Yeni Üyelik
32.
Bölüm

30.BÖLÜM: GEÇMİŞİN YARALARI

@peteichor_

Bir kere daha anlamıştım. Biz geçmişteki yaralı ruhlardık ve bu yara iyileşmeyecekti. Geçmişin yarasını yalnızca geçmiş kapatırdı zira geleceğin gücü, geçmişin bıraktığı yarayı kapatmaya yetmezdi.

30.BÖLÜM: GEÇMİŞİN YARALARI (SEZON FİNALİ)

Gökçe Bal Hazer. Bugüne kadar adım kimse için bir anlam ifade edecek kadar değerli olmadım. Kimse adımı duyduğunda gülümsemedi şimdiye kadar. Kimsenin adımı duyunca kalbi teklemedi. Gözleri anlamla parlamadı. Hatırladınız mı? Sizinle tanıştığım ilk günü... Tam olarak bu satırlarım sizlerle tanıştığım ilk satırlarımdı. 16 Ağustos. Sizinle tanışma yıldönümümüz! 16 Ağustos... Benim doğum günüm. 16 Ağustos gecesi ise annemin ve babamın gidişi. İlk gidişleri değil fakat son gidişleri... Onlar hep giderdi ama o gece yok olacaklarından habersizdim. Onlar ben ağlarken giderdi, ben gülerken giderdi, özel anlarda giderdi, sıradan anlarda giderdi. Aslına bakarsanız onlar daha önce hiç gelmemişti...

Sizinle yolumuz kesişeli yaklaşık sekiz ay kadar oluyor. Size adımın kimse için anlam ifade etmediğine yakınalı tam olarak o civarda bir zaman ediyordu. Bu sekiz ayda birçok şey değişti. Evim değişti, ailem, arkadaş sandıklarım, hayatım, okulum, her şeyim değişti... Bu sekiz ay benden çok şey götürdü. Getirdiği gibi götürdü de... Öncelikle müjde! Artık adım, gözlerim hatta çillerim bile birisi için bir anlam ifade ediyor. Artık adım bir anlam ifade edecek kadar değerliyim. Artık ismim birilerini gülümsetiyor...

Doruk Çakır Arsal... Sekiz ayın bana getirdiği sizden sonraki en büyük mucizem. Hayal kurma sebebim, mücadelem, nefesim, hayatım, ailem... Sekiz ay bana on beş yılda veremeyeceği her şeyi vermişti. Doruk benim için biri değildi. Sevgili gibi sıradan bir sıfattan çok daha fazlasıydı.

Doruk benim için hayattı,

Doruk benim için temiz havaydı,

Doruk benim için sözleri çok güzel bir şarkıydı.

Doruk benim için bir evdi,

Doruk benim için gökyüzüydü...

Size onu sabaha kadar anlatabilirim. Size saçlarımı kurutan, bana yemekler hazırlayan, beni en çok güldüren, beni çillerimle barıştıran belki de tanıştıran kocaman kalpli adamı sonsuz bir zaman dilimine kadar anlatabilirim. Onu tanıdığım sekiz ayın benim için bir ömür olduğunu hiçbir sonsuzluk anlatmam için yetmez. O sonsuzluğa sığdıramayacağım kadar derin bir adamdı.

Onu tanıdığımda bir evi vardı. Bomboş bir ev... Hayatı ne kadar kalabalıksa içinde yaşadığı dört duvar bir o kadarda boştu. Annesi... Çok sevdiği, aşık olduğu annesi yanında değildi mesela. Onu tanıdığımda onun bir kalbi yok sanmıştım. Halbuki onun öyle büyük bir kalbi varmış ki... Doruk çakır Arsal’ın kalbi, kardeşine annesini hediye edecek kadar büyüktü. Nitekim etmişti de... O çok sevdiği annesini kardeşine hediye etmişti. Kendini ailesiz, annesiz, kimsesiz bırakırken bir dakika bile düşünmemişti. Bir kere isyan etmemişti hayata, bir kere yeter dememişti. O hayatta yalnızca bir kere yere düşmüştü. Babası öldüğünde ve annesinden vazgeçmek zorunda kaldığında. Doruk ve ben sıradan bir okul bahçesinde tanışıp aşık olmamıştık. Biz onunla düştüğümüz yerde tanışmıştık. Düşüp yere çakıldığımız yerde karşılaşmıştık biz. İki yarım bir tam etmeye çalışırken aşık olmuştuk. Ailesizliği, kimsesizliği iliklerimize kadar hissederken karşılaştırmıştı hayat bizi. Belki de bir işaretti bu. Bizi bir yapmak için hayat önce düşürmüştü. Sonra süründürmüştü ve sonunda karşılaştırmıştı bizi.

On altı... Doruk’la tanıştığımda on altı yaşındaydım. Hoş, hala on altı yaşındayım. O ise on dokuz yaşında. Koskoca on dokuz sene göğüs gerdiği bu hayatta karşısına beni çıkartmıştı evren. Benimse on altı yıllık umutsuzluğumun mükafatı gibi çıkmıştı karşıma.

