Yeni Üyelik
25.
Bölüm

23.BÖLÜM: GÖKKUŞAĞI

@peteichor_

Kalmak için kalanlar gitmez, ancak gitmek için geleneler gider. Sizeyse gidenleri uğurlamak, kalanları ağırlamak düşer.

23.BÖLÜM: GÖKKUŞAĞI

Gözlerim gökyüzüne değdi. Varla yok arası parlayan birkaç yıldızda oyalandı ve ardından tüm heybetiyle yıldızların arasında parlayan aya çıktı. Gökyüzünde milyonlarca yıldız vardı fakat ay bir taneydi. Onca yıldız aya ayak uydururken ayın öyle bir çabası yoktu. O tekti. Yıldızlarsa birlik olmalarına rağmen ona benzemek için canını dişine takmış bir halde tüm güçleriyle parlıyorlardı. Öyle güçlüydü ki ay, milyonlarca yıldız ona ayak uydurmaya çalışırken o kılını kıpırdatmıyordu. Gözlerimi kırpıştırarak derin bir nefes aldım. Yarın büyük gündü. Yarın ameliyata girecek ve yanağımı saran beyaz bandajdan kurtulacaktım. Ameliyat için ya da yüzümde kalacağı söylendiği yara izi için en ufak tasam yoktu. Kalacaksa kalacaktı. Yaralar siz unutmayın diye vardı nasılsa. Her yara kapanacak diye bir gaye yoktu, bazı yaralar açık kalmak üzere açılırdı ve ne yaparsak yapalım önüne geçemezdik. Bazı yaralar izi için açılırdı ve o yarayı kapatmak ona yapılan bir saygısızlık olurdu. Unutulmak isteyen yara bir gün geçerdi nasılsa... Hem güzelliğimle bir derdim yoktu. Çok güzel bir kız zaten değildim. Yüzümdeki yara izi dünyanın sonu demek değildi. Ruhum paramparçayken yüzümdeki üç beş izin bir ehemmiyeti yoktu. Ah her neyse! Öyle çok sorunla uğraşıyorduk ki şu an için bu sorunun pek bir önemi yoktu.

“Gökçe?”

Çağan? Çağan uykulu gözlerini üzerimde gezdirirken ne kadar süredir bahçede gökyüzünü izliyordum inanın bende bilmiyordum. Çağan birkaç adımda kapıdan ayrılıp yanıma ulaşırken bir ağabey edasıyla gülümsedi. O an Çağan’ın gülümsemesinde Göktuğ’u görür gibi oldum. Gözleri farklıydı fakat bakışları aynıydı. Aynı şefkat, aynı naiflik onun bakışlarında da saklıydı. O an Göktuğ’u ne kadar özlediğimi bir kez daha hatırladım. Göktuğ’u hatırlamak bir kez daha kimsesiz hissetmeme sebep olmuştu. Tek ailem olan onu kaybetmek kalbime uğrayan en keskin, en derin yaraydı. Kalbimi saran derin hüzün kimsesizlikten değildi, onsuzluktandı. Onsuzluktan, onunla geçiremediğim ve bir daha asla geçiremeyeceğim koca bir ömürdendi. Göktuğ Hazer benim kara bulutlarla kaplanmış gökyüzüme birkaç saniye uğramış olan güneşti. Ve hep öyle kalacaktı. Sonsuza dek...

“Gel, otur böyle ağabeyciğim.”

Çağan’ın uykulu sesi kulaklarıma dolarken işaret ettiği üzere bahçenin solundaki masaya doğru ilerledim ve bir sandalyeye öylece oturdum. Çağan’da beklemeden yanıma oturup bakışlarını yüzümde sabitledi. Gözleri sahici bir sevgiyle parlarken aynı zamanda tereddütlü ve şefkat doluydu. O da üzülüyordu. Hayatımızda olup bitenler onu da tıpkı bizim kadar etkilemişti. Aynı zamanda Koray ve Melis’i de... Sonuçta biz sınavlarla dolu hayatın kimsesizliğinde boğulan bir avuç çocuktuk. Bir avuç, daha aile nedir bilmeden aile kuran çocuk. Birimizin yarası hepimizin derdiydi. Aile de böyle değil miydi? Bizde aileydik öyleyse. Zira benim yaram onların da yarasıydı şimdi. Ailemin de yarasıydı...

