimdeki ince örtüyü kaldırdı ve beni sarsarak yerimden kaldırdı. Gözlerimi gözlerinde tutmak için çaba verdiğinde direnmeden gözlerine baktım. Saçları terden alnına yapışmış gözleri dolu dolu gözlerimdeydi. Çaresiz görünüyordu. Yersiz, yurtsuz evsiz ve kimsesiz görünüyordu. Tıpkı benim gibi. Baktığım gözler onun gözleriydi fakat gördüğüm gözler kendi gözlerimdi. Bakışlarındaki acı tanıdıktı. Kimsesizlik tanıdıktı. Sanki bir sokakta ansızın kendimle karşılaşmıştım. Sanki gözlerimin bir kopyasıyla bakışıyordum. Doruk’a bakan gözlerim bana acıma baktığımı hissettiriyordu.

“Gökçe... Yalvarırım konuş benimle. Benim... Senden başka hiçbir şeyim kalmadı. Kendini de alma benden yalvarıyorum sana.”

Doruk’un çaresizliği saatlerdir kendini unutturan kalbimi titretmişti. Kendini hatırlatmıştı sanki. Ben buradayım diyordu. Henüz bende senden gitmedim... Doruk hala burada yaşıyor diye bas bas bağırıyordu kalbim. O bizim acımız değil, o bizim tek ilacımız diye adeta haykırıyordu.

“Doruk...”

Diye fısıldamıştım dakikalardır gözlerimiz bir aradayken.

“Bir tanen?”

Demişti Doruk çaresizce. O an tek istediğim ona sarılmaktı. Belki geçmezdi ama hafiflerdi diye düşündüm. Belki fırtınamın bir gökkuşağı yoktu ama Doruk vardı. Tüm karanlığımın aydınlığı, fırtınalarımdan sonra gökyüzümde beliren gökkuşağım Doruk Çakır Arsal. Benim sığınabileceğim tek liman. Acılarımın tek tesellisi. Kalbimin tek koruyucusu...

Kollarımı Doruk’un boynuna doladığımda saatler süren sessizliğim, içime attığım gözyaşlarım onunla olan temasımla birlikte dışarıya taştı. Ve duvarları griye çalan hastane odasını benim hıçkırıklarım doldurdu. Göz yaşlarım ıslattı... Birkaç saniye geçmeden Doruk kollarını sıkıca belime dolamış ve ağlamaya başlamıştı. Gökyüzü de bize katıldığında odayı dolduran üç farklı ses vardı.

Benim feryatlarım,

Doruk’un hıçkırıkları,

Bulutların sitemkar gözyaşları.

Biz sarılmış ağlıyorken bulutlarda bize destek olup yağmur damlalarını hırsla yer yüzüne bırakmaya başladı. Öyle hızlanmıştı ki bir anda, sanki tek amacı ağlamak değildi. Yağan yağmur, içimdeki ateşi söndürmek için de yağıyordu fakat benim içimdeki ateş sönecek gibi değildi. Öylesine bir su birikintisi durduramazdı giderek harlanan ateşimi.

İki ocak günü o evin içinde çıkarttıkları yangın ruhuma da sıçramıştı ve ruhumu cayır cayır yakmaya başlamıştı. İtfaiyeciler evimizi söndürmüşlerdi şüphesiz. Fakat ruhuma sıçrayan o yangın, giderek büyürken kimse söndürmeye çalışmamıştı. Kimsenin umurunda olmamıştı. İç sesim büyük bir alayla dudaklarını aralarken yutkundum. “Gökçe sen yıllardır yanıyorsun, şimdi mi aklına geldi kül olduğun? Bugüne kadar kim yangınına su tuttu ki senin, şimdi tutacak?”

“Allah beni kahretsin be Gökçe!”

Doruk kendine kızıyordu. Bize bunu yaşatanlara, hayata, gerçek olmayacağını bilerek kurduğumuz hayallere kızıyordu. Bazı hayaller kurulurdu. Gerçek olmayacağı bariz belliyken kurulurdu. Bazı yıldızlar kayardı, dilekler dilenirdi fakat herkes bir yerlerde bilirdi ki bazı hayaller gerçekleşmeyeceği belli olan hayallerdi.

