@peteichor_
|
Bazı insanlar içinizdeki çiçekleri kopartırken bazı insanlar sizin çorak topraklarınıza çiçek olurdu. Kimi insanlar gelir, baharlarınızı kışa çevirirdi kimiyse kışın ortasında, fırtınanın darmadağın ettiği size bir bahar şenliği yaşatırdı. Hayatınızdan birileri bir şekilde geçip giderdi. Kalanlarsa baharlar vadedenlerdi.
24.BÖLÜM: BAHAR
Raflarda gezen parmaklarım, solmayan gülümsemem, tatminkar bakışlarım, gururlu tebessümlerim, benimle kalacak olan, her geçen gün benimsediğim yara izim... Bir bütündük ister istemez. Raflarında parmaklarımı gezdirdiğim sahaf dükkanına bile aşina olmuştum. O da bendim artık. Yaram benimdi, bendim. Çalıştığım bu sahaf, dizdiğim bu kitaplar bendim. Sizde kalanlarla bir olmak size öğretilirdi. Hayat tarafından günden güne öğretilirdi. Kendinize kata kata yaşardınız bu hayatı. Düştüğünüzde dizinizde, kollarınızda açılan varla yok arası yaralar da katılırdı size. O da siz olurdu bir yerde. Düşerken daha az yara almak için ellerinizle yere baskı yaptığınızda yanan avuçlarınızda sizdi, sizindi... Yaralarınıza, size katılanlardandı. Bazen yara almaktan korkmamak gerekti zira yara almamak için ellerinizi kanatmak sizde daha derin yaralar bırakacaktı. Bazen... Yara almaktan değil yara olmaktan korkmalıydık. Herkes birinin yarası olurken yara almaktan iliklerine kadar korkuyordu. Halbuki herkes bir yerlerde, birilerinde biraz yaraydı. Kalbinde, zihninde, ruhunda yaraydı. Yara almaktan korkan herkes, bir başkasında yaraydı...
“Gökçe?”
Doruk’un sesiyle elimde kalan son iki kitabı rafa yerleştirip günün yorgunluğunu başımdan savdığım gibi kapıya döndürdüm bakışlarımı. Doruk tüm heybetiyle sahafın kapısının önünde dikilirken gözlerim büyülenmiş bir edayla gözleriyle buluştu. Altında bir kot pantolon üzerinde ise pantolonunu tamamlayacak bir kot ceket vardı ve ela gözleri dışarıdaki ılık rüzgardan daha sıcaktı. Doruk’un ela gözleri gelen bahara inat çiçek açtırmıştı. Onun bakışları bir avuç toprakta değil kalbimin derinliklerini çiçekleriyle donatmıştı. Bazı insanlar içinizdeki çiçekleri kopartırken bazı insanlar sizin çorak topraklarınıza çiçek olurdu. Kimi insanlar gelir, baharlarınızı kışa çevirirdi kimiyse kışın ortasında, fırtınanın darmadağın ettiği size bir bahar şenliği yaşatırdı. Hayatınızdan birileri bir şekilde geçip giderdi. Kalanlarsa baharlar vadedenlerdi.
“İşin bitti mi?”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Koray, Melis ve Çağan neredeler?”
“Onlar bizi orada bekleyecekler. Hadi artık, bir an önce yola çıkalım.”
Martın ortaları. On beş mart günü, bir hafta sonu, sabahın erken saatlerinde sahafa gelmiş ve yapmam gereken tüm işleri tamamlamıştım. Şimdiyse Dorukla birlikte, bizi yapacağımız piknik için heyecanla bekleyen arkadaşlarımızın yanına gidecektik. Üzerimde Melis’in hediyesi olan bahar çiçekleriyle bezenmiş bir elbise vardı. Saçlarım her zamanki gibi sırtıma dökülüyordu. Yüzümdeki yara çillerimle tanıştığına memnun olmuşçasına memnuniyetle gülümsüyordu. Doruk’a doğru bakışlarımı çevirdiğimde elleri cebinde beklentiyle beni bekliyor olduğunu fark ederek hızla dudaklarımı araladım.
“Sen kapıda bekle hemen geleceğim!”
“Tamam bir tanem.”
Doruk ikiletmeden girdiği kapıdan gerisin geriye çıktığında koşar adım sahaf dükkanının arkasına ilerledim ve Ali amcaya haber vermek üzere odasının önünde durdum. Kapıyı birkaç kez çaldığımda hızla verdiği cevabı işitebilmiştim.