“Hayırdır, seni ne uyutmadı? Ne düşünüyordun kara kara?”

Omuz silkip bakışlarımı kucağımda birleştirdiğim ellerime indirdim.

“Bilmiyorum... Aslında ameliyata gireceğimi biliyordum ama yarın olunca yani... Vakti gelince bir tuhaf oldum.”

“İstemiyor musun?”

“Neyi?”

Diye sorduğumda dalgınlığıma bir küfür savurdum. Neyi olacaktı ki? Tabii ameliyattan bahsediyorduk.

“Ameliyat olmayı istemiyor musun? Bak Gökçe, kimse seni hiçbir şey için zorlamıyor. Senin yaran senin izin. Geçmesin istersen geçmez. Geçsin istersen de elimizden geleni yapar bir yolunu bulur geçiririz. Beni anlıyorsun değil mi?”

Gülümseyerek başımı salladım.

“Seninle pek ikili sohbetimiz olmadı, farkındayım. Ama şunu da bil, sen bir ağabey kaybettiğin gibi bir ağabey kazandın. Doruk, Melis, Koray benim için neyse sen de öylesin benim için. Ben seni kardeşim olarak bildim sen de beni ağabeyin olarak bil.”

Gözlerim dolmuştu. Kimi ağabeyler, ablalar kardeşlerine dahi kardeşlik yapamazken bir yabancı geçmişti karşıma, kanından olmayan, benimle birlikte bir avuç insana ağabeylik yapacağını söylüyordu. Kimse görmezken düştüğümü o el uzatıyordu. Göktuğ kadar değildi fakat sözleri onunkiler kadar gerçek, bakışları onunkiler kadar sahiciydi. Çağan gerçek bir ağabeydi.

“Teşekkür ederim... Bu söylediklerinin benim için ne anlama geldiğini bilemezsin.”

“Eyvallah. Bu kadar konuşma yeter hadi yarın ameliyatın var bir an önce yat uyu.”

Başımı sallayarak Çağan’la eş zamanlı olarak ayağa kalktım.

“İyi geceler.”

“İyi geceler...”

Çağan son bir bakışıyla gülümsememe baktıktan sonra odasına girdi ve karanlıkta kaybolup gitti. Bense salona, saatler önce çıktığım yatağıma geri döndüm.

“Neredeydin?”

Doruk’un karanlıkta yankılanan sesiyle hafifçe sıçradım. Sesi uykuludan ziyade oldukça uykusuz ve bitkin geliyordu. Anlaşılan yattığı yatak ona da dar gelmişti. Onu da uyutmamıştı.

“Biraz hava aldım.”

Demiştim yorganı kaldırdığım koltuğa uzanırken.

“İyi misin?”

Başım yastıkla buluşurken nefesimi titrekçe dışarıya bıraktım.

“Sen?”

Cevap vermeyi es geçmiştim. Nasıl olduğumdan habersizdim ve her zamanın aksine şu an bir yalan uğruna dudaklarım aralansın istemiyordum. İyiyim demek şu an söyleyeceğim en büyük yalan olacaktı.

“Olacağım. Sen?”

Doruk’un verdiği cevaba gülümsedim. Bu sorunun en gerçek cevabı buydu. İyi olacağım... İyi değildik ama olacaktık. Ellerimiz bir aradayken bedenlerimiz, ruhlarımız yan yanayken biz iyi olacaktık. Belki şimdi iyi değildik fakat bir şeyden çok emindik, biz iyi olacaktık.

“Olacağım.”

“Olacağız Gökçe’m. Olacağız...”

Gözlerimi kapattım. Uyumak için değil, iyi olduğumuz rüyaların büyüsüne kapılabilmek için. İyiyim cevabını sesim titremeden verebileceğim rüyalar görmek üzere gözlerimi huzurla kapattım ve uykuya kapılıp gitme iznini bedenime verdim.