Bu hayattan öğrendiğim bir şey vardı. Kimse boşu boşuna yere düşmüyordu. Hayat kimseyi öylesine süründürmüyordu. Hayat biz kalkabilelim, kalkmayı öğrenelim diye düşürürdü bizi. Güldürmek için ağlatırdı. Gökçe Bal Hazer’i ve Doruk Çakır Arsal’ı hayat, düştükleri dipte birbirlerini bulabilsinler diye düşürmüştü ve onlar düştükleri yerden el ele kalkacaktı.

Benim hikayem düştüğümde başlamıştı. Hayatın beni buluşturduğu zeminde sürüklenirken başlamıştı. Ve hikayem, Doruk’un elinden tutup düştüğüm yerden kalkmamla sonlanacaktı.

Yalnızca kırk sekiz saat. Kırk sekiz saat önce düştüğümüz yerden el ele kalkacağımızdan şüphem yoktu. Kırk sekiz saat önce bulutların üzerine kadar çıkabilecek gücümüz olduğundan emindim. Çünkü biz Doruk ve Gökçe’ydik. Motorcu çocuk ve çillerine küsmüş kız. Biz ikimiz değil bulutlara yıldızlara bile ulaşabilecek güce sahiptik. Kırk sekiz saat önce olan toz pembe hayallerim kara bulutlarla örtüneli iki gün oluyor. Babamın bana bıraktığı mirası öğrendiğim andan beri geçen süre iki gün. Miras yalnızca mal mülk olmuyordu ne yazık ki. Bazen miras yara oluyordu. Bazen miras kir oluyordu. Her kir çıkardı şüphesiz fakat geçmişin kiri ne kadar yıkarsanız yıkayın çıkmazdı. Aksine, daha da dağılırdı. Kırk sekiz saat önce öğrendiğim gerçek şimdi üzerime dağılmıştı. Bir kere daha anlamıştım. Biz geçmişteki yaralı ruhlardık ve bu yara iyileşmeyecekti. Geçmişin yarasını yalnızca geçmiş kapatırdı zira geleceğin gücü, geçmişin bıraktığı yarayı kapatmaya yetmezdi. En fazla üstünü kapatırdı.

Tıpkı babamın yaptığı gibi... Babam sevdiğim adamın, ailemin, evimin, her şeyim olan o, on dokuz yaşındaki gencin babasını öldürmüştü. On beş yıl önce... On beş yıl önce üzerini kapattığı yara yeniden açılmıştı. Ve şimdi o yarayla yaşamak zorunda bırakılan ben olmuştum.

Yolun ortasında duruyordum. Etrafımdan geçen arabaların hiçbir önemi yoktu. Ya da bardaktan boşanırcasına yağan yağmur o an bedenimi sırılsıklam etmekten başka bir şey ifade etmiyordu. Belki dedim kendi kendime. Belki yağan bu yağmur bedenimi ıslatmakla kalmaz, ruhumu temizler. Gecenin bir saati, yağan yağmurun altında öylece ıslanırken bir ses işittim. Ansızın, tüm bu yağmura rağmen, arabaların gürültüsüne rağmen kulaklarıma gürültülü bir ses sızdı. Nerde duysam tanıyacağım ve hayatın bana asla unutturmayacağı bir ses... Doruk Çakır Arsal birkaç adım arkamdaydı ve dudaklarından ismim büyük bir özlemle dökülmüştü.

“Gökçe!”

Demişti Doruk. Özlemle ve bilmediği geçmişimizle... Zihnime Umut’un sesi dolarken gözlerimi uzunca kapattım.

“Romeo ve Juliet. Aileleri düşman olan iki gencin aşkını anlatır.”

“Sonunda ne olur biliyor musun? Bir zehir. Bir damla zehir aldı canlarını. Romeo ve Juliet’in yaşadığı bir aşk değildi bir trajediydi.”

Ne yani diyordu iç sesim. Aşk hikayesi sandığım aşkımız bir trajedi miydi? Bizim ki aşk değil trajedi miydi? Kalbim acıyordu. Gayet somut bir acıydı. Sanki biri kalbimi ayaklarının altına almış ve eziyordu. Öyle bir eziyordu ki o an bir elim kalbime giderken usulca arkamı döndüm ve onunla göz göze geldim. Yağan şiddetli yağmur, yanımızdan hızla geçen arabalar ve onun gözleri...

“Hüzünlü bir barış sabahın getirdiği.

Güneş kederinden göstermiyor yüzünü.

Gidip uzun uzun konuşalım bu üzücü şeyleri,

Kimi bağışlanacak, cezalanacak kimi.

Daha acıklı bir öykü yoktu, bunu böyle bilin,

Bu öyküsünden talihsiz Romeo ve Juliet’in.”

Romeo ve Juliet’in son satırlarıydı bunlar. Onun gözleri gözlerimdeyken zihnim bu satırların esiri oldu ve biz üzerimize yağan yağmurun altında devam ettik birbirimize bakmaya...

48 Saat Önce:

Kapıyı açtığımda karşımda sahiden Doruk’un annesi duruyordu. Bu onun gözleriydi! Kesinlikle şaka değildi. Karşımdaki kadının elaya çalan gözleri Doruk’un gözlerinin bire bir aynısıydı.

“H-Hoş geldiniz!”

