Yeni Üyelik
30.
Bölüm

28.BÖLÜM: MELİS ERASLAN

@peteichor_

Karşılıksız olduğunu bile bile aşık olmak intihar etmek demekti. İki türlü de bile bile öldürüyorduk kendimizi. İki türlü de kalbimizin acımasız katilleri oluyorduk...

28.BÖLÜM: MELİS ERASLAN

10 Şubat 2022

Göz altlarımda parmaklarımı gezdirirken aynaya bakıyordum. On beş yaşına göre oldukça buruk ve dağılmış bir görüntüm vardı. On beş yaşında bir kız çocuğunun tek derdi liselere geçiş sınavı ve gireceği lise olmalıyken benim için durum epey farklıydı.

Evin içinde yükselen seslere aldırış etmemek için insan üstü bir çaba göstersem de zordu. Her sildiğim gözyaşım bir yenisiyle yeniden yanaklarımdan dökülürken derin bir nefes aldım.

“Yeter baba! Bana saygı duymak zorundasınız!”

Diyordu Çağan. Babamsa yumuşamaya oldukça uzak ve acımasız sözleriyle ağabeyimin üzerine gitmeye devam ediyordu.

“O teneke parçasına binmeyeceksin Çağan bitti! Bu evde yaşadığınız müddetçe benim sözüm geçer. Burası benim evim!”

Gözlerimi acıyla kapattığımda tartışmanın giderek çirkinleşmesine tanık olmak çok zordu. Babam her zaman böyleydi. Hayallerimizin önüne durmak bilmeden set çekerdi. Biz onun çocukları değil bir nevi malıydık. Kendi isteklerimizin, hayallerimizin ve tutkularımızın bir önemi yoktu. Yalnızca babam ve onun bizim için kurduğu hayaller vardı. Çağan bir motor tutkunuyken ve gelirini katıldığı yarışlardan sağlarken, babam Çağan’ın iyi bir üniversite de tıp fakültesi kazanarak onu onurlandırmasını bekliyordu. Çağan’ın geleceği annemin karnına düştüğü ilk an tasarlanmıştı anlayacağınız.

“Öyle mi? Demek senin evin? Bende giderim o zaman!”

Daha fazla dayanamamıştım ve duyduğum son cümlenin ağırlığıyla banyodan dışarıya fırlamıştım.

“Nereye gidersen git ulan! Ömrümü yediniz ömrümü!”

Babam Çağan’a bakarak nefretle yaka silktiğinde artık gözyaşlarımı umursamaktan vazgeçmiştim. Belki... Belki tükenmek bilmeyen gözyaşlarım babamın kalbine değerdi. Belki babamın buz tutmuş kalbini gözlerimden süzülen gözyaşları eritirdi.

“Yeter baba! Ağabey sende hiçbir yere gitmeyeceksin tamam mı? Çok sıkıldım artık kavgalarınızdan!”

“Melis, hanım hazırlanın. Ankara’ya dönüyoruz. Bu itte burada ne halt yerse yesin! Yeter canım! Burama kadar geldi! Beni öldürecek misiniz siz?”

Çağan hırsla beni arkasına aldığında babamın söylediklerini sindirmeye çalışıyordum.

“Melis hiçbir yere gelmiyor! Siz nereye giderseniz gidebilirsiniz. Kardeşim burada, benimle kalacak.”

Çağan’ın bunu neden yaptığını elbette biliyordum. Babamın beni okutmak istemediğini bu evin içindeki herkes biliyordu. Annem, ağabeyim ve ben... Babamın beni liseye bile ağabeyimin baskılarıyla göndermeyi kabul etmişti. Güç bela sınava girebilmiş ve bir okula yazılabilmiştim. Çağan... Benim kahramanım. Babamın baskılarına set çekmek için çırpınan, okula gidebileyim diye kendini paralayan biricik ağabeyim. Gözlerim bir an için babama şaşkın bakışlar atan annemi buldu. Suskun annemi... Her eziyete, baskıya boyun eğen annemi. Nereye çeksen oraya sürüklenen annemi... Bu evde bir otorite vardı ve o da babamdı. Ağabeyimse otorite olmaktan çok bu evde büyük bir hayatta kalma çabası veren on dokuz yaşında bir gençti.

“Bıktım lan sizden! Ne halt ederseniz edin. Hazırlan hanım, sabah yola çıkıyoruz.”

