Yeni Üyelik
29.
Bölüm

27.BÖLÜM: TERAZİ

@peteichor_

Her acı yaşanırken en ağırı, en kötüsüydü. Hiçbir acı konulduğu terazide karşısındaki acıdan daha ağır basmazdı zira yaşanan her acının ağırlığı, yaşanırken hissediliyordu.

27.BÖLÜM: TERAZİ

Ayaklarım beni oraya götürmüştü. Yağan sağanak yağmurun altında, ellerim titrerken, gözyaşlarım yanaklarımı örterken gidecek hiçbir yerim olmadığını bir defa daha anladım. Artık başım sıkıştığında gelebileceğim tek yer, avuç avuç toprağın altında yatan cansız bedenin yanıydı. Benim ona gelmekten yağan bu yağmur bile engelleyememişti. Titreyen parmaklarım Göktuğ’un toprağını sardığında gözlerimi sıkıca yumdum.

Hayat aldıklarını geri vermiyor ağabey. Hayat seni bana geri vermediği gibi benden aldıkça almaya devam ediyor. Neden... Neden ağabey? Ben kötü biri miyim? Kötü kalpli miyim? Mutluluk neden bana bu kadar uzak? Neden bir ev bile bana çok görüldü? Herkes dünyanın peşindeyken tek istediğim koca dünyada yaslanabileceğim dört duvarken neden bana reva görülen buydu?

O an anladım. Her acının yükü, her acının ağırlığı bambaşkaydı. Annem ve babam öldüğünde canım öyle yanmıştı ki daha fazla yanmaz sanmıştım. Sonra Göktuğ gitmişti. Bir anda, ansızın... Ve ben o acıyı yaşadığım an acıların ağırlıklarını kıyaslamayı bırakmıştım. Her acı yaşanırken en ağırı, en kötüsüydü. Hiçbir acı konulduğu terazide karşısındaki acıdan daha ağır basmazdı zira yaşanan her acının ağırlığı, yaşanırken hissediliyordu. Bir acıyı yaşarken bir başka acıyı düşünüp o daha kötü diyemiyorduk. O an yalnızca yaşadıklarımız en ağırmış gibi görünüyordu. Fakat değildi. İnanın bana! Her acının daha büyüğü, her izin daha derini vardı. Yaşadıkça, nefes aldıkça, hayatta kaldıkça bir sona ulaşamazdık. Sona gelene kadarsa canımız yandıkça yanardı...

Nasılda canım yanıyordu şimdi. İlk defa, inanın bana ilk daha Göktuğ’un mezarının başında onun yokluğuna değil de başka bir şey için ağlıyordum. Delilikti belki de ama şu an için tek gerçek buydu. Göktuğ’un mezarının başında, onun yokluğuna değil Doruk’un affedemediğim dokunuşuna, dostum dediğim kızın ihanetine ve sayısız kez evsiz kalışıma ağlıyordum.

Doruk Çakır Arsal... O beni kırmakla kalmamıştı. Yaralamakla yetinmemişti. O beni göklere kadar çıkartıp, pamuklara sarıp bir anda bırakıvermişti. Onun ruhumdan ayrılan parmakları yere çakılmama yetmişti. Bu kez öyle sert düşmüştüm ki kalktığımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum... Biliyordum çünkü hiçbir yara kapanmak üzere açılmazdı. Yara yaraydı açık kalırdı. Bazen bir başka yere sıçrar dağılır, dağılır ve sonunda büyürdü. Bir yerden sonra sizin yaranız olmazdı. Yara da bir siz olurdu. Yanağımda varlığını koruyan yara izim kalbime dağılmaya başlamıştı. Oradan ruhuma taşacağının bilinciyle yaşamayı sürdürmek güçtü fakat önünü alamıyordum. Açıldıkça açılan yaramı kapatmaya gücüm yetmiyordu. Yettiremiyordum!