“Gel kızım.”
“Ali amca ben çıkıyorum istediğin bir şey var mı?”
Ali amca babacan bir gülümsemeyle gözündeki gözlüğü çıkartıp başını iki yana salladı.
“Yok kızım. Yarın yine sabahtan gelirsin oldu mu?”
“Tabii gelirim! Görüşürüz.”
“Görüşürüz güzel kızım.”
Ali amcaya el salladıktan hemen sonra beklemeden odasından ayrıldım ve çantamı, ceketimi almak üzere Ali amcanın odasının karşısında bulunan vestiyere ilerledim. Ahşap ve oldukça yıpranmış vestiyerden eşyalarımı aldığımda adımlarım büyük bir hevesle kapıya ilerledi.
“Geldim!”
Diye hevesle şakıdığımda Doruk’un oldukça somurtkan duran yüzü sesimle adeta aydınlandı ve bakışları iskeleye usul usul yanaşan bir gemi edasıyla gözlerimde durdu. Dalgalanan denize rağmen Doruk’un ela gözleri, gözlerime bağlandı. Şimdi ne bir fırtınanın gücü yeterdi ne bir dalga koparıp atabilirdi düğüm olmuş bakışlarımızı.
Size çiçek açtıran insanların gökyüzüne güneş olmakta bir meseleydi.
“Hadi bakalım bir an önce gidelim. Tahmin edersin ki sabahtan beri Koray her dakika arayıp ısrarla ne zaman geleceğimizi soruyor.”
Ellerimi teslim olmuşçasına havaya kaldırdım ve dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Bir an önce gitsek iyi olacak!”
Dedim alaylı bir tebessümle. Doruk hareketlerime göz devirdikten hemen sonra yanında durduğu motorunun üzerinden aldığı kasklardan birini bana doğru uzattı ve diğerini başına geçirerek motoruna yerleşti. Beklemeksizin Doruk’un elime tutuşturduğu kaskı başıma geçirerek Doruk’un arkasına bedenimi olabildiğince dikkatli bir biçimde yerleştirdim ve kollarımı her zaman olduğu gibi beline sıkıca doladım. Ona yaslanan bedenim bir emniyete ihtiyaç duymazmışçasına güvende hissederken motorun sesi yükseldi ve bir anda ayaklarımın yerden tamamen kesildiğini hissettim. Gözlerimi kapattığımda tek istediğim yüzüme çarpan, saçlarımı savuran rüzgarı iliklerime kadar hissetmekti. Kapalı gözlerimin ardında beklemediğim bir an canlanırken dudaklarıma donuk bir tebessüm çıkageldi.
"Zatürre olacağız!" Demiştim bana kaskını uzatan Doruk'a hitaben. Denizden zorlukla çıkmış ve sırılsıklam bedenlerimizle sahilin diğer ucuna kadar yürümüştük. Doruk bey motorla gideceğiz diye tutturduysa da hasta olacağımıza emin olduğumdan motor fikri kulağıma sıcak gelmemişti. "Bir şey olmaz kızıl. Hırçın kızımı burada bırakamam." Kaşlarım alayla havalanırken titreyen dudaklarımdan bir kahkaha dökülüverdi. "Bunun bir de adı mı var?" "Ne var? Senin adın varken onun adı neden olmasın? Atla hadi sabaha kadar seni bekleyecek değilim." "Ruh hastası..." Diye mırıldandıktan sonra çaresizce Doruk'un uzattığı kaskı başıma geçirip arkasına çekingen bir şekilde oturuverdim. Hayatımda ilk defa bir motora biniyordum ve ilkler her zaman güzeldir lafı benim için tamamen çürümüştü. Zira ilk defa bindiğim bu motora sırılsıklam ve tir tir titreyen bedenim eşliğinde biniyordum. Nasıl göründüğüm mü? En ufak bir fikrim bile yok. Muhtemelen perişan görünüyordum. Ellerimi motorun arkasındaki demirlere yerleştirdiğimde Doruk bir şey dememiş başını iki yana sallamıştı. Motor sesi yükseldiğinde ise başını iki yana sallama nedenini anlamış olmuştum. Tam da şu an dudaklarımdan kaçan ufak çığlıkla kollarım Doruk'un belini sıkıca sarmıştı. Artık yalnızca soğuktan değil korkudan da titriyordum. Motor bana saatler gibi gelen