İşte! Sevgili ailemiz için değerimiz bu kadardı. Dudaklarımdan ne bir onaylama nidası ne de bir karşı çıkma yanıtı dökülmüştü. Ama babam benden, bizden çoktan vazgeçmişti. Onun istediği beni zengin bir adamla evlendirmek ve ağabeyimi de doktor çıkartıp göğsünü gere gere sokaklarda dolaşmaktı. Kahvedeki arkadaşlarına çocuk olarak dünyaya getirdikleri fakat kukla olmaktan farksız olan çocuklarının, onun için mükemmel olan hayatlarını anlatmak ve gururla gelen taktirleri, iltifatları kabul etmekti. Ne yazık ki babam amacına ulaşamamıştı zira kızı da oğlu da oldukça asi çıkmıştı ve hiçbir istediği gerçekleşmemişti. Madem öyleydi, daha fazla onların boğazını düşünmesine gerek yoktu. Bizim canımız babamın hayallerinin önüne geçecek kadar mühim değildi nasılsa. Burada kalsak neydi kalmasak neydi?

“Ağlama güzelim. Gel biraz hava alalım seninle.”

Başımı sallayarak göz yaşlarımı elimin tersiyle sildim ve Çağan’ın desteğiyle kolaylıkla kapıyla ulaşarak ev demeye bin şahit ister boğucu dört duvardan uzaklaştım. Tabii ağabeyimle birlikte... Çağan ne zaman montlarımızı aldı ve geri döndü algılayamamıştım. Tek hissedebildiğim üzerime giydirilen mavi, şişme montumdu. Çağan önümü kapattı ve yanaklarımı elleriyle sararak alnıma dudaklarını yasladı.

“Bir saat sonra yarış var. Benimle gelmek ister misin? Hem hiç ağabeyini pistte izlemedin ha? Ne dersin?”

Hevesle başımı salladım zira Çağan normal bir zamanda beni her koşulda pistte götürmeyi reddetmişti. Şimdi ise tek istediği beni yanından ayırmamak ve bu halde annem ve babamla baş başa kalmamı engellemekti. Çağan’ın uzattığı kaskı başıma geçirip arkasına yerleştiğimde kısa sürede yola çıktık. Çağan’la aramızda dört yaş vardı. Fakat bu yaş farkı her zaman benim için bir avantaj olmuştu zira Çağan benim bir yerde babamdı da... Her zaman arkamda dağ gibi duruyordu ve bana zarar gelmesine izin vermiyordu. Baba bu değil miydi zaten? Bildiğim kadarıyla... Anne hakkında ise inanın hiçbir fikrim yoktu. Sanırım anne demekte babanın tüm baskılarına, uyguladığı psikolojik şiddete, verdiği her türlü zarara gülümsemekti... Anne demek doğurmaktı. Anne demek susmaktı. Öyle bir susmaktı ki etrafınızdakilere sesini unutturmaktı.

Piste ulaştığımızda motordan hızla indim ve üzerimdeki montun cebine ellerimi yerleştirerek ısıtmayı diledim.

“Kardeşim!”

Çağan bir anda yanımıza gelen çocuğu erkeksi bir sarılmayla kucaklamıştı.

“Gecikmedim değil mi?”

Hayatımda ilk defa gördüğüm çocuk Çağan’dan ayrılırken bakışlarını pistte gezdirip yeniden ağabeyime döndü.

“Yok ağabey tam vakti!”

Çağan memnuniyetle başını salladığında varlığımı hatırlayarak bir kolunu belime sardı ve bedenimi bedenine yaslayarak dudaklarını araladı.

“Çakır bak, Melis. Kardeşim. Ben yarıştayken yanından ayrılma gözünü seveyim zaten ilk defa geliyor...”

“Merak etme ağabey sen rahat rahat yarışmaya bak.”