*** 

Üzerimdeki mavi hastane elbisesine acılı bir tebessüm sundum. İşte... Yaralarımdan kurtulmak için üzerime giydirilen mavi elbisenin içindeyim. Birkaç saat içinde doktorlar yara izimi geçirmek için uğraşacaklar. Ruhumdaki yaralarsa sitemle bakacak yüzüme. Bizi neden geçirmek için kimse uğraşmıyor diye sitem edecekler. Geçmek bilmeyen yaralarım, geçmesi için uğraşılan yara izime öfkeyle bakacaklar.

“Hazır mısınız?”

Kaç dakikadır tuvaletteydim? Ya da sorumu biraz daha değiştireyim, kaç dakikadır boş bakışlarım aynadaki bedenimin üzerinde oyalanıyor? Keşke bilseydim... Sanki zaman durmuştu. Bu mavi elbisenin içine giren bedenim zamanı da durdurmuştu. Kendime bile yabancıydım. Bu kıyafetin içinde, yüzümdeki bandajla gözlerim bile bir başka bakıyordu.

Kimdim ben? Gökçe Bal Hazer kimdi? Bu hayatta neydi? Yeri neydi? Neden getirilmişti yalnız bırakıldığı bu dünyaya? Bu soruların cevabını kendime bir türlü veremiyordum. On yedi yaşım öyle bir gelmişti ki sanki... Sanki son yaşımdı da yaşayacağım her keder on yedi yaşıma sığdırılmıştı. Sanki acelesi vardı acıların. Alelacele geliyordu. Sızıyorlardı kalbime birer birer.

On yedi yaşım, sanki son acım, son ömrüm, son anımdı. Anlamlandıramadığım bir keder vardı kalbimin arkasına saklanan. Adı yok, sanı yok. Anlamı bile yok! Yalnızca vardı işte. Orada bir yerde duruyordu. Belki satırlarım size şu cümleyi rahatlıkla kurduruyordur, belki de bende biraz Gökçe’yimdir... Ah! Emin değilim. Kesinlikle değilim! Ama vardır illa. Acılarımı anlayan vardır. Belki orada bir yerde on yedi yaşına acılarını sığdırmış, benim gibi bir kız çocuğu vardır ve dolu gözleri tam da bu cümlede takılı kalmıştır.

“Gökçe’m?”

Doruk’un sesiyle tüm düşüncelerimi açtığım suya bıraktım. Alıp götürsün diye derin bir nefes aldım ve suyu kapattım. Yüzüme kondurduğum kaygılı gülümsemeyle kapıya döndüm.

“Geliyorum!”

Kapıdan çıkmam çok uzun sürmezken Doruk bakışlarındaki kaygıyla beni karşıladı ve beklemeden kollarını bedenime sardı.

“İyi misin?”

Başımı sallayarak bedenlerimizi ayırdım.

“İyiyim...”

“Gökçe korkuyor musun?”

Doruk’un dudaklarından net dökülen cümle dudaklarımdan dökülen nefesin titremesine sebep oldu.

“Korkmuyorum. Sen?”

“Korkmuyorum. Çünkü sana bir şey olmasına asla izin vermem. Bunu biliyorsun değil mi?”

Gülümsedim. Gözlerimin dolmasına lanet ederken başımı salladım.

“Seni seviyorum.”

Dudaklarımdan titrek çıkan bu cümle beklemeden Doruk’un dudaklarına çarptı. Ellerim onun ellerindeyken dudaklarını ellerimin üzerinde hissettim. Sıcacık dudakları ellerimin üzerinde hareket ederken dudaklarım iki yana kıvrıldı.

“Zaman geldi... Gökçe yüzündeki yara geçsin ya da geçmesin sen benim dünyalar güzelimsin. Onu geçireceğime söz veremem sana ama...”

Elini kalbimin üzerine yerleştirdiğinde kalbim tekledi.

“Buradaki yaraların her birini saracağım. Sen... Sen benim hayatımsın, nefesimsin Gökçe. Biz hayatta, birlikte olduğumuz sürece geçmeyecek yaraya yazıklar olsun.”

Başımı salladım.

“Umurumda değil. Birlikte olduğumuz sürece yaralar açılabilir Doruk nasılsa bir yolunu bulur sararız. Saramazsak... Üzerini kapatırız?”

