@peteichor_
|
Bazı anlarınız olur ve hayatınız boyunca görmediğiniz bir ilgi, bir şefkat veyahut ufacık bir merhamet kırıntısı kalbinizin kanatlanıp göğüs kafesinizden uçmasına yol açardı. Hayat bitti dediğiniz yerden bazen öyle bir başlardı ki siz bile inanamazdınız. Konduramazdınız bitti sandığınız hayatınızın nasıl bir güzelliğe bürüneceğini. 8.BÖLÜM: HASTA Soğuk rüzgar tenime çarpıyordu. Yağmur inat etmişçesine giderek hızlanıyordu. Sanki bir şey anlatmak istiyordu hırçın yağmur damlaları. Bir felaketin habercisiydi. Bilmiyordum. Tek bildiğim yaklaşık bir buçuk saattir yağan yağmurun altında bahçede oturduğumdu. Pistten Melis'le apar topar çıktıktan sonra eve gitmek istediğimi söylemiş ve ondan ayrılmıştım. İsteğim yalan da değildi üstelik. Eve gelmiş ancak içeri girecek gücü kendimde bulamayıp bahçede yağan yağmurun altında oturmuştum. Onunla çıktığım bu eve onsuz dönmek nefesimi ciğerlerime tıkıyor ve beni boğmaya çalışıyordu. Bende girmemiştim işte. Onunla çıktığım bu eve onsuz girmemiştim. Bekliyordum.. Tek yaptığım saatlerdir beklemekti. Saat o kadar geç olmuştu ki neredeyse güneş doğacaktı. Ancak yoktu. Ne bir haber vardı ne de Doruk. Bekledim. Yalnızca bekledim. Biraz daha bekledim ve göz yaşlarım yanaklarıma değmeden hemen önce bahçe kapısının gürültüyle açıldığını duydum. Size yemin ederim gözgözü görmeyen o yağmurda yerden ayaklanmam bir saniyemi bile almadı. Gücümü ne ayaklarımdan ne kollarımdan ne bedenimden aldım. Gücümü göğüs kafesimde zangır zangır titreyen kalbimden aldım. "Doruk!" Diye kapıya koşarken adeta haykırdığımda Doruk'un sırılsıklam bedeni gözlerimle buluştu ve ben o an neredeyse koşarak Doruk'un boynuna atladım. Evet koşarak ve evet ben şu an tam da şu dakika Doruk Çakır Arsal'ın boynuna atladım. Şimşekler hız kesmeden göğü aydınlatırken ve yağmur hırçınca yağmayı sürdürürken ben hiç bir şey düşünmeksizin Doruk'un boynuna atladım. Ayaklarım yerden kesilmişti. Yalnızca bedenimin de değil üstelik. Ruhum da ayakları yerden kesilmişti. Adeta kanatlanmıştı bedenimin içinde. Ayaklarım yere değmiyordu ve bunun tek sebebi Doruk'un boynuna sardığım kollarım değildi. Onun da belimi sarıp destek veren kollarıydı. Ve hissediyordum. Boynumdan aldığı, saçlarımdan aldığı nefesleri tüm bu yağmura rağmen hissediyordum. Sanki saatlerdir nefes almıyormuş gibi sanki camsız bir odaya hapsedilmiş ve en ufak bir oksijen kırıntısına rastlamamış gibi bedenlerimizin buluştuğu o saniye nefes almaya hasret ciğerlerini kocaman nefeslerle dolduruyordu. Kaç dakika geçmişti emin değildim. Ne o konuşuyordu ne de ben. Tek yaptığımız birbirimizin sırılsıklam bedenlerine sıkıca sarılmaktı. Ta ki Doruk bedenimi bedeninden ayırana kadar. "Ne yapıyorsun burada?" Demişti yağmurda duyurmaya çalıştığı sesiyle. Kendine gelmişti işte. Doruk Çakır Arsal özüne dönmüştü. "Seni bekliyorum aptal! Neredesin sen?" "Burada mı bekliyorsun? Donacaksın salak mısın kızım sen! Sırılsıklam olmuşsun çabuk içeriye!" "Sen farklısın sanki!" "Bana bir şey olmaz kızıl! Hadi içeriye dedim!" Doruk kavradığı bileğimden bedenimi çekiştirerek kapıya ilerlememizi sağladı ve biz dakikalar içinde Doruk'un açtığı kapıdan içeriye girdik. "Neden yaptın Doruk?" Diye bağırdığımda Doruk yorgun bedenini