Onunla ilk göz göze gelişimizdi. Doruk Çakır Arsal’la ilk kez gözlerimiz birbirine değmişti... Henüz bir yıldır yarışmaya başlamış ve kısa sürede ağabeyimin gönlünde taht kurmuştu. Benden iki yaş büyüktü. Yani on yedi yaşındaydı... Evet yanılmadınız... Ona aşık olduğumda on beş yaşındaydım. On beş... On beş yaş aynı zamanda ailemizin bizi terk ettiği yaştı da. Bizi bırakıp Ankara’ya gittiği. Hayatımın aşkını bulduğum o günün ertesi sabahı annem ve babam sabaha karşı dönmemek üzere gitmişti. Çağan ve beni bırakıp gitmiş ve dönmemişlerdi... O günden sonra Çağan’la sık sık pistte gittim ve Doruk hakkında Çağan’a üstü kapalı sorular sorarak onu tanımaya çalıştım. Neden Çağan’a sorduğumu soracak olursanız Çakır tam bir kapalı kutuydu. Neredeyse hiç konuşmuyor sanki yalnızca yarışmak için yaşıyordu. Tabii Çağan bana bilmem gereken birkaç şeyi daha söylemiş ve uğraşmama gerek kalmamıştı! Çakır bu yıl liseye başlamıştı. Tıpkı benim gibi! Benden iki yaş büyük olduğundan yeni liseye başlaması beni oldukça şaşırtmıştı fakat Çağan’ın buna da verecek cevabı vardı.

Çakır’ın kardeşi, Selim kalp hastasıydı ve anladığım kadarıyla kardeşinin hastalığından dolayı oldukça ihmal edilen bir çocukluk geçirmişti. Okula geç başlaması, bir sene sınıf tekrarı yapması bundan kaynaklanıyordu.

Doruk Çakır Arsal’a sırılsıklam aşık olduğumda on beş yaşındaydım.

Annem ve babam, Çağan ve beni terk edip gittiğinde on beş yaşındaydım.

Aşkla ve kimsesizlikle tanıştığımda on beş yaşındaydım...

 

Günümüz, Melis Eraslan

Göz kapaklarımı araladığımda başımda şiddetli bir ağrı vardı. Dünden sonra evden dışarıya tek bir adım atmamıştım. Çakır’ın telefonuma bıraktığı sayısız çağrıyı ise görmezden gelmiştim. İlk defa onu görmek, sesini duymak istemiyordum. İlk defa varlığı bu kadar canımı yakıyordu. Onun kalbi bir başkası için atarken, uğruna ölebileceğim gözleri bir başkasına aşkla bakarken nasıl olurda karşısına geçebilirdim? Aylardır katlandığım bu gerçek şimdi canımı daha çok yakıyordu. Çakır duygularıma bu denli kayıtsızken nefes almak bile güçtü.

“Melis, ne oldu?”

“Bugün neredeyse okuldan atılacakmışsın.”

Diye sorarken amacım alelade bir soru sormak değil dümdüz hesap sormaktı. Bıkmıştım. Evet bıkmıştım! Göz göre göre Gökçe için sayısız kez kendini riske atmasından, herkes için kendini düşünmeksizin feda edebilmesinden bıkmış usanmıştım.

“Yani? Bunu konuşmak için mi çağırdın beni?”

“Onun için dimi? Gökçe için... Yine onun için başını derde soktun.”

Sesim Çakır’ın kayıtsızlığıyla öyle yükselmişti ki bir an kendi sesim kulağıma yabancı gelmişti.

“Hayırdır Melis? Bana neyin hesabını, kim olarak sorduğunu zannediyorsun?”

Sustum. Yıllardır nasıl sustuysam öyle sustum. Ta ki bir şimşek ikimizi de aydınlatana ve ağlamaya başlayana kadar... Dudaklarımdan firar edemeyen cümleler, hıçkırık olarak dökülüvermişti çakan şimşeklerin arasına. Cümlelerim adeta boğazıma takılmıştı ve ben o an yapamadım. Çakır’ın gözlerine her zaman olduğu gibi dostane bir sıcaklıkla bakamadım. İlk defa. Belki de ilk defa kalbime takılıp kalan cümleleri söylemek üzere büyük bir cesaretle dudaklarımı araladım. Ne olacaksa olacaktı fakat artık susmayacaktım. Annem gibi hayatımı susarak geçirmeyecektim. Daha fazla aşkımı kalbimin arka odasına saklamayacaktım. Zamanı gelmişti. Artık bana dert olmayacaktı duygularım. Sevdiğim adama dert olacaktı.