Derken kendime yeni yeni geliyordum. Zira Doruk’un annesiyle daha önce tanışma fırsatım olmamıştı ve ilk tanışmamızın gecenin bir vakti olması tahmin edilir cinsten değildi.

“Hoş buldum. Girebilir miyim?”

O an salaklığıma küfürler savurup hızla kapının önünden çekildim. Tıpkı bir aptal gibi kadının önünde dikilip kalmıştım!

“Tabii buyurun. Ben sizi görünce bir an şaşırdım...”

Doruk’un annesi başını sallayıp içeriye girerken derin bir nefes alıp kapıyı kapattım ve arkasından ilerledim.

“Bir şey içer misiniz?”

Diye hızla sorduğumda kırk, kırk beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadın evi incelemekle meşguldü. O eve tuhaf bakışlar atarken bense beklentiyle ona bakıyordum.

“Bir şey içmeye gelmedim kızım. Seninle konuşmaya geldim. Doruk’un yarışta olduğunu biliyorum. O gelmeden gideceğim.”

“Ama neden? Sizi gördüğüne o da çok sevinecek kalsanız olmaz mı?”

Diye sorduğumda kadın beni umursamadan ikili koltuğa oturmuş ve beni seyretmeye başlamıştı. Yerimde rahatsızca kıpırdandım zira bakışlarındaki gerginlik bana bir şeylerin doğru gitmediğini adeta haykırıyordu.

“Gökçe’ydi değil mi?”

Gülümsemeyi denerken başımı salladım.

“Oturur musun?”

Sanki bu bir emirdi ve o an oturmaktan başka bir çarem yok gibiydi. Doruk’un annesinin tam karşısına otururken neredeyse nefesimi tutmuştum.

“Lafı uzatmayacağım Gökçe. Sana iki gün müddet kızım. Bu evden gideceksin.”

“Pardon?”

Diyebilmiştim afallarken. Karşımdaki kadın acımasız cümlelerini sıralamaya başlarken gözleri aynı donuklukla gözlerimdeydi.

“Gideceksin ve oğlumun hayatından çıkacaksın.”

“Bunu yapmayacağım. Biz birbirimizi seviyoruz... Bana neden bu şekilde düşmanca baktığınızı anlamış değilim fakat tanısanız belki de-”

“Benim seni tanımaya niyetim yok kızım. Yalnızca gitmeni istiyorum.”

Dudaklarım iki yana kıvrılırken gözlerimin dolmasını engelleyemiyordum.

“Ben gitsem de Doruk beni bırakır mı sanıyorsunuz?”

Doruk’un annesi gülümseyerek ayağa kalktı.

“Emin ol kızım, oğlum, babasının katilinin kızı olduğunu öğrendiğinde seni kovmaktan beter edecek. Sen iyisi mi o öğrenmeden çek git bu evden.”

Dizlerim titriyordu. Söylemeyi düşlediğim ve dilimin ucuna kadar gelen her bir kelime boğazıma takılmıştı. Öyle bir takılmıştı ki öksürme gereği hissetmiştim. Ciğerlerim çıkasıya öksürmek istiyordum o an. Sanki boğazıma takılıp kalmış kelimelerin çıkmak için başka bir çaresi yoktu. İliklerime kadar çaresizdim. Ben, kelimelerim, kurmam beklenen cümlelerin her biri tepeden tırnağa çaresizdi. Göz yaşlarım bile dona kalmıştı. O an saat kaçı kaç geçiyordu bilmiyordum fakat saatin durduğunu hissettim. Sanki o an dünya bile dönmeyi bırakmıştı.

“Ne?”

Size yemin ederim bu kelimeyi söylemek bile o an dünyanın en zor uğraşıydı sanki. Hayatta kazandığım en büyük başarı şu dakika dudaklarımı aralayabilmekti.

“Baban, Harun Hazer benim kocamı öldürdü. Doruk’un ve Selim’imin babasını aldı benden! O alçak nihayet layığını buldu geberip gitti! O nasıl cehennemin dibine gittiyse sende bu evden çekip gideceksin. Oğlumun hayatından çıkacaksın.”

Sesler uğulduyordu. Her şey donup kalmıştı sanki. Doruk’un annesinin çekip gittiğini bile sertçe kapanan kapı sayesinde idrak edebilmiştim. Bir elim kalbimin üstünde dururken üzerimdeki tişörtü avucuma almış ve sıkıyordum. Tüm gücümle tişörtümü kavramıştı avucum.

“Baban, Harun Hazer benim kocamı öldürdü.”

“Doruk’un ve Selim’imin babasını aldı benden!”

Kalbim duracaktı! Keşke dursaydı dedi iç sesim acı çekerken. Keşke dursaydı ve acımız bitseydi. Bu acı hiç bitmeyecek diye bağıran kalbime cevap veremedim. Zihnimden ömrümün sonuna kadar silinmeyecek cümleler akıp giderken bir hıçkırık koptu boğazımdan. O hıçkırık sanki boğazıma takılıp kalan cümlelerimdi. Size nasıl anlatsam bilmiyorum... Hani boğazınıza bir parça yemek takılırdı ve öksüremezdiniz. Yüzünüz morarıncaya kadar kalırdı o lokma nefe borunuzda... O lokma çıktığında öyle bir rahatlardınız ki ilk yaptığınız şey hasret kaldığınız nefesleri yeniden ciğerlerinize doldurmak olurdu. İşte bu hıçkırık boğazıma takılan o lokmanın çıkması gibiydi. Bu hıçkırık yeniden nefes almamı sağlamıştı. Dizlerimin üzerine düştüğümde başımı şiddetle iki yana sallıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Bir çeşit sinir krizi geçiriyordum zira bedenim tir tir titrerken hıçkırıklarım hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Zihnimdeki sese bir ses daha eklenirken bedenim bu kez zeminle tamamen buluştu.