dakikaların ardından durduğunda hızla indim ve kasktan kurtularak nefes nefese olduğum yere çöktüm. "Öleceğim sandım! Sen buna nasıl biniyorsun be! Canına mı susadın?" "Halbuki yavaş gelmiştim." Derken saçlarını karıştırıyordu Doruk ve gayet umursamaz görünüyordu. Hem ne demişti o? yavaş mı? Ben uçtuğumuzu düşünüyordum! "Yavaş mı? Öldürüyordun bizi!" "Benim kullandığım motorda ölmezsin kızıl yaz bir kenara." "Aman aman bir daha binmem ben o şeye!" "Büyük konuşma da sen." Büyük konuşmuştum. Doruk’un motoruna bindiğim ilk gün ölüm korkusu bana büyük büyük laflar ettirmişti. Şimdi ise bu motorun üstünde, rüzgarı hissederken tek isteğim ömrümü bu motorun üzerinde geçirmekti. Artık biliyordum, korkmam gereken ölmek değil yaşamaktı. Beni korkutması gereken nefesimin kesilmesi değil her saniye ciğerlerime eklenen soluklarımdı. Yaşamak cesaretli işti. Yaşamak cesur insanların işiydi. Ölmekse her şeyin bitişiydi. Başlamayan sondu. Başlangıcı olmayan tek sondu. Öyleyse ölüm neden korkutsundu bizi? Yaşamak varken ölümün ne haddineydi korkutmak ne haddineydi yüreğimizi sıkıştırmak? Yaşamak... Yaşamaktı korkunç olan. Yaşamak bir savaş meydanıydı ve herkes kendi hayatının savaşçısıydı. Yaşadığımız müddetçe savaşlarımız ve kayıplarımız bir an olsun dinmeyecekti bilirdim. Ölmekse bir kurtuluştu. Ölmek kaçmak, saklanmaktı. Asıl mesele hiçbir zaman ölümden kaçmak olmamıştı. Mesele her zaman ölüme kaçmaktı... Ölüme kaçmaksa kolaya kaçmaktı. Zor olan yaşamak, savaşmaktı.
Motorun yavaşlayarak durduğunu hissettiğimde sıkışıp kaldığım araftan nefesimi dışarıya vererek kurtuldum. Kasktan kurtardığım saçlarımı elimle düzelttiğimde etrafa bakacak fırsatı ancak bulabilmiştim. Yemyeşil bir ormana gelmiştik. Çiçekler, baharın getirdiği rahatlıkla özgürce boy verirken ağaçlar kaybettiği yapraklarını yeniden kazanmaya başlamıştı. Hava ılıktı. Bedenimin arkasından çıkagelen bedenle sıçramam bir olurken gülümseyerek bana kollarını saran Melis’e kollarımı sıkıca sardım.
“Benim kızılım gelmiş! Nerede kaldınız kızım? Gözümüz yollarda kaldı.”
Melis’ten bedenimi ayırırken omuz silktim.
“Sahafta işim anca bitti... Biliyorsun işte her zaman ki işler!”
“Neyse gelin hadi ağabeyim ve Koray ileride bizi bekliyor ben motorun sesini duyunca yerimde duramadım!”
Doruk Melis’ kısa bir bakış atıp elimi nazikçe avucuna hapsetti ve Melis’in arkasından ilerlemeye başladık. Elim Doruk’un sıcacık avucundayken içimdeki kelebekler dışarıdan daha az değildi. Sanki kalbim bir çiçekti ve tüm kelebekler üzerine doğru hızla uçuşuyordu. Sevmek buydu işte! Kalbiniz yeri gelir çiçek olurdu yeri gelir yangın yeri. Gün gelir kara bulutların ardında kaybolurdu gün gelir güneşin önüne geçer gülümseyerek arında bıraktığı güneşi izlerdi.
“Heyt be! Kızıl goncam gelmiş! Nerede kaldınız kız siz?”
Koray’a dostça sarıldığımda sarılışıma aynı sıcaklıkla karşılık verdi.
“Sahaftaydım, söyledim ya!”
“Biliyorum kızım! Zaten lafın gelişi sordum. Hadi gelin de gömelim şunları açlıktan midem karnıma yapıştı vallahi.”
Çağan Koray’ın başına vurarak yalandan bir sinirle burnundan soludu.
“Bir sus be dangalak! Kız bir nefes alsın.”
Çağan’ın sesiyle bu kez bakışlarımın ve tebessümlerimin esiri onun bedeni olmuştu. Yanıma gelip bir ağabey edasıyla göz kırptığında dudaklarımdaki gülümseme yerini büyüyerek korudu.