Doruk acıyla kıkırdadı ve burnunu çekerek başını salladı.

“Kapatırız... Kapatırız güzelim.”

Gülümsedim.

“Gençler hadi bakalım! Gökçe sen yatağa sen de benimle geliyorsun kardeşim, hadi.”

Bakışlarımız açılan kapının önünde duran bedene kayarken Doruk bir arada olan ellerimizi ayırmadan sağ elimi avucuyla sardı ve ikimizi de yatağa ilerletti. Sonrası beni nazikçe yatağa bırakması ve alnıma kondurduğu sıcak öpücüklerdi. Ve Koray’la birlikte kaybolan bedeni. Hayatımda unutamayacağım anlar sınırlıydı. Ve bir tane daha az önce eklenmişti. Doruk’un kapıdan çıkmak üzereyken gözlerimizi birleştirdiği an ve attığı bakış. Hayatımda unutamayacağım sayısız saniyeler arasına çoktan girmişti...

Birkaç dakika içinde hemşireler başıma toplanmaya başladılar. Tek yaptığım gözlerimi kapatmak oldu. Bu belki de bir kaçıştı. Beni uyutmak için verilen ilaçtan, gireceğim ameliyattan ve tüm bu hayattan kaçmanın basit bir yoluydu. Gözlerimi kapattım ve bilincimin kayıp gitmesini sabırla bekledim. Birkaç dakikanın ardından beklemeden o da ayrıldı bedenimden. Artık tam anlamıyla bir karanlığa gömülmüştüm. Zifiri karanlık. Yalnızca bir çift göz kaybolduğum zifiri karanlıkta parıl parıl parlıyordu. Doruk’un elaya çalan gözleri... Kapıdan çıkmak üzereyken gözlerime sunduğu, nefesimi tir tir titreten bakışları...

*** 

“Bir küçücük aslancık varmış.

Bir küçücük aslancık varmış

Çöllerde ko ko koşar oynarmış

Çöllerde ko ko koşar oynarmış

Abisi onu pek çok severmiş

Abisi onu pek çok severmiş

Sen benim ca ca canımsın dermiş

Sen benim ca ca canımsın dermiş...”

Göktuğ? Gözlerimi panikle açtığımda Göktuğ’un kulaklarıma dolan net sesi kalbimin göğüs kafesimi dövercesine çarpmasına sebep oldu. Gelmişti! Biliyordum! Geleceğini, ölmediğini biliyordum. Olduğum hastane odasını, üzerimdeki mavi hastane elbisesini ve yüzümü saran bandajı önemsemeden kolumdaki serumu hızla çözüp olduğum odadan dışarıya fırladım. Etrafıma heyecanla bakışlar atarken etrafın zifiri karanlık olmasını bile sorgulayacak bir halde değildim. Sonunda gözlerim, Göktuğ’un koridorun sonunda duran bedeniyle buluştu.

“Göktuğ!”

Göktuğ sesimi duyduysa da durmadı ve yürümeye devam etti. Arkasından koşmaya başladığımda çıplak ayaklarım hastanenin zeminini adeta dövüyordu. Heyecandan neredeyse kalbim yerinden çıkacaktı! Sahiden burada olabilir miydi? Gelmiş olabilir miydi? En önemlisi... Göktuğ yaşıyor olabilir miydi? Ne kadar süre karanlık koridorda, Göktuğ’un peşinden koştuğumdan haberdar değildim fakat nefesim usulca daralmaya başladı.

 

“Dur! Göktuğ... Yalvarırım dur!”

 

Biraz daha ilerlediğinde sonunda haykırışım boş hastanede yankılandı.

 

“Ağabey!”

 

Göktuğ durdu. Ben durdum. Göz yaşlarım durmadı. Kalp atışlarım yavaşlamadı.

 

“Dur... Neden? Neden durmuyorsun? G-Geri dönmedin mi?”

 

Göktuğ’un bakışları gözlerime çıkarken karanlıkta parlayan gözleri her şeye rağmen gülümsememe sebep oldu.

 

“Dönmedim... Dönmeyeceğim Bal.”

