Yeni Üyelik
27.
Bölüm

25. BÖLÜM: GİZEMLİ NOT

@peteichor_

İlk satırlarım bugün sizlere.

Siz, okurlarıma.

Güzeller güzeli kızlarıma.

Bu hayatla savaşı olan herkese.

Bu hayatta defalarca düşmüş, kalması için el uzatılmamış herkese.

Bu satırlarım ulaşamayacaklarını bile bile masum canlarımıza.

Sokakta her şeye rağmen hayatta tutunmaya çalışan ve ısrarla bu hayattan almak istedikleri tüm canlılarımıza...

Öncelikle söze nasıl başlayacağımı kestiremiyorum fakat bu satırları yazmayı kendime bir borç bildim. Söze Gökçe’yle Doruk’la size ulaştırmak için elimden geleni yaptığım ruhumla girmeyi çok isterdim fakat size söylemek istediğim birkaç şey var.

Biz sevgili okurlarım, çok zor zamanlardan geçiyoruz. Hayatın, toplumumuzun kadın olduğumuzu kafamıza vura vura gösterdiği, kadın olmanın suç ve zayıflık olduğuna inanılan bu zamanda bizim en büyük destekçimiz bizleriz. Hep bizlerdik... Yalnızca son zamanlarda yaşanan olaylar bunun bize bir kez daha hatırlattı. Burada hiçbir olumsuz olay üzerinden konuşmayacağımı söylemek isterim. Benim tepkim o kişinin ölümün bu kişinin kaybına değil kızlarım. Benim tepkim giden bütün canlara. Bizden almaya çalıştıkları ruhlarımıza... Evet söylemek istediğim bugüne kadar her zaman biz vardık. Her koşulda birbirinin yanında olan bizdik yine biziz ve hep biz olacağız. Kadın kadının hiçbir zaman kurdu olmadı. Kadın kadının her zaman yurdu, gözü, kulağı, eli, ayağı oldu. Biz kadınız. Kadın olmanın zor olduğu güç olduğu bir toplumda tek istediği güvende olmak olan kadınlarız. Bu bir güçsüzlük değil, zayıflık değil, utanılacak çekinilecek bir şey değil. Biz kadınız ve her zaman bunu gururla haykırmalıyız. Biz kadınız ve birbirimizi her koşulda korumalıyız. Son olaylarda da gördük ki birimizin yanan canı hepimizi yakıyor, mahvediyor.

Birimizin tek bir saç teli hepimizi göz yaşlarına boğuyor. Her şeye rağmen kadın olmaktan gurur duyduğumu bilmenizi isterim. Evet yaşamamızın bile şansımızla alakalı olduğunu, hiçbir şekilde güvende olmadığımızı elbette farkındayım. Fakat her şeye rağmen keşkem olmadı. Keşke kadın olmasaydım demedim. Çünkü hepimiz iyi biliyoruz ki biz en olmadık zamanlarda en zayıf anlarda ayağa kalkmayı en iyi becerenleriz. Sizde zayıflık olarak görmeyin. Görmeyin ki kimse zayıf olduğumuzu düşünmesin, sanmasın. Biz birbirimizin elini tutukça bizden güçlüsü olamaz. Her zaman yanınızdayım güzel kızlarım. Kendinize, hayvanlara, insanlara, ruhunuza olan sevginizi hiçbir zaman yitirmeyin. Kendinizi öyle güzel sevin ki sevginiz sizi, çevrenizi bu dünyayı beslesin, içimizde kalan son merhamet kırıntılarını gün yüzüne çıkartsın.

Sevgi iyileştirir. Sevgi besler. Sevgi güçlendirir güzel kızlarım. Ben sizi seviyorum sizde kendinizi sevin. Nefes aldığımız sürece umut hep var olmaya devam edecek. Sabaha kadar konuşmayı dilerdim fakat artık bölüme geçsek iyi olacak. Böylece birkaç dakika, saat de olsa normale döneriz. Biraz Gökçe’yle kalmak hepimizi iyileştirecek. Şimdiden keyifli okumalar.

Unutmayın, ben sizim, kaybettiğiniz umutlarınızım. Ben sizin kalbinizdeki soğumamış sevgiyim. Sizde bensiniz. Benim sustuklarım, ruhumdan geçenleriniz. Biz hep biriz. Hep birdik... Hoşça kalın!

25.BÖLÜM: GİZEMLİ NOT

Gökçe Bal Hazer. On yedi yaşında, en yaralı kışında, en acılı yılında.

Kaybedişlerinde, neyselerinde, olsunlarında, geçerlerinde.

Geçmeyişlerde, yuva sandıklarında, yuva bulduklarında.

Gökçe Bal Hazer hayatta, ayakta ve hala on yedi yaşında...

