@peteichor_
|
Kaç gün geçmişti? Kaç saat? Ya kaç dakika? Hangi tarihi gösteriyordu takvim yaprakları? Kaçıncı geceydi onsuz, yalnız... Saat kaç geçiyordu kaçı? Kaçın üstündeydi yelkovan? Kaçta takılı kalmıştı akrep? Zaman hep mi bu kadar yavaştı yoksa yokluğu mu durduruyordu akıp giden zamanı? 29.BÖLÜM: ROMEO VE JULİET Gözbebeklerimin titrediğini hissediyordum. Yalnızca gözbebeklerimin de değil üstelik, her bir uzvumun tir tir titrediğini hissediyordum. Ellerim, dizlerim hatta kalbim... Gökyüzünde tonlarca yıldız, tam üzerimde yanan bir sokak lambası. Gözlerimi kırpıştırdığımda denizin kıyılarından yükselen kısık dalga sesleri kulaklarıma tüm berraklığıyla doluyordu. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Hoş, gecenin bir yarısı, sahilin ücra bir köşesinde kimin olmasını bekliyordum ki? İçim bu denli yalnızken dışarıdaki kalabalık ne kadar doldururdu boşlukları? Ruhum bu kadar bir başınayken ne çıkardı onlarca insan olsa bedenimin yanında? Yalnızlık bedende değildi, yalnızlık her zaman ruhtaydı. Beden hiç yalnız kalmazdı. Yalnızca ruh kalırdı yapayalnız. Koca bir dünyada komik olmaz mıydı yalnız bir beden? Peki ya her bir bedenin bir dünyası olsa nasıl olurdu? Herkesin yalnız yaşadığı başka bir dünya... Binlerce, on binlerce dünya! Olmazdı işte! Herkese ait başka bir dünya yoktu. Bir dünya vardı, o da herkese aitti. Anlayacağınız böyle kalabalık bir evrende yalnız kalmak imkansızdı. Kollarımı bedenime sardım. Düşüncelerim zihnimi kemirirken ne kadar zorlarsam zorlayayım ondan başka hiçbir şey düşünemiyordum. Günlerdir bir ağaçtan farksızdım. Su, yemek ve birkaç damla gün ışığıyla hayatta kalıyordum. Bedenim dimdik ayaktaydı. Tıpkı heybetli bir ağaç gibi. Fakat ruhum dalında solmuş bir çiçekti zira onun yaşaması için su, besin ve gün ışığından fazlasına ihtiyacı vardı. Derin bir nefes aldım ve pes ederek Doruk’un zihnime sızmasına izin verdim. Kaç gün geçmişti? Kaç saat? Ya kaç dakika? Hangi tarihi gösteriyordu takvim yaprakları? Kaçıncı geceydi onsuz, yalnız... Saat kaç geçiyordu kaçı? Kaçın üstündeydi yelkovan? Kaçta takılı kalmıştı akrep? Zaman hep mi bu kadar yavaştı yoksa yokluğu mu durduruyordu akıp giden zamanı? Hani derler ya, “zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.” Diye. Hani olur ya, mükemmel bir gün geçirirdik ve saate bakmadığımız her dakika zaman su misali akar ve tükenirdi. Bu hep böyle bilinirdi. Herkesçe belgelenmemiş bir onaylamayla kabul edilmiş, aksi iddia edilemez bir gerçekti. Güzel geçirilen zaman çabuk geçerdi. Fakat tam şu dakika aksini iddia etmek için gelmiştim karşınıza. Güzel geçen zaman hızlı falan geçmezdi. Aksine, mutsuzluktan öldüğünüz, yalnızlığı iliklerinize kadar hissettiğiniz ve geçirdiğiniz en kötü günler akıp giden en hızlı zamanlardı. Nereden mi biliyordum? İzin verin anlatayım size. Dökeyim içimi, yalnızlığıma sarılın sıkıca. Siz! Evet evet bu satırları okuyan siz... Bugün on beş nisan günüydü. Onsuz kaç günüm geçti ya da kaç saati devirdim hesap yapamamıştım bir türlü. Hesap yapmayı her denediğimde zihnim bana yıllar geçti diyordu. Asırlar sürdü onsuzluk. Asırlar sürdü yalnızlık... Onsuz geçen her günüm bu sahilde bitiyordu. Onsuz batan her güneşe nefretle bakıyordum. Üzerimdeki