 

Kaşlarım istemsizce çatılırken nefesimi sıkıntıyla dışarıya verdim. Gülümsemem adeta yüzümde donup kalmıştı.

 

“Neden?”

 

“Gidenler geri dönmez unuttun mu?”

 

Başımı iki yana salladım hızla. Ne gidişi ne de dönmeyişi kabullenilir gibi değildi. Hep kalacakmış gibiydi. Gidemezdi...

 

“Ama sen döndün! Gitmen saçmalıktı! Döndün değil mi ağabey?”

 

“Dönmedim Bal! Dönmeyeceğim! Giden geri dönmez! Bende öyle... Gittim ve dönmeyeceğim.”

 

Ağlayamaya başladığımda nefesimin daraldığını hissettim.

 

“Neden gittin? Nasıl bıraktın beni! Nasıl...”

 

“Mecburum Bal. Gitmek zorundayım...”

 

“Değilsin!”

 

“Hoşça kal.”

 

“Hayır gidemezsin! Gitmeyeceksin!”

 

Göktuğ gözlerime son kez bakıp yeniden arkasını döndüğünde nefesimi zorlukla toparlayıp arkasından koşmaya devam ettim. Göktuğ, birkaç adım sonra tamamen kayboldu ve dizlerimin üzerine bıraktığım bedenim soğuk hastane zemininde mahvolmuş bir halde bağıra çağıra ağlamaya başladı. Göktuğ haklıydı o dakika anladım. Giden geri dönmüyordu. Sizde bilin, giden geri dönmez. Açılan yaraysa kapanmaz. Size söylemiştim. Geçmek isteyen yara öyle ya da böyle geçer. Kalansa sizin yaranız. Madem istemiyor bırakın gitmesin.

 

Kalmak için kalanlar gitmez, ancak gitmek için geleneler gider. Sizeyse gidenleri uğurlamak, kalanları ağırlamak düşer.

 

*** 

 

“Uyanıyor!”

 

Doruk’un sesi... Gözlerim açılmamak için direnirken tüm gücümle karanlığı benimsemiş olan göz kapaklarımı aralamaya çalışıyordum. Sanki günlerdir hatta aylardır gözlerim kapalı kalmış gibiydi. Sanki göz bebeklerim bir daha ışığı kabullenemeyecekti. Derin bir nefes almayı denedikten hemen sonra gözlerimi açmak için bir kez daha denedim. Birkaç başarısız denememin ardından göz kapaklarım aralanırken odayı aydınlatan beyaz ışık, tüm gücüyle gözlerimi karşıladı. Karanlığa oldukça alışmış olan gözlerim, önce aydınlığı kabullenemedi fakat hemen ardından gözlerim tamamen açıldı ve onun gözleri ruhumu gün ışığından daha çok aydınlattı. Doruk, parmakları saçlarımdayken gözlerime şefkatle ve beklentiyle bakıyordu.

 

“Güzelim?”

 

“D-Doruk...”

 

Fısıltım Doruk’a zor zor ulaşmıştı. Dudaklarım adeta bir daha aralanmamak üzere birbirine mühürlenmiş gibiydi.

 

“İyi misin bebeğim?”

 

“Su... Susadım.”

 

Doruk hafifçe kıkırdayarak birkaç hızlı hareketle yanımdan ayrıldı ve neredeyse saniyeler sonra bir bardak suyla yanımda belirdi. Kendimi tam anlamıyla uyanmış hissetmiyordum. Hatta size bir sır vereyim mi? Bu yaşadığım rüya bile olabilirdi zira tüm algım kapanmıştı. Narkoz bedenimi sardığı andan itibaren öyle çok rüya öyle çok kabus görmüştüm ki gerçeklik algımı tamamen yitirmiştim.

 

Dudaklarım ılık suyla ıslanana kadar yaşadıklarımın rüya olduğuna emin gibiydim. Birkaç yudum su içtikten ve yaşadıklarımın gerçek olduğunu idrak ettikten sonra başımı geriye çektim. Doruk elinde tuttuğu su bardağını yatağın yanına bırakıp başımı yeniden yastığa yerleştirdi.