“Senden hiç kimsen olarak hesap soruyorum Çakır! Senden bunca yıldır hem Doruk’u hem Çakır’ı kabul eden, seni çaresizce bekleyen, sana deli gibi aşık bir kız olarak hesap soruyorum! Artık dayanamıyorum Çakır... Katlanamıyorum buna... Çok denedim tamam mı? Sizi kabullenmeyi çok denedim! Gökçe... Lanet olsun o çok güzel! O kadar güzel ki aynaya bakmaktan utanıyorum. Çok iyi bir kere... Çok iyi Çakır! Onu sevmeyi, onunla gerçek bir dost olmayı denemedim mi sanıyorsun? Ben sizi kabullenmeyi çok denedim... Ama beni de anla, yıllarca bana kör olan gözlerin bir başkasına aşkla bakmasını daha fazla kaldırmadım... Belki seversin diye bekledim... Çok bekledim biliyor musun? Senin Gökçe’ye olan bakışların yitip gitmeden defalarca göz göze gelmeyi denedim seninle. O bakışı belki yakalarımda bir kez olsun bende tadarım diye. Ben senin sadece ışığını değil karanlığını da sevdim Çakır. Sen o kıza Doruk’u sunarken ben seni her şeyinle sevdim. Sen bana kör olmuşken benim gözlerim senden başkasına değmedi. Şimdi sen söyle. Ben nasıl yaşayacağım böyle ha?”

Çakır adeta donup kalmıştı. Gözlerinde hiçbir duygu barındırmıyordu. Bana vereceği cevapları az çok tahmin ediyordum fakat insanı umut denen şey yiyip bitiriyordu. Bana sen benim dostumsun, kardeşimsin, arkadaşımsın gibi klişe cevaplar vereceği kesindi fakat umut denen cani çoktan ruhuma sızmış ve bana olmayacak cevaplar üzerinden beklenti vermişti. Her şeyi o yapmıştı! Umut...

“Saçmalık.”

Gözlerimden geçen hayal kırıklıkları kalbime saplanırken kalbimde görünmez kesikler hissettim.

“Ne?”

Diyebilmiştim çaresizce. Yağmur hızlanırken bulutların feryadına gözyaşlarım ortak oldu.

“Ne diyorsun kızım sen? Kafan mı güzel senin? Ne aşkı ne sevgisi! Bak Melis, söylediklerin ne kadar gerçek inan umurumda bile değil. Bilmen gereken tek şey bu gerçeği de alıp buradan gitmen gerektiği. Bak, ben Gökçe’ye-”

“Aşık falan değilsin! Sen annenden beklediğin ufacık bir ilgiyi başkasından görüp o ilgiye sarılan bir zavallısın tamam mı? Sen Gökçe’ye aşık olduğunu falan sanıyorsun ama senin asıl aşık olduğun Gökçe’nin sevgisi, ilgisi! O kaybettiği ailesinin yokluğunu seninle kapatırken sen annenin sevgisizliğini onunla dolduruyorsun. Siz birbirinizin aşkı değil tesellisi oldunuz!”

“Yeter! Yeter Melis! Kalbini kırmak istemiyorum ama sen çok zorluyorsun. Çek git evine, şu kafanı topla öyle gel karşıma.”

“Kafamı falan toplamayacağım! Yeter anladın mı? Senden beni görmeni beklemekten bıktım usandım artık! Sadece beni gör istedim, sev istedim. Çok mu şey istedim?”

“Melis-”

O an her şeyi bir kenara bıraktım. Tüm doğruları silip attım. Hayatıma sığdırdığım etik değerleri fırlatıp attım. Üzerine basıp geçtim her şeyin ve parmaklarımın ucuna yükselip dudaklarımı Çakır’ın dudaklarına sertçe bastırdım. Tek istediğim bir kere bile olsa, hayatım boyunca tek bir defa bile olsa yıllarca uzaktan izlediğim, hayalini kurduğum dudaklarını hissetmekti. Ölmeden önce yapmak istediğim belki de tek şey buydu. Sevdiğim adamı hissetmek... Yapamadım. Çakır beni kendinden öyle bir uzaklaştırdı ki bir anda bileklerimi onun geniş elleri arasında, bedenimi, ondan uzaklaştırılmış bir halde buldum. O an kendi kendime tekrarladım içimden. Çok şey istedin Melis Eraslan. Ondan gelecek tek bir öpücük bile fazla sana...