“Babam öldüğünde beş yaşındaydım.”

Diyerek anlatmaya başladı Doruk. Dışarıda kar yağarken yaktığımız sobanın ısısı ve elimizdeki kahveler içimizi ısıtıyordu. Doruk sonunda bana bazı şeyleri anlatmaya karar vermişti... Anlatacaktı ve ben ona tüm gücümle destek olacaktım. Belki kayıpları geri getirmeye gücüm yetmezdi ama elini tutabilirdim. Ona sarılabilir ve yaralarını öpebilirdim. Belki yaralarını öptüğümde geçmezdi fakat daha az acırdı...

“Nasıl oldu?”

Sesim fısıltıdan farksızdı. Doruk burnunu çekerken bir anda uzanıp başını dizlerime yasladı ve gözlerini yumdu. O an benden güç almak istiyordu sanki. Başını yasladığı dizimden bile bir beklentisi vardı. Sanki dizim şu an için Doruk’un en büyük destekçisiydi. Öyle çaresiz görünüyordu ki zamanı geriye almak istedim. Zamanı geriye almak ve Doruk’u yaşadıklarından çekip çıkartmak istedim. Yaşadığı her kötü anı yok etmek istedim.

“Annem o zamanlar hamileydi. Selim’e... Hep birlikte yemek yemiştik. Her şey o kadar güzeldi ki.”

Burnundan hafifçe bir ses çıkartırken buruk bir gülümseme sundu dudakları.

“Sonra biz tam televizyon izlerken bir şey oldu... Küçük bir an... Kendimi önce babamın kucağında sonra odama kilitlenmiş olarak buldum. Birkaç dakika geçti geçmedi iki kez silah sesi duydum. Tam iki kurşun... Babamın canını iki kurşun aldı. O kadar küçüktüm ki kapıyı açmayı becerememiştim bile. O halimle kapıyı kırmaya bile çalışmıştım! Babam... Babam kanlar içinde yerde yatarken annem dayanamamış ve kapıyı açmıştı.”

Doruk’un kapalı gözlerinden dökülen yaşları elimle usulca silerken benim gözyaşlarım silinmeyi bile beklemiyordu.

“Annem Selim’i babam öldüğü gece doğurdu. Selim’in doğum günü ve babamın ölüm günü aynı gün... O gün annem Selim’i değil bir cenaze doğurmuş gibiydi.”

“Peki kim, neden yaptı böyle bir şeyi?”

“Keşke bilsem Gökçe. Hayatta en çok istediğim şeylerden biri babamın katilini bulmak. Ama annem beni her zaman durdurdu. Geçiştirdi ve dikkatimi hep Selim’de tutmaya çalıştı. Zaten bir oğlu hastaydı. Diğerinin öfkesiyle başa çıkacak kadar da gücü yoktu. Öyle hiçbir şey olmamış gibi kapanıp gitti. Birkaç gün polisler peşine düştü ama sonra onlarda bıraktı. Babam öldü ve hayat hiçbir şey olmamış gibi devam etti.”

O gün cümlelerimiz o an da tükendi. Ona geçeceğine dair en ufak bir şey söylemedim. Çünkü bilirdim, geçmeyecekti. Geçmezdi... Kayıplar unutulmazdı yalnızca gün gelirdi ve daha az hatırlanırdı.

Dizlerimi karnıma çektiğimde ağlamam yavaşlamanın aksine giderek artıyordu. Doruk bana aylar önce babasının ölümünü anlatırken öyle üzülmüştüm, öyle sarsılmıştım ki... Şimdiyse bambaşkaydı her şey. Doruk bunca şeyi sıradan bir insan yüzünden değil bizzat benim babam yüzünden yaşamıştı. Doruk, bir parçasını benim babam yüzünden kaybetmişti. Bir aile benim ailem yüzünden yitip gitmişti hayattan. Birilerinin hayatı benim babam yüzünden tepetaklak olmuştu...

Aklım almıyordu. Aklım almıyor, vicdanıma sığmıyordu olanlar. Nasıl olurdu ya nasıl? Benim babam sahiden bu kadar kötü olabilir miydi? Kötüden de öte bu kadar kalpsiz bir adam olabilir miydi? Ben ondan bir parça şefkat beklerken o şefkatle hiç tanışmamış olabilir miydi? Benim babam kalbinde vicdan kırıntısı bile barındırmayan bir adam olabilir miydi?

Mahvolmuştum.

Annem ve babam ölmüştü ve mahvolmuştum.

Canımdan çok sevdiğim ağabeyim ölmüştü ve mahvolmuştum.

Arkadaşım, dostum bildiğim herkesin ihanetine şahit olmuştum ve mahvolmuştum.