Göz kapaklarım hafifçe aralandığında gece gördüğüm sayısız kabusu düşündüm. O çocuk. Umut denen çocukla tanıştığım günden bu yana yalnızca üç gün olmuştu. Fakat okulda sık sık karşıma çıkar olmuştu ve bu karşılaşmalar rahatsız edici bir boyut kazanmaya başlamıştı. Ara sıra çıktığım okul bahçesinde, kahve almak için adım attığım kantinde, tuvalete gitmek için birkaç dakika adım attığım boş koridorlarda. Her yerde! Adım attığım her yerde karşıma çıkıyor ve dudakları rahatsız edici bir şekilde iki yana kıvrılıyordu. Bazı insanlardan, bazı yerlerden, bazı seslerden hiçbir sebep yokken rahatsız olmak mümkündü. Hepimiz gün içinde çoğu kez yaşardık. Kimi zaman farkında olmaksızın yaşardık kimi zamansa içimizdeki rahatsızlık hissi avazı çıktığı kadar bağırarak size içinizdeki sıkıntıyı sık sık hatırlatırdı.

İşte! Umut denen çocuk içimdeki bu rahatsızlığın sesi soluğu olmuştu. Onun buz gibi mavi gözlerine her baktığımda ürperdiğimi hissediyordum. Hani olur ya, sıcacık bir odada bile kimi zaman bedeninizden bir ürperti geçer adı sanı olmayan bir yel eser gider. İşte, Umut’un mavi gözleri o ürpertiyi bedenime şüphesiz her karşılaştığımızda tattırıyordu. Bu durumu ne Doruk ne Koray ne de Melis’le paylaşmamıştım. Normalde bu denli bir rahatsızlığı kimseden saklamaz. En azından laf arasında anlatırdım fakat nedense içimden bir ses bu rahatsızlığı kendime saklamam gerektiğini söylüyordu. Her şey bir yana, rahatsız olabileceğim somut bir şey yaşanmamışken bu durumu dillendirmem doğru olmazdı.

Umut ne de olsa sıradan, on sekizlerinde genç bir çocuktan ibaretti. Doruk’un bu rahatsızlığımı bilmesi belki de oldukça masum olan o gencin canını yakacaktı. Bunun önüne geçmenin yoluysa bana kalırsa herhangi bir şey yaşamadığımdan rahatsızlığımı içimde büyütmekti.

Yine bir öğle arasıydı ve Doruk yanımda derin bir uykunun kolları arasındaydı. Bense tüm gün ders çalışmaktan bunalmış bir halde yanaklarımı şişirerek arkamı yaslandım. Umut denen çocuk yüzünden sınıftan bile ayrılasım gelmiyordu! Ama bir o kadarda nefes alma ihtiyacı hissediyordum. Dakikalar süren tereddüdüm ayağa kalkmamla son bulurken adımlarımdaki tereddüt engelleyebileceğim türden değildi. Gözlerim bir kapıya bir Doruk’a giderken üzerimi düzelttim ve duruşumu dikleştirdim. O çocuğun beni her neden rahatsız ettiğini anlamış değildim fakat boş kuruntularımın beni hayattan soyutlamasına izin verecek değildim. Bunca saat ders kitabının sayfaları arasında boğulmuşken, nedübelirsiz bir insan için kendimi birkaç dakikalık temiz havadan mahrum etmem kendime yaptığım bir saygısızlık olurdu. Bir süre kendimi bu şekilde motive etmiş ve en sonunda sınıftan ayrılmayı başarabilmiştim. Ah, ne büyük marifet!

Koridorda yere sağlam basan adımlarım gülümsememe sebep oldu. Tam bir adım daha atacağım sırada bir nöbetçi öğrencinin bana doğru telaşla yaklaştığını fark ettim ve olduğum yerde durdum. Saçları balık sırtı örgüsü olan ve önlüğü jilet misali ütülü olan benim boylarımdaki genç kız hafifçe tebessüm etti ve koşarak geldiği için zorlanan nefesini birkaç saniye düzene sokarak dudaklarını araladı.

“Sen Gökçe’ydin değil mi?”

Başımı salladım.

“Evet... Bir sorun mu var?”

“Yok hayır! Bir dahaki dersiniz edebiyatmış. Sedef Hoca senin bu derse katılmak yerine kütüphaneyi düzenlemen için görevlendirdi. Sanırım bir öğrenciyi daha görevlendirmiş. Öğle arası bittikten sonra kütüphaneye geçebilirsin Sedef Hoca yok yazılmayacağını söyledi merak etme!”

Karşımdaki kız tek nefesle hızlı hızlı konuştuğunda kıkırdamadan edemedim. Hayatımda bu kadar hızlı konuşan bir insan daha tanımamıştım. Bu kadar bilgiyi, detayı vermesi saniyeler bile sürmemiş gibiydi.

“Neden ben olduğumu söyledi mi?”

Diye merakla bir o kadar da bıkkınlıkla sordum. Sedef hocayı severdim. Birkaç kez sohbetimiz olmuştu fakat böyle bir görevi neden bana verdiğini ve nöbetçi öğrenci vasıtasıyla duyurduğunu anlayamamıştım.