 

“Günaydın kızıl gonca! Nasıl hissediyorsun?”

 

Nefesimi yavaşça dışarıya bıraktım. Koray Doruk’a göre daha enerjik görünüyordu ve onun enerjisi eminim ki benim yorgun bedenimle algılayamayacağım bir duyguydu.

 

“Yorgun...”

 

“Normal bebeğim daha ameliyat biteli birkaç saat oldu.”

 

“Doruk...”

 

Doruk sanki soracağım soruyu anlamıştı. Bakışları önce yardım dilenircesine Koray’la buluştu. Hemen sonra güzel, ela gözleri gözlerime indi ve gülümsemek için kendini epey zorladı. Sorduğum sorunun, emin olduğum cevabını bir başka sesten duymak üzere dikkatimi Doruk’a verdim.

 

“Sen bunları düşünme. Yalnızca dinlen bir tanem.”

 

“Geçmedi... Değil mi?”

 

Doruk bakışlarını kaçırmıştı. Anlamıştım... Geçmeyeceğini anladığım gibi geçmediğini de bir çırpıda anlamıştım. Hisler tek gerçekti ve itiraf etmem gerekirse ameliyat masasına yatarken bu izin geçmeyeceğini biliyordum. O ateşin yüzüme düştüğü ilk saniye yüzüme bırakacağı ve yüzümü bırakmayacağını anladığım o yara izi, hislerimin gerçekliğinin en somut kanıtıydı. Geçmemişti. Geçmeyecekti de...

 

“Doruk üzülmedim. Gerçekten! Önemi yok.”

 

Doruk kendinden emin bir edayla gözlerini gözlerimle buluşturdu.

 

“Tabii ki önemi yok. Hem tüm izin kaldığını söylemedim. Yalnızca... Yalnızca hepsi geçmedi ama büyük bir kısmı geçti.”

 

Gülümsedim. Sahici bir gülümsemeydi zira yalan değildi. İzlerin bir önemi yoktu asıl önemli olan izi açan yaralardı. Geçmeyen yaraların izi kalmasının bir önemi yoktu.

 

“Ne zaman gideceğiz peki? Ben yatmaktan çok sıkıldım!”

 

Doruk parmaklarını saçlarımda gezdirirken dudaklarını alnıma bastırdı.

 

“Yarın sabah çıkacağız bir tanem. Sen dinlenmene bak. Benim-”

 

Sıkıntılı bir nefes verirken Doruk’un cümlesini bıkkın bir edayla tamamladım.

 

“Yarışa gitmen gerek.”

 

Doruk istemeye istemeye başını salladı. Ne kadar istemesek de zorunda olduğunu biliyordum. O da biliyordu zira yeniden bir evimiz olması için ve hasta kardeşi tedavisine hız kesmeden devam etmesi için Doruk’un yarışması şarttı.

 

“Uyandığında yanında olacağım, söz.”

 

İşte o cümle. Tüm acılarımın ilacı, yaralarımın mükafatı olan o cümle, o tutulmaya yemin edilmiş söz... Gözlerim her gece duyduğum bu sözle parlarken gülümsemeyi ihmal etmedim.

 

“Biliyorum... Uyandığımda yanımda olacaksın.”

 

“İşte böyle.”

 

Doruk bana göz kırptıktan hemen sonra bakışlarını Koray’a çevirdi.

 

“Ben gelene kadar Gökçe sana emanet kardeşim.”

 

Koray Doruk’un sırtına dostça vurup güven veren bir gülümsemeyle başını salladı.

 

“Aklın kalmasın kardeşim. İyi şanslar.”

 

“Eyvallah.”

 

Doruk önce Koray’la vedalaştı ve ardından yatağa usulca yanaşıp dudaklarıma sıcak bir öpücük bahşetti.

 

“Hemen döneceğim.”

 

“Biliyorum.”