Aşık olmuştum, bir evim olduğunu sanmıştım ve mahvolmuştum.

Babam, aşık olduğum adamın babasını bundan on beş yıl önce öldürmüştü ve ben yine mahvolmuştum.

Gökçe Bal Hazer bu hayata mahvolmak için gelmiş bir ruhtu, bedenime sıkışıp kalmış. Ve bu bedeni de çürütecek kadar yaralıydı.

Yalnızca on altı yıl var olduğum bu dünyada mahvolmuştum. On altı yıldır bedenime sığdırdığım ruhum varlığımı yok etmek istercesine fazla yara almıştı.

Bu benim mahvolma hikayemdi ve tam şu an bunu anlamıştım. Hıçkıra hıçkıra ağladığım zeminde mahvolurken bu hayata mahvolmak, yok olmak için geldiğimi anlamıştım.

Daha çok ağladım. İçim çıkana kadar ağladım. Kalbimin sökülmesini istercesine ağladım. Hani derler ya etinden et kopartılıyor sanki diye. Hah! İşte öyle ağlıyordum, zira etimden et kopartılsa gıkım çıkmazdı fakat benim ruhuma sıkı sıkı sarılan kollar kopartılıyordu benden.

Bir elim boğazıma kapanırken kaç saat geçti habersizdim. Aralıksız kaç saat yerde o halde ağladım ve kaç saat mahvoldum bilmiyordum. Tek bildiğim ağlamaktan bayıldığımdı. Evet! Ağlamaktan bayılmıştım. Daha çaresiz bir şey gördünüz mü? Tansiyonum çıkmamıştı ya da şekerim düşmemişti. Açlıktan falan da değil bildiğiniz, ağlamaktan bayılmıştım.

Mahvolmanın ilk adımı, ağlamaktan bayılmaktı.

*** 

Okulun kapısına doğru döneceğim sırada üzerime doğru gelen hatta neredeyse üzerime çıkmak üzere olan motorla kapının kenarına doğru savruldum ve sağlayamadığım dengem yüzünden yeri boyladım.

"Yavaş lan it!"

Esmer bir çocuk telaşla yerdeki bedenime elini uzattığında titrek bir nefes bıraktım dudaklarımdan. Az önce olan şeyde neydi? Neredeyse ölecektim! Sinirle karşımda bana elini uzatan çocuğun avucuna elimi bıraktım ve ayaklandım. Neyse ki iyiydim.

"İyi misin? Kusuruna bakma biraz hayvandır arkadaş."

Biraz önce neredeyse üzerimden geçecek olan motor birkaç adım ilerimize park ettiğinde motorun üstündeki "hayvan" olarak adlandırılan çocuk sertçe başındaki kaskı çıkarttı ve dağılmış saçlarını başını iki yana sallayarak düzeltmeye çalıştı. Ardından bakışları beni es geçip yanımdaki esmer çocukta durduğunda dudağının kenarı hafifçe yana kıvrıldı.

"Seni duyuyorum Koray."

Motordan inen çocuğun tok sesi kulaklarıma dolduğunda sinirin damarlarımda gezen kanla yer değiştirdiğini hissettim.

"Duy diye söylüyorum! Okuldasın pistte değil! Sayko herif."

Son sözcüklerini mırıldanarak söylediyse de duyabileceğim kadar yüksekti sesi. Beni ezmek üzere olan çocuk umursamaz bir halde önümüzden geçip gittiğinde beş karış açılmış ağzımla arkasından bakmayı sürdürdüm. İnsanlığından nasibini almamış sayko! Evet kesinlikle sayko!

"Hey? İyisin değil mi?"

Başımı salladım.

"İyiyim ama o-"

"Tam bir hayvandır. Ah sen onu boş ver! Her zamanki hali... Ben Koray."

Adının Koray olduğunu öğrendiğim çocuk elini sevecen bir sıcaklıkla uzattığında hızla elimi Koray'ın eliyle birleştirdim.

"Gökçe..."

"Memnun oldum! Sen yeni misin?"

Başımı salladım.

"Hoş geldin öyleyse hangi sınıf."

Kendimi bir an için hafızamı yoklarken bulduysam da hızla aklıma gelen sınıfımla dudaklarımı aralarım.

"12-B."

"Hadi canım! Demek aynı sınıftayız, yalnız ne kadar hoşlanırsın bilmem ama demin senin üzerinden geçmeye yeltenen arkadaşta bizim sınıftan ve en yakın arkadaşım. Ah kesinlikle bundan utanç duymam gerek! Ama fena bir çocuk değildir tanısan seversin."

Başımı iki yana sallarken gülüyordum,

"Evet tanırsam mutlaka seveceğim yoksa üzerimden motoruyla geçebilir haklısın, kesinlikle!"

Sevmiştim. Onu gördüğüm ilk an, bana çarpmak üzere olduğu halde kalbim dokunmuştu kalbine. Koray’ın söylediği gibiydi. Doruk Çakır Arsal’ı tanımıştım ve sevmekle kalmamıştım, aşık olmuştum. Kör kütük aşık olmuştum. Yaşadıklarımız bir film şeridi gibi zihnimden akıp giderken bayılışım ölümden farksızdı.

"Gökçe biniyor musun seni burada mı bırakayım?"