“Senin sahafta çalıştığını ve bu işlerden anlayabileceğini söyledi.”

Doğru ya! Geçen dersimizde Sedef hocayla birkaç dakika konuşma fırsatımız olmuştu. Konunun nasıl geldiğini hatırlamasam da ona sahafta çalıştığımı bizzat kendim söylemiştim ve böyle bir görevi bana vermesi gayet olasıydı.

“Anladım. Haber verdiğin için teşekkürler!”

“Ne demek! Kolay gelsin.”

Kız aynı enerjiyle yanımdan uzaklaşırken arkasından gülümsemekle yetindim. Böyle insanlara ister istemez imrenirdim. Dışarıya öyle bir enerji yayıyorlardı ki sanki hiçbir şey onların enerjisini, mutluluğunu elinden alamazdı. Sanki hiçbir acı onların canını yakamazdı. Ne yazık ki ben hiçbir zaman öyle bir insan olamamıştım. Çok konuşkan değildim mesela. Ya da bu kadar enerji dolu değildim. Ayağıma takılan taşı bile kolaylıkla dert edebilecek, zayıf bir kızdım. Bunu söylemekten nefret ediyorum! Ama zayıftım. Yaşadıklarımın ağırlığı altında ezilmemiştim, yaşadıklarımın ağırlığı altında kalmıştım. Bitmiştim, tükenmiştim. Her düştüğümde kalkmak için bir ele ihtiyacım olmuştu. Her kimsesizliğimde biraz daha yara almıştım. Her yalnızlık bana bir başka dert, acı olarak dönmüştü. Her yaranın izi kalmıştı.

Eğer zayıfsanız aldığınız her yaranın mutlaka bir izi kalırdı şüphesiz. Ruhunuzda veyahut bedeninizde bir yerlerde. Belki avucunuzda bir kesik, ruhunuzda bir kanama...

Bahçeye adımladığımda yüzüme çarpan temiz hava tüm olumsuz düşünceleri kafamdan söküp almıştı. Bakışlarımı gökyüzüne çevirip güç almak adına bir süre gözlerimi gelişigüzel şekil almış bulutlarda gezdirdim. Bulutlar hafif dalgalanıyordu. Çocukken bize masmavi dayatılan bulutların bembeyaz olduğunu, asıl mavi olanın gökyüzü olduğunu büyüdüğümüzde anlıyorduk. Belki de gökyüzüne gerçekten baktığımızda... Çocukken rengarenk olan dünyamız ileride siyahlara büründüğünde anlıyorduk. Nefes almak için gökyüzüne baktığımızda anlıyorduk. Güneş hiçbir zaman sarı olmamıştı. Bulutlar sandığımızın aksine bembeyazdı. Gökyüzü her halükarda maviydi ve hayat hiçbir zaman toz pembe olmayacaktı, çocukken sandığımızın aksine...

Derin bir nefes alıp bakışlarımı bahçede gezdirdim ve sonunda gözüme takılan simalarla içimi huzurla kapladı. Koray ve Melis benden yaklaşık elli metre ileride bahçe duvarına yaslı bir halde sohbet ediyordu. Yanlarına ulaşmam saniyelerimi alırken Koray beni görür görmez gözlerini abartıyla büyüttü.

“Bu gözler neler görüyor! Eyvah! Gökçe... Sen iyi misin kızıl goncam? Yoksa ölüyor muyum? Yok bir dakika! Yoksa... Yoksa Doruk mu-”

“Dangalak dangalak konuşma geri zekalı!”

Melis Doruk’un ölüm imasına şiddetle tepki verdiğinde bozuntuya vermeden gülümsedim. Neden böyle bir tepki verdiğine anlam verememiştim. Koray’ın da bakışları benim kadar şaşkındı fakat ikimizde o an her şeyi boş verip sohbet etmeye kararlıydık. Sanki o an aramızda isimsiz, habersiz bir anlaşma imzalamıştık ve uymak için bakışlarımızı bile anlık olarak değiştirmiştik.

“Abartma Koray! Geldiğime pişman edeceksin beni. Biraz daraldım yanınıza geleyim dedim.”

“Nasıl olabilir ya? Günün yarısında, okulda derslere girip, boş olduğu her an ders çalışan, okuldan koştura koştura işe giden bir insan nasıl daralabilir aklım almıyor!”

Koray alayla güldüğünde koluna hafifçe vurdum ve yanına geçerek sırtımı duvara yasladım.

“Ben derse girmeyeceğim.”

Dediğimde Koray ve Melis aynı şaşkınlıkla önce birbirlerine ardından bana doğru döndüler.

“Hayırdır? Kriminal olmaya mı karar verdin? Bahçeye çıkmalar derse gelmemeler falan.”

“Saçmalama!”

Derken gülmeden edememiştim.

“Sedef Hoca kütüphaneyi düzenlemem için görevlendirmiş. Biri daha varmış ama kim olduğunu sormadım.”