“Olmadı... Başaramadık Doruk.”

Diye fısıldadığımda Doruk başını iki yana sallayarak kollarını bedenimden ayırdı ve sağ yanağımı saran sargıyı önemsemeksizin geniş ellerini yanaklarıma yerleştirdi.

“Oldururuz Gökçe. O ev yandı. Yandı ama biz hala varız. O evi de ev yapan biz değil miydik? Yine ev yapacak bir dört duvar buluruz be Gökçe.”

Gözümden bir damla yaş bandaja doğru aktığında fısıldadım.

“Sen ve ben...”

“Sen ve ben...”

Diye tekrar etti Doruk alnını alnıma yaslarken. O yalnızca ev yanmış sanıyordu. Halbuki bende yanmıştım. Cayır cayır yanmıştım.

“Ben de yandım sevgilim. Beni de yaktılar...”

Diye belli belirsiz bir fısıltı dudaklarımdan dökülürken Doruk alnını alnımdan ayırıp bandajlı yanağımın üzerine sıcak, titrek bir öpücük bıraktı.

“Biliyorum... Sana söz veriyorum Gökçe, söz veriyorum kimsenin yanına kalmayacak. Bulacağım Gökçe. Evimi yakan kimse onu bulacağım.”

“Seni seviyorum.”

Dediğimde bir göz yaşı daha bandajıma doğru düştü ve Doruk’un sıcak dudaklarının değdiği yeri ıslatıp geçip, gitti.

“Bende seni seviyorum. Unutma Gökçe, evin olacak dört duvarı bulmak kolay, zor olan evin olacak insanı bulabilmek.”

*** 

Bir hafta geçmişti. Koca bir hafta... Evimiz yandığından bu yana geçen koskoca bir hafta. Dört gün önce serumlardan, vitaminlerden ancak kurtulabilmiştim. Şimdi ise yüzümü saran beyaz bandajla okula gidiyordum. Hastaneden ayrıldığımızdan beri Melis ve Çağan’ın evinde kalıyorduk. Yüzümü merak ediyorsunuz değil mi? Yüzüm... Hafif bir iz kalacaktı. Tabii ameliyat olduktan sonra. Bu hafta sonu ameliyat olacaktım. Doktor bandajı ameliyata kadar kaldırmamam gerektiğini söylediğinden bandaj, yerli yerinde duruyordu. Yüzümde yanık izi kalacak olmasıysa beni biraz olsun etkilememişti. Aksine, izi kalsın istiyordum. İzi kalsın ki unutmayayım istiyordum. İzi kalsın ki beni nasıl yaktıkları bir an olsun silinmesin istiyordum zira beni yaktıklarını unutursam daha çok yakarlardı biliyordum.

Keşke her acımın izi kalsaydı bir yerlerde. Kolumda, bacağımda, boynumda... Her acım keşke bir yerimde iz olarak kalsaydı, benimle yaşasaydı. Keşke aynaya her baktığımda görebilseydim acılarımı. Unutmasaydım... Acıyı unutmak demek yeni acılara kapı açmak demekti. Belki bedenim acıdan görünmese bir gün yeni bir acı çekemezdim. Belki her yerim acı iziyle kaplansa, bir izlik yer dahi kalmayacak olsa kimse bana daha fazla acı çektiremeyecekti. Keşke... Keşke her acının izi kalsaydı, unutmasaydık çektiğimiz acıları. Keşke onlarla yaşayabilseydik. Acılarımızla beraber...