tonlarca yıldıza, onun yokluğunda parladıkları için lanetler yağdırıyordum. Ne önemi vardı onsuz gökyüzünde parlayan, aydınlatan yıldızların. O yanımda yokken hangi yıldız, hangi ışık aydınlatırdı zifiri karanlığımı? Ona inanmak istiyordum. Bana yapacağı en ufak açıklamaya körü körüne inanıp boynuna atlamak istiyordum. Öpmedim demesini, sevmiyorum demesini istiyordum. Yanaklarımı şişirerek bedenimi çimlere bıraktığımda bir kez daha gözlerim, ısrarla dünyaya ışık yaymak isteyen yıldızlarla buluştu. Ne garipti her bir yıldız farklıydı. Her bir yıldız olduğu yerde, yapayalnız parlıyordu. Fakat karanlık öyle değildi. Karanlık kalabalıktı. Belki de ısrarla parlamak için yalnız kalmıştım hayatta. Belki de karanlık korkum yüzünden aydınlıkta yapayalnız kalmıştım. Halbuki karanlıkta kalmak kalabalığa karışmak gibiydi. Karanlıkta sızan tek bir ışık huzmesini yok etmek, karanlığı bir yapmaya yeterdi ve karanlık her zaman en kalabalık olanıydı. “Bu saatte buralar tehlikeli olur.” Duyduğum sesle irkilerek uzandığım çimlerden doğruldum. Karşımda gördüğüm bedense bende tek bir duygu kırıntısı barındırmamakla birlikte tepkimi bile zerre hak etmeyen bir bedendi. Umut... Umut karşımda, sokak lambasının loş ışığında yüzümü incelerken omuz silktim. “Umurumda değil.” Dedim umursamazca ve olabilecek en dürüst haliyle... Cevabım Umut’un dudaklarında belli belirsiz bir kıvrılmaya sebep olurken gözlerimi Umut’tan ayırıp yeniden kayalıklara diktim. “Oturabilirim değil mi?” Yerden destek alarak ayağa kalkıp başımı salladım. “Oturabilirsin. Bende zaten gidiyordum.” Diyerek Umut’un yanından geçmeye yeltendiğimde bileğimi nazik olmaya özen göstererek kavradı ve bu kez belli belirsiz değil gayet sıcak bir gülümsemeyi dudaklarına yerleştirdi. “Oturmak istediğim yer çimen değildi, yanındı.” Dediğinde yerimde rahatsızca kıpırdandım ve kolumu Umut’un parmaklarından kurtardım. “Bak Umut, derdin ne bilmiyorum.” Diyerek yapacağım uzun soluklu konuşmanın ilk adımını attım. “Bilmek istiyor muyum?” Düşünür gibi yaparken oldukça umursamaz göründüğüme emindim. Zira umursamazdım da. Umursamamam gereken hiçbir şeyi umursamaya niyetim yoktu. Kafamın içi tıka basa doluyken yeni bir derde bir milim dahi yer yoktu.Cıklayarak cümlemin devamını getirmek üzere dudaklarımı araladım. “İstemiyorum. Umurumda mı? Ah, hayır. Kesinlikle değil. Hayatım yeterince karman çorman ve derdin her neyse inan, ona ayıracak bir dakikam bile yok. Senden rica ediyorum benden ve Doruk’tan uzak dur. Bu sana edebileceğim en kibar ricamdı ve bir dahaki sefere bu kadar kibar olacağımı hiç sanmıyorum. Umarım anlamışsındır?” Umut’un bir anda tüm mimikleri değişirken kaşlarım istemsizce çatıldı. Bir an. Yalnızca bir saniye içinde karşımdaki insan somut, görülebilir bir şekilde değişmişti. Bakışı, duruşu, gülüşü... Ve gözlerindeki duygu, başkalaşmıştı dudaklarımdan dökülen her bir kelimeyle... Az önce gördüğüm samimiyetin nefrete dönüşünü an be an izlemek nefesimin titremesine sebep oldu. “Romeo ve Juliet’i bilir misin?” Umut’un nefret kokan sorusuyla yerimde rahatsızca kıpırdandım. “Ne saçmalıyorsun sen?” Umut rahatsız edici bir gülümsemeyi dudaklarına kondururken aynı rahatsız edicilikle devam etti