“Hayırdır inşallah. Hay Allah’ım bu kızın kitaplarla imtihanı ne böyle!”

Melis’e hak verircesine başımı salladım.

“Sorma... Okuldan çıkınca da sahafa gideceğim!”

“Oy benim kitap kurdum sen sıkma canını. Baktın daraldın, bütün işi yardıma gelen elemana yıkarsın.”

Gözlerimi devirerek etrafıma bakındığımda nedense Umut’un yokluğu dikkatimden kaçmamıştı. Varlığı beni bu denli rahatsız ederken yokluğunu hissetmem saçmaydı, evet. Fakat elimde değildi! Okulda nereye adım atsam her seferinde bir yerlerden çıkan çocuk ne hikmetse bugün bir kez bile karşıma çıkmamıştı. Varlığı kadar yokluğuyla da tedirgin eden, hayatıma girmeden kafamın içinde yaşamaya başlayan bu yabancı, üç gündür huzur sayılabilecek her dakikamı adeta elimden almıştı. Ah, sadece saçmalıyorum! Başımı iki yana sallayarak Koray ve Melis’in sohbetlerine dahil olduğumda geçen her dakikanın kafamı biraz daha dağıttığını hissediyordum.

“Hadi bakalım görev beklemez.”

Zil çalar çalmaz yerimden doğrulduğumda Koray abartıyla göz devirdi.

“Kitaplar kaçmayacak ya daha yeni zil çaldı bir soluklan.”

Omuz silkip Koray ve Melis’e el sallayarak gülümsedim.

“Ben kaçtım! Siz derse gitmiyor musunuz?”

Diye bir soru eklediğimde Melis gurur dolu bir tebessümle dudaklarını araladı.

“Dersin ilk beş dakikasına geç girmek öğrenciliğin şanındansın kızıl, yaz bir kenara.”

"Aklımda olacak!”

Diyerek alayla güldüğümde ikisinin de keyfi epey yerindeydi. Onlara el salladığımda gitme vaktimin geldiğini anlamış olacaklar ki aynı anda sesleri yükselmişti.

“Kolay gelsin!”

Koşar adım okula girdiğimde adımlarım zemin kata inen merdivenleri buldu. Bu okulun kütüphanesi bu kadar korkunç olmak zorunda mıydı? Zemin katta yalnızca kütüphane olmasına rağmen o da koridorun sonundaydı ve taktir edersiniz ki bu katın geleni gideni çok olmazdı. Yanaklarımı şişirerek adımlarımı hızlandırdım. Bir an önce şu ıssız koridordan kurtulmak, kütüphaneye tam anlamıyla giriş yapmak istiyordum.

Elim kapı koluna gittiğinde sakince kapıyı açtım ve içeri girerek kapıyı arkamdan kapattım. İçeride yalnızca bana haberi ulaştıran nöbetçi öğrenci vardı. O da beni görür görmez gülümseyerek ayağa kalktı.

“Hoş geldin Gökçe! Madem sen geldin ben yerime gideyim. Birazdan sana yardım edecek öğrenci gelir. Bir şey olursa giriş kattayım.”

Başımı salladığımda bu soruyu sorma isteğimi bastıramadan dudaklarımı araladım.

“Şey... Adın ne?”

“Burcu! Ve sende Gökçe’sin.”

Gülümseyerek başımı salladım ve adını bir az önce öğrendiğim enerji dolu kızın uzattığı elini beklemeksizin avucumun içine hapsettim.

“Memnun oldum.”

Diyerek keyifle mırıldandım.

“Bende memnun oldum. Kolay gelsin!”

“Sana da!”

Burcu el sallayıp kapıdan çıktığında rahat bir nefes verdim ve rafları incelemeye başladım. Raflar sahiden karman çormandı. Aman ne güzel! Kimsenin aldığını yerine koymak gibi bir huyu olmadığından bütün bir yük omuzlarıma binmişti. Bu her yerde böyleydi! Bir kafeye oturduğunuzda, yemek yediğinizde iki tabağı üst üste koymak bile zor geliyordu. Bir mağaza da kıyafet ararken reyonları birbirine katar sonrada arkamıza bakmadan uzaklaşırdık değil mi? İşin sonunda hep aynı cümle dökülürdü dudaklardan. “Bu onların işi.” Bir başkası da “Bunun için para alıyorlar.” Eh, haksız sayılmam değil mi? Böyle düşünmeyen epeyce az insan vardı ne yazık ki. Zira gördüğüm görüntünün başka bir açıklaması yoktu. Kitaplar raflarda özenli durmadığı gibi çoğu kitap kendi kategorisinden farklı bir rafa gelişigüzel bırakılmış gibiydi. Şimdiyse onların deyimiyle paçavra gibi bıraktıkları kitapları toplama görevi bana verilmişti.

Bu hayatta her ne oluyorsa bencillik denen aptal duygudan ötürü oluyordu. Neyse! Şimdi yapmam gereken bu boktan düzenin nasıl değişeceğini düşünmek değil, bu düzenin getirdiği sorumluluğumu yerine getirerek bu harabe hale getirilmiş kütüphaneyi düzenlemekti.