“Bir daha sakın. Sakın bunu yapma anladın mı beni? Sikerim aşkını Gökçe benim hayatım anladın mı? İster aşk de ister teselli ne bok dersen de! Gökçe benim her şeyim ve sen bu yaptığından sonra bizim gölgemize bile yaklaşamayacaksın. Ben Gökçe için değil seni tüm dünyayı karşıma alırım Melis. Sen bu yaptığın şeyden sonra hayatımın kıyısına bile yanaşamayacaksın.”

Kollarımı öyle bir bırakışı vardı ki güçsüz bedenim neredeyse savrulmuştu. Çakır acımasız cümleler sarfettikten sonra bir saniye beklemeden yanımdan uzaklaştı. Arkasında bıraktığı enkazın bilinçsizliğiyle öylece gitti. Bense dizlerimin üzerine düşen bedenimi kaldırmak için uğraşmaksızın yağan yağmurun altında saatlerce ağladım. Bu kadardı işte. Karşılıksız aşkın sonu bundan fazlası değildi. Karşılıksız olduğunu bile bile aşık olmak intihar etmek demekti. İki türlü de bile bile öldürüyorduk kendimizi. İki türlü de kalbimizin acımasız katilleri oluyorduk...

İki gün önceyi hatırladığımda yanaklarımdan süzülen bir damla yaş yastığıma doğru yol aldı. O yaşadığım anı hayatım boyunca bir daha anmak istemesem de aklımdan çıkmaya niyeti yok gibiydi zira Çakır’ın acımasız cümleleri zihnimi çoktan meskeni bellemişti.

“Melis?”

Çağan’ın sesiyle yerimden doğrularak dudaklarıma yapay bir gülümseme yerleştirdim.

“Efendim?”

Çağan usulca kapıyı açtığında içeri girmektense başını içeriye uzatmayı tercih etti.

“Okula gitmiyor musun sen?”

Omuz silktim. Bugün okula gidip onları görmeye hiç niyetim yoktu.

“Biraz dinleneceğim bugün. Zaten devamsızlık hakkım da var, evde ders falan çalışırım.”

“Pekala güzelim. Ben çıkıyorum, var mı bir isteğim?”

Gülümsedim. Bu kez gerçek bir gülümsemeydi.

“Dikkat et bana yeter.”

“Eyvallah.”

Çağan çıktığında yeniden bedenimi sertçe yatağa bıraktım ve gözlerimi tavanda gezdirmeye başladım. Kimsenin beni anlamaya niyeti yoktu. Neden demek istiyordum her birine. Benim aşık olmaya hakkım yok mu diye sormak istiyordum. Neden yanlıştı? Herkesi gülümseten duygu neden bana acı çektiriyordu?

Bir an için sıcak bir sarılmaya ihtiyaç duydum. Belki bir anne şefkatine... O an anne profilindeki tek isim olan ismi parmaklarım benden izinsiz telefonumda tuşladı.

“Alo? Melis kızım?”

“Merhaba Aysel teyzeciğim. Nasılsın?”

Aysel teyze... Kimse bilmezdi fakat onu sık sık arar ve görmeye giderdim. Çakır’ın annesi... Aysel teyzenin gözlerine bakmak bana Çakır’ın gözlerini andırıyordu. Tek bir farkla. Çakır’ın bana boş bakan gözlerine kıyasla Aysel teyzenin gözleri sıcaktı... Tıpkı bir anne gibi...

“İyiyim kızım sen nasılsın? Hayırdır inşallah? Bir sorun yok değil mi?”

Gözlerim dolmuştu. Anlatmak istiyordum ona. Daha önce hiç bahsetmediğim duygularımdan ona da söz etmek istiyordum. Belki o yargılamazdı, anlardı beni. Sesimin titremesini bastırmaya çalışarak gülümsedim.

“İyiyim Aysel teyze bir sorun yok. Ben seninle konuşmak istiyordum. Hastanede misin?”

“Hastanedeyim. Ah be kızım nereye giderim buradan başka. Bir ablam bir hastane başka da hayatım yok bilmez misin?”

“Öyleyse ben bir saat sonra hastaneye geleceğim. Bahçede biraz konuşabilir miyiz?”

“Tabii kızım. Sen beni gelince çaldır yanına gelirim.”

Yataktan kalkarken rahatlamış hissediyordum.

“Görüşürüz o zaman.”

“Görüşürüz canım.”

Aysel teyzeyle uzun zamandır tanışıyorduk. Selim hastaneye yatmadan önce ara sıra ağabeyim ve beni yemeğe çağırırdı. Tabii Selim hastaneye tamamen yattıktan sonra Aysel teyze eve uğramaz olmuştu. Bense sık sık onu görmeye gidiyor fakat onun yanına gittiğimi Çakır’a bahsetmemesi için onu bolca tembih ediyordum. Sağ olsun bunca zaman küçük sırrımızı saklamıştı. Belki de bana verdiği güven duygularımı ona açmam için beni kamçılıyordu.

Hızla altıma bir kot pantolon üzerimeyse beyaz bir tişört geçirdim. Hava bu aralar biraz serindi bu sebeple üzerime ceket almayı ihmal etmedim. Tam anlamıyla hazır olduğumdaysa beklemeden evden çıktım ve boş sokaklarda yürümeye başladım.

Temiz havayı ciğerlerime doldururken rahatladığımı hissediyordum. Ne kadar mümkünse o kadar rahatlamıştım. Sanki aşık olmam suç değilmiş gibi, kalbimi yıllarca yoktan yere yormamışım gibi ve sahiden zor zamanımda beni sarabilecek bir annem varmış gibi rahatladım. Her attığım adımda biraz daha nefes alırken rahatladım. Yaklaşık kırk dakika yürümüştüm fakat yorulduğumu durunca anlamıştım. Sanki henüz evden yeni çıkmıştım! Koskoca kırk dakikanın nasıl akıp gittiğini anlamayacak kadar fazla dalgın ve yorgundum. Önünde durduğum hastanede gözlerimi gezdirirken son kez alabileceğim en derin nefeslerden birini aldım ve usulca havaya yeniden bıraktım. Korkacağım hiçbir şey yoktu. Söylenenin aksine ben suçlu değildim yalnızca aşıktım. Titreyen parmaklarımla Aysel teyzeyi aradığımda dudaklarıma bir gülümseme yerleştirdim.

“Ben geldim Aysel Teyze. Bahçedeyim.”

“Tamam kızım iniyorum.”

Telefon kapandığında gözlerim boş bir bank aradı. Çok geçmeden aradığım boş bankı bulduğumda bedenimi banka bırakıp terleyen avuçlarımı pantolonuma sildim. Bu kadar heyecanlanacak ne vardı bilmiyordum fakat heyecandan bayılmak üzereydim!

Belki de ilk defa arkadaşımın annesinin değil sevdiğim adamın annesinin karşısında duracak olmam bu heyecanın en büyük etkeniydi. Gözlerim Aysel teyzeyi çok geçmeden bulduğunda bir elim çoktan havalanmıştı.

Aysel teyze ona el salladığımı fark ettiği an yönünü bana doğru çevirerek gülümsedi. Göz altları her zamanki gibi mor halkalarla sarılmıştı. Yorgun görüntüsü onu tanıdığım ilk günden beri değişmeyen tek şeydi. Hasta oğluna yetebilmek için kendini mahvetmişti. O gerçekten iyi bir anneydi fakat hataları da yok değildi. En büyük hatası, bir oğlunu yaşatabilmek için diğerini öldürmekti ve bunu henüz kendi de bilmiyordu. Fakat ben biliyordum. Çakır’ın gözlerinde gördüğüm annesizlik, kimsesizlik Aysel teyzenin onu ihmal ettiğinin, onu görmeyi reddettiğinin en büyük kanıtıydı.

“Hoş geldin.”

Aysel teyze yanıma ulaştığı an oturduğum banktan kalkıp kollarımı boynuna doladım ve daha fazla tutamadığım gözyaşlarımın Aysel teyzenin omzuna düşmesine izin verdim. Hıçkırıklarım Aysel teyzeyi şaşkına çevirirken elleri saçlarımı sarmıştı. Saçlarıma değen eller ise gözyaşlarımı arttırmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Hıçkıra hıçkıra birkaç dakika ağladığımda Aysel teyzenin sesi kendi sesimden ötürü kulaklarıma net bir halde dolamıyordu. Hoş, Aysel teyzeyi algılasam da cevap verecek bir durumda değildim.

Yaklaşık on dakikanın sonunda sakinleşerek bedenlerimizi ayırdım ve Aysel teyzenin desteğiyle biraz önce kalktığım banka bu kez onunla oturdum. Ellerimi avuçlarına aldığında gözlerindeki şefkat beni mahvetmeye yetecek kadar gerçekti. Annemin gözlerinde bir gün olsa göremediğim merhamet karşımdaki kadının gözlerinde en gerçek haliyle öylece duruyordu.