Gülümsedim.

"Bırakmazsın ki."

"Doğru bırakmam. İyi binme madem sürprizimi öğrenmek istemiyorsun keyfin bilir."

Doruk motorun üzerindeyken dudağının kenarıyla gülümsemişti. Kaşlarım istemsizce çatılırken hızla Doruk'un karşısına geçtim.

"Ne sürprizi?"

Sesim olabildiğince heyecanla çıkarken Doruk dudaklarını birleştirip eliyle hayali bir fermuar çekti ve kaşlarını 'bana göre hava hoş' tavrıyla havaya kaldırdı. Yanaklarımı şişirerek beklemeden Doruk'un arkasında yerimi aldım. Sürprizlerden pek hoşlanmasam da merakıma engel olmazdım. Kasklarımız olmadığından saçlarım dalgalanırken Doruk dudaklarından verdiği nefesle Motoru çalıştırdı.

"Uçuşa hazır mısınız Gökçe Hanım?"

"Hazırım Doruk Bey!"

Doruk beklemeden olduğumuz yerden ayrıldığında kollarım belini sımsıkı sarmıştı. Kasklarımız çalışan adamın dediğine göre birkaç gün içinde gelecekti ve bu süre zarfında kasksız olacaktık.

"Kollarını aç!"

Doruk'un bağırışıyla anlamsızca dudaklarımı araladım.

"Ne?"

"Aç kollarını!"

"Manyak mısın? Derdin beni düşürmek mi?!"

"Düşmene izin vermem! Aç kollarını ve hisset!"

Birkaç dakika daha kollarım Doruk'un belinde kaldığında Doruk'un gür sesi bir kez daha kulaklarımda yankılandı.

"Bana güveniyor musun?"

"Evet!"

"Aç kollarını!"

Güveniyordum. Benim zarar göreceğim bir şey yapmayacağına emindim ve açtım. Kollarımı iki yana açtığımda kızıl saçlarım arkaya doğru daha fazla savruldu. Bu his... Size şaka yapmıyorum. Tam şu an uçuyordum. Gökyüzünde değil yeryüzünde uçuyordum ancak bir kuştan farksızdım. Hayatım da daha tuhaf bir hisle karşılaşmamıştım. Ayaklarım adeta yerden kesilmişti ve kalbim göğüs kafesimi delip geçecek bir hızda atıyordu. Özgürlük buydu. Özgürlüğü ilk defa somut bir biçimde, iliklerime kadar hissediyordum zira hayatım boyunca hiçbir özgürlük bu denli sonsuz hissettirmemişti. Evet! İşte doğru tabiri buydu hissettiklerimin. Sonsuzluk. Sonsuz hissediyordum. Doruk'un yeni motorunun arkasında kollarım havada, gözlerim kapalıyken ve rüzgar hiç olmadığı kadar sert eserken sonsuz hissediyordum. Tek bir saç telimden parmak uçlarıma dek sonsuz bir özgürlük hissediyordum.

"Nasıl hissediyorsun?"

Doruk onca düşüncemi tek bir sözcükle dışa vurabileceğim bir soruyu tüm bu gürültü içinde yüksek sesle sunduğunda gülümseyerek dudaklarımı araladım.

"Sonsuz! Sonsuz hissediyorum!"

Sonsuzluk hissediyordum. Doruk’un arkasında, yeni aldığımız motorun üzerinde saçlarım esen rüzgarla savrulurken hissettiğim sonsuzluktan fazlasıydı... Doruk benim sonumdu, sonsuzluğumdu. Sığındığım limanımdı.

Hayat bizi öyle bir noktaya getirmişti ki geldiğimiz bu nokta elimi, kolumu, kalbimi, ruhumu bağlamıştı adeta. Öyle bir noktadaydık ki bir adım ileriye gitsem uçurum, geçmişe dönsem bataklıktı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Doruk’u bırakıp gitme fikri bile beni çıldırtırken çaresizlikten ölmek üzereydim. Hayatından çıkmamak yaptığım en büyük bencillik olurdu. Gerçeği bile bile onunla kalma düşüncesi akıl alır gibi değildi. Size söylediğim gibi hayatta her şeyin bir sebebi vardı. Unutmayın ki eğer yerdeyseniz hayat siz kalkabilin diye sizi düşürmüştür. Eğer bir yerlerde hıçkıra hıçkıra ağlıyorsanız kahkaha atmayı öğrenin diyedir. Hayat Doruk ve beni bir araya boşuna getirmemişti. Kader bizim yolumuzu öylesine kesiştirmemişti. Biz tesadüfen bir araya gelen öylesine iki liseli aşık değildik. Hayat bizi ayırmak için bir araya getirmişti. Hayat bizi gerçekleri yüzümüze vurabilmek için bir araya getirmişti. Doruk’un en büyük dileği babasının katilini bulmaktı ve hayat ona babasının katilinin kızını sunmuştu. Her şey bir nedene bağlıydı. Aslında konu ne aşktı ne de geçmiş. Hayatın amacı Doruk’un dileğini gerçekleştirmek olmuştu. Hayat Doruk’un dileğini beni karşısına çıkartarak gerçekleştirmişti ve biz anlamamıştık. Bizim aşk sandığımız geçmişle yüzleşmekten farksızdı. Bu öğrendiğim gerçekle nasıl yaşayacaktım bilmiyordum fakat bildiğim tek bir şey vardı. Onunla onun haberi olmadan vedalaşacak ve gidecektim. Hayatına hiç dahil olmamış gibi gidecektim. Onun bana verdiği sözü bozan taraf ben olacaktım. Bana her zaman “Sabah uyandığında yanında olacağım.” Diye söz verirdi fakat bugüne kadar bir defa dönmemişti sözünden. Dönen ben olacaktım. Verdiği her sözden dönen, sabah yok olup giden ben olacaktım. Doruk benden onu terk ettiğim için nefret edecekti. Ve ben, onun babasının katilinin kızı olarak kalmaktansa onu terk eden bir sevgili olarak kalmayı yeğleyecek kadar çaresizdim. Benden nefret edecekse gittiğim için nefret edecekti. Geçmişten habersiz...