Bir yerden başlamam gerektiğini hissederek son raftan düzenlemeye başladığımda hala kütüphaneye gelen giden yoktu. Omuz silkip yaklaşık bir saat boyunca kitapları düzenlemeyi sürdürdüm. Geçtiğim üçüncü raftan yanlış yerde, yan yana duran kitapları çektiğim gibi korkuyla sıçradım. Raf boşluğundan elinde kitaplarla gülümseyen Umut korkuyla irkilmeme sebep oldu. Elimdeki kitaplar zeminle buluşup sayfaların karışma sesi tüm kütüphanede yankılanırken kalbimin göğüs kafesimi dövercesine, hunharca attığını duyabiliyordum.

“Korkuttum mu?”

“G-Geldiğini fark etmemişim. Keşke bir seslenseydin.”

Derken sesim sonlara doğru saf bir öfkeyle çıkmıştı. Elimde değildi işte! Hem... Bu neyin tesadüfüydü? Sabahtan beri görmemek için kırk takla attığım çocuk, koskoca okulda görevlendiren iki kişiden biriydi. İster kader deyin ister kötü bir tesadüf. Bana sorarsanız bu denk gelişin tek tasviri korkunç olmasıydı. Evet korkunçtu! Bu ne olduğu, kim olduğu belli olmayan çocukla kütüphanede kim bilir ne kadar süredir beraberdim ve çıtını bile işitmemiştim.

“Üzgünüm dikkatini dağıtmak istememiştim.”

Sinirle burnumdan nefesimi verdim. Ben abartmıyordum değil mi? Bir insan nasıl olurda geldiğini haber vermeden dibime kadar gelebilirdi?

“Dikkatimin dağılması korkutmandan daha iyi olabilirdi.”

Umut’un yüzü solarken elindeki kitapları kenara bırakıp ağır adımlarla yanıma geldi. Umut bir nefes kadar yanıma geldiğinde hiç olmadığı kadar rahatsız hissetmiştim ve midemde hareketlenen sıvı yüzünden yüzümü buruşturma isteği uyanmıştı. Kendimi zorlukla dizginleyip umuttan bir adım uzaklaştım ve kendimi toparlamak için insan üssü bir çaba verdim.

“Özür dilerim... Seni korkutmak istememiştim istersen sen gidebilirsin ben hallederim.”

Kaşlarım çatılı bir vaziyette Umut’u sertçe reddettim.

“Olmaz. Bu ikimizin görevi. Bir an önce bitirelim ve gidelim.”

Umut’un bir an önce solan yüzüne rahatsız edici gülümsemesi bir kez daha uğrarken başını salladı.

“Nasıl istersen. Öyleyse kapı tarafındaki rahtları ben hallederim sende duvar tarafıyla ilgilenirsin.”

Umut’a cevap vermektense başımı sallayıp bir az önce korkudan elimden düşürdüğüm kitapları eğilerek toparladım ve içimdeki dizginleyemediğim tedirginlikle düzelttiğim rafa devam ettim.

Aklımdan bin tane senaryo geçerken dikkatimi kitaplara vermem mümkün görünmüyordu. İçimdeki rahatsızlık hissi onunla yalnız kaldığım bu kütüphanede biraz daha su yüzüne çıkmıştı. Belki de masum gibi gözüken bu çocuk bir seri katildi ya da bir tacizci belki de bir organ mafyası! Ah! İyiden iyiye kafayı yiyordum. Aslına bakarsanız yaptığım çıkarımlar pekte yersiz sayılmazdı. Ne de olsa karşımda yalnızca ismini bildiğim bir çocuk duruyordu. İnsanın ailesini bile tanıyamadığı bu dünyada, yalnızca ismini bildiğim bir çocukla okulun zemin katındaki kütüphaneyi düzenlemenin beni germesi, korkutması şaşılacak bir şey olmasa gerekti. Ancak şu an bu kuruntuların hiç sırası değildi! Bir an önce düzenlemem gereken rafları düzenleyip bu kütüphaneden çıkıp gitmeliydim.

*** 

Kollarım, bacaklarım ve gerginlikten gümbür gümbür atan kalbim yorgunluktan bitap düşmüş haldeydi. Sonunda elimde kalan son birkaç kitabı yerine yerleştirdiğimde rahat bir nefesin dudaklarımdan kayıp gitmesine izin verdim.

İşim bittiğinde dudaklarımı istemsizce araladım. Onun gibi habersizce çıkıp gitmekte bir seçenekti fakat bu kez ona kızmamın bir anlamı kalmayacaktı. Hem belki bu hareketim ona bir nebze de olsa insanları korkutmaması, habersiz gidip gelmemesi gerektiğini öğretebilirdi değil mi?

“Umut?”

Ses yok.

“Umut? Benim işim bitti.”

Ses yok, nefes yok adım sesi desen yok. Kimse yok. Raflar toplanmış düzenleniş ve sessiz sedasız çıkıp gidilmiş. Bir gölge gibi. Beynim bana oyun oynuyor olabilir miydi? Böyle biri aslında hiç olmayabilir miydi? Yoksa en sonunda deliriyor muydum? Belki de sahiden delirmiştim. Aslında Umut hiç var olmayan, beynimin yarattığı hayali bir karakterdi. Belki de koca kütüphaneyi saatlerce farkına bile varmadan tek başıma toplamıştım...

Yüzümü sıvazlayıp başımı iki yana salladım ve kütüphaneyi son kez kontrol edip kapıya ilerledim. Bu denli delirmiş olamazdım! Henüz değildi... Umut gerçekten vardı, evet. Fakat ciddi anlamda iletişim problemi olan bir çocuktu. Zira geldiği gibi giderken de sessiz sedasız gitmişti. Kapıya birkaç adım yaklaştığımda kapının yanındaki masanın üzerinde geldiğimde olmayan bir kağıt gözüme çarptı. Titrek bir nefesle dosya kağıdını elime aldığımda koca kağıtta yazılı olan, alt alta üç kısa cümle gözlerimin esiri oldu.

Yaralı bir geçmiş, geleceğe iz bırakır.

Kirli bir geçmiş geleceği kirletir.

Kirli bir gelecekse aslında hiç gelmemiştir.

Doruk Çakır Arsal’ın ağzından:

Hayatın zorlukları, yürüdüğümüz taşlı yollar, ayaklarımıza batan taşlar, tutunmak için destek aldığımızda ellerimizi kanatan duvarlar. Hayat hep böyleydi değil mi? Hep bir yarış süresiz savaş... Uyurken rüya bile göremeyecek kadar yorgun olduğunuzda hayata bir düşmanlık besliyordunuz. Dinlenmek için uyuduğunuz uykulardan yorgun uyandığınızda işte diyordunuz, benim düşmanım! Kendi hayatım! En büyük düşmanım sürdürmeye çalıştıkça süründüren hayatım. Güç almak için tutunduğumda elimi kesen duvarlar, dinlenmek için uyandığımda beni yoran kabuslar...

Göz kapaklarımı araladığımda yanımdaki boşlukla nefesimin sıkıştığını hissettim. Benim nefesim oydu. Benim nefesimi kesebilecek tek şeyse onun yokluğuydu. Kafamı telaşla kaldırdığımda sınıf bomboştu. Başımı cama çevirdiğimde bahçede gördüğüm görüntü titrek bir nefesle beraber rahatlamamı sağladı. Gökçe, Melis ve Koray bahçede birlikteydi. Güzeller güzeli kızıl saçları sırtından dökülürken gülümsemesi göz kamaştırıyordu. Gözleriyse ömrümün geri kalanıydı. Kayıplarımdı, iyikilerimdi, düştüklerimdi, kalktıklarımdı. Onun bakışları ebedi meskenimdi, yuvamdı.

O öylesine bana karışmıştı ki yanımda olmadığında sanki eksiktim. Hiçtim. Onu beden çıkartan bir denklem varsa, o denklemin sonucu koca bir hiçti. Onun benden gitme ihtimali sondu. “Dünyanın sonu değil.” Derler. Her ne olursa olsun bu cümleyi duymanız kaçınılmazdır. Fakat bilmedikleri bir şey vardır, bazı şeyler sahiden dünyanın sonudur. Herkes içinse son bambaşkadır. Herkesin kaybı acısı kendineydi. Kimseyi acısıyla, kaybıyla yargılamak doğru değildi. Sizin kolaylıkla “Aman, dünyanın sonu değil ya!” diyerek verdiğiniz öğüt, bir bakmışsınız dünyanın sonu olmuş. Herkesin hikayesi farklıdır, her hikayenin sonuysa bambaşkadır. Acı özneldir. Herkesin acısı ona en büyüktür. Herkesin kaybı en büyük kayıptır... Gökçe’nin duyamadığım kahkahası zihnimi adeta temizlerken Hafifçe tebessüm ettiğimde tedirginliğimi üzerimden atmak için elimi yüzümü yıkamak istedim ve kapıya doğru ilerledim. Bedenim kapıdan ayrılmak üzereyken sınıfa girmeye yeltenen beden, aniden bedenime yapışmıştı. Sarı, uzun saçlar göz hizama girdiği an kendimi geriye çektiğimde karşımdaki kız sendeledi. Hiçbir şey söylemeden yanından geçeceğim sırada sesiyle yerimde rahatsızca kıpırdandım.

“Kusura bakma görmedim.”

Cevap vermediğimde bozuntuya vermeden elini bana doğru uzattı.

“Ben Ayda.”

Israrla elini indirmeyen kıza karşı tek yaptığım ellerimi ceplerime yerleştirmek ve sert bakışlarımı üzerine doğrultmak oldu.

“İlgilenmiyorum.”

Karşımdaki -şimdiden adını bile unuttuğum- kızın bozulan yüzünü umursamadan yanından geçip gittiğimde üzerimi sanki kirlenmiş, tozlanmış gibi silkeledim ve lavaboya girerek buz gibi suyu açtım.

Gökçe’nin sesi hariç duyduğum her ses gürültüydü. Onun dokunmuşu hariç bedenime değen her bir temas kirdi, tozdu, pislikti. Ellerimi ve yüzümü defalarca soğuk soyla yıkadığımda kendime yeni yeni gelebilmiştim. Bugün her zamankinden biraz daha yorgun hissediyordum. Dün gece uyumamış, hastaneye gitmiştim. Selim’le yarış saatim gelene dek sohbet etmiş oyunlar oynamıştık. Sonrası yarışa gidip gelmemden ibaretti. Evde uyuduğum bir saatlik uyku gözlerimi dinlendirmeme bile yetmemişti. Neyse ki bu akşam of günümdü ve güzel kızım kollarım arasındayken dilediğim kadar uyuyabilecektim.

Bazen sıradan bir uykuya bile hasret kalabiliyorduk ve bazı şeylerin kıymeti olmadığı zamanlarda gün yüzüne çıkıyordu. Bazen isteyerek ödün verdiğiniz uykulara gün geliyor vakit bile bulamıyordunuz. O zaman anlıyordunuz kıymetini bilmeyi. O zaman anlıyorduk ulaşamadığımız her şeyin elimizdeyken ne denli değerli olduğunu. Ulaşamadığımızda anlıyorduk...

Yeniden sınıfa girdiğimde sınıf biraz daha canlanmıştı. Yerime oturduğumda uyumayı reddederek arkamı yaslandım ve daha önce yüzlerine dahi bakmadığım sınıf arkadaşlarımda gözlerimi gezdirdim. Şimdi isimlerini sorsanız isimlerini bile bilmezdim fakat hepsine karşı göz aşinalığım vardı. Evet dört yıllık sınıf arkadaşlarımın yüzlerini bilmek bile benim açımdan bir marifetti zira okul zamanlarını -sınavlar haricinde- uyumak için bir fırsat biliyordum. Krizi fırsata çevirmek bu olsa gerekti. Zilin çalması ve sınıfın giderek dolmasına karşın benim gözüm kapıdan bir türlü ayrılmıyordu. Gökçe ve Koray’ın kapıdan girecek olan bedenlerini beklediğim birkaç dakika adeta senelerime bedeldi. Ve sonunda beklediğim bedenlerden biri keyifle sınıfa adımladı. Koray geldiğinde kendi sırasına oturmayı es geçip bedenini yanıma bıraktı ve keyifle sırttı.

“Ooo kardeşim! Güzellik uykundan uyanmışsın hayırdır?”

“Zevzeklik yapma Koray. Gökçe nerede?”

“Hayda! Söylemedi mi sana?”

Kaslarımın gerginlikle gerildiğini hissettiğimde yanaklarımı saran sıcaklık öfkeyle harmanlanmış bir tedirginlik hissiydi.

“Neyi?”

“Sedef Hoca, kütüphaneyi toparlaması için onu görevlendirmiş. Bu dersten muaf olacak.”

“Neden? Başka bulamamış mı kimseyi?”

“Merak etme biri daha gidecekmiş yardıma.”

Gerilen bedenim mümkünmüş gibi biraz daha gerilirken kaşlarım neredeyse birleşmek üzereydi.

“Kimmiş o biri?”

“Kardeşim bir sakin ol. Kimse yemez manitanı rahatta kal.”

“Koray!”

“Bilmiyorum ağabey vallahi. Bak Sedef Hoca geldi. Biraz derste tut şu kaz kafanı. Madem uyandın bir işe yara.”

“Ama-”

“Doruk hadi ağabey hadi! Bu ders blok. Bittiği gibi aşağı iner alırız senin kızı.”

Sedef hoca bir anda derse giriş yaptığında çaresiz bir halde arkamı yaslandım ve felaket senaryolarımın kafamın içinde peşi sıra sıralanmasına izin verdim. Yalnızca bir buçuk saat bu ızdıraba katlanacak, ardından aşağı inip Gökçe’ye sarılacaktım. Öyle sıkı sarılacaktım ki tüm tedirginliklerim toz olup yitip gidecekti. Korkularım dağılacaktı. Bana kalansa, onun saçlarından yayılan manolya kokusu olacaktı.

*** 

“Hızlı ol Koray!”

“Okuldayız Doruk sakinleş!”

Kaybetme korkusu kazanmadan anlanamazdı. Gökçe benimle olmasa onunla olmanın ne denli değerli, özel bir şey olduğundan habersiz olacaktım ve onu kaybetmem için bir sebep kalmayacaktı. Fakat bir kere benim olmuştu. Bir kere onun olmuştum. Göğsümde uyumuş, dört duvarımı ev yapmıştı. Bir kere gelmişti hayatıma, kalbime. Bir daha çıkamazdı. Biz birbirimizi sevdiğimiz sürece ne Gökçe benden ne de ben ondan gidebilirdim. İşte kaybetme korkusu tam da burada devreye giren, aşağılık bir duyguydu. Damarlarınızda dolaşır sizi mahvederdi. Öldürmezdi evet, fakat ölümden beter ederdi.

Kaybetmekten ölesiye korktuğunuz birini kaybettiğinizde, ölmek için yalvarırdınız fakat ölmezdiniz.

Başımı iki yana sallayıp olumsuz düşüncelerimi bir kenara iterek zemin katta koşar adım kütüphaneye ilerlemeye başladım. İşte! Beklediğim fakat konduramadığım boşluk hissi. Gökçe yaklaşık iki saattir benimle değildi. Bir belirsizlikti. Yoktu! Yokluğu içime değil kalbime dert, ağrı, geçmeyen sızıydı. Tüm kütüphanede yankılanan sesim koca bir sessizlikle cevap alırken sinirden ellerimin titrediğini hissediyordum. Korku duygusu bedenime siniri hiç ummadığım bir anda aşılamış gibiydi.

Öfke, çaresizlik, korku...

“Sakin ol ağabey kız belki tuvalete falan gitmiştir olamaz mı?”

Başımı bir kabullenişle sallayarak kütüphaneden bir hışımla çıktığımda kalbim deli gibi atıyordu. Gökçe şu an birçok yerde olabilirdi. Tuvalet, kantin, sınıf, bahçe, koridor... Peki ya bunu bildiğim halde içimdeki bu yersiz huzursuzluk niyeydi? İçimden geçen bu endişe, öfke, korku neyin nesiydi?

Her yere bakmamıza rağmen en ufak bir ses yoktu. Ta ki üçüncü kata ulaşana kadar... Bağırış sesleri boş bir sınıfın önünden yükselirken tanıdık sesle neredeyse koşarak kapıya ulaştım ve kapı eşiğinden delirmiş gibi elindeki kağıdı karşısında afallamış gözlerle onu seyreden çocuğa adeta savurmasına birkaç dakika tanık oldum.

“Ne yapmaya çalışıyorsun ha? Bu ne saçmalık!”

“O her neyse haberim yok!”

“Öyleyse neden sessizce çıktın ha? Neden haber vermedin? Orada sen ve ben vardık sadece!”

“Gökçe!”

Onları tepkisiz bir halde izleyen kalabalığı yarıp Gökçe’nin yanına ulaştığımda yüzünün bembeyaz olduğunu anlık olarak fark ettim. Yüzü bembeyaz, gözleri alevlerle sarılmış gibiydi. Bakışları saf bir öfkenin çemberi altındaydı.

“Ne oluyor güzelim?”

“Şuna bak! Benimle alay etmeye gelmiş!”

Gökçe’nin uzattığı kağıdı aldığımda gözlerim alt alta dizili üç cümlenin üzerinde oyalandı.

Yaralı bir geçmiş, geleceğe iz bırakır.

Kirli bir geçmiş geleceği kirletir.

Kirli bir gelecekse aslında hiç gelmemiştir.

Çatık kaşlarla aynı cümleleri defalarca okudum. Sonunda kağıdı yeniden Gökçe’ye uzatarak Gökçe’nin beline kolumu sıkıca sardım ve bedenini bedenime yasladım.

“Neler dönüyor burada?”

“Bu manyak günlerdir gölgem gibi beni takip ediyor! Şu yazdığı saçmalıklara bak!”

Sinirden gözümün döndüğünü hissettiğimde ne zaman Gökçe’nin bedenini bırakıp o çocuğun yakasına yapıştım inanın farkında bile değildim.

“Ne istiyorsun lan Gökçe’den?”

“Ben-”

“Sen nasıl benim sevgilimi takip edersin piç!”

Yumruğum kim olduğuna bile dikkat etmediğim çocuğun yüzüne inerken beni tutmaya çalışan kim varsa umursamadan çocuğa yumruk savurmayı sürdürüyordum. Ta ki aralardan içeriye sızan o yabancı, gür sese kadar.

“O değil! Ben yazdım! O benim kağıdım!”

Her cümlesini oldukça sesli ve kendinden emin bir edayla söyleyen kız son yumruğumun hava da asılı kalmasına sebep olurken gözlerim Gökçe’nin şaşkın gözleriyle buluştu.

“B-Burcu?”

Gökçe’nin dudaklarından dökülen isim bana oldukça yabancıysa da Gökçe’ye pek yabancı değil gibiydi. Fakat asıl soru bu değildi. Yumruklarımı dakikalardır suratında patlattığım bu çocuk kimdi ve Gökçe’den ne istiyordu? Gökçe bu çocuğu ve bu kızı nereden tanıyordu? Ah! Burada neler oluyordu böyle?

BÖLÜM SONU

Loading...
0%