Doruk yaramın üzerine bir yara bandı yapıştırmıştı. Yaram kapandı diye rahatlayan ruhum henüz sevinme fırsatı bulamamıştı zira Doruk yapıştırdığı yara bandını sertçe çekip kabuk bağlayan yaramı daha fazla kanatmıştı. Şimdi o yarayı kapatmaya ne bir yara bandı ne bir dikiş fayda ederdi. Bir kere açılmıştı yine kanardı ve an gelir o kanama ölümünüze yol açardı. Açılıp kanayan yaralarınız gün gelir kan kaybından öldürürdü sizi. Kapanmayan her yara, kanardı. Avucunuzu bastırsanız bu kez avucunuza kan bulaşırdı.

Yağmur yavaşlarken göz yaşlarımı sertçe elimin tersiyle sildim. O mezarın başında saatlerce oturmuştum. Ağlamıştım... Çok ağlamıştım fakat sabah olmuştu. Koca bir gecenin sonu güneşin doğmasıyla yitip giderken o güneşle birlikte doğmaya karar verdim. Yaralanmıştım evet. Düşmüştüm şüphesiz. Fakat kalkacaktım. Hiç düşmemiş gibi değil bilhassa yere çakıldığımı belli ederek kalkacaktım. Dışarıdan bakanlar görecekti, ne zorluklarla ayağa kalktığımdan haberdar olacaktı. Olacaktı ki canımı yakmak istiyorsa bir kez daha düşünsün. Kendi kendine desin ki, yine ayağa kalkar. Şuna bak! Onca şeye rağmen dimdik ayakta. Benim yapacaklarım fayda eder mi? Sanmam...

Mezarın çıkışına kadar hızlı adımlarla ilerledim. Bir kez sendelemeden, titremeden yürüdüm. Dimdik yürüdüm. Utanması gereken birileri vardı fakat ben değildim. Başım dikti. Güvenmiştim sorun yoktu. Hata yapmıştım evet, olabilir. Yıkmışlardı, sorun değil yine kalkardım. Annesi sevmemiş, babası görmemiş bir kızı kimse yıkamazdı. O kız zaten yıkılmıştı. O kızı ailesi bile sevmemişti bir başkasının sevgisizliği ne yapabilirdi ki ona? En fazla yerle bir ederdi...

Adımlarım ezbere bildiği yollarda karış karış ilerlerken telefonumdan gelen melodi sesi kesilmişti. Öyle ki durmadan çalan telefonum kulaklarımda bir aşinalık bırakmıştı. Şarjım bittiğinden susan telefonumu hala duyduğuma emindim.

Ezbere bildiğim evin önüne ulaştığımda derin bir nefes aldım ve kapıyı sertçe çaldım.

Yumruklarım kapıyı döverken sonunda kapı açılmış ve benim elim karşımdaki bedenin yanağına sertçe inmişti.

“Sana güvendim ben! Dostum dedim! Beni anladığına, yanımda olduğuna inandım!”

“Ne yapıyorsun sen Gökçe!”

Melis yanağına inen sert tokatla bir eli yanağına giderken dumur olmuştu. Şaşkın bakışları üzerimde gezerken durmaya, susmaya niyetim yoktu. Bunca zaman sustum da ne olmuştu?

“Asıl sen! Sen söyle, ne yapıyorsun?”

“Ne yapmışım?”

Kahkaha attığımda kahkahamın solması birkaç saniyeden fazla sürmedi.

“Sen ne yaptın biliyor musun? Sen bir sürtük gibi sana arkadaşım, dostum diyen kızın sevgilisini öptün. Ha! Belki de gibisi fazla, belki de tam bir sürtüksündür-”

Melis’in eli yanağıma inmek üzere havalandığında bileğini sertçe kavradım. Gerçekten mi? Bunca şeye rağmen bir de bana el mi kaldıracaktı?

“Sakın! Bana elini bile sürmeye kalkma. Sana acıyorum biliyor musun? Sen sevmenin, sevilmenin ne demek olduğunu anlayamayacak kadar zavallısın Melis!”