Bir hafta Doruk’un Korsanı aramasıyla geçmişti. Evi inceleyen ekipler yangının bir kundaklama olduğuna eminlerdi. Kim yapabilir böyle bir şeyi diye düşündüğümüz bir günde aklımıza tek bir isim geldi. Korsan... Bizi ancak daha önce yanmış biri yakmak isteyebilirdi. Doruk yana yakıla Korsanı aramakla kalmıyor gece olan yarışlarını gündüze de taşıyıp her güne en az üç yarış sığdırmaya çalışıyordu. Zira çoğu gelir annesi ve kardeşine gideceği belli olan o para, katlanmadığı müddetçe Melis ve Çağan’ın evinde, onların eşyalarıyla yaşamaya devam etmemiz gerekecekti.

Hayat savaşlarla, kayıplarla ve mücadelelerle doluydu. Her ne yaşarsak yaşayalım ne kaybedersek kaybedelim kazanmak için savaşmak zorundaydık. Bu nedenle bende hastaneden çıkar çıkmaz okuldan artakalan saatlerimde sahafa gidiyordum. Doruk ve ben kendimize bir ay vermiştik. Hesaplarımıza göre bir ayın sonunda yeni bir eve çıkabilecek, üstümüze başımıza ve evimize birkaç parça eşya alabilecek kadar paramız birikmiş olacaktı. Anlayacağınız, ocak ayı savaşlarla gelecekti. Diliyordum ki şubat ayı bir gökkuşağı misali fırtınamızın arkasından belirsin ve biz verdiğimiz savaşlara galip gelelim.

Okul kapısına ulaştığımda omzumda hissettiğim kolla hafifçe sıçradım.

“Gökçe? Korkuttum mu?”

Koray sevecen bir tavırla yüzümü incelerken gülümseyerek başımı iki yana salladım.

“Korkutmadın. Günaydın.”

Demiştim onun kadar enerjik olmayan sesimle.

“Maşallah yine yüzünde güller açıyor.”

Derken sesi alayla çıkmıştı. Dudaklarımdan kaçan hafif kıkırtı Koray’ın yüzünde gururlu bir tebessüm yeşertirken daha da gülümsedim. Yüzümdeki tebessüm için kendiyle gurur duyan arkadaşıma bir o kadar gurur dolu bakışı da ben attım.

“Ha şöyle! Unutma kızıl gonca, ölümden başka her şeyin çaresi var. Eee Doruk paşa hazretleri neredeler? Biri ona öğrenci olduğunu bir an önce hatırlatmazsa mezun olamayacak haberi olsun.”

Sınıfımızın önüne geldiğimizde kapıdan içeriye girmeden durdum ve Koray’a döndüm.

“Karakola gitti. Haber olup olmadığını soracak.”

Koray yanaklarını şişirdi ve başını sabır dilercesine tavana doğru kaldırdı.

“Eh be kızıl! Daha dün gitti bu ne böyle har sabah. Haber olunca söyleyecekler işte.”

Omuz silktiğimde dudaklarımı aralamama kalmadan ilk dersimize girecek tarih hocası başımızda belirdi ve tehtitkarca kaşlarını sınıfı göstererek kaldırdı.

“Sınıfa girmek için ne bekliyorsunuz?”

Tarih hocamız yani Arzu Hoca siyah saçlarını geriye savururken Koray çarpık bir gülümsemeyle montunu sanki bir ceketin önünü ilikler gibi birleştirdi ve saygıyla duruşunu düzeltti.

“Sizi bekliyorduk Arzu hocam! Siz olmadan sınıfa girmek istemedik buyurun lütfen.”

Koray Arzu hocaya bir eliyle sınıfı işaret ederken Arzu Hoca, ciddi kalmak için sarfettiği çabayla iki adımda önümüzden geçti.

“Hergele.”

Arzu hocanın keyifli sesi Koray’a ve bana ulaştığında Koray bana göz kırpıp önümden sırasına doğru hızla yürüdü. Beklemeden Koray’ın arkasından ilerlediğimde kısa sürede yerlerimize yerleşmiş ve Arzu hocanın komutuyla tarih dersine başlamıştık. Sabah sabah tarih dersi ne de çekilir olacak! Hayatımızda onca sorun yokmuş gibi sabahın dokuzunda tarih dersi... Hiçte fena olmayacak ha?

*** 

“İçin rahat olsun Ali amca ben halledeceğim.”