“Naber ağabeyciğim?”
“İyiyim Çağan ağabey! Sen nasılsın?”
“Eyvallah. Hadi bir soluklanın da geçin yerinize.”
Çağan ağabey mesafeli duruşundan ödün vermezken bu kez Doruk’a erkeksi bir selam verip gülümsedi.
“Sende hoş geldin kardeşim. Geçin hadi.”
Doruk sıcak bir tebessümle başını salladıktan sonra Melis ve Koray’ın anlata anlata bitiremedikleri, birlikte hazırladıklarını her fırsatta belirttikleri masaya kurulduk. Masada Koray’ın el lezzetinden geçmiş çikolatalı kurabiyeler, Melis’in mutfakla savaşarak ortaya çıkarttığı peynirli poğaçalar ve benim dün akşam hazırladığım kısır duruyordu. Pikniğimiz altın günü tadında geçtiyse de sohbetimiz oldukça hatırı sayılır geçiyordu. Son on beş gün ev, sahaf ve okul arasında mekik dokumaktan nefes alacak fırsatı bile kendime tanımazken bugün, burada yaptığımız alelade piknik tüm yorgunluklarımın mükafatı olmuştu. Kendimi hiç bu kadar dinlenmiş ve dinç hissetmediğimi o an fark ediyordum. Yemeklerimizi giriştiğimiz uzun soluklu sohbetin ardından tamamladığımızda Koray’ın bitmek tükenmek bilmeyen ısrarı sonucu oyun oynamak için ayaklanmıştık. Bu oyunu hayatımda ilk defa oynuyordum. Belki size komik gelecekti. Olmayacak bir şeymiş gibi... Ancak oluyordu işte! Oyun yakan top oyunuydu. Eminim ki ben hariç hepiniz hakimdiniz son yarım saattir kahkahalarla eşlik ettiğim ve ilk defa deneyimleme fırsatı bulduğum bu oyuna. Kimi çocuklar çeşit çeşit oyunla büyürdü. Kimi çocuklar sokakta üstü başı toz toprak olana kadar oynayarak büyür kimileriyse elbisesi kirlenmesin diye kapandığı odasında, ailesinin bir servet döktüğü oyuncaklarla yalnız başına oynayarak büyürdü. Her çocuk büyürdü fakat her çocuk pamuklara sarılmazdı. Herkes çocuk olurdu fakat kimi çocuklar erken büyümeye mecbur bırakılırdı. Bazı çocukların en yakın arkadaşı duvarlar ve cansız birkaç oyuncağı olurdu. Yalnızlık öyle olağan gelirdi ki öyle alışılmış gelirdi ki bir yerden sonra en yakınınız olurdu. O çocuk büyürdü, büyürdü ve sarılarak büyüdüğü yalnızlık onun en yakını olarak kalırdı. İçindeki günlük tozlansa da dolmaya devam ederdi. Yalnız insanların içinde kalın bir günlük olurdu. O günlük onların dışarı çıkartmadıklarıydı. Hissettikleriydi, kimsesizliğiydi...
Sevgili annem, şimdi toprağın altındasın. Babamlasın ve ben olmak için canımı feda edeceğim biricik ağabeyimlesin... Umarım benden esirgediğin anneliğini, canını verip yanına gelen ağabeyime yapabilirsin anne. Umarım orada ağabeyimin üzerini kirletmesini önemsemeden sokaklarda oyun oynamasına izin veriyorsundur. Çünkü benim çiçekli elbisem toz toprak içinde...
İçimden geçenler ruhumda çoktandır var olan günlüğümün sararmış yapraklarıydı. Şu dakika kahkahalarım havaya karışırken ve üzerime gelen toptan bir sağa bir sola koşarak kaçmaya çalışırken zihnimin eli, titrek parmakları arasında bir kalem tutuyor ve günlüğünü dolduruyordu. Anneme seslenmek kahkahalarımın bile sesini kısmıştı. Annemin görünmez varlığı bile tozlanmış elbisemi dehşet içinde süzüyordu sanki. Bu hiç geçmeyecekti... Her yara geçerdi. Her şey unutulurdu. Fakat yaranın sahibi ailenizse onunla yaşamaya alışmalıydınız zira ailemizin bıraktığı yara ilelebet bizimle kalırdı.
***
“Çok yoruldum ağabey ya!”
“Ağlama Koray çocuk gibi oyun oynayalım diye tutturan sendin. Ağzıma sıçıldı zaten biraz daha şikayet edersen kafanı şu ağaç kavuğuna sokacağım.”