cümlelerine. “Romeo ve Juliet. Aileleri düşman olan iki gencin aşkını anlatır.” Gözlerimiz hali hazırda bir aradayken Umut kolumu bu kez kibarlıktan uzak, aksine canımı acıtmaya yemin etmişçesine sertçe kavradı ve yüzümün ekşimesini umursamadan üzerime eğildi. “Sonunda ne olur biliyor musun? Bir zehir. Bir damla zehir aldı canlarını. Romeo ve Juliet’in yaşadığı bir aşk değildi bir trajediydi.” Bileğimi Umut’un sıkı parmaklarından kurtarmaya çalışırken neredeyse kusmak üzereydim. Umut’un sesi, cümleleri, bakışı, dokunuşu midemi ağzıma getirmişti. Kendimi sakinleştirmeye gücüm yetmiyordu ve bulanan mideme dönen başım dur durak bilmeden eklenmişti saniyeler içinde. “Bırak beni-” Sesim korkuyla harmanlanmış bir nefretle çıkarken bir anda başka bir sesin dokunuşuyla kesiliverdi. Onun sesi sesime değer değmez cümlem boğazımda takılı kalmıştı. Ne yutkunmak mümkündü ne de nefes almak. Zira nefesimi tutmuştum irademin hakim olmadığı o an... “Bırak lan kızı!” Bir anda ne olduğunu idrak edemediğim o saniye içinde Umut’un parmakları kolumdan ayrılmış ve yüzüne aniden yediği yumrukla geriye doğru savrulmuştu. Bense bedenimi Doruk’un hasret kaldığım bedeninin arkasında buluvermiştim. Beni bedeninin değil, kalbinin arkasına saklamıştı ve o an bunu tek bilen bendim. Birde yanımda sevinç çığlıkları atan çocukluğum. Geldi demişti bağıra bağıra. Bizi bırakmadı, geldi! Öyle bağırıyordu, sesi öyle güçlü çıkıyordu ki... Fakat bilmediği bir şey vardı, onun sesini tek duyan bendim. Onu gören yalnızca bendim çünkü onu iyileştirmeye yeminliydim. O iyileşene kadar yanımdan ayrılmayacaktı ve ben ona her koşulda sıkıca sarılmaktan vazgeçmeyecektim. “Sen ne laftan anlamaz adamsın! Ben ne dedim sana? Gökçe’den uzak duracaksın! Gökçe’ye değil elin, sesin bile değmeyecek!” “Ooo! Hikayemizin diğer karakteri de nihayet teşrif edebildi! Hoş geldin Romeo!” Doruk öfkeyle nefesini dışarıya verirken Umut’un yakalarını kavradı ve burun buruna gelmelerine sebep oldu. “Doruk bırak ne olur! Gidelim buradan.” Doruk beni duyacak durumda değildi. Öfkesi öyle gözle görülür bir hal almıştı ki neredeyse başından dumanlar çıkacaktı! Bense korkudan ve gerginlikten bayılmak üzereydim! “Ne diyorsun lan sen!” “Diyorum ki Romeo, bu hikayenin sonunda Juliet’in dudaklarındaki zehir seni de öldürecek.” *** “Canın acıyor mu?” Diye sormuştum, salonumuzun loş ışığında Doruk’un patlayan dudağını temizlerken. Yaklaşık bir saatin sonunda onları ayırmayı başarmış ve Doruk’u apar topar eve getirebilmiştim. Doruk patlayan kaşı ve dudağıyla bu kavgadan kurtulduysa da durum, Umut için epey farklı olmuştu. Zira Umut, mosmor bir yüzle ve tahminimce vücudunda oluşacak sayısız morlukla sahili terk etmişti. “Acıyor.” Demişti Doruk sahiden de acı içinde bir ses tonuyla. Panikle ayağa kalktım ve bilinçsizce Doruk’un elinden tuttum. “Kalk bir hastaneye gidelim bu böyle olmayacak!” Telaşla Doruk’u çekiştirmeye çalıştığımda beklemediğim bir hamleyle adeta Doruk’un kucağına düştüm. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken Doruk’un kolu bedenimi sıkıca sarmış ve beni dizine adeta sabitlemişti. “N-Ne yapıyorsun?” Dudaklarımı aralamayı zar zor becerebildiğimde ilk sorum bu olmuştu. “Çok acıyor. Acıdan ölüyorum Gökçe... Senin sevgime inanmadığın her an acıdan geberiyorum. Sana bu kadar aşıkken, yanında olmak yerine arkanda kalmaktan canım cayır cayır yanıyor. Kaç gün oldu saydın mı?” Derken duygularımın tercümanı olduğundan habersizdi. İşte bu yüzden oydu. Doruk Çakır Arsal beni anlamakla kalmıyordu, beni yaşıyordu. O beni anlamıyordu o ben oluyordu. Onun ruhu benim ruhumun yanında değildi. Bizim ruhlarımız birdi... Sanki bir ruhu bölüşmüştük. Sanki kalbimiz aynı sayıda atıyordu bizim. Aynı anda acıkıyor, aynı anda susuyorduk. Doruk ve ben birlikte değildim biliyordum. Ben onunla çoktan bir olmuştum... “Kaç saat oldu? Kaç gün? Saydın mı Gökçe? Ben saymadım. Sayamadım... Saysaydım yaşayamazdım. Kaç gün oldu ya da saat bilmiyorum. Tek bildiğim senin yanında değilken bile arkanda olduğum. Her gün sahile geldin. Çimlerde oturdun, düşündün... Bazen ağladın. Bende arkanda acıdan delirdim. Sen önümde denizi izlerken ben seni izledim. Sen üzülürken ben mahvoldum. Sen yalnız olduğunu düşündün ama ben seni bir an bile yalnız bırakmadım. Neden biliyor musun? Çünkü insan nereye giderse gitsin döndüğü yer evidir. Benimde evimdi. Yarıştım, okula gittim sonra soluğu kapında aldım. Arkanda, sağında, solunda aldım. İçinde olamadığım evimin kapısında bekledim ben.” “Doruk... Sana inanmak istiyorum. Bunu her şeyden çok istiyorum ama beni de anla. Sizi öyle görünce-” “Gördüğün şey midemi bulandırmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Seni benden koparmaktan başka bir boka yaramadı anlıyor musun? Madem inanmak istiyorsun, inan Gökçe. Benim bize inandığım gibi sende bana inan.” Göz yaşlarım yanaklarımı ıslatırken titreyen parmaklarımı Doruk’un yanaklarına yerleştirdim ve onun da yanaklarını ıslatan gözyaşlarını hafifçe okşadım. “Onu gerçekten öptün mü?” “Öpmedim.” “Sana inanıyorum.” “Ya aşkıma?” “Aşkına da...” Doruk gülümserken ikimizde mahvolmuş haldeydik. Onun bir dizinde otururken ve ellerim yanaklarındayken loş ışık ikimizi de karanlıktan kurtarmaya yetiyordu. Saniyeler geçti ve bizim dudaklarımız bir araya gelirken gözyaşlarımız birleşti. Birbirimiz öylesine öptük ki... Telaştan uzak, samimiyete yakın ve tüm yalnızlıkların en kalabalığı... Onu öpmek yalnızlığıma kalabalık olmuştu. Birkaç saat önce sahilde oturan yapayalnız bedenim şimdi kalabalıktı. Doruk’u öptüğüm sırada zihnime izinsiz bir cümle sızdı ve o an beklemediğim o cümle karşısında titrediğimi hissettim. “Diyorum ki Romeo, bu hikayenin sonunda Juliet’in dudaklarındaki zehir seni de öldürecek.” *** “Kahvaltı hazır güzelim, uyan artık!” Uyandığımda duymaktan en keyif aldığım cümle buydu. Doruk’un yanıma gelip beni uyandırmasıydı ve bu hafta sonu onsuz geçirdiğim günlere bir tepkiydi. Gülümseyerek yerimden doğrulduğumda Doruk gülümseyerek kısılan gözlerimi seyrediyordu. “Günaydın sevgilim.” Demiştim oldukça sevgi dolu bir edayla. Ona sonsuza kadar sevgi sözcükleri sıralamak ve onu sayısız kez öpmek istiyordum fakat o an o isteğimi bastırarak yataktan kalktım. Günler sonra yeniden onunla uyanmak benim için anlatılması güç bir lütuftu. Bu dört duvar günlerdir benim mezarım, hapisim, sonum olmuştu. Ta ki o dönene kadar. O beni yeniden uyandırana kadar... “Günaydın yuvam.” Derken Doruk’un sesinde saf sevgiden başka hiçbir şey yoktu. Gülümseyerek dudaklarımı Doruk’un yanağına bastırdığımda istemsizce kapanan gözleri, dudaklarımın iki yana kıvrılmasına sebep oldu. “İşte gün şimdi aydı. Hadi güzelce kahvaltı edelim! Bugün bizim.” Heyecanla Doruk’a döndüğümde bugün bizim derken ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. “Ne yapacağı?” Merakla sorduğum soru Doruk’u gülümsetmişti. “Sen ne yapmak istersen.” “Biz seninle hiç piknik yapmadık!” Dediğimde bu farkındalık ikimizin de kafasına bir taş misali çarptı sanki. Biliyordum biz çoğu şeyi yapmamıştık fakat piknikte yapmadığımız tonlarca şeyin arasında yerini koruyordu. Evet, bir defa topluca yapmıştık fakat ben o kareyi zihnimden silmek, bir daha hatırlamamak üzere zihnimin tozlu raflarından birine gelişigüzel fırlatmak istiyordum. Arkadaşım saydığım, dostum bildiğim o kızın hayatımı doldurduğu her sayfayı acımasızca yırtıp atmak istiyordum. Artık hayatımın sayfalarında yer yoktu. Ona ve onun gibilere ayrılmış tek bir sayfam bile kalmamıştı. Tükenmiştim, tüketilmiştim ve bu kadar kafiydi. “O zaman planımız belli. Piknik yapmaya gidiyoruz!” “Gerçekten mi?” Heyecanım dudaklarımdan taşarken gözlerimin parladığına yemin edebilirdim. “Gerçekten. Sen hazırlan gerisini ben halledeceğim.” Doruk alnıma sıcak dudaklarını bastırırken tebessümüm dudaklarımı sarmaladı. “Kahvaltı?” Diye sorduğumdaysa Doruk, kapıdan çıkmak üzereyken omuz silkti. “Onları saklama kaplarına koyacağım ve yiyeceğimiz kadarını yanımıza alacağım.” “Yardım edeyim mi?” “Hallederim ben!” Doruk’un çıkıp gittiği kapıyı arkasından kapattığımda sırtımı kapıya yasladım ve gülümsedim. Öyle büyük bir gülümseme sundum ki dünyaya, bir daha beni üzmeye kıyamasın istedim. Acısın istedim bana. Bir parça da olsa merhamet dilenmiştim hayattan. Çünkü sabrım da gücümde kalmamıştı artık. Bazı şeyler kaldıramayacağım kadar ağır gelmişti ve artık kaldıramayacağım yükleri sırtlanmak istemiyordum. Düşüncelerimi kapının ardında bıraktım ve yakaladığım mutluluğa tutunarak hızlı adımlarla banyoya ilerledim. Üzerimdekilerden kurtulduğumda suyu ılık akması için ayarladım ve usulca bedenimi ayarladığım suyun altına bıraktım. Saçlarımdan sızan, omuzlarımdan dökülen ve her bir uzvuma ulaşan ılık suyun yalnızca bedenimi değil ruhumu da temizlediğini hissediyordum. Hiçbir his bu his kadar kuvvetli olmamıştı içimde. Size yemin ederim bedenimden akan su ruhumu da temizliyordu... On beş dakikalık bir duşun arından saçlarımı kuruttum ve üzerime dolabımdan çıkarttığım turuncu tonlarında, bahara yakışacak bir elbise geçirdim. Ardından kirpiklerimi maskara yardımıyla hareketlendirip çillerimi özgür bıraktım. Dudaklarımaysa narçiçeği tonlarında bir ruj sürerek hazırlığımı sonlandırdım. Güzel görünüyordum. Daha da önemlisi mutlu görünüyordum. Tüm bu dünyaya, yaralarıma, kayıplarıma rağmen oldukça dinç ve mutlu görünüyordum. Memnuniyetle aynadaki görüntüme gülümsedim ve üzerime bir kot ceket geçirip hızla odadan ayrıldım. “Hazır mısın?” Doruk sepetle uğraşırken gülümsedim. “Hazırım!” O an gözleri bana değerken gözlerinden taşan hayranlık saklanamayacağı kadar gerçek ve meydandaydı. “Çok güzel olmuşsun.” Dedi yalnızca. Fakat hiçbir şey söylemese de