*** 

Göz kapaklarımı zorlukla araladığımda beyaz bir tavan giderek netleşti. Gözlerim öyle yanıyor, öyle sızlıyordu ki gözbebeklerime uğrayan ışık huzmeleri durumu epey zorlaştırıyordu.

“Gökçe? Güzelim iyi misin? Bak, geldim buradayım.”

Doruk... Bir hastane odasında olduğumu birkaç dakika sonra yeni yeni idrak edebilmiştim. Doğru ya, ağlamaktan bayılmıştım.

“Bebeğim?”

Doruk’u susturmak istiyordum. Sesi bana acıdan başka bir şey vermiyordu. Gidişim olabildiğince acısız olmalıyken Doruk baş ucumda bana şefkatle bakarken işim oldukça zordu.

“Ne oldu?”

Diye sormuştum ne olduğunu bile bile.

“Bayılmışsın bir tanem. Doktor bir çeşit sinir krizi geçirdiğinden bahsetti. Ne oldu? Kabus falan mı gördün?”

Yutkundum. En azından bunun için epey uğraştım. Yutkunmak için insan üstü bir çaba sarf ederken hayatın beni getirdiği bu noktaya lanetler savurdum.

“Bilmiyorum.”

Diyebildim. Doruk’a gerçeği söylemektense yok olmayı tercih ederdim.

“Ne demek bilmiyorum? Gökçe gözlerin kıpkırmızı. Ölmüşsün kızım ağlamaktan! Neyi bilmiyorsun?”

“Bir rüya gördüm hatırlamıyorum önemsiz bir şeydi.”

O kadar saçma bir açıklama yapmıştım ki kendim bile kendime inanmamıştım.

“Demek öyle?”

“Öyle.”

Demiştim yalnızca. Bir zamanlar konuşurken heyecandan kalbimi titreten adam şimdi sesiyle acı veriyordu adeta.

“Sana inanmak istiyorum Gökçe.”

“Yorgunum Doruk. Uyumak istiyorum...”

Doruk pes edercesine ayaklandı ve dudaklarını bana çektirdiği acıdan bir haber alnıma bastırdı. Saçlarımın kokusunu soluduğunu hissederken avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Öyle bir bağırmak istiyordum ki geçmişi susturmak istiyordum. Sesimle her gürültüyü bastırmaktı dileğim. Fakat sustum. Öyle bir sustum ki suskunluğum bile gürültülüydü...

“Tamam güzelim uyu. Yarın sabah evimize gideriz.”

Başımı salladım. Evimiz... Benim evim sendin sevgilim. Benim evim sendin ve artık evimin kapısına duvar örüldü. Artık evime gidemem. Benim bir evim vardı ama artık gidemem Doruk. Senden önce, evim olmadan önce, bir evimin olmaması umurumda olmamıştı fakat şimdi, on altı yıl sonra bulduğum, tanıdığım evimi terk etmek zorundayım. Arkamda bırakacağım evimin bir enkaz olmaması için gitmek zorundayım sevgilim. Seni terk etmek zorundayım...

Doruk gözlerime son kez baktıktan hemen sonra odadan çıkmıştı. Artık yalnızdım. Öncesinde olduğu ve bundan sonra olacağı gibi. Benim yalnızlığım kronikti. Bir dönem belki tek olmazdım. Birileri olurdu, yanım dolardı belki fakat yalnızlık başkaydı. Ben onunla doğmuş, ona sarılarak büyümüş ve şimdi onunla el ele öleceğimi kabul etmiştim. Zira Doruk olmadan yaşayacağım bir hayat yalnızlıkla el ele geçireceğim koca bir ömür demekti.

İki gün sonra gidecektim. Onunla son bir gün geçirecek ve gidecektim. Yarın... Yarın onunla sanki babam babasını öldürmemiş gibi ve onu terk etmeyecekmişim gibi bir gün geçirecek ve sonrasında çekip gidecektim. Nereye gidecektim, nasıl gidecektim bilmiyordum. Tek bildiğim mecbur olduğum gerçekti. Doruk’un annesi, Aysel Arsal sırtıma koca bir yük bırakıp çıkıp gitmişti girdiği kapıdan. Babamın on beş yıl önce yarattığı deprem yavaş yavaş sarsmıştı dünyamı ve en sonunda yıkıp geçmişti.