“Sağ ol yavrum. Ben çıkıyorum, kolay gelsin.”

Ali amca ceketiyle sahaf kapısından çıkarken gülümsemekle yetindim. Günüm süper geçiyordu doğrusu. Tarih dersiyle başlayan günüm, teneffüslerde çözdüğüm sayısız soruyla ve yediğim bir tane simitle geçmiş ardından koştura koştura bir otobüse atlamış, sahafın yolunu tutmuştum. Şimdi ise günün geri kalanını burada, geçen hafta temizlemeyi ertelediğim rafları boşaltıp temizleyerek geçirecektim. Sıkıntılı bir nefes dudaklarımdan çıkıp giderken bakışlarımı temizleyeceğim raflarda gezdirdim ve kızıl saçlarımı bileğimdeki tokayla gelişi güzel toplayarak kollarımı sıyırıp temizlemem gereken raflara yöneldim...

*** 

“Kolay gelsin.”

Kapıdan gelen sesle son iki saatin ilk müşterisini karşılamak üzere elimdeki kitapları rafın üzerine gelişi güzel bırakıp, rafa çıkmak için kullandığım merdivenden dikkatlice indim.

“Hoş geldiniz-”

Derken ellerimi birbirine vuruyordum fakat hareketlerim kapıda gördüğüm yüzle yavaşladı, yavaşladı ve durdu.

Simay... Kumral saçları sırtına dökülmüş, üzerindeki peluş ceketle, elinde tuttuğu birkaç kitapla tam karşımda duruyordu. Çocukluk arkadaşım Simay Soyer. Kimsenin zorlamasıyla değil kendi isteğimle arkadaş olduğum tek insan. Simay...

“G-Gökçe?”

Simay titreyen sesiyle dudaklarını aralarken sertçe yutkundum. Unutulmak ne büyük acıydı değil mi? Sevgilimiz tarafından, ailemiz tarafından veyahut iyi bir dostumuz tarafından unutulmak ne can yakıcıydı. Bir zamanlar her derdinize kan ter içinde koşan insan, bir bakmışsınız bir sokak, bir kitapçı belki bir deniz kenarında karşınıza çıkıyordu. Birbirinizi gördüğünüzde bir zamanlar sıcacık olan bakışlarınız, heyecanla atan kalbiniz gün geliyor bir boşlukta asılı kalıyordu. Bir zamanlar hayatınız olan biri, gün geliyor merhabalarınızla kalıyordu. Ansızın, bir anda ve daima...

“Merhaba...”

Dediğimde sesimin titrememesine özen gösteriyordum.

“Nasılsın?”

“İyiyim. Sen... Sen nasılsın?”

Bir insanın sesi bile yabancılaşır mıydı? Yabancılaşırmış. Ya cümleleri, onlarda mı yabancılaşırmış? Hem de nasılsın...

“Ben... İyiyim. Gökçe ben... Şey...”

“Ne bakmıştın? Çoğu kitap ikinci eldir ama bilgin olsun.”

Simay’ın yutkunma sesi neredeyse dışarı taşmıştı. Halbuki biliyordum, eski kitapları ne kadar sevdiğini, odasındaki mantar panoya aldığı eski kitapların içinden çıkan notları astığını... Bunları bilmek canımı ne kadar yaksa da unutmam olanaksızdı. Nasıl unuturdum? Bir zamanlar canınız olan insanı canınız isteyince nasıl unuturdunuz? Ya o, o nasıl unutmuştu beni? Ya ben, ben nasıl anılarıma saklamıştım onu? Belki de herkes için kendimden vermekten bir ben bırakmamıştım ortada. Belki de hayatımdaki insanlar o kadar hayatım olmuştu ki kendimi, kendi hayatımı unutmuştum. Öyle ki, verdiğim değere o kadar alışmışlardı ki yokluğumu farkına bile varmamışlardı.

“Gökçe ben-”

“Tamam sen bana en iyisi hangi kitaba baktığını söyle, bende senin için bakayım.”