koltuğa adeta devirmişti. Göründüğü kadarıyla bir şeyi yoktu. Patlayan dudağı dışında... "Gerekeni yaptım kızıl." "Gerekmiyordu! Gerekmiyordu Doruk!" "Canını yaktı Gökçe!" "Canımın yandığı falan yok!" "Ağlıyordun!" "Ona değil! Kırılan bilekliğime ağlamıştım! Onu bana... Göktuğ almıştı." Doruk cebimden çıkarttığım bilekliğe bakarken gözlerinin içinde bir kırılmışlık vardı. Sanki yaşadığım üzüntüyü o da yaşıyordu. Derinlerde yaşıyordu belki ama ben görüyordum işte. "Bir daha yapma Doruk. Bir daha benim için kendine zarar verme." "Uyu kızıl. Git kurulan ve uyu." Bilekliği koltuğun önündeki orta sehpaya bıraktığımda acımın hafiflediğini hissettim. Onun kırık hali kalbimin dayanmayacağı kadar yakıyordu canımı ve onu ellerimle atamazdım. O bir çöp değildi. Paramparça olsa da değildi. Her kırılan bir çöp olmazdı. Zira öyle olsaydı kalbim bir çöplükten beter haldeydi. Odama girdiğimde ne ağlayacak ne üzülecek ne de düşünecek gücüm vardı. Tek yaptığım üzerimi değiştirip yatağıma girmek ve yorganı tüm bedenimi saracak şekilde üzerime çekmekti. Yorgundum. Oldukça fazla ve yarının daha doğrusu bugünün pazar olmasına minnetle gülümsedim. Bu halde okula gidecek halim yoktu ne de olsa. Hastalık yalnızca bedende olmazdı ruhta hasta olurdu. Bedeni iyileştiren ilaçlar ruha iyi gelmezdi üstelik. Bazen ruhun tek ilacı başka bir ruh olurdu. Bir başka hasta bir başka yaralı ruh... Ve o ruhlar bir gün birbirlerini iyileştirirdi. Evren. Evren mutlaka bir gün bir araya getirirdi onları. Ruhları iyileştirmek için aynı hastalığa yakalanmış iki ruhu bir araya getirir ve izlerdi. Birbirlerini iyileştirmelerini veyahut öldürmelerini izlerdi zira bir aradaki o ruhlar ya birbirlerinin şifası ya da zehri olurdu aksi söz konusu değildi... *** Gözlerimi açtığımda daha doğrusu açamadığımda boğazımdaki ağrıyla ve yanan gözlerimle yüzümü buruşturdum. Tüm bedenim ağrıyordu ve gözlerim açamayacağım kadar ağırdı. Adeta göz kapaklarımın üzerinde onlarca ton ağırlığında birer fil oturmuş ve gözlerimi açmamı imkansız kılmıştı. Öksürüğüm boğazımda takılı kaldığında yerimden zar zor kalkmıştım. Bedenim öyle ağırlaşmıştı ki her an yere yığılacakmış gibi hissediyordum. Mutfağa gitmem bana saatler gibi geldiyse de bir kaç dakika içinde gerçekleşmiş ve ben titreyen ellerimle bir bardak su doldurmayı ve suyu dudaklarımla buluşturmayı başarmıştım. Ta ki bardak tezgahı es geçip zeminle buluşana ve paramparça olana dek... "Gökçe!" Doruk'un sesiyle baygın bakışlarım kapıyı buldu. "Dur kıpırdama. Sakar kızıl." Doruk dikkatli bir şekilde yanıma geldiğinde hiç beklemediğim bir hamleyle neredeyse yere çakılmak üzere olan bedenimi kucakladı ve ben direnmeden kollarımı Doruk'un boynuna dolayıp başımı göğsüne yasladım. Öyle yorgun hissediyordum ki tek adım atacak halim bile yoktu. "Gökçe? İyi misin sen?" Doruk kucağındaki bedenimi salondaki kanepeye yavaşça bırakırken endişeyle yüzümü inceliyordu. "Üşüttüm sanırım-" Doruk elinin tersini alnıma dayadığında kısık gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. "Kızım sen yanıyorsun ya. Kim dedi sana beni saatlerce yağmurun altında bekle diye! Madem hassassın neden ıslandın bu kadar?" "Ben iyiyim tamam mı? Yalnızca biraz dinlenmek istiyorum." Doruk gözlerini devirdiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu dediğime kendim inanmış mıydım sahi? İyi miydim ben? Açamadığım gözlerimle, ağrıyan kaslarımla, titreyen bedenimle iyi miydim sahi? "Baya iyisin kızıl. Turp gibisn turp! Bir hasta bakıcı olmadığım kalmıştı anasını satayım." "Bana bakmanı isteyen yok zaten. Kendi başımın çaresine bakarım ben." "Çok konuşuyorsun." Sonra gülümseyerek yanıma oturdu. Evet gülümsedi. Gülümsedi... Doruk Çakır Arsal gülümsüyordu. yanlış duymadınız. "Hadi kalk duş alman lazım ateşin var." Başımı salladım. Haklıydı. Ilık bir duş iyi gelebilirdi ancak size kötü bir haber vereyim. Benim kılımı kıpırdatacak halim bile yoktu! "Sonra alırım." Diye Doruk'u geçiştirmeye çalıştıysam da Doruk sinirle yerinden kalkıp tuttuğu kolumdan bedenimi kaldırdı. "Sonra yok. Şimdi duş alacaksın. Şu tipe bak hastayken çok çirkin oluyorsun." "Sana ne ya almayacağım işte! Yorgunum Doruk uyuyacağım." Tam yeniden bedenimi kanepeye bırakacağım sırada Doruk Bedenimi kollarına alıp yerden havalanmamı sağladı ve ben yeniden kendimi Doruk'un kucağında buldum. "Mızmız çilli. O duş alınacak." "Of Doruk..." "Söylenme!" Doruk bedenimi banyoya kadar taşıdıktan sonra zeminle buluşturdu. Dönen başım ayakta kalmamı engellerken elimle lavabonun tezgahından destek alarak ayakta durmaya çalıştım. Zordu. Ayakta kalmak bedenim için şu an çok zordu. "Gökçe sen iyi değilsin. Burada bekle hemen geleceğim tamam mı?" Başımı salladım. Birkaç dakika sonra Doruk yanıma döndüğünde elinde cep telefonu vardı. "Melis'i aradım birazdan burada olur. Bu halde yalnız başına duş alamazsın. Melis sana yardımcı olacak." Başımı salladım. Şu halde tek başıma duşa girmek iyi bir fikir gibi görünmüyordu. Doruk bedenime verdiği destekle beni yeniden salona götürdüğünde tek yaptığım zar zor nefes almaktı. Uyumak istiyordum. Saatlerce uyumak istiyordum. O an ruhum fısıldamıştı. Ah Gökçe sen fark etmedin ama biz uzun zamandır bu haldeyiz. Hasta değiliz ama yorgunuz. Bedenin ayakta durabiliyor diye iyi miyiz sandın? Ruhun uzun zamandır tökezliyor Gökçe. Ruhun uzun zamandır zar zor ayakta duruyor. Şimdi hastasın belki ama sen uzun zamandır yorgunsun Gökçe. Haklıydı ruhum. Çok yorgundum. O kadar yorgundum ki böyle yaşamaya alışmıştım. Hiç dinlenmemiştim ki yorulayım. Ben zaten her an yorgundum. Her dakika her saniye yorgundum. Ruh yorgunluğu bir şeye benzemiyordu. Yatıp uyuduğumuzda geçmiyordu günlerce oturduğumuzda hafiflemiyordu. Ruh yorgunluğu beden yorgunluğuna benzemiyordu. Sizi öldürmüyordu ama yaşamanıza da izin vermiyordu... Ne kadar süredir koltukta baygın gözlerle uzandığımı bilmiyordum ancak Melis'in gelmesi o sürenin yaklaşık yarım saat olduğunu kanıtlar nitelikteydi. "Kuzum ne oldu? Hasta mı oldun?" "Melis Gökçe iyi değil sen duş almasında yardımcı ol gerisini ben halledeceğim." Melis başını sallarken bedenime destek olmaya çalışsa da onun da gücü bedenimi kaldırmak için yeterli olmamıştı. "Dur Melis." Doruk Melis'in yanından geçip koltuğa eğildiğinde bedenimi adeta bir kuş gibi kaldırmış ve hızlı adımlarla banyoya yönelmişti. Melis arkamızdan geldiğinde telaşla Doruk'a bir şeyler söylediğini duyabiliyordum. "Gerisini ben hallederim Çakır." "Dikkat edin ayakta zor duruyor