Doruk ve Koray’ın bitmek bilmez çekişmesini izlemek hayatta yapmaktan zevk aldığım sayılı şeylerden biriydi. Ellerimi çimenlere yaslayarak oturduğum yere daha da yayıldığımda sanki saatlerin acısı şu an çıkıyormuş gibiydi. Resmen kaslarım zonk zonk zonkluyordu! İnanılır gibi değildi fakat biz saatlerdir nefes almadan bildiğimiz tüm oyunları oynamıştık. Şimdiyse masaya oturmayı reddeden bedenlerimizi büyük bir yorgunlukla yumuşak çimenlere bırakıvermiştik. Hava kararmaya yakın olduğundan güneş batmak için an kollamaya başlamış, gökyüzünü kızıla boyamıştı. Belimi saran parmaklarla ellerimden destek almayı bırakarak bedenimi tamamen Doruk’a yasladım ve rahat bir nefesi dudaklarımdan bıraktım.
Saçlarımdaki dudaklar tüm yorgunluğumu çekip alırken kapalı gözlerimin arından gülümsedim.
“Birazdan evimize gideceğiz. Sonra sen banyoya gireceksin bense bizim için sıcak bir çorba yapacağım. Sonra banyodan çıktığında saçlarını kurutacağım ve yemeğimizi yiyeceğiz. Yemekten sonrada birlikte açtığımız güzel bir film karşısında yorgunluktan gözlerin kapanacak ve kucağımda uyuya kalacaksın. Bense seni yatağımıza yatırıp yarışa gideceğim.”
Doruk’un her akşam yaşadıklarımızı kulaklarıma bir fısıltıyla sanki masal anlatıyormuşçasına anlatmasıyla, hikayesini sonlandırmak istediğimden dudaklarımı bir fısıltıyla araladım.
“Ben uyandığımda ise yanımda olacaksın.”
“Yanında olacağım.”
Doruk’un kendinden emin fısıltısı saçlarıma karışırken nefesimin titrediğini hissettim.
“Her zamanki gibi...”
Dediğimde nefesimin titrediği belli olmuştu.
“Her zaman olacağı gibi.”
“Her zaman olacağı gibi...”
***
Saçlarıma sardığım havluyla aynaya döndüğümde her zaman olduğu gibi yüzümdeki yara oldukça belirginleşti. Her duş sonrası sanki mümkünmüş gibi yüzümdeki yara biraz daha belirginleşiyordu fakat umursamadan aynadaki bakışlarımı indiriyordum.
Banyodan çıktığımda burnuma dolan tanıdık kokuyla gözlerimin parladığını hissettim. Saat akşam dokuza geliyordu ve öğlende yediğimiz birkaç parça yiyecek dışında yemek yemediğimden karnımda oldukça sesli bir guruldama yankılandı. Koşar adım mutfağa gittiğimde Doruk’u ocağın başında, kokusu mutfağa dağılmış çorba tenceresini karıştırırken buldum.
“Mis gibi kokmuş yine!”
“Ne sandın kızım! Biz bu çorbanın kitabını yazdık, kitabını!”
Alaylı bir tebessümle Doruk’un yanına ilerledim.
“E tabii yazarsın sevgilim! Başka kitabını yazabileceğin bir yemek bilmiyorsun ki!”
Doruk göz devirerek her zaman yaptığı ve hakikaten profesörü olduğu mercimek çorbalarını önünde duran kaselere paylaştırdı.
“Çok konuşma da masaya geç daha saçlarını kurutacağız küçük hanım.”
Gülümseyerek Doruk’un yanağına dudağımı bastırıp büyük bir özlemle öptüm ve koşar adım oturma odasındaki küçük masamıza oturmak üzere mutfaktan ayrıldım. Arkamdan elinde tepsiyle gelen Doruk’un dudakları keyifle iki yana kıvrılırken bu gülümsemenin ona armağan ettiğim buseden ötürü olduğunu elbette farkındaydım. Doruk kaselerden birini önüme bıraktığında kaşıkla çorba kasesini birkaç kez karıştırıp sıcaklığına dikkat ederek kaşıktaki mercimek çorbasını dudaklarımdan içeriye gönderdim. Yüzüm her zamanki gururlu tebessümle aydınlanırken Doruk tatmin olmuşçasına beklemeden çorbasını hızla kaşıklamaya başladı.
“Bugün ne izliyoruz?”
Dediğimde bu kez alaylı tebessüm Doruk’un dudaklarına geçmişti.
“Yanlış soru güzelim. Bugün hangi filmi açıp uyuya kalıyorum olacaktı o soru. Malum şimdiye kadar açtığım herhangi bir filmi bitiremedin.”
Doruk’un alayla söylediği sözleri aralanan dudaklarım beklemediğim bir cümleyle sonlandırdı.
“Sen de o kadar huzurlu olmasaydın o zaman. Omzuna yatınca mayışıyorum elimde değil.”
Doruk çorbasını bitirdiğinde avucunu masada duran elimin üzerine bastırarak gülümsedi.
“Şaka yapıyorum bir tanem. Sen yeter ki kollarımda ol. Sen yeter ki benimle ol Gökçe. Filmler bitmesin.”
Gülümsedim.
“Doruk... Benim şimdiden uykum geldi sanırım!”
Doruk ufak bir kahkaha atıp ayaklandı ve elini tutmam için uzattı.
“Öyleyse bu gece yarım kalacak olan filmi es geçelim. Saçlarını kurutalım sonrada güzel bir uyku çekeriz. Birkaç saat uyuyabileceğim kadar vaktim var.”
“Burayı toplasaydım-”
Diye itiraza başladığım an Doruk tuttuğu elimi sürüklercesine odadan çıktı.
“Ben hallederim!”
“Ama-”
“Yorma beni güzelim. Hadi saçını kurutalım!”
Doruk’un gösterdiği yere yanaklarımı şişirerek oturduğumda bu bir pes etme anıydı. Zira itirazlarım sabaha dek sürse de Doruk’un inadı kırılabilir cinsten değildi. En azından bir an önce uyusun, yarışa kadar dinlensindi.
İşte millet! Bizim hayatımız bu kadardı. Gördüğünüz, okuduğunuz, dinlediğiniz kadardı. Doruk vardı. Ben vardım. Bir ailemiz yoktu. Evimiz vardı. Yuvamız... Biz vardık! Birbirimizin her şeyi olan biz. Hayatınıza herkesiniz olan bir yabancı girdiğinde kimseye ihtiyacınız kalmıyordu. Anlamıştım... Doruk’un herkesim olacağını aylar önce onun hiçbir şeyi olmadığımı beni yıkıp geçerek söylediğinde bile anlamıştım. O zaman bile biliyordum. Bana hiçbir şeyim değilsin dediğinde her şeyi olacağımı o zaman anlamıştım.
“Doruk?”
Doruk saçlarımda parmaklarını gezdirirken uykulu bir mırıltıyla yanıtladı.
“Ya bir gün ayrılırsak?”
Diye sorduğumda içimdeki anlamsız korkuyu susturmanın bir yolunu bulamamıştım. Doruk saçlarımı kuruttuktan sonra beklemeden uyumak üzere yatağımıza uzanmıştık fakat başım Doruk’un göğsüne yaslı bir halde son on dakikadır beyaz tavanı izliyordum. Düşünüyordum. Bu dünya herkesi ayırdığı gibi ya bizi de ayırırsa diye düşünüyordum. O zaman ne yapardım? Bugüne kadar yalnızdım. Yalnızlıkla başa çıkabilecek kadar fazla yalnızdım. Sevgisizdim. Sevgisiz olduğumu hissedemeyecek kadar fazla sevgisiz bırakılmıştım. Gerçek sevgiyi tatmadan önce sevildiğimi hissedecek kadar fazla sevilmemiştim. Şimdiyse o vardı. Hayatımda, dünyamda, kalbimde, evimde o vardı. O her şeyim olmuştu. Ben onunla kalabalık olmamıştım ben onu yalnızlığıma katmıştım ve artık onsuz olduğum bir yalnızlığa tahammül edebileceğimi sanmıyordum.
“Bu nereden çıktı?”
Doruk’un ciddi bir o kadarda tedirgin cevabı ile başımı göğsünden ayırmadan yukarıya doğru kaldırdım ve onun da başını eğmesiyle gözlerimizin buluşmasına izin verdim.
“İçimden bir ses-”
“O içindeki sese söyle, iki cihan bir araya gelse, denizler kurusa, dünya tersine dönse, kıyamet kopsa ben yine seni bırakmam Gökçe. Şimdi ölsek seninle, ben ruhunu bulur yine alırım ruhumun yanına. İnsan evini, yuvasını bırakır mı Gökçe? Söyle içindeki sese, bırakmaz Gökçe. Bırakmaz...”
Doruk dudağını alnıma bastırırken bambaşka bir düşünce zihnimin duvarlarından aşağı düştü sanki. Gökçe Bal Hazer, sen Doruk Çakır Arsal’ı hak etmek için ne yaptın? Onun sevgisine layık olmak için ne yaptın? Yoksa hayat sana acıdı mı? Doruk bu hayatın sana yaptığı bir bağış mı? Doruk’un sevgisi hayattın sana verdiği tüm sevgisizliklerin, kayıpların, kimsesizliklerin bir ödülü mü?
“Sonumuz ne olur bilmiyorum ama seni çok seviyorum Doruk.”
Demiştim zihnimin ard arda sorduğu sorulara cevap veremezken. Doruksa alnımdan ayırdığı dudaklarını dudaklarımın üzerine yerleştirerek fısıldadı.
“Benim sonum sensin.”
Ve dudakları dudaklarımı şefkatin sarmaladığı, korkunun emarelerini taşıdığı bir sevgiyle kavradı. Doruk’un dudakları dudaklarımı öperken aklımdan geçen korkular, cevapsız kalan soruların her biri toz oldu ve dağıldı. Geriye yalnızca onun cümleleri, onun cevapları ve onun dudakları kalmıştı.
***
“Geldim!”
Doruk tek omzuna aldığı sırt çantasıyla kapıda her sabah olduğu gibi beni beklerken dün geceden kalan enerjimle gülümseyerek yanına ulaştım. Doruk çoktan yarışa gidip gelmiş ve hazırlanmıştı. Onun bu enerjisi her insanı kolaylıkla hayran bırakabilirdi zira karşınızda on dokuz yaşında, hayatın yükünü sırtlanmış ve her şeye yetebilmek için canını dişine takmış bir genç duruyordu. Doruk parmaklarımı parmaklarına kenetleyerek kapıdan çıkmamızı sağladığında Koray’ı kapıda bizi beklerken bulmuştuk.
“Günaydın millet!”
“Günaydın Koray!”
Enerjili sesim Koray’ın enerjisine enerji katarken yanağımdan makas almış ve gülümsemişti.
“Naber fıstık-”
Doruk Koray’ın yanağımdan makas alan eline vurup bedenimi savururcasına diğer tarafa çekerken kahkaha attım.
“Dokunma lan kıza! Ne işin var kargalar bokunu yemeden kapımın önünde?”
Koray Doruk’un hareketlerine ve sözlerine zerre alınmazken yalandan bir alınganlıkla kollarını birbirine bağladı.
“Aşk olsun ağabeyciğim! Ben, beni özlemiş olduğunuzu hisseder hissetmez kapınızda biteyim sonra da böyle el kızı önünde azar yiyim! Oldu mu şimdi?”
Koray bana yandan göz kırptığında dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Zevzeklik etme de yürü hadi geç kaldık zaten.”
Evin önünden hızlı adımlarla ayrıldığımızda hava sabah olmasına karşın oldukça serindi. Umursamadan yürümeye devam ettiğimde Doruk bedenimden geçen ürpertiyi hissetmiş olacak ki olduğu yerde durup üzerindeki kot ceketi çıkarttı ve itiraz etmeme kalmadan omuzlarıma bırakarak yeniden elimi tuttu.
“Sen üşüyeceksin şimdide!”
“Üşümem ben.”
“Onun kürkü onu korur kızıl gonca rahatta kal.”
Koray Doruk’un ayı olduğunu vurgularken Doruk sinirle Koray’ın kafasına sert olmayan ancak hızlı bir şekilde bir tane geçirdi.
“Vurmasana çocuğa! Ne var şaka yapıyor?”
Koray’ı içtenlikle korumam Doruk’un göz devirmesiyle sonuçlanırken onların atışmalarından okula ne zaman geldiğimizi bile fark edememiştim! Sınıfa çıktığımızdaysa her gün olduğundan farksızdı. Doruk başını sıraya yasladığı an uyuyakalırken Koray bir önüme geçip sıra arkadaşıyla hararetli bir sohbete daldı. Bense oradan buradan bulduğum birkaç ders ve test kitabını önüme yığarak karıştırmaya başladım. Hocanın gelmesi ve ders anlatmaya başlamasıyla ise zihnimi olabildiğince derse adapte ettim ve sorunsuz bir okul günü olmasını dileyerek ilk derse verimli bir başlangıç yaptım.
*** “Kızıl gonca bari sen gelseydin.”
Omuz silkerek saatlerdir oturduğum sıradan ayağa kalktım. Öğle arasına kadar bir teneffüse dahi çıkmamış ve aralıksız bir halde ders çalışmıştım. En azından ayaklarımın açılması adına tuvalete gitsem fena olmayacaktı. Koray’ın omzuna dostça dokunup gülümsedim.
“Gerçekten çalışmam lazım Koray. Sen git bekleme bizi... Hem baksana, Doruk’un da uyanacağı yok. Bende bir lavaboya gidip geleceğim.
“Eh be kızıl bir soluklansaydın.”
“Koray lütfen...”
“Pekala kızıl gonca sen kazandın. Eğer sıkılırsan Melis’le bahçede olacağız.”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Anlaştık!”
Koray tereddütle gülümseyerek sınıftan uzaklaşırken gözlerim bir an derin bir uykunun esiri olan Doruk’u buldu. Gülümseyerek ufak hareketlerle yanına yaklaştığımda sabah omuzlarıma bıraktığı daha sonrada sıramızın altına katladığımız kot ceketi dikkatlice alarak Doruk’un omuzlarına bıraktım ve dudaklarımı saçlarına kuş kadar hafif bir öpücükle bastırıp geri çekildim. Sınıftan ayrıldığımdaysa derin bir nefes alıp vücudumu gevşettim ve lavaboya gitmek üzere boş koridorlarda ilerlemeye başladım. Mart aynın ortalarında olduğumuzdan olası bir ihtimalle tüm öğrenciler bahçede ya da kütüphanede olmalıydı zira sınava kalan kısa süre kütüphaneleri bazı öğrencilerin evi konumuna getirmişti. Aniden bedenime sertçe çarpan bedenle savrulduğumda belimi sıkıca saran kollar adeta yüreğimi ağzıma getirmişti! Hızla geri çekildiğimde karşımda gördüğüm çocuğu daha önce hiç görmediğime emin oldum.
“Pardon. Görmemişim seni.”
Rahatsızlık hissi. Karşımda gördüğüm bu çocuk bende derin bir rahatsızlık hissi uyandırmıştı. Bir huzursuzluk. Adı sanı olmayan bir mide bulantısı... Halbuki ilk defa gördüğüm bu yüz, hislerimi böylesine tetiklememeliydi. Öyle değil mi?
“Sorun değil.”
Dediğimde hızla arkamı dönmüşsem de sesini tekrar duyar duymaz olduğum yerde bir kez daha kalmıştım.
“Umut ben!”
Yeniden adının az önce umut olduğunu öğrendiğim çocuğa doğru döndüğümde, bana uzatılan elle afallamıştım.
“Gökçe.”
Derken titrek bir nefesle, yaşadığım anlamsız tereddütle elimi Umut denen çocuğun eliyle birleştirdim.
“Memnun oldum. Ah her neyse! Ben seni daha fazla tutmayayım sonra görüşürüz.”
Umut denen çocuk rahatsız edici ve mavinin tonunu barındıran gözlerini gözlerimden ayırdığında özgürleştiğimi hissetmiştim. Sanki Umut’la göz göze geldiğimiz o saniye tutsaktım. Umut denen çocuk bugüne kadar karşılaştığım en rahatsız edici insandı ve o an tek dileğim onunla bir daha karşılaşmamaktı.
Hisler bazen aynanız olurdu. Bazı hisler, içgüdüleriniz sizi doğru yola sokmak için beliriverirdi. Siz sebebini, niyesini, nasılını anlayamadan zihninize sızardı. Ancak bildiğim bir şey vardı. Sözler yalan söylerdi, düşünceler aldatırdı bazen gördükleriniz bile yanlış gelirdi fakat hisleriniz her zaman en doğru olandı. Hisler insanı en yanıltmayan, en yalansız olanlardı. Size dair en gerçek şey hislerinizdi.
O zamanlar yalnızca deneyimsizliklerimle düşünüyordum. O zamanlar hislerimin tahminimden daha doğru, daha gerçek olma ihtimali bana oldukça uzaktı. O zamanlar bilmiyordum, hislerimin bana verdiği mesajları, içgüdülerimin beni bağıra bağıra uyarmaya çalıştığını dünyam başıma yıkılmadan önce inanın hiç bilmiyordum. Hayatım tepe taklak olmadan önce tek gerçeğimin hislerim olduğundan habersizdim...
BÖLÜM SONU |
0% |