Simay’ın gözünden akan bir damla yaşı gördüğümde başımı raflara çevirdim ve daha Simay’ın adını bile söylemediği kitabı aramaya başladım. Görmek istemiyordum. Onu, göz yaşlarını, sesini, nefesini görmek istemiyordum. Akması gereken zamanda akmayan göz yaşlarının şimdi bir anlamı yoktu. Her şey zamanındayken anlamlı oluyordu. Dakikalar geçti ben ne aradığımı bilmeden koca rafta kitap aramaya devam ettim. Aslında aradığım bir kitap değildi, aradığım kendimdi. Kendimden vererek yok ettiğim benliğimdi. İnsanlara değer vermekten unutulup giden ruhumdu. Hayatımın merkezi yaptığım bir avuç hiç kimseydi... Kolumu saran parmaklarla raftaki elim dondu kaldı. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda tir tir titriyorlardı. Sonra beklemediğim bir şey oldu. Simay, tuttuğu elimden çekip bedenime kollarını doladı ve sıkıca sarıldı. Ağlamaya başlaması da cabasıydı.

“Özür dilerim... Seni aramalıydım.”

“Önemli değil, atlattım.”

Demiştim fısıltıyla bir o kadarda sitemkar bir edayla. Atlattım Simay. Yanımda sen yoktun. Dostum dediğim kimse de yoktu üstelik. Onlar vardı... Bunca yıldır hayatımda esamesi okunmamış, hayatıma yeni katılan bir avuç insan vardı. Ama sen yoktun. Sen ve arkadaşlığımız yoktu. Zihnime Simay’la sarıldığımız o saniye altı yaşındaki Gökçe adeta sızdı.

Evimize yine birileri gelmişti. Bu saçma şeye davet diyorlardı ve annem bu davet denen şeye bayılıyordu. Tabii bende bayılıyordum ne de olsa annem seviyordu, bende annemi seviyordum ve onun için bu davetlere sonsuza kadar göz yumabilirdim. Yeter ki o mutlu olsundu.

Elimdeki mor kıyafetli bebekle bahçede oturuyordum. İçerideki gürültü bebeğimi boğduğu için onu hava alsın diye bahçeye çıkartmıştım. Şimdi ise çimenlerde oturmuş uyusun diye onu ayağımda sallıyordum. O da benim gibi tüm bu gürültüden bıkmış olmalıydı. Mor bebeğimi uyuttuğum dakikalarda yanımda hissettiğim bedenle bakışlarım mor elbiseli kızı buldu. Tıpkı bebeğim gibi o da mor giyinmişti. Saçları upuzundu ve özenle taranmıştı. Bana gülümseyerek bakan kızın gözleri bebeğime giderken bebeğimi arkama sakladım. Ona zarar verecek diye korkmuştum sanırım neden yaptım bilmiyordum fakat bebeğime baktığı için bebeğimin de korku dolduğunu düşünüyordum.

“Benimde kıyafetim mor! Baksana... Merhaba ben Simay. Sen kimsin?”

“Bende Gökçe. Elbisen çok güzelmiş.”

Simay gülümseyerek önce elbisesine sonrada gözlerime döndü.

“İstersen sana verebilirim! İstediğin kadar giyebilirsin!”

“Gerçekten mi?”

Diye hevesle sorduğumda heyecanım, Simay’ın vereceği mor elbise için değil benimle bir eşyasını paylaşmak isteyen yeni tanıdığım yabancıydı.

“Gerçekten tabii! Arkadaşım olmak ister misin Gökçe? Benim hiç arkadaşım yok... Eğer benimle arkadaş olursam tüm eşyalarım senin olabilir.”

Simay’ın beklentili ve masum sesi gözlerimin parlamasına sebep oldu. Yeni bir arkadaşa sahip olma düşüncesi mutlulukla, minik kalbimin göğüs kafesimde çapmasına neden oldu. Hevesle ayağa kalktım. Simay’a sıcak bir tebessümle elimi uzattım ve dudaklarımı araladım.