 

Demiştim ondan aldığım sözün sahiciliğine dayanarak. Gözlerim Doruk’u takip ederken odadan çıkışını son ana kadar izledim. Odada Koray’la yalnız kaldığımızda yaramdan ya da ameliyattan bahsetmediğimiz uzun soluklu bir sohbete dalmıştık. Bana bugün işledikleri konuları ve okulda olan magazinsel haberleri anlatırken oldukça heyecanlı ve enerjikti. Uyku seline kapılana kadar Koray’la sohbet ettim ve onu ilgiyle dinledim. Koray’ın varlığı kafamı öyle bir dağıtmıştı ki başka hiçbir şey düşünemez olmuştum. Sonrası koca bir boşluk ve karanlıktan ibaretti. Gecenin ilerleyen saatlerinde göz kapaklarım direnmeyi bırakmıştı. Doruk’un uyandığımda baş ucumda olacağı gerçeği beni huzurlu bir uykuya teslim ederken direnmedim ve rüyalar aleminde kaybolacağım bir uykuya bedenimi usulca bıraktım.

 

*** 

“Nasıl? Beğendin mi?”

 

Krem rengi salonda gözlerimi gezdirirken memnuniyetle gülümsedim. Ameliyattan bu yana yaklaşık bir ay geçmişti. Son bir ayda oldukça çalışmış ve para biriktirebilmiştik. Bugünse şubatın son günüydü. Bahar gelmek üzereydi fakat dışarıda tüm hızıyla yağan yağmur sanki baharı kabullenemiyordu. Bizse... Bizse yeni evimizin içinde hevesle geziniyorduk. Doruk, ben ve yanımızdaki emlakçı krem renkleri ağırlıkta evimizin duvarları arasında, yağan yağmurun sesine aldırış etmeden geziniyorduk.

 

İçinde bulunduğumuz ev, 2+1 bir gecekonduydu. Salonu küçük denemeyecek kadar genişti ve ferahtı. Kombinin aksine bir kömür sobası ısınma ihtiyacımızı karşılamaya yetecek gibi görünüyordu. Henüz eşyalarımız hazır değildi fakat planımız, evimizi tuttuktan sonra birkaç eşya almaktı. Anlayacağınız baharı karşılamadan hemen önce kendi baharımızı getiriyorduk. Şubatın son günü, yeni hayatımızın ilk gününe bir hazırlıktı. Düşüncelerimin arasında Doruk’un sorusunu büyük bir hevesle yanıtladım.

 

“Çok beğendim!”

 

Doruk tatminkar bir edayla gülümseyip karşımızdaki emlakçıya elini uzattı ve gülümsedi.

 

“Tutuyoruz.”

 

“Harika. Öyleyse kontrat için emlakçıya geçelim çocuklar.”

 

Başımızı salladığımızda kapıya doğru adımladık. Bu evi bulmak ve tutmak oldukça uzun bir süreç olmuştu zira kimse evini part time çalışan iki lise öğrencisine vermek istemiyordu. Tabii biz birer istisnaydık zira hikayemizi dinleyen çoğu ev sahibi ne kadar burun kıvırsa da vicdanlarını susturamamışlar ve beğendiğimiz taktirde evi bize kiralayabileceklerini söylemişlerdi. Her neyse! İşin özeti, bugün sonunda yeni evimizi tutmuş ve eşya bakmaya gidecektik. Evimiz eski sokağımızın iki sokak aşağısındaydı. Bu kez Melis’e değil Koray’a daha yakın konumdaydık. Sonuç olarak onlardan uzaklaşmamıştık! Ve bu bizi oldukça memnun eden yegane haberlerden biriydi.

 

Hayat bizim için pek farklı gelişmemişti. Her şey aynı rutinde ilerlemeye devam ediyordu. Her gün okula gidiyor, her zaman olduğu gibi bulduğum her aralığı ders çalışarak değerlendiriyor ve geri kalan zamanlarımı kitapçıda çalışarak geçiriyordum. Doruk’sa yarışlarına eksiksiz katılıyor ve katıldığı tüm yarışlar zaferiyle sonuçlanıyordu. Anlayacağınız bazı şeyler yoluna girmeye başlamıştı. Hayat bir şekilde devam etmeye başlamış, bizi akışına sürüklemeyi ihmal etmemişti. Unutmamak gerekti, dünya döndükçe hayat devam ederdi ve nefes aldığımız sürece umutlar tükenmezdi.