***

“Günaydın güzelim. İyisin değil mi?”

Başımı sallayarak gülümsedim.

“İyiyim...”

“Hadi evimize gidelim.”

Hastaneden çıkmak üzereyken bir elim Doruk’un bileğini sardı. Bugün onunla geçireceğim son gündü. O bunu bilmese de ben biliyordum. Ve bugünü dört duvar arasında geçirmek niyetinde değildim.

“Bir kere vapura binmiştik hatırlıyor musun?”

Doruk gülümseyerek başını salladı.

“Seninle geçirdiğim herhangi bir anı unutma gibi bir ihtimalim var mı sence?”

Yapma Doruk demek istiyordum. Onu yakalarından tutup sarsmak ve durdurmak istiyordum. Yapma demek istiyordum, bana bu kadar acı çektirme dayanamıyorum.

“Yine binelim mi? Belki yine Eminönü’ne falan gideriz.”

“Olur da daha yeni hastaneden çıktık be güzelim. Yarın gitsek olmaz mı?”

Yarın olmaz Doruk. Bir sonraki günde olmaz ve bir sonraki günde... Artık yalnızca bugün var. Doruk ve Gökçe’nin sonsuza kadar yaşayacağı tek bir gün.

“Olmaz bugün gidelim.”

Derken sesimdeki çaresizliği anlamamasını umuyordum.

“Pekala. Madem benim çilli kızım bugün gitmek istiyor gidelim bakalım.”

Doruk bana birçok duyguyu tattırmıştı. İlk defa tattığım sayısız duygu vardı onunla... Mesela hayatımda ilk defa bu kadar seviliyordum. Sevildiğimi ilk defa bu denli somut hissediyordum. Bazen gülümserken bile seviyordu beni. Öylesine, iyi misin derken bile seviyordu. Gözlerime bakarken bile seviyordu. Doruk beni sokağın başında, bir deniz kenarında, mutfağımızda, salonumuzda, gökyüzünü izlerken, yemek yaparken, su içerken, nefes aldığı her an seviyordu. Canım öyle çok yanıyordu ki, onun sevgisini hak etmediğimi hissetmek suratıma yediğim bir tokattan farksızdı. Gerçekleri öğrendiğimden beri Doruk’tan gelen en ufak ilgiyle tokat yemişçesine sarsılıyordum.

“Daldın gittin. E hadi gitmiyor muyuz?”

Gözlerim Doruk’un tutmam için uzattığı eliyle buluşurken yutkundum. Bugün ağlamak yoktu. Bugün benden Doruk’a bir vedaydı. Ona hoşça kal diyemeyecektim fakat kayan her yıldızdan hoş kalmasını dileyecektim... Elveda Doruk Çakır Arsal. Hoşça kal... Seni çok sevdim. Seninle çok sevildim. Bu da benim sana vedam. Sana hoşça kalım olsun. Bugünü hiç unutma olur mu? Eğer olurda aklına gelirsem bugünü hatırla. Bugün sana defalarca seni seviyorum diyeceğim. Seni sevmediğimi düşünmemen için sarılacağım sana... Son kez okşayacağım saçlarını ve son defa senle uyuyacağım. Senin tuttuğun sözü bozarken sana yemin ederim mahvolacağım ama sen mahvolma diye sözümüzden dönmek zorundayım sevgilim. Seni seviyorum. Seni varsa eğer sonsuza kadar seveceğim. Nefes aldığım son dakika dahi seni seveceğim...

24 Saat Sonra:

Romeo ve Juliet’in son satırlarıydı bunlar. Onun gözleri gözlerimdeyken zihnim bu satırların esiri oldu ve biz üzerimize yağan yağmurun altında devam ettik birbirimize bakmaya...

Konu hiçbir zaman Doruk ve Gökçe’nin aşkı olmamıştı. Konu ilk andan beri Doruk’un hayattan dilediği intikamıydı ve hayat Gökçe’yi Doruk’un karşısına bir intikam uğruna çıkartmıştı. Fakat bazen her şey yazıldığı, çizildiği gibi ilerlemezdi. Akan her su yolunu bulmazdı. Bazen su seyrini şaşırır ve başka yöne akardı. Tıpkı Doruk’un Gökçe’ye aşık olması gibi... Doruk Çakır Arsal düşmanının kızına aşık olmuştu ve bu hayatı bile afallatan, hesapta olmayan bir durum olmuştu. Şimdi ise Doruk ve Gökçe’nin sayısız kez sınana aşkı büyük bir sınavın ortasında kalak kalmıştı. Geçmiş bazen geçmezdi, üstü kapatılmaz, silinip gitmezdi. Geçmiş bazen geleceğin orta yerine oturuverirdi ve onunla yaşamaya alışmak kaçınılmaz bir sondu.

Geçmişteki her yara, geleceğe dokunurdu ve geçmişteki yaralı bir ruhu, gelecek her zaman iyileştirmezdi.

Bu yaralıların hikayesiydi. Bu hayatı bile afallatan, sınanan, sınandıkça büyüyen bir aşkın hikayesiydi.

Bu geçmişteki yaralı ruhların hikayesiydi.

Belki de bir trajediydi...

DEVAM EDECEK

Loading...
0%