“O zaman artık arkadaşız! Hadi Simay gel. Gel de seni diğer bebeklerimle tanıştırayım.”

Simay ona uzattığım eli tutup kalktığında kalmasına rağmen elimi bırakmadı ve ikimiz el ele eve doğru koşmaya başladık. Artık yeni bir arkadaşım vardı. Kıyafetlerini benimle paylaşacak, bebeklerimi onunla paylaşabileceğim hatta belki birlikte parkta oyunlar oynayabileceğim yeni biri vardı. Çok mutluydum. Onu sonsuza kadar bırakmayacaktım!

Gözlerimi kırpıştırarak bedenlerimizi ayırdım.

“Seni aramayı çok istedim Gökçe. Çok istedim ama-”

“Aması yok Simay. İsteyen insan arayacaktım demez bahaneler üretmez arar. Sen beni aramadın Simay. Ama ben atlattım biliyor musun? Hiçbiriniz yanımda değildiniz ama ben atlattım.”

Simay gözlerini sıkıca kapatıp açtığında gözlerinde anlaşılmamanın verdiği hüzün ve anlatamamanın verdiği burukluk vardı. Belki anlatsa anlardım ama ben dinlemek istemiyordum. Eğer ben onu dinlemek isterken gelse, dinlerdim hatta anlardım da fakat öyle bir noktadaydık ki dinlesem de anlamayacaktım.

“Ben gitsem iyi olacak. Eğer dinlemek istersen-”

“Hoşça kal Simay.”

Simay başını hafifçe salladığında göz yaşlarını elinin tersiyle silip sahaftan çıktı ve arkasında titrek bedenini sandalyeye bırakan, onu bir zamanlar dinleyebilmek için her şeyini verebilecek fakat çok geç kaldığı kızı, beni yalnız bıraktı. Hep yapardı zaten. O beni hep yalnız bırakırdı.

Simay bana hiç mor elbisesini vermemeliydi. Ben Simay’a hiç bebeklerimi vermemeliyim. Biz hiç tanışmamalıydık. Biz arkadaş olmamalıydık. Biz birbirimizi ne olursa olsun kaybetmemeliydik...

Bazen geç kalırdık. Kendimize ya da birine. Bir şekilde geç kalırdık. Bazı zamanların telafisi olmazdı. Bazı geç kalmışlıkların özrü olmazdı. Simay’ı affedebilir miydim bilmiyordum fakat bildiğim bir şey vardı. Simay beni her şeyimi kaybettiğimi bile bile yapayalnız bırakmıştı. Ne aramış ne sormuştu. Simay öylece gitmişti. Ansızın, usul usul gitmişti. Şimdi onu dinlesem bir şey değişir miydi? Bana bu kadar geç kalmışken onu anlasam, yeniden arkadaş olsam ne değişirdi? Unutabilir miydim yalnız kaldığım zamanları? Göktuğ gittiğinde Doruk olmasa yapayalnız kalacaktım ya bunu nasıl unutacaktım? Ben tanımadığım bir adamın evinde, bir odasını kiralayacak kadar yalnız bırakılmanın acısını nasıl unutacaktım? Her şey unutulurdu da izi kalan yaralar bir türlü unutulmazdı. Ruhumda yalnız kalmışlığın izi vardı bir kere. Kimsesizliğin acısı vardı. Çaresizliğin emareleri vardı. Her şey unutulurdu da izi kalmış yaralar bir türlüm geçmezdi, unutulmazdı.

Zihnimden Simay’ın sesi bir kez olsun ayrılmazken canımı yakan o cümleyi bir kez daha fısıldadım.

Simay bana hiç mor elbisesini vermemeliydi. Ben Simay’a hiç bebeklerimi vermemeliyim. Biz hiç tanışmamalıydık. Biz arkadaş olmamalıydık. Biz birbirimizi ne olursa olsun hiç kaybetmemeliydik...

Alın size bir iz daha ruhuma, pişmanlığın izi, yalnızlığın ve unutulmanın izi.

 

 

Loading...
0%