 

Emlakçıdan ayrıldığımızda Doruk önüme geçip montumun kapişonu başıma geçirdi ve gülümsedi. Doruk’un gülümsemesi dudaklarıma bulaşırken halimden memnundum zira uzun zaman sonra tasasız bir mutluluğu kalbimin derinliklerinde hissediyordum ve bu iyi gelmişti. Tasasızca mutlu olmak iyi gelmişti. Her zaman gelirdi. Neyselerin keşkelerin ve belkilerin olmadığı tasasız mutluluklar her derdin devası, her kalbin huzuruydu. En çok onlar yakardı canımızı. Mutluluklarımıza, hüzünlerimize sızar canımızı cayır cayır yakardı. Şimdiyse kalbimde yeşeren mutluluk onlardan bağımsız hayat buluyordu. Neyselerin keşkelerin ve belkilerin olmadığı, tasasız mutluluk...

 

“Hazır mısın?”

 

Doruk’un sorusunu çatık kaşlarımın ardından gülümseyerek yanıtladım.

 

“Ne için?”

 

Doruk sıcak dudaklarını burnuma bastırırken sıcacık bir tebessüm sundu.

 

“Yeni hayatımıza...”

 

Yeni hayatımıza... Yeni bir hayat. Devam eden, mutlu yeni bir hayat. Başarmıştık. Yeni bir hayat kurmayı başarmıştık. Biz başarmıştık. O ve ben. Motorcu çocuk ve çilli kız.

 

“Hazırım... Sen, sen de hazır mısın?”

 

Bu sorunun cevabını biliyordum elbette. Hazırdı. En az benim kadar o da hazırdı. Biz bu hayata birlikte var olabilmek için gelmiştik nasılsa. Yeni bir hayata nasıl hazır olmazdık? Biz yalnızlıklarına kimsesizliğini katmış, taşlı yollarda çıplak ayaklarıyla yürüyen iki gençtik. Biz, yağmurdan sonra gökkuşağının çıkmasını beklemeyenlerdik, biz yalnızlığına sarılıp uyuyarak büyümüşlerdendik. Biz yalnızdık. Kimsesizdik. Bizim bir evimiz yoktu hiç olmamıştı. Biz birbirine ev olmaya, hayat vermeye çalışan iki liseli gençtik. Hayalleri olan her şeye rağmen umut edendik. Nasıl hazır olmazdık yeni bir hayata? Nasıl istemezdik? Bunca yıldır hayat arayanlardık biz, bulunca nasıl sarılmazdık ona?

 

“Hazırım. Seninle gireceğim her dört duvar benim yuvam olur Gökçe. Ev benim için hiçbir zaman dört duvar olmadı. Benim evim, yuvam sensin. Hep sendin.”

 

Dudaklarımdaki kocaman gülümseme eksilmeden çoğalırken büyük bir sevinçle kollarımı Doruk’un boynuna doladım ve belimden destek vererek ayaklarımı yerden kesmesini kahkahalarla karşıladım. Mutluyduk. Daha da olacaktık ve biz iyi olacaktık. Bahar gelmişti. Yağmurumuzun arkasından gökkuşağının çıkması an meselesiydi. Bize yağmur yağarken şimşeklere katlanmak öğretilmişti, biz yağmurdan sonra çıkan gökkuşağını seyretmeyi bilmezdik. Şimdiyse o gökkuşağı bizdik. Hayatımızdan şimşeklerle dolu bir yağmur geçmişti ve o yağmur şimdi ince ince yağıyordu. Zamanla yavaşlayacak ve bitecekti... Bizim mutlu sonumuz gökkuşağıydı katlanmamız öğretilen şimşekler değil. Artık biliyordum. Gökkuşağı gökyüzümüze uğrayacaktı...

 

O zamanlar öyle sanıyordum. Doruk’un kollarında, yeni evimizi, yeni hayatımızı kutlarken sonsuz bir mutluluğun bizi bulduğundan şüphem yoktu. Bilmiyordum. O zamanlar, henüz bir ev değil, enkaz kurduğumuzun farkında bile değildim. O zamanlar birbirimize yuva değil enkaz olacağımızdan habersizdik.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%