“Zavallı olan sensin! Kimin kimsen yok diye Doruk sana acıyıp evine aldı! Ama sen onun sana acımasını aşk sandın. O sana aşık falan değil! O sana yardım ederek kendini tatmin ediyor. Aptal! Aptalsın sen! Aşkı o kadar tanımıyorsun ki her bakışı, her sözü aşk sanıyorsun.”

Gözlerim dolmadı. Dolmayacaktı da. Evet Melis’in söyledikleri ağırdı. Çok ağırdı. Benim için çok fazlaydı kabul etmem gerek. Fakat o sözlerin ağırlığında ruhum ne kadar ezilse de bedenim sapasağlam çıkacaktı. Beni yıkanların karşısında düşmeyecektim. Artık olmazdı. Her şeye rağmen olmazdı.

Melis’in tuttuğum bileğini savurduğumda küçümseyici bakışlarımı üzerinde gezdirdim.

“Midemi bulandırıyorsun.”

Melis’in saçmalıklarını daha fazla dinlemenin bir anlamı olmadığını kısa sürede fark ederek bahçe kapısına ilerledim. Kapıdan dışarıya bir adım attığımda Melis’in yüksek sesi havaya karıştı.

“Çakır bir gün beni sevecek! Sandığının aksine ben sevilmeyi senden daha çok hak ediyorum.”

Başımı iki yana sallarken Melis’e daha fazla katlanamadım ve adımlarımı hızlandırarak hesap sormam gereken diğer durağa doğru neredeyse koşar adım ilerledim. Nereye mi gidiyordum? Evime... Doruk’la tırnaklarımızla kurduğumuz, aylarca çalışıp çabalayıp inşa ettiğimiz evimize. O an zihnimin üzeri şüphe bulutlarıyla kaplandı sanki. Melis’in cümleleri kulaklarımda yankılanırken burnumu çektim.

Zavallı olan sensin! Kimin kimsen yok diye Doruk sana acıyıp evine aldı!

Her şeyi aşabilirdim belki. Avaz avaz bağırsam, acıdan yerimde duramasam da her şeyi atlatırım bir gün ama bu... Eğer bu doğruysa nasıl atlatacaktım?

Ama sen onun sana acımasını aşk sandın.

Olamazdı. Böyle bir yanılgıya düşemezdim. Doruk beni sevmişti. Belki şimdi sevmiyordu belki bir süredir fakat bir zamanlar sevmişti. Biliyordum çünkü insan bir bakışından anlardı. Sevdiğinin bir bakışından anlaşılırdı duyguları, hisleri. Bu kadar yanılıyor olamazdım... Değil mi?

O sana aşık falan değil!

O sana yardım ederek kendini tatmin ediyor.

Aptal! Aptalsın sen! Aşkı o kadar tanımıyorsun ki her bakışı, her sözü aşk sanıyorsun.

Doğru olabilir miydi? Bütün bunlar sahiden doğru olabilir miydi? Doruk Çakır Arsal yalan mıydı yani? Bana söyledikleri... Ellerimi sarışı, bedenime sarılışı, benimle uyuması yalan mıydı? Onun evi olmam... Yalan mıydı?

“Gökçe korkuyor musun?”

Doruk’un dudaklarından net dökülen cümle dudaklarımdan dökülen nefesin titremesine sebep oldu.

“Korkmuyorum. Sen?”

“Korkmuyorum. Çünkü sana bir şey olmasına asla izin vermem. Bunu biliyorsun değil mi?”

Gülümsedim. Gözlerimin dolmasına lanet ederken başımı salladım.

“Seni seviyorum.”

Doruk’un zihnimde yankılanan sesi beni mahvediyordu. Güçlü durmaya çalışıyordum fakat onunla yaşadığım her bir anın yalan olma ihtimali canımı yakıyordu. Evin önüne ulaştığımda bekledim. Ellerim titriyordu.

“Zaman geldi... Gökçe yüzündeki yara geçsin ya da geçmesin sen benim dünyalar güzelimsin. Onu geçireceğime söz veremem sana ama...”

Elini kalbimin üzerine yerleştirdiğinde kalbim tekledi.

“Buradaki yaraların her birini saracağım. Sen... Sen benim hayatımsın, nefesimsin Gökçe. Biz hayatta, birlikte olduğumuz sürece geçmeyecek yaraya yazıklar olsun.”

Bir elim boğazımı sararken nefes almanın zorluğuyla başa çıkmaya çalışıyordum

“Olmadı... Başaramadık Doruk.”

Diye fısıldadığımda Doruk başını iki yana sallayarak kollarını bedenimden ayırdı ve sağ yanağımı saran sargıyı önemsemeksizin geniş ellerini yanaklarıma yerleştirdi.

“Oldururuz Gökçe. O ev yandı. Yandı ama biz hala varız. O evi de ev yapan biz değil miydik? Yine ev yapacak bir dört duvar buluruz be Gökçe.”

Gözümden bir damla yaş bandaja doğru aktığında fısıldadım.

“Sen ve ben...”

“Sen ve ben...”

Diye tekrar etti Doruk alnını alnıma yaslarken. O yalnızca ev yanmış sanıyordu. Halbuki bende yanmıştım. Cayır cayır yanmıştım.

“Ben de yandım sevgilim. Beni de yaktılar...”

Diye belli belirsiz bir fısıltı dudaklarımdan dökülürken Doruk alnını alnımdan ayırıp bandajlı yanağımın üzerine sıcak, titrek bir öpücük bıraktı.

“Biliyorum... Sana söz veriyorum Gökçe, söz veriyorum kimsenin yanına kalmayacak. Bulacağım Gökçe. Evimi yakan kimse onu bulacağım.”

“Seni seviyorum.”

Dediğimde bir göz yaşı daha bandajıma doğru düştü ve Doruk’un sıcak dudaklarının değdiği yeri ıslatıp geçip, gitti.

“Bende seni seviyorum. Unutma Gökçe, evin olacak dört duvarı bulmak kolay, zor olan evin olacak insanı bulabilmek.”

Başımı iki yana sallarken nefes alamamak hiç bu kadar somut olmamıştı. Size yemin ederim nefes alamıyordum. Aldığım soluklar ciğerlerime ulaşmak nedir bilmiyordu. İnandığım her şeyin yalan olma ihtimali kalbimi acıtıyordu. Sanki koca bir el kalbimi avucuna almıştı da yok etmek istercesine sıkıyordu.

"Artık ailende benim Gökçe. Kimin istersen oyum ben senin için. Hem Ağabeyin gelecek güzelim. Alışmak kötü bir şey değil. Alışmak zorundasın. Alışmadığın her yara kalbinde çiçek açar Gökçe'm. Ben senin kalbinde açan çiçeklerin mutluluktan açmasını istiyorum acıdan değil."

Doruk’un sesini kafamdan kovmayı diledim. Kolundan tutup zihnimden, ruhumdan dışarıya hırsla atmak istedim. Onu içimde bir yerlerde öldürmek istedim. Ama biliyordum ki Doruk içimde bir yerlerde ölse dahi başka bir yerde yaşamaya devam edecekti. Onu kafamdan atsam kalbimden atamazdım şüphesiz. Kalbim bıraksa ruhum sarılırdı ellerine. Hepsi bir yana geçip beklese yanımda duran çocukluğum, onun ellerinden tutan adamı bırakmazdı. Ona sarılan ilk ve tek kollardan vazgeçmezdi. Onun kalbini öpen adamı ne yaparsa yapsın silemezdi. O henüz çocuktu ve yalanın ne olduğundan habersizdi. O kız çocuğuna ihanet edilmişti fakat o henüz bunun ne demek olduğunu bilmiyordu.

Derin bir nefes aldım ve önünde durduğum kapıyı güçlükle çaldım. Onun tarafından dağıtılmıştım fakat beni toparlayabilecek tek kişi de oydu. Onun için, onun göğsünde ağlamaya ihtiyacım vardı. Kalbimi kıran kalbe sarılmayı deliler gibi istiyordum. Bana yara olan adamdan yaralarımı sarmasını bekleyecek kadar çaresizdim.

Doruk kapıyı açtığında afallayarak bir adım geriye gittim. Doruk Çakır Arsal kelimenin tam anlamıyla perişan haldeydi. Saçları alnından hoyratça dökülürken gözleri kan çanağını andırıyordu. Üstü başı ise darıma dağındı. Kapının önünde duran bedenine şaşkınca baktığımı fark ettiği an ne yaptığının bilincine varmadan kolumu tutup bedenimi sertçe bedenine yasladı ve sıkıca sarıldı. O an ne bir şey söyleyecek gücüm vardı ne de hareket edecek iradem. Kollarım Doruk’un belini sarmıyor fakat itmiyordu da. Bedenime adeta kal gelmişti.

Doruk Çakır Arsal bedenime sıkıca sarılıp hüngür hüngür ağlarken olduğum yerde kalmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

“Neredeydin be güzelim! Mahvoldum, bittim ben. Nereye gittin? Korkudan delirdim be Gökçe.”

Dakikalar sonra zar zor dudaklarımı aralayabilmiştim.

“Bırak Doruk.”

Bedenimi Doruk’un bedeninden ayırdığımda Doruk çatık kaşlarla kapıda duran bedenimi süzdü.

“Ne oluyor?”

Diye sorduğunda dudaklarıma buruk bir gülümseme uğradı. Öyle buruktu ki bir an için ağlamaya başlasam sırıtmazdı. Bir gülümseme düşünün, öyle hüzünler saklanmıştı ki ardında mutluluğun esamesi okunmuyordu.

“Gördüm.”

“Neyi gördün?”

“Onu öptüğünü.”

Bu cümleyi söylerken gözlerim kapanmıştı. Onun gözlerine bakarak aynı cümleyi tekrarlayabileceğimden emin değildim.

“Ben kimseyi öpmedim! Sana yemin ederim Melis bir anda beni öptü ve ben onu-”

“Dinlemek istemiyorum. Aslında ne istiyorum bilmiyorum. Buraya neden geldiğimi bilmiyorum. Sesini duymaya bile tahammül edemezken neden geldim bende bilmiyorum.”

Doruk bir adım bana doğru attığında burun buruna geldik.

“Sakın. Sakın pişman olacağın şeyler söyleme Gökçe. Bana bir baksana! Şu halime bak! Sence seni bu kadar severken bir başkasını öpecek kadar kafayı mı yedim? Ben sabana kadar seni aradım haberin var mı? Geçmiş karşıma Melis’i öptün falan diyorsun.”

“Umurumda değil! Ne gördüğümü biliyorum ben-”

“Ne var biliyor musun? Bir bok bildiğin yok. Siktir ya!”

Delirmiş gibi bir elini saçlarına daldırıp bir süre bekledi. Sakinleşmeye çalıştığını elbette farkındaydım fakat bende bir o kadar sinirliydim ve onun sakinleşmesini bekleyecek kadar sabrım yoktu.

“Bu iki oldu Gökçe! Sana olan sevgimden ikidir şüphe ediyorsun. Ya bırak sözlerimi, hareketlerimi siktir et. Bakışlarım da mı yetmiyor Gökçe?”

“Belki de bana yalnızca acıyorsundur? Belki de bana aşık değilsindir-”

“Sus! Sakın o cümleyi bitirme, sakın!”

Doruk öyle sert çıkmıştı ki bir an için yerimden sıçramıştım.

“Şimdi gidiyorum. Bir süre kafanı topla. Bu şekilde ne senden bana ne benden sana fayda var. Bir şey olursa Koray’a ulaşırsın.”

Doruk’a cevap vermemiştim. Kapıdan girip ceketini aldığında herhangi bir hamlede bulunmamıştım. Doruk yanımdan çekip gittiğinde onu durdurmak için bir hamle yapmamıştım. O gitmişti, ben kalmıştım. O ağlamıştı, ben ağlamıştım. O bitmişti, bense tükenmiştim. Bir şey olursa Koray’ı ara demesi bile canımı bu denli yakabiliyorken gidişini nasıl kaldıracaktım. Kalmasını zerre istemiyordum fakat gitmesiyle mahvolmuştum. Bu aptal duygunun adı neydi? Bana sorarsanız dengesizlikten farksızdı fakat halk dilindeki adı aşktı. Aşktan, aşık olmaktan ilk defa o an nefret etmiştim. İnsanlar delirmiş olmalıydı. Bizi gün be gün yiyip bitiren bir duyguyu sevmek delilik değil de neydi? Yutkundum ve birkaç adım attım. Bir elim kapı eşiğindeyken evin içinde gözlerimi gezdirdim. Göz bebeklerim bile titriyordu. Eve adım attığımda Doruk’un sesi inatla zihnimde dolanmaya başladı.

“Güzelim, geldin mi?”

Yutkundum.

“Hadi Gökçe! Çorbalar soğuyor.”

Yanağıma akan bir damla göz yaşı elimin tersiyle sildim.

“Uyandığında yanında olacağım, söz veriyorum.”

Koltuğa oturup dizlerimi karnıma çektiğimde başımı cama doğru çevirdim.

Bazı sözler verilirdi. Bazıları tutulur bazılarıysa yitip giderdi. Tutulmayan her söz, bir sonraki verilen sözün güven kırıntılarını süpürürdü. Bir kere tutulmayan söz, bir sonraki sözün katili olurdu. Bir kere güveniniz kırılmışsa bir daha eskisi gibi olamazdı. Hoş, kırılan hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Ne kalp ne söz ne güven... Kırılmıştı bir kere, en ufak darbe paramparça etmez miydi yeniden? Kırılanı yapıştırmak kolay, ya parçalananı? Zordu işte! Kırılanı onarmak, yaraları kapatmak zordu.

Ağladım. Sözümü tutmadım ve Doruk’la parça parça işlediğimiz kutu gibi evimizin duvarları arasında saatlerce ağladım. Ta ki ağlamaktan gözlerim kapanana kadar. Öyle çok ağlamıştım ki gözlerim kendiliğinden kapanmıştı.

Uyandığımda aynı halde, aynı yerdeydim. Sırtım tutulmuş ve belim şiddetli bir ağrının kurbanı olmuştu. Bir elim alnımda, şakaklarımı ovarken yüzümü o kadar ekşitmiştim ki bir an için öyle kalacağını sanmıştım. Ayağa kalktığımda sendelesem de umursamadan hızla bedenimi ılık suyu ayarladığım duşun altına attım. Ilık su bedenimden aşağı süzülürken rahatlama hissi her bir uzvumu sarmıştı. O an emin oldum ki hiçbir ilaç bedenimi saran bu ılık suyun verdiği hazzı ve rahatlama hissini vermeyecekti.

Yaklaşık yarım saatlik bir duşun ardından parmaklarım buruşmuştu. Bedenime havluyu sardığımda hızlı adımlarla odama girdim ve kurulanıp alelacele okul formalarımı giydim. Bir aralık telefonumu şarja taktığımda gözüm ara ara istemsizce ekranıma kayıp duruyordu fakat ne bir mesaj vardı ne de bir arama. Omuz silkip hazırlanmaya devam ettim. Her ne olursa olsun gerçekleştirmem gereken bir hayal vardı ve bu hayalin gerçekleşmesine hiçbir acı hiçbir gözyaşı mani olamayacaktı. Göktuğ’un yarım kalmış bir hikayesi vardı. O giymeyi iple çektiği cüppesini benim üzerimde görecek ve gökyüzünden bana gülümseyecekti. Hayattaki tek gayem şu an için buydu. Göktuğ’un cübbenin sardığı bedenimi görüp kocaman gülümsemesi. Her ders çalıştığımda gözlerimin önüne aynı görüntü geliyordu. Onu bir kez daha yeniden gülümsetebilmek için bu yaptıklarım, verdiğim çaba az bileydi. Gerekirse canımı bile verirdim fakat bu onu gülümsetmezdi bilirdim...

Hızla saçlarımı kurutup taradığımda kızıl saçlarım eski hacmine kavuşmuştu. Aynadaki görüntüm beni tatmin ederken dudaklarıma bir gülümseme kondurmaya çalıştım. Kendime gülümsemeye ihtiyacım vardı. Yanımda olduğumu ve her zaman benimle olacağımı kendime göstermeliydim. Her hikayenin sonunda, her günün her anın sonunda koşullar ne olursa olsun ellerimden sıkıca tutacağımı kendime göstermeliydim. Bunu benden başka yapacak kimse yoktu. Hayatta herkes bir gün, bir şekilde gidiyordu ve size kalan siz oluyordunuz. Bu yüzden bunu yapmalıydık. Her felaketin sonunda gözlerimizin içine baka baka kendimize gülümsemeliydik. Bir elimiz diğer elimizi koşullar ne getirirse getirsin tutmalıydı. Kendi ellerimizi öyle sıkı tutmalıydık ki bir başka dokunuşa gerek kalmamalıydı. Bir süre aynanın önünde vakit geçirdikten sonra telefonumdan saati kontrol ettim ve hızlı adımlarla evden ayrıldım.

Okuldan sonra Ali amcanın yanına gitmeyi kafamın içinde not ettim. Zira dün aniden gelmeyeceğimi söylediğimde oldukça şaşırmış ve hayal kırıklığına uğramıştı. Daha önce hiç ona son dakika haber vermemiş daha doğrusu hiç gitmem gereken bir günü atlamamıştım. Şimdiyse bu yaptığımı garipsemesi gayet olağandı. Bugün giderek onun gönlünü alabilir ve dün yapmam gereken işleri halledebilirdim.

Okulun kapısından girdiğimde adımlarım koridorlarda hızla ilerledi. Ders başlamak üzereydi ve bugün ilk defa okula bu denli geç kalmıştım. Eh, malum her gece domates olana kadar ağlayıp ertesi gün okula gelmek gibi bir adetim yoktu. Bugün istisnaydı ve geç kalmam taktir edersiniz ki gayet doğaldı.

Sınıfın kapısından içeriye girdiğimde gözlerim iradem dışında sırama doğru gitti. Ve karşılaşmayı beklemediğim bir görüntü kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Koray Doruk’un yerinde oturuyor, Doruk’sa Koray’ın normalde oturduğu sırada oturmuş her zaman olduğu gibi uyuyordu. Yutkunmaya çalıştığımda boğazıma bir yumru oturduğunu hissettim. Aldırış etmedim. Hangi birine aldırış etmeliydim ki zaten? Sevgilimi öpen arkadaşıma mı yoksa teknik olarak benden ayrılan sevgilime mi? Evet teknik olarak diyordum çünkü dün kısmi bir ayrılık yaşanmıştı. Bugünse dünkü ayrılığı tasdikleyecek bir görüntü gözlerimin önüne serilmişti. Özetle, Doruk Çakır Arsal evden ayrılmakla kalmamış birlikte paylaştığımız sıradan da ayrılmıştı.

Omuz silktim ve yaşanan hiçbir şeyi umursamaksızın Koray’ın yanına doğru ilerledim. Bir an aklıma hiç ummadığım bir fikir düştü. Evet Doruk benim sevgilimdi. Fakat Koray... Koray’da Melis’e aşıktı ve durum benim için ne kadar kötüyse onun için de bir o kadar kötüydü. Aşık olduğu kız en yakın arkadaşıyla öpüşmüştü.

“Günaydın kızıl gonca!”

Fakat Koray gülümsüyordu. Her şeye rağmen... Gözlerinin içi gülmüyordu fakat dudakları iki yana kıvrılmıştı. Enerjisinden bir kayıp vermemişti. O güçlüydü... Koray tanıdığım en güçlü insanlardan biriydi. Belki de bir başkası olsa yıkılırdı ama o sendelemeyle kalmıştı. Belki de... Belki de o kadar çok yıkılmıştı ki daha fazla yıkılamazdı. Yıkık bir bina düşünün. O yıkık binayı bir daha kim yıkabilirdi ki? Zaten bir kere yıkılmıştı... O yıkık bine Koray olabilir miydi?

“Günaydın.”

Demiştim tebessüm etmeye çalışırken.

“Hayırdır ne oldu? Bu ne hal?”

Koray’ın sorusuyla kaşlarım havalandı. Ne mi olmuştu? O an Koray’a omuz silkip, “Ne olacak canım? Arkadaşım sevgilimle falan öpüştü önemli bir şey yok.” Demek istedim fakat bu cümleyi içimde bir yerlere hapsedip dudaklarımı araladım.

“Haberin yok mu?”

Koray sanki unutmuş ve yeniden hatırlamış gibi yutkunup arkasına yaslandı.

“Bu mu yani seni bu hale getiren?”

“Ne demek bu mu-”

Koray bedenini tamamen bana çevirdiğinde konuşmamı sesiyle kesti.

“Bak Gökçe, Doruk’u öpen Melis’ti. Nasıl bu kadar emin olduğumu soracaksan söyleyeyim. Melis’in Doruk’a olan aşkını benden iyi kimse bilemez. Ben bir şeye şahit falan olmadım yanlış anlama ama işine yarayacaksa söyleyeyim, gördüm Gökçe. Melis’in Doruk’a nasıl baktığını gördüm.”

Burukça gülümsedi.

“Çünkü Melis Doruk’u izlerken bende onu izliyordum. Benim ona baktığım gibi o da Doruk’a bakıyordu. Neyse ne kızıl. Neye inanmak istiyorsan ona inan ama benden söylemesi Doruk daha önce kimseyi hayatına almadı. Bırak hayatına almayı yanına bile yaklaştırmadı. Bunu bir düşün derim. Siz birbirinizi seviyorsunuz kızıl. Sevgi kolay bulunmuyor ve kolay kaybediliyor. Sizde kaybedenlerden olmayın-”

“Günaydın çocuklar!”

Diyerek sınıfa giren matematik hocamız Koray’ın uzun soluklu konuşmasını bölerken dudaklarım fısıltıyla aralandı.

“Ya sen?”

Fısıltım Koray’a ulaşırken o da aynı tonlamayla cevap vermeyi ihmal etmedi.

“Ne ben?”

“Nasıl başa çıkıyorsun?”

“Başa çıktığımı kim söyledi?”

“Gökçe, Koray! Buraya bakın hadi çocuklar.”

Bir an için acılarımızın bir teraziyle buluştuğunu ve Koray’ın acısının daha ağır geldiğini hissettim. Bu hissin bir adı, açıklaması yoktu. Yalnızca sesi, bakışı bile çektiği acının ağırlığının altında kaldığını adeta haykırıyordu.

O dakikadan sonra ikimizin de gözleri tahtadaydı fakat ikimizin aklı da başka yerdeydi. Dersi dinlemek ikimize de şu an için öyle uzaktı ki sıkıntıyla iç çektim.

On yedi yaşında yaşamamam gereken çok şey yaşamıştım. Tanık olamamam gereken çok ihanete tanık olmuştum. Çok kayıp vermiştim. Çok gözyaşı dökmüştüm... Eskiden hep en güzel yaş on yedi cümlesini duyardım. Şimdiyse bu cümle bana dünya üzerindeki en uzak ihtimallerin cümlesi gibi geliyordu. On yedi yaşım bana bir aileye mal olmuştu. Bazı dostluklar yeşertmiş, yeşerttiği gibi de soldurmuştu. On yedi yaşım tıka basa doluydu ve hislerim bunun hayra alamet olmadığını adeta haykırıyordu. Size bahsetmiştim, o kadar çok acı, o kadar çok kayıp sığdırmıştım ki bu yaşıma. Sanki... Sanki son yaşımmış gibiydi. Yaşamam gereken her şeyi on yedi yaşımda yaşarken aksini düşünmem aptallık olurdu. Öyle değil mi?

BÖLÜM SONU

Loading...
0%