“Anlat güzelim ne oldu? Neden ağlıyorsun böyle?”

Anlattım. Üç senenin yükünü Aysel teyzeyle paylaştım ve yaklaşık iki saat durmaksızın anlattım. Çakır’a olan aşkımı, nasıl başladığını, nelere katlandığımı, nelere sustuğumu, son olanları ve en son da Gökçe’yi anlattım...

Aysel teyze şaşkındı fakat merakta ediyordu. Tüm konuşmamız boyunca üzülmememi ve halledeceğimize dair bir şeyler söylemişti.

“Gökçe denen kız kimin nesi peki? Biz tanıyor muyuz? Nereden çıktı?”

“Ben tanıyorum... Daha doğrusu Çakır tanıştırmıştı. Nasıl oldu anlamadım Aysel teyze. Çakır... Gökçe’ye bir anda kör kütük aşık oldu.”

“Bu kızın ailesi falan yok mu?”

Başımı iki yana salladım.

“Gökçe’nin annesi ve babası bir kazada ölmüş. Sekiz ay önce kaybetmiş ailesini ve tabii tüm mal varlıklarını da. Gökçe aslında çok zengin bir ailede büyümüş fakat ailesinin gidişiyle her şeyini kaybetmiş.”

Aysel teyzenin kaşları çatılırken Gökçe’yi bilmediğini yeni idrak ediyordum.

“Bu Gökçe denen kızın fotoğrafı var mı sende?”

Başımı salladım.

“Aç bakayım kimmiş oğlumun hayatına bir anda damdan düşer gibi giren kız.”

Başımı sallayarak telefonumu cebimden çıkarttım ve piknikte çekindiğimiz toplu fotoğraflardan birini açıp Aysel teyzeye uzattım.

Aysel teyze Gökçe’yi yaklaşık on dakika sessizce inceledi. Ve ardından başını telefondan kaldırdığında dolan gözleri gizlenemeyecek kadar göz önündeydi.

“B-Bu kızın soyadı ne?”

“Hazer. Gökçe Bal Hazer.”

Aysel teyzenin bir eli dudaklarına kapanırken gözünden bir damla yaş düştü ve eş zamanlı olarak telefon parmaklarından kayıp yeri boyladı. Aysel teyzenin şaşkınlığıyla dumur olduğumda o an ne diyeceğimi ne hissedeceğimi bilmez bir halde öylece onu seyrettim. Aklımdan bin türlü soru geçerken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

Doruk nasıl olurda birlikte yaşadığı kızı annesine anlatmamıştı? Ya Aysel teyze? Gökçe’yi görür görmez bu denli şaşırması normal miydi? Ağlaması ve... Ve sanki bu görüntü imkansızmış, asla olamazmış gibi tepki vermesi... Hiçbir şey normal gelmiyordu. Çakır’ın annesinden gizledikleri, Aysel teyzenin bakışlarındaki şaşkınlık...

Dakikalar süren sessizliği Aysel teyzenin fısıltısı böldüğünde sanki mümkünmüş gibi kaşlarım biraz daha çatıldı.

“Kemal Hazer’in kızı...”

“Anlamadım?”

Dediğimde şaka yapmıyordum. Anlamamıştım ve anlamaya çalışmak oldukça yorucu bir hal almıştı.

“Bana Doruk’un yeni adresini verir misin kızım?”

Başımı salladığımda Aysel teyzenin titreyen ellerine şahit olmak kaşlarımın havalanmasına sebep oldu.

“O kız... Gökçe orada mı şimdi?”

“Evet. Birlikte yaşıyorlar.”

Adresi yerden aldığım telefonumla Aysel teyzeye mesaj olarak gönderip telefonumu yeniden cebime yerleştirdim.

“Mesaj attım adresi. Peki ne yapacaksın Aysel teyze?”

Merakıma yenik düştüğümde Aysel teyzenin gözlerime sabitlediği gözleri daha önce hiç görmediğim öfke kıvılcımlarıyla yanıyordu. Ve dudaklarından dökülmek üzere olan cümleler, sesindeki saf nefreti bizzat açığa çıkartmıştı.

“Gökçe denen kız. Oğlumun hayatından defolup gidecek.”

BÖLÜM SONU

Loading...
0%