olurdu zira bakışları çok şey anlatmış, sessizliği çok şey haykırmıştı. Bazı insanların sessizliği bazı cümleleri bastırırdı ve Doruk’un sessiz bakışları dudaklarından taşan cümleyi bastırmaya yetmişti. “Teşekkür ederim...” Dediğimde Doruk ağır adımlarla yanıma ulaşmış ve bir elimi avucuna hapsederek diğer eliyle yerdeki hasır sepeti almıştı. Gitmeye hazırdık. Mutlu olmaya, gülmeye hazırdık. Her şey hazırdı... “Hazır mısın?” Sanki düşüncelerimin dudaklarımdan dökülmesi gerekmişti ve Doruk bunu amaçlayan bir cümleyle son vermişti zihnimden dökülen cümlelere. Bu hazır mısın biraz öncekinden farklıydı. Bu hazır mısın, mutlu olmaya, gülmeye, beraberliğimize hazır mısın dı. “Hazırım.” Araladığımız kapıdan dışarıya çıktığımızda kapıyı kapatmadan son kez evimize baktık. Birlikte kurduğumuz, her eşyasında emeğimiz olan evimize Bardaklarını dahi beraber seçtiğimiz dört duvarımıza. Siz dışına çıktığınız dört duvarı eviniz zannederdiniz fakat eviniz her zaman ellerinizi sıkı sıkı kavrayan sevdiğiniz olurdu... *** 22 Nisan, 21.30 Gözlerimi önümdeki kitaptan ayırıp saate çevirdiğimde yanaklarımı sıkıntıyla şişirdim. Doruk bir saat önce çıkmış ve yarış öncesi antrenman yapacağını, ardından yarışı olduğu için gecikeceğini söylemişti. Anlayacağınız üzere evimizde yalnız kalmış ve bu yalnızlığımı ders çalışarak değerlendirmeye karar vermiştim. Doruk eve döneli bir hafta olmuştu. Koca bir hafta... Bu bir haftamız öylesine sorunsuz, tasasız geçmişti ki... O gün baş başa yaptığımız o piknik bizim miladımız olmuştu sanki. Saatlerce sohbet etmiştik. Gün batımını izlemiş, bisiklet sürmüştük. Hiçbir şey düşünmeksizin onunla geçirdiğim o saatler her şeyin mükafatı gibiydi sanki. Bir haftadır ne Umut denen çocuktan ne de Melis’ten ses seda çıkmıyordu. Sanki herkes anlaşıp bir sessizlik yemini etmişti. Ölüm sessizliği derler ya, hah! İşte ondan... Sanki bir kıyametin öncesinde yayılan derin bir sessizlik hakimdi. Kimselerden ses çıkmadığı gibi zihnimde bir sessizlik sözü vermiş ve düşüncelerimden sıyrılmıştı. Bir haftadır hayatım Doruk, sahaf ve dersler olmuştu. Malumunuz sınava iki ay kadar bir süre kalmıştı ve iki ay sonra hayatımın en önemli sınavını verecektim. Tabii verdiğim sınav yalnızca basit bir üniversite sınavından ibaret olmayacaktı. Sınavım hayallerime giden ince bir çizgiydi. Benim ve Göktuğ’un hayallerine... İsmini aklımdan geçirdiğim an sanki bir şey oluyor ve dolması için gözlerime bir sinyal gidiyordu. İnanın elimde değildi! Özlemden deliriyordum. Onu kaybedeli belki üç ay belki daha fazlası olmuştu fakat ben acısını yıllardır yaşıyordum. Kitabımı kapattığımda odaklanamadığımı kabullenip yerimden kalktım ve sıcak bir kahve içmek üzere mutfağa ilerledim. Su ısıtıcısına bir miktar su koyup ısınmasını beklerken gözlerim mini buz dolabımızla buluştu. Buzdolabının üzerindeki not kağıdıyla desem daha doğru olurdu. “Güzelce dinlen bebeğim. Seni seviyorum ve sana söz veriyorum, uyandığında yanında olacağım.” Son cümleyi sesli okuduğumda kendimi buna koşulsuz şartsız ikna etmeye çalışıyordum. Doruk her seferinde bu sözü bana verirken bir kez bile tutamayacağı ihtimali dolmuyordu zihnime. Çünkü bilirdim, Doruk Çakır Arsal söz verdiyse tutardı. Ne pahasına olursa olsun... Buzdolabının üzerindeki not kağıdını parmaklarımın arasına alırken özlemle kalbime bastırdım. Onu göremediğim birkaç saat bir ömürden farksızdı ve kesinlikle dayanılmazdı... Not kağıdını katlayıp tabakları koyduğumuz dolabı araladığımda parmaklarım ezbere bildiği yere kaydı. Notları biriktirdiğim kavanozuma. Kavanozu parmaklarımın arasına aldığımda bir şey oldu. Küçük bir an... Parmaklarım tir tir titredi ve kavanoz yere düşerek paramparça oldu. Tek bir düşüş onu paramparça etmeye yetmişti. Kokuyla bir elim kalbime giderken gözlerimi kısa bir an kapattım. Bu neydi şimdi? Ellerimin bu denli titrediğine ilk defa şahit oluyordum. Birkaç saniye sakinleşmeyi bekledikten sonra ellerimin titremesi artarken dikkatlice cam parçalarına karışan notları toparladım. Notları tezgaha bıraktığımda hızla yerdeki camları temizledim ve yeniden gözlerim notlarla buluştu. “Seni seviyorum kızıl. Uyandığında yanında olacağım. Söz veriyorum...” “Bugün çok yoruldun bir an önce uyu güzelim. Sana söz uyandığında yanında olacağım.” “Dolapta acıkırsın diye çorba bıraktım. Uyumadan karnını doyur bir tanem. Seni seviyorum. Uyandığında yanında olacağım söz veriyorum.” Bu not kağıdını açtığımda arasına sıkışan cam parçası parmağımı kesmişti. Kayıtsızca parmağımdan akıp not kağıdına düşen kan damlasını izlerken kalbime bir taş oturduğunu hissettim. Sanki tam üstünde, atmasını engelleyecek ağırlıkta bir taş oturuyordu ve benim nefeslerim boğazıma takılıp kalıyordu... Birkaç dakika sakinleşmeyi bekledim ve ardından kesilen parmağımı yara bandıyla sardım. Kafamın dağılması için birkaç tane notu daha aralıksız okumuştum. Hepsi bittiğindeyse onları yeni bir kavanoza aldım ve ellerimin titremesinin geçtiğini o an fark ettim. Doruk yokluğunda bile sakinleştirmişti beni. Satırları bile yetmişti beni iyileştirmeye. En az on beş tane bunlara benzer not okudum ve tekrar su ısıtıcısını çalıştırdım zira su yeniden soğumuş olmalıydı. Notlar zihnimde dönüp dolaşırken bir tane geniş fincan çıkarttım ve bir kaşık klasik kahveyi içine koyarak üzerine ısınan suyu ekledim. Sıcacık kahvemden yayılan koku ruhumun antidepresanı olurken kupayı parmaklarımla kavradım ve salonda, televizyonun karşısında yerimi aldım. Biraz film izlemekten zarar gelmezdi. *** Gözlerim televizyonda oyalanırken yanaklarımı şişirerek saate baktım. 01.00 Saat tam birdi ve Doruk’un gelmesine saatler vardı. Sıkıntıyla nefesimi verip televizyonu kapattım ve koltuktan sallana sallana kalktım. Anlaşılan vaktin bir an önce geçmesi için uyumam şarttı. Elimdeki fincanı mutfağa bırakıp odama geçecekken çalan kapıyla bedenim donakaldı. Gecenin bu saatinde kim gelirdi ki? Doruk asla kapıyı çalmazdı. Koray’sa bu saatte gelmezdi. Öyleyse kimdi gelen? Kapı bir kez daha çaldığında başımı iki yana sallayarak kapıya ilerledim ve titrek bir nefes vererek dudaklarımı araladım. “Kim o?” Diye tedirgince dışarıdaki yabancıya seslendiğimde tahmin ettiğim gibi yabancı bir ses karşılık verdi. Ses yabancıydı fakat gelen oldukça tanıdıktı. Benim tarafımdan tanınmamış fakat yabancılıktan da çok uzak bir tanıdıktı. Kapıdaki kadının sesi zihnimde birkaç kez daha yankılanırken yutkundum. “Benim. Aysel. Doruk’un annesi.” BÖLÜM SONU |
0% |