baksana." Melis başını sallayarak Doruk'un tereddütlü bakışlarını aldırmadan çıktığı kapıyı Doruk'un ardından kapayıp bedenimdeki kıyafetleri çıkartmama yardımcı oldu. Yalnızca kilodum kaldığında onun kalmasını istemiş ve titreyen bacaklarımla banyonun içine adımlamıştım. "Yere otur güzelim." Melis'in sesiyle bedenimi yere bıraktığımda Melis açtığı ılık suyun bedenimi ıslatmasına izin verdi. Öyle özenle öyle dikkatle hareket ediyordu ki gülümsediğimi hatırlıyordum. Saçlarımı özenle şampuanladıktan sonra duruladı ve ardından bedenimi sabunla yıkayıp tamamen duruladı. Arkadaş. Zamansız yersiz bulunurmuş anladım. Çocukluk arkadaşlarımın bana zerre değer vermediklerini her şeyimi kaybettikten sonra ağızlarından duyunca anladım. Birkaç haftadır tanıdığım kızın hiç bir şeyim olmamasına rağmen her derdimde yanıma koşmasıyla anladım. Doruk haklıydı belki de. Aile yalnızca kanda bulunmazdı yanında bir duvar gibi duran arkadaşlarda da bulunurdu ve zamansızdı. Bazen bir dakikada bulunurdu bazen bir asırda bulunmazdı. Melis işi bittiğinde ellerini bir havluyla kurulayıp asılı havlulardan geniş olanıyla ayakta kalmaya zorladığım bedenimin yanına ulaştı ve geniş havluyu vücuduma sardı. "Burada bekle ben dolabından kıyafet alıp geleyim. İyisin değil mi?" Başımı salladım. İyiydim en azından ilk halime göre gayet iyiydim. Gözlerim açılmıştı ve ayakta kalabiliyordum. En azından bir süre... Melis elinde bir siyah tayt, kırmızı bir sweatshirt ve temiz iç çamaşırları ile döndüğünde elindekileri banyoda duran beyaz dolabın üzerine bıraktı. "Sen giyin canım yardıma ihtiyacın olursa beni her zaman arayabilirsin şimdi dönmem gerek ağabeyim bekliyor da." Başımı salladım. "Melis çok sağ ol. Ben sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum." "Ben biliyorum! İyileştikten sonra kahve içemeye ne dersin? Kadıköy'de harika kahve yapan bir yer biliyorum." Gülümsedim. "Anlaştık." "Süper! Hadi üşüme giyin hemen ben kaçtım kızıl." Melis öpücük atıp bir anda çıktığında arkasından gülümseyerek bakıyordum. Kadıköy de bir kahve fena bir teklif sayılmazdı ha? Hayatımın bambaşka bir bölümüne girmiş bulunmaktaydım ve yeni dostlukların kapısı bana belki de ilk defa sonuna kadar açılmıştı ve tek yapmam gereken içeriye girmekti fazlası değil. Üzerimi yavaşça giyindikten sonra banyodan çıkıp salona geri dönmüştüm. "Kızıl? Nasıl oldun? Hayda! O saçlar ne?" Omuz silktim. Güzel görünmediğini farkındaydım ancak şu an güzelliğimi umursayacak durumda değildim. "Bekle geliyorum baş belası." Doruk'u umursamadan oturduğum koltuğa iyice yayıldım. Öyle yorgun öyle halsiz hissediyordum ki sanırsınız tonlarca yük taşımıştım sırtımda. "Kalk bakalım." Kurutma makinesi? Afallamış gözlerle Doruk'u süzdüğümde gayet büyük bir ciddiyetle elindeki kurutma makinesini koltuğun yanındaki prize takıyordu. Yerimden doğrularak çatık kaşlarla bir Doruk'a bir kurutma makinasına baktım. "Bu ne?" "Silah. Seni vurup toptan kurtulacağım. Ne olacak kızıl kurutma makinası hasta hasta o saçlarla kalmayı düşünmüyordun değil mi?" "Ama-" "Çok konuşuyorsun." Doruk makinayı açtığında en ufak bir şey söylememe fırsat vermeden arkama geçip saçlarımı kurutmaya başladı. Saçlarımı kurtulmaya başladı... Hayatımda ilk defa biri saçlarımı kurutuyordu. Özenle acıtmaktan korkarcasına okşayarak kurutuyordu. Saçlarımdaki dokunuşu varla yok arasıydı ama vara daha yakındı. Parmaklarını saçlarımda hissetmek ruhumun kanatlandırdığını hissediyordu. Ruhumun derinliklerindeki beş yaşındaki Gökçe mutlulukla gülümsüyordu. Ellerini çırpıyor sevinçle şakıyordu. Gülümsedim. Bazı anlarınız olur ve hayatınız boyunca görmediğiniz bir ilgi bir şefkat veyahut ufacık bir merhamet kırıntısı kalbinizin kanatlanıp göğüs kafesinizden uçmasına yol açardı. Hayat bitti dediğiniz yerden bazen öyle bir başlardı ki siz bile inanamazdınız. Konduramazdınız bitti sandığınız hayatınızın nasıl bir güzelliğe bürüneceğine. Ve ilk defa inanmıştım. Saçlarıma karışan parmaklardı belki umut ettiren belki benimle kahve içmek isteyen yeni bir arkadaştı. Ya da yanıma gelmek için gün sayan harika bir ağabeydi. Ama inanmıştım işte umutluydum. Mart ayı. Mart ayında Göktuğ dönecek ve hayatım bitti dediğim yerden öyle bir başlayacaktı ki hayat bile ağzı açık izleyecekti yeniden doğuşumu.... Doruk'un saçlarıma karışan parmaklarını gülümseyerek karşıladım. Dakikalar akıp geçti ve kurutma makinasının kapanan sesiyle saçımdaki parmakların uzaklaşması eş zamanlı oldu. "Ne çok saçın var bir bitmedi." Öküz demek istediysem de tüm sözlerimi yuttum ve gülümsedim. Bir teşekkürü hak etmişti. Bu teşekkür on yedi yaşındaki Gökçe'nin değil beş yaşında ki Gökçe'nin teşekkürü, onun minnet dolu tebessümüydü. "Teşekkür ederim." "Benden kurtulduğunu sanıyorsan yanılıyorsun kızıl. Daha sana yaptığım çorbayı içeceksin." Bir kahkaha dudaklarımdan dağılırken kendimi tutmak için çaba sarf etmemiştim. "Sen? Bana çorba mı yaptın? Sen mi? Şaka kaldıracak kadar iyileşmedim Doruk." "Sana şaka yapan mı var kızım? Çorba yaptım işte evet sana yaptım. O gözlerindeki ön yargıları sil çünkü hayatının en iyi çorbasını içeceksin." Doruk'un iddialı gülümsemesine kaşlarım kalkarken yanıt verdim. "İddialıyız da? Kaç kere çorba yaptın Allah bilir? Zehirlenmem değil mi?" "Ben boş konuşmam kızıl ye de kendin gör." Dudak büzerek başımı salladım. Günüm giderek keyifleniyordu zira Doruk bana dünden beri kırk yıllık arkadaşıymışım gibi davranıyor, ilgileniyor ve bu durum ruhumu adeta iyileştiriyordu. "Bekle burada hemen getiriyorum." Doruk kurutma makinasıyla yanımdan ayrıldığında sıkıntıyla orta sehpada duran kumandayı aldım ve televizyona döndüm. Bir şeyler izlemenin zararı olmazdı. Televizyon sesi sessiz evde yankılanırken gülümsedim. Televizyon sesi... Evin yuva olduğunu gösteren yegane gürültü... Bir süre kanalları karıştırmamın ardından Doruk elinde tepsiyle geldi ve yanıma oturdu. "Eee ne izliyoruz kızıl?" Aklıma gelen fikirle gülümsedim. "Titanik? Gerçi izlemişsindir ama-" "Hayır izlemedim." Bir anda heyecanla öne atıldım. Titanik izlememişti? Titanik'i nasıl izlememiş olabilirdi! "Kesinlikle Titanik izliyoruz!" "Fark etmez. Sen şu çorbanı iç de." Başımı salladım. Doruk'un yaptığı çorbayı önüme çektiğimde bir kaşık alıp dudaklarımla buluşturdum. Doruk'sa çorbasını içmemi merakla izliyordu. Tepkimi kalbi ağzında beklerken şaşkınlıkla ağzıma dolan tadı karşıladım. Arkadaşlar şaka yapmıyorum. Çorba müthişti. Doruk'un yaptığı mercimek çorbası sahiden içtiğim en iyi mercimek çorbasıydı! "Şaka yapıyorsun. Bu çorbayı sen yapmış olamazsın." "Evet ben yapmadım içerideki hayalet yaptı sana selamı var." Gözlerimi devirdim. "Melis de yapmış olabilir!" "Ben yaptım diyorum neden inanmıyorsun? İyi yemek yapabildiğimden değil tek bildiğim şey bu çorba." Kahkaha attım. "Tek öğrendiğin yemek bu ve öğrene öğrene bu yemeği mi öğrendin cidden?" "Annemin daha fazlası için vakti olmadı kızıl." Dudaklarındaki gülümseme donarken ne diyeceğimi bilemiyordum. Annesi birkaç senedir tüm ilgisini Doruk'un kardeşi Selim'e verirken Doruk'u annesiz bıraktığının farkında bile değildi ancak onu da anlamak zor olmasa gerekti. Bir oğlu ölümle cebelleşiyordu ve önceliği kesinlikle o olmalıydı. "Ben öğretirim. Yani eğer istersen... Sana yemek yapmayı öğretebilirim." Doruk'un gözleri gözlerime dönerken başını salladı. Eski evimizdeki yardımcımızdan oldukça fazla tarif öğrenmiş ve birçok yemeği yapabilecek seviyeye gelmiştim. Bunu yapmak o zamanalar yalnızca boş vaktimi doldurmaktı ancak şu an anlamlı bir hale bürünmüştü. "Bir ara bakarız kızıl. İç hadi çorbanı." Başımı sallayarak önümdeki çorbayı büyük bir iştahla yiyip yeniden sehpaya bıraktım ve Doruk'a döndüm. "Saat kaç oldu?" Doruk "Altıya geliyor." Dediğinde şaşkınlıktan gözlerim öyle büyümüştü ki bir an yuvalarından fırlayacak sandım. Ne çabuk akşam olmuştu! "Senin yarışın yok mu biraz dinlen istersen." "Bugün yarış yok. Aç hadi şu meşhur Titanik'i de izleyelim." Başımı sallayarak Doruk'un uzattığı kumandayı alıp televizyonu internete bağladım ve Titanik filmini ayarlayıp başlattım. Doruk oturduğu yere iyice yayılırken meraklı gözleri televizyondaydı. Gözlerim televizyona dönerken altıncı defa izlediğim filmi aynı keyifle izlemek üzere tüm dikkatimi televizyonda oynayan filme verdim. Titanik... Bir aşk hikayesi değil bir kavuşamama hikayesiydi. İmkânsızlıklar arasında yaratılmaya çalışılan ancak yaratılamayan imkanların hikayesiydi. Bazı ruhlar birbirlerini bulsa da ayrılmaya mahkumdu. Evren bazı ruhları birleştirdiği gibi yanlış olan ruhları da sonsuza kadar ayırmayı iyi biliyordu ve bazı ruhlar bazı ruhların en büyük yanlışıydı. Filmi bitene kadar gözümüzü ayırmadan izlemiş ve sonunda göz yaşlarımı tutamadığım için Doruk tarafından sulu göz ilan edilmiştim. Film hakkında bir saat kadar Doruk'la içtiğimiz kahveler eşliğinde sohbet ettikten sonra dinlenmek üzere odalarımıza çekilmiştik. Şimdi ise Göktuğ'uyla mesajlaşıyor ve gününün nasıl geçtiğini ayrıntılarıyla öğreniyordum. Göktuğ bıkmadan mutluluk pozları verdiyse de inanmak güçtü ve inanmamıştım da. O tüm hayallerini ardında bırakıp, beni ardında bırakıp uzaklara gitmiş ve borçlarımızı ödemek için sabah akşam çalışmaya başlamıştı. Mesajlaşmamız kısa sürmüş ve bitmişti. Buruk bir tebessümle telefonumu komidinin üzerine bıraktım. Göktuğ'uyla o kadar az konuşuyorduk ki ikimize de yetmediği besbelliydi. Gözlerim bir an bileğime takıldı. Bilekliğim... Söyleyememiştim ona. Bilekliğimin kırıldığını söyleyememiştim. Dolan gözlerimi kırpıştırarak yorgun bedenimi yorganın altına bıraktım ve uykunun beni kollarına almasına izin verdim... Gecenin ilerleyen saatlerinde bedenimde bir ağırlık hissetmiştim. Daha sonra ise alnımda ve yanaklarımda bir el hissetmiş ancak rