Yeni Üyelik
28.
Bölüm

26.BÖLÜM: TESELLİSİ OLMAK

@peteichor_

Kız: ‘O gelmez artık!’ dedi.

‘Nereden biliyorsun?’ dedim.

‘Gidişinden belliydi!’ dedi.

Sabahattin Ali

26.BÖLÜM: TESELLİSİ OLMAK

Küçükken her zaman bir oyuncaktansa kanlı canlı bir arkadaşa ihtiyaç duyardım. Bana alınan onlarca oyuncağı değil de kanlı canlı, yanımda olan, ellerimden tutan bir oyun arkadaşını yeğlerdim. Yalnızlıktansa ne olursa olsun bir başkasını dilerdim. Belki de ondandı yaşadığım kötü deneyimler. Hayatıma girip dağıtıp çıkanlar. Göz yumduğumdandı. Sessizliğimden, yalnızlığımdandı. Ben öylece hayatımın kapılarını açardım. Biri gelir yalnızlığıma kollarını sarardı bense o sarılmaya sığınırdım. Yalnızdım ne de olsa. Muhtaçtım tek bir sarılmaya... Dökeceğim onlarca gözyaşına, kalp kırıklıklarıma rağmen hep sığınırdım beni saran kollara.

Gözlerim onun gözleriyle buluşurken göz bebeklerim titredi. Kalbimde bir uyuşukluk peyda oldu. On yedi yıllık koskoca hayatımda yalnızlığıma sıkı sıkı sarılıp bir gün bile bırakmayan, kollarını bile gevşetmeyen bedeni öylece süzdüm. Doruk Çakır Arsal... Benim yüzümden değil benim için müdürün karşısında dimdik duruyordu. Beni korumaya çalıştığı için değil koruduğu için buradaydı. Beni arkasına sakladığı için buradaydı. Müdürün ona attı sert bakışları, hoyrat sözleri dert etmeyecek kadar fazla seviyordu beni. Beni kalbine almamıştı o, beni kalbi yerine koymuştu. Öyle biri gelirdi ki kalbinize girmezdi, kalbiniz olurdu. Bir bakardınız göğüs kafesinizde atan kalp artık sizin değil onun bir parçasıydı. Artık siz yoktunuz o vardı.

“Ama hocam-”

Doruk’un itirazıyla bedenim düşüncelerimden bağımsız hareketlendi ve bir anda adımlarım Doruk’un yanında bedenimi durdurdu. O an düşüncelerim değil kalbimin iradesine hakimdim. Ve kalbim, Doruk’un arkasında olacakları beklememi reddediyordu. Ona olan bana da olsundu. Biz birlikte değildik ne de olsa. Biz birdik. Onu gördüğüm ilk andan beri ona karışmıştım şimdi ayrı durmak kalbime, ruhuma ihanet olurdu. O ya da ben fark etmezdi. Bunca zaman onca felakete birlikte göğüs germişken böyle bir olayda onu yapayalnız bırakamazdım.

“Benim suçum. Kavgayı ben başlattım-”

“Gökçe-”

Doruk’u umursamadan dudaklarımı araladım.

“Madem Doruk’u okuldan atacaksanız öyleyse durmayın. Beni de atın.”

 

Müdürün yüzündeki gerilen kaslar beni korkutmuyor aksine yüreklendiriyordu. Belki Doruk’a boş tehditler savurabilir, hatta onu okuldan bile atabilirdi. Fakat benim için işler farklıydı. Bir kavga için okulunun ortalamasını taşıyan, belki de okulunun üniversite kazanacak potansiyeldeki sayılı öğrencilerinden birini okuldan atmak büyük bir tepki uyandırırdı.

 

“Gökçe, kızım bu hayta için geleceğini yakma.”

 

“Eğer siz Doruk’u benim sebebiyet verdiğim bir kavga sonucu okuldan atacaksanız benim burada kalmam doğru olmaz hocam, üzgünüm-”

 

“Ben şikayetçi değilim.”

 

Umut... Yanımızda öylece dikilen Umut Doruk’u da beni de şaşırtacak bir şekilde konuşmamıza dahil olduğunda çok değerli müdürümüzün kaşları gevşeyerek havalandı.

 

“Emin misin oğlum?”

 

“Evet hocam. Basit bir yanlış anlaşılma.”

 

Birkaç dakika sessizce akıp giderken odaya dört farklı nefes, dört farklı kalp atışı hakimdi. Herkesin aklında bir başka düşünce, bir başka endişe vardı. Saygıdeğer müdürümüz okulunun güzide öğrencilerini kaybetmek istemezken, Doruk umursamaz bakışlarıyla Umut’u süzüyordu. Umut’sa gözlerindeki ifadesizliği olabildiğince yansıtıyor, ne düşündüğü anlaşılmıyordu. Tabii amacı da öyle.

 

O kız... Burcu, o kağıtta yazanın yazdığı basit şiirlerden biri olduğunu savunurken hiç inandırıcı gelmiyordu. Bu işte bir iş vardı. Vardı ama neydi? Bilmiyordum. Öğrenmenin tek yoluysa Umut’tan geçiyordu. İster his deyin ister iç gücü. Her ne haltsa bana Umut denen çocukta bir şeyler olduğunu adeta bas bas bağırıyordu. Şimdilik bu hislerimi kendime saklamaya karar verdim. En azından şu olaylar durulsun ve unutulsundu. Özellikle Doruk bu olaya bu kadar dahil olmuşken başını daha fazla belaya sokup eğitim hayatının lisenin bitmesine birkaç ay kala bitmesini istemiyordum. Onu bekleyen kocaman bir gelecek vardı ve Doruk’un geleceği bu yaşanan saçmalıklardan daha fazla önem taşıyordu. Özetle en iyi bildiğim şeyi yapacaktım. Susacaktım...

 

“Bakın gençler, okulumda daha fazla huzursuzluk, kargaşa istemiyorum. Şurada kalmış üç ayınız onu da efendi efendi bitirip mezun olun. Şimdilik bu durumu görmezden geliyorum ama bir daha bir kavganızı, bir vukuatınızı göreyim -özellikle Doruk efendinin- gözünüzün yaşına bakmam kovarım sizi. Anlaşıldı mı?”

 

Bu uzun soluklu konuşmanın ve boğucu ortamın bir an önce sonlanmasını umut ederek üçümüzde bir ağızdan fısıldadık.

 

“Anlaşıldı hocam.”

 

“Öyleyse doğru sınıfa.”

 

Başımızı sallayarak odayı terk etmemiz saniyelerimizi alırken ilk hareket Doruk’tan gelmişti.

 

“Bana bak Umut musun nesin? Seni bir daha bu kızın etrafında görürsem değil müdür sülalesi gelse elimden alamaz anladın mı?”

 

“Kimsenin etrafında olduğum yok.”

 

Doruk’un kolunu sıkıca saran parmaklarım gözlerimizi buluştururken dudaklarımı titrek bir nefes eşliğinde araladım.

 

“Doruk gidelim lütfen iyi hissetmiyorum.”

 

“Gidelim güzelim. Bu iş burada bitmedi.”

 

“Göreceğiz.”

 

Umut’un fısıltısını duyduysak da Doruk daha fazla cevap vermedi ve elimi sıkıca tutarak oradan hızla ayrılmamızı sağladı. Ona iyi değilim demem yetmişti, laf kalabalığına lüzum görmemişti...

 

“Bunu konuşacağız Gökçe Hanım. Kurtuldum zannetme.”

 

“Ama-”

 

“Eve gidiyoruz ara Ali ağabeyi gelemeyeceğini söyle.”

 

Israr edeceğim sırada Doruk gözlerime öyle bir baktı ki tüm cevaplarım boğazıma takılıp kaldı. Neye takıldığını tabii biliyordum. O an ki sinirimle içimde biriken tüm cümleler dudaklarımdan taşmıştı. “Bu manyak günlerdir gölgem gibi beni takip ediyor.” Bu cümleyi kurduğumu çok net bir şekilde hatırlıyordum ve bu cümle Doruk’u delirtmeye yetecek bir cümleydi. Günlerdir böyle bir rahatsızlığım vardı fakat bu rahatsızlığımı Doruk’la paylaşmaktansa içime atmış, bu sıkıntıyı tek başıma sırtlamıştım. Sıkıntıyla nefesimi dışarıya verdiğimde başıma gelecekleri sabırla beklemeye karar verdim zira Doruk’un siniri başka çarem olmadığını avaz avaz haykıracak türdendi.

 

Ne zaman okuldan çıktık ne zaman eve vardık inanın farkına varamamıştım. Sanki kum saatinin içindeki kumlardık ve ters çevrildik. Öyle bir hızla yeri boyladık ki zaman kavramı bile yok olup gitti. Eve girdiğimizdeyse aramızda bir ölüm sessizliği hakimdi. Ne Doruk bir şey soruyordu ne de ben ağzımı açabilmiştim. İkimizde adeta bir beklenti çemberinin ortasında duruyor, birbirimizden bir adım bekliyorduk. Bedenim koltukta tedirgince otururken gözlerim her yerde geziyordu. Bir perdede bir halıda olan gözlerim ara ara kapıyla buluşuyordu. Adeta kaçacak delik arıyordum.

 

Dakikalar geçti. Oturduğum koltuk daraldı, duvarlar üzerime geldikçe geldi ve sessizliğin görünmez elleri boğazımı sıkıca sardı. Boğulduğumu somut bir şekilde hissettiğimdeyse dudaklarım kendiliğinden aralandı.

 

“Doruk ben-”

 

“Sen? Evet sen? Umarım Umut denen çocuğun seni rahatsız ettiğini hatta seni takip ettiğini bana söylememenin geçerli bir sebebi vardır.”

 

“Ben söyleyecektim-”

 

“Söylemedin Gökçe!”

 

Sesi öylece yükselirken bedeni sesinin beraberinde ayaklandı ve bedenim oturduğum koltukta mümkünmüş gibi biraz daha küçüldü.

 

“O it seni rahatsız ediyorsa bana söyleyecektin Gökçe! Ya sana bir şey yapsaydı? Ya manyağın tekiyse? Bana nasıl söylemezsin aklım almıyor benim!”

 

Yutkunarak usulca ayaklandım.

 

“Başında onca dert varken birde bununla uğraş istemedim Doruk. Zaten sana yeterince yük oluyorum-”

 

Doruk son cümlemin mantıksızlığına karşı kocaman bir kahkaha attı. Bu kahkaha mutluluktan uzaktı. Bu kahkahada hayal kırıklıkları saklıydı. Bu kahkahada binlerce ‘keşke’ milyonlarca ‘neyse’ saklıydı.

 

“Bana yük mü oluyorsun? Gerçekten mi?”

 

Doruk’un sesindeki öfke, hayretle uyum içinde havaya karışırken sertçe yutkundum. Bunu söylemem anlamsızdı biliyordum fakat tek istediğim onu kırmadan, üzmeden bu olayı kapatmaktı.

 

“Ben öyle demek istemedim sadece-”

 

“Sen bana yük değil ev oldun Gökçe. Geçmiş karşıma birde bununla uğraşmanı istemedim diyorsun. Sen benim hayatımsın anasını satayım sikmişim derdini! Sen benim hiçbir zaman derdim ya da yüküm olmadın! Sen benim yuvamsın, sığındığımsın, hastalığım değil ilacımsın Gökçe.”

 

Gözlerimi uzunca kapattığımda nefes alamadığımı hissetmiştim. Nefes almak... Hayatımın en zor savaşıydı sanki. Tam şu dakika ciğerlerim en ufak bir nefes kırıntısını almayı kabul etmiyordu. Doruk burnundan sert bir nefes bırakıp buruk bir gülümsemeyi dudaklarında taşıdı.

 

“Eyvallah kızıl. Bana kendini yük gördün ya, canın sağ olsun. Ben seni evim bilmiştim, meğer sen kendini yüküm olarak görmüşsün.”

 

Doruk birkaç adımını kapıya doğru yönelttiğinde panikle kolunu yakaladım.

 

“Nereye gidiyorsun?”

 

“Hava alacağım.”

 

“Bende geleyim-”

 

“Gelme Gökçe. Kalbini kırmak istemiyorum.

 

Doruk’un kolunu saran parmaklarım gevşerken sertçe yutkundum.

 

“Ne demek gelme? Bende geleceğim! Hem kır Doruk. Ben seni kırdım sende beni kır!”

 

Doruk’un dudaklarına buruk bir tebessüm uğrarken sağ gözümden bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü.

 

“Sen beni kırmadın be Gökçe. Sen beni paramparça ettin. Ama ne var biliyor musun? Ben sana kıyamam. Seni kıracağıma tuzla buz olurum.”

 

Dedi sessizce ve gözlerini gözlerimden ayırıp kapıya sabitledi.

 

"Kapıyı arkamdan kilitle.”

 

Parmaklarım Doruk’un kolundan kayıp giderken Doruk acımasızca kapıyı çarpıp çıktı. Doruk beni ardında bırakmış, kapıyı çarpıp çıkmıştı. Beni kırmamak için çıkıp gittiği bu kapı, kalbimi darmadağın etmişti.

 

Ayaklarım bedenimi taşıyamazken zorlukla birkaç adım atmayı başarmış ve bedenimi koltuğa bırakmıştım. Aptallığım tutmuştu! En olmayacak zamanda, en olmayacak şekilde aptallığım tutmuştu. Bana yuvam diyen çocuğun yükü olduğumu söylemiştim. Ona yük olduğumu söylemiştim. Onu zaafından vurmuştum. Onu kendimden vurmuştum. Onun zaafı olduğumu bile bile onu kendimle cezalandırmıştım. Şimdi gitmişti. Öyle bir gitmişti ki dönmesi mucize gibi gelmişti. Göz yaşlarım yanaklarımı ıslatırken koltuğa uzandım ve göz yaşlarımın yastığı ıslatmasına izin verdim.

 

Kalbim ağrıyordu. Nefesim sıkışıyordu. Artık karanlıktan daha çok korktuğum bir şey vardı, Doruk Çakır Arsal’ı kaybetmek. Gözlerimi kapattığımda tüm korkularımla burun buruna geldim. Hayatla karşı karşıya kaldım. Kokularımı arkasından çıkartıp önüme koydu. Tek tek tüm korkularımı karşıma dizdi. Önce zifiri karanlık bir odaya bıraktı bedenimi. Ruhumun korkuyla irkildi. Sonra önüme Doruk’un önce var olan sonra yok olan ellerini, bakışlarını, bedenini koydu. Doruk ellerim arasından kayıp giderken bu kez ruhum korkuyla irkilmekle kalmadı, ruhum feryat etti. Doruk Çakır Arsal en büyük korkumu yenmemi sağladı. Şimdiyse en büyük korkum onun yokluğuydu. Öylece gidemezdi. Bir kere ellerimi tutmuştu, bir kere sığınmıştı bana, bir kere yuvam demişti. Şimdi yuvasından, evinden çıkıp gidemezdi. Bu ev onsuz dört duvardan fazlası değildi.

 

Ayaklarım zar zor hareket ederken dışarıdan yükselen şimşek sesini umursamadan kendimi dışarıya attım. Önce etrafıma baktım sanki hala burada olma ihtimali varmış gibi. Fakat yoktu. Yokluğu şaşırtmamıştı... Göz kapağımın üzerine damlayan yağmur damlası saniyeler içinde sağanak bir yağmura dönerken umursamadan sahile giden yolu takip ettim. Gökyüzünden düşen her bir yağmur damlası gözyaşımla bir olup yanağımdan usulca süzülüyordu. Bulutlar benimle ağlıyordu sanki. Gözyaşlarım az gelmişti ve katılmak istemişlerdi hüznüme.

 

Adımlarım dakikalar içinde sahile ulaşırken etraf bomboştu. Kimse yoktu. Tepeden tırnağa sırılsıklam olduysam da umurumda bile olmamıştı. Tek istediğim Doruk’u bulmak, evimize dönmekti. Dakikalarca sahilde dönüp durduktan sonra iki beden gözlerime takılmıştı. Önce bir elimi gözlerime siper edip emin olmayı denedim. Adımlarım o iki bedene giderek yaklaşırken hararetle tartıştığını fark ettim tanıdık simaların yüzü netleşti.

 

Doruk ve Melis. Kaşlarım olabildiğince çatılırken yükselen sesleri yağmurun gürültüsüyle bir oldu ve onları duymamı engellemeyi başardı.

 

Bir adım,

 

İki adım,

 

Onlara kalan birkaç adım mesafeyi tamamlayamadım. Tamamlayamazdım. Tamamlayamayacaktım. Hızla arkamı döndüm. Dayanamadığım bu görüntü karşısında bulabildiğim tek yol arkamı dönmek olmuştu. Başka çarem yokmuş gibi, arkamı dönmem onları görmemem için yetmiyormuş gibi gözlerimi sıkıca kapattım. Bir gök gürültüsü tüm sesleri sustururken bir daha nefes almamayı diledim.

 

Melis Doruk’un dudaklarına uzandığında dünyanın bir daha dönmemesini, bir daha nefes almamayı diledim. Ben Gökçe Bal Hazer, yıllar sonra bulduğum dostum, hayatımın aşkını öperken bir daha kimseye güvenmemeyi diledim.

 

Doruk Çakır Arsal

 

Evden bir hışımla çıktığımda aklımın hala Gökçe’de olmasına lanetler savurdum. Bana yük olduğunu söylemişti! Saçmalığın daniskasıydı bu. O bana yük olamazdı! O bana dert olamazdı! Ama Gökçe onun için yaptığım onca şeye rağmen, geçirdiğimiz onca zamana rağmen hala benim için ne anlam ifade ettiğinin anlayamamıştı. O çocuk onu rahatsız ederken ben sırada uyuyordum ve bunun telafisi, bana dert olmak istememesiydi! Ayağıma takılan taşa bir tekme savururken sinirden deliye dönmek üzereydim. Üzerimdeki bu sinir hayal kırıklığıyla harmanlanırken nefesimin daraldığını hissettim. Hızla cebimde her zaman varlığını koruyan astım ilacımı dudaklarıma dayadım ve birkaç nefesin dudaklarımın arasından ciğerlerime ulaşmasına müsaade ettim.

 

Gökçe şimdi ağlıyor olmalıydı. Onu o evde yalnız bırakıp çıktığım için kendime lanet ettim. Fakat biliyordum, yanında kalsaydım kalp kırıklıklarım onun ruhuna batacaktı. Onu daha fazla kıracak, yaralayacaktım. Bende kolay olanı seçtim, kaçtım. Evden kaçtım, evimden kaçtım. Derin bir nefes aldığımda telefonumdan yükselen melodiyle hızla cebimden çıkarttığım telefonu kimin aradığını görmeden kulağıma dayadım ve karşıdan gelecek sesi sabırla bekledim.

 

“Çakır?”

 

Melis’in sesiyle kaşlarım hayretle havalandı. Gökçe Melis’e yaşadığımız tartışmadan bahsetmiş olmalıydı. Yiyeceğim azara ön hazırlık yaptıktan sonra dudaklarımı bıkkınlıkla araladım.

 

“Melis?”

 

“Konuşabilir miyiz?”

 

“Gökçe’yle ilgiliyse-”

 

“Bizimle ilgili.”

 

Dedi bir seferde. “Biz” Kimdik demek istedim fakat o an Melis’i sorgulayacak gücü kendimde bulamamıştım.

 

“Acil mi?”

 

Diye sorarken acil değil demesini umuyordum fakat Melis umutlarımı parçalayacak cevabı vererek yanılmamı sağladı.

 

“Acil. Lütfen...”

 

“Pekala, sahile gelebilir misin?”

 

Sahile gideceğim için Melis’i de sahile çağırmam doğru gelmişti. Bir odada, evde ya da boğucu bir ortamda bulunmam için doğru bir zaman değildi bu yüzden sahil benim için bir kaçıştı.

 

“Geliyorum.”

 

Telefonu yeniden cebime koyduğumda gökyüzünü aydınlatan şimşek sahile uzanan adımlarıma engel olmadı.

 

Adımlarım sertti, yorgundu ve kırgındı. Bazen biri gelirdi ve sizi öyle bir kırardı ki paramparça olurdunuz. Adımlarınız bile kırgınlaşırdı... Abartıyorsun diyenleriniz vardır. İyice büyüttüğümü düşünenleriniz... Fakat kırgınlık cümlelere değil, cümleleri edenlereydi. Şimdi sokaktan geçen biri geçseydi karşıma, bana hakaretler savursaydı gıkım çıkmaz, kalbim oynamazdı. Fakat kalbimin ta kendisi olan o kişinin savurduğu bir cümle paramparça olmam için yeterli olmuştu. Kırgınlıklar cümlelere değildi, cümlelerin sahiplerineydi. Sizi yıkan her zaman onlarca insan olmazdı bazen birinin tek bir dokunuşu sizi yere sererdi.

 

Sahile ulaştığımda bedenim kayalıklara yaklaşırken donup kaldı. O an gözlerimin önüne Gökçe’nin yüzüne dağılan çilleri gelince kendime lanet ettim. Aklımdan bir an olsun çıkmayan kızıl saçlı, yaralı kızımın çillerini gördüğüm ilk anın zihnimde canlanması ölümden farksızdı. İkisi de nefes kesiciydi...

Bir anda Gökçe’nin beline dolanan kollarım ikimizi de denizin içine bırakırken suyun altında gözlerimi açıp Gökçe’nin gözlerine değdirdim. Nereden çıktığını anlamadığım, inatçı keçinin ürkek gözlerine... Ellerim Gökçe’nin belini daha sıkı kavrarken Gökçe’nin kolları omzumdaydı. Omzumu öyle bir sıkıyordu ki onu bırakacağımdan endişe eder bir hali vardı. Aptal kız. Onu bırakmayacağımdan haberi yoktu.

Bana tutunan, benden güç alan kimseyi yarı yolda bırakmazdım ben. İki elim kanda olsa yine tutardım. Bana sığınan kimseyi kapıda bırakmazdım. Babam... Selim Arsal bana bunu öğretmişti. Hayatımda var olduğu beş yıl içinde bunu kafama vura vura değil küçük bedenime sarıla sarıla öğretmişti. Ben savaş vermeyi, kazanmayı, kaybettiğimde ayağa kalkmayı, bana tutunanlara diğer elimi de beraberinde uzatmayı ondan öğrenmiştim. Merhamet etmeyi, bana onun merhametle sarmalanmış kalbi öğretmişti. Selim Arsal hayatıma kısa süreliğine uğramış olan kocaman kalpli bir adamdı. Şimdi toprağın altındaki bedeni unutulmaya yüz tutmuştu fakat bilmediği bir şey vardı. Her şey unutulurdu fakat o unutulmanın kıyısından bile geçemezdi. O benim, kalbi ömründen büyük babamdı, kahramanımdı...

"Ben boş tehdit savurmam kızıl ve bil ki canım yanarsa can yakarım. Çok fazla yakarım. Kül ederim kızıl."

"Bir ateşi yakamazsın Doruk Çakır Arsal. Ben zaten kül olmak üzereyim."

Gökçe’nin cümlesiyle kaşlarım olabildiğince çatılırken nefeslerimiz birbirine karışacak kadar hızlıydı. Soluklarımız birbirine girdiğinde gözlerim istemsizce Gökçe’nin yanaklarına kaydı. Daha önce görmediğim, yanaklarına dağılmış turuncu beneklere... Gökçe’nin çilleri vardı. Yanağında, burnunun üzerinde. Düzensizce dağılmıştı. Gökçe’nin yutkunduğunu hissettiğimde dudaklarımı zorlukla araladım. Gözlerim Gökçe’nin gözlerine zar zor ulaşırken titrek bir nefes verdim.

"Masken düştü kızıl."

Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oyalanırken gözlerim Gökçe’nin yanağı ve gözleri arasında mekik dokudu ve en sonunda yeniden ürkek gözlerinde durup bekledi.

"Çillerini görebiliyorum."

"Bırak beni!" Gökçe kollarım arasında çırpınmaya başladığında bir anda ellerimi bedeninden ayırdım ve Gökçe’nin denizin dibine batan bedeninizi izledim. Yüzme bilmediği halde onu bırakmamı istiyordu. Aptal olmalıydı. Gökçe denen kız aptal olmalıydı ve bunu ilk fark edişim kesinlikle şu an olmamıştı. Denizin dibine inerek Gökçe’nin bedenine yeniden kollarımı sardım ve ikimizi de su yüzüne çıkarttım. Keyifli bir gülümseme dudaklarıma uğrarken bilmiş bir edayla sırıttım.

"Emin misin? Bırakayım mı seni?"

Gökçe sinirle başını iki yana sallarken gözlerim bir kez daha iyice açığa çıkan çillerine kaydı.

"Aptal olduğunu biliyordum."

Dediğimde Gökçe’nin yüzündeki şaşkınlığın harmanlandığı sinir görülmeye değerdi.

"Sen... Aptal olan sensin!"

"Sensin kızıl. Aptal olan sensin. Çillerini kapattığın için en büyük aptal sensin."

Onun çilleriyle ilk tanıştığım an cümlelerin netliğiyle zihnimden geçerken yutkunmadan edemedim. Onu ilk gördüğümde kalbimin ritminin değişmesi oldukça sinir bozucu olmuştu. Öyle ki bu sinirimi onu sıramdan kovarak ve hayatımdan uzak tutmaya çalışarak çıkartmayı denemiştim. Ben aşka inanan bir adam değildim. Tek derdim hayatımda verdiğim mücadelelerden galip gelmekti. Kalbi yaralı kardeşime bir hayat vermeden kalbimin ritmini değiştiren o kızı hayatıma dahil etmek doğru gelmemişti. Benim gayem annem ve kardeşimi, sağlıklı ve mutlu bir hayat bahşetmekti. Benim duygularımın, hayatımın, aldığım önemsiz nefeslerin bir anlamı yoktu. Ben onlar nefes alsın diye yaşıyordum. Aşk hakkında Gökçe’yi görene kadar kafa bile yormamıştım. Benim yaşamaya bile vaktim yokken aşık olmak ne haddimeydi? Ama olmuştu bir kere. Çilleriyle, gözleriyle, kırıklarıyla, yaralarıyla karşıma çıkan kızıl, beni aşkla tanıştırmıştı. Yaşadığım dört duvarı yuva yapmıştı. Doruk Çakır Arsal hayatı boyunca ilk defa kendi için bir şey yapmıştı. Kızıl saçlı, ürkek bir kız çocuğuna aşık olmuştu...

“Çakır?”

Melis’in sesiyle dalgınlıkla arkamı döndüm ve Melis’in dağılmış bedeniyle afallamadan edemedim. Evet epey yağmur yağmıştı ve haliyle ikimizde sırılsıklamdık fakat onca yağmurun ardından birleşen gözlerimiz daha fazlası olduğunu adeta haykırıyordu.

“Melis, ne oldu?”

“Bugün neredeyse okuldan atılacakmışsın.”

Dediğinde soru sorar gibi değil de hesap sorar gibi bir hali vardı.

“Yani? Bunu konuşmak için mi çağırdın beni?”

“Onun için dimi? Gökçe için... Yine onun için başını derde soktun.”

Melis’in sesinin yükselişiyle kaşlarım hayretle havalandı.

“Hayırdır Melis? Bana neyin hesabını, kim olarak sorduğunu zannediyorsun?”

Melis önce sustu. Sonra bir şimşek ikimizi de aydınlatırken aniden ağlamaya başlamasıyla dumur oldum. O an farkına varamadığım bir gerçekle burun buruna geldiğimi Melis’in her zamankinden farklı bakan gözlerinde görebiliyordum. Sanki... Sanki boğazına takılan gerçekleri su yüzüne çıkaracağı an bu andı ve bunu yaparken yüzüne taktığı hayali maskeden kurtulacaktı. Sabırla beklemeye koyuldum.

“Senden hiç kimsen olarak hesap soruyorum Çakır! Senden bunca yıldır hem Doruk’u hem Çakır’ı kabul eden, seni çaresizce bekleyen, sana deli gibi aşık bir kız olarak hesap soruyorum! Artık dayanamıyorum Çakır... Katlanamıyorum buna... Çok denedim tamam mı? Sizi kabullenmeyi çok denedim! Gökçe... Lanet olsun o çok güzel! O kadar güzel ki aynaya bakmaktan utanıyorum. Çok iyi bir kere... Çok iyi Çakır! Onu sevmeyi, onunla gerçek bir dost olmayı denemedim mi sanıyorsun? Ben sizi kabullenmeyi çok denedim... Ama beni de anla, yıllarca bana kör olan gözlerin bir başkasına aşkla bakmasını daha fazla kaldırmadım... Belki seversin diye bekledim... Çok bekledim biliyor musun? Senin Gökçe’ye olan bakışların yitip gitmeden defalarca göz göze gelmeyi denedim seninle. O bakışı belki yakalarımda bir kez olsun bende tadarım diye. Ben senin sadece ışığını değil karanlığını da sevdim Çakır. Sen o kıza Doruk’u sunarken ben seni her şeyinle sevdim. Sen bana kör olmuşken benim gözlerim senden başkasına değmedi. Şimdi sen söyle. Ben nasıl yaşayacağım böyle ha?”

Donup kalmıştım. Şaka değil sahiden donup kalmıştım. Yıllarca dostum, arkadaşım, kız kardeşim olarak bildiğim kız, karşıma geçmiş bana olan aşkını haykırıyordu. Hayatımda yaşadığım en tuhaf andı bu an. Bugüne kadar Melis’in kimseye bir duygu beslediğine şahit olmamıştım. O karşımda bana böyle bakarken bu bakışlarına ilk defa tanık olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Ama doğru olan buydu. Karşımda yıllardır dostum olarak yanımda olan biri vardı ve o tam şu dakika arkasına sakladığı maskeden kurtulmuştu.

“Saçmalık.”

Derken söylenecek başka bir şey bulamamıştım. Saçmalıktı! Saçmalığın daniskasıydı. Gökçe onu dostu bilmişken, ben onu kardeşim yerine koymuşken o karşıma geçmiş bana avaz avaz aşkını haykırıyordu.

“Ne?”

Melis’in dudaklarından akıp giden çaresiz soruyla sinirle bir adım geriledim. Yağmur giderek hızlanırken ikimizde bunu umursayacak bir halde değildik.

“Ne diyorsun kızım sen? Kafan mı güzel senin? Ne aşkı ne sevgisi! Bak Melis, söylediklerin ne kadar gerçek inan umurumda bile değil. Bilmen gereken tek şey bu gerçeği de alıp buradan gitmen gerektiği. Bak, ben Gökçe’ye-”

“Aşık falan değilsin! Sen annenden beklediğin ufacık bir ilgiyi başkasından görüp o ilgiye sarılan bir zavallısın tamam mı? Sen Gökçe’ye aşık olduğunu falan sanıyorsun ama senin asıl aşık olduğun Gökçe’nin sevgisi, ilgisi! O kaybettiği ailesinin yokluğunu seninle kapatırken sen annenin sevgisizliğini onunla dolduruyorsun. Siz birbirinizin aşkı değil tesellisi oldunuz!”

“Yeter! Yeter Melis! Kalbini kırmak istemiyorum ama sen çok zorluyorsun. Çek git evine, şu kafanı topla öyle gel karşıma.”

“Kafamı falan toplamayacağım! Yeter anladın mı? Senden beni görmeni beklemekten bıktım usandım artık! Sadece beni gör istedim, sev istedim. Çok mu şey istedim?”

“Melis-”

O an beklemediğim bir anda çakan şimşek ve eş zamanlı olarak dudaklarıma kapanan dudaklarla dumur olmuştum. Son yarım saat bana ömrümden geçen bir sene gibi gelmişti. Sinirlerim tepeden tırnağa bedenime yayılırken ellerim sertçe Melis’in kollarını kavradı ve bedenini sertçe bedenimden ayırdı. Sinirle burnumdan soluduğumda bir şimşek daha aramızda yayıldı. Öyle bir yağmur yağıyordu ki ikimizde avazımız çıktığı kadar bağırıyorduk. Zira sesler ancak birbirimize ulaşıyordu.

“Bir daha sakın. Sakın bunu yapma anladın mı beni? Sikerim aşkını Gökçe benim hayatım anladın mı? İster aşk de ister teselli ne bok dersen de! Gökçe benim her şeyim ve sen bu yaptığından sonra bizim gölgemize bile yaklaşamayacaksın. Ben Gökçe için değil seni tüm dünyayı karşıma alırım Melis. Sen bu yaptığın şeyden sonra hayatımın kıyısına bile yanaşamayacaksın.”

Melis’in kollarını sertçe bıraktığımda bedeni neredeyse savruldu. Yanından çekip giderken tek düşündüğüm kirlendiğini hissettiğim dudaklarım ve dönmek istediğim evimdi. Bir an önce ona, evime, Gökçe’ye dönmek ve ona sıkı sıkı sarılmak istiyordum. Melis defteri benim için sonsuza dek kapanmıştı zira Gökçe’yle ilişkimize zarar verecek hiçbir şey, hiç kimse etrafımızda barınamazdı.

Aşka inan bir adam değildim. Bilirsiniz, size söylemiştim. Benim için aşk kavramı artık Gökçe’ydi. Ona olan duygularımdan bir haberdim fakat tek bildiğim onun benim için aşktan daha ötesi olduğuydu. Sırılsıklam bedenim giderek daha da ağırlaşırken evimizin sokağına girdim ve adımlarımı olabildiğince hızlandırdım. Bir an önce ona ulaşmak istiyordum. Onda yorulmuştum ve onda dinlenmeye gidiyordum. Aşk ne zırvalıktı bir fikrim yoktu fakat bildiğim bir şey vardı. Benim acımda, ilacımda, yaramda, merhemimde aynı kişiydi.

Eve girdiğimde derin bir nefes aldım ve üzerimdeki ağır ceketi yere bırakıp salona adımladım.

“Gökçe?”

Yoktu. Gökçe ne salonda ne de odamızdaydı. Kutu kadar evin içinde pek fazla seçeneği olmadığından tedirgince telefonuma sarıldım. Aradım. Çaldı fakat ne açan vardı ne geri dönen. Gökçe gitmişti. Gökçe bıraktığım yerde yoktu ve ben salonun ortasında çaresiz bir bekleyiş içindeyken yağmur sanki mümkünmüş gibi biraz daha hızlandı ve gökyüzü benimle birlikte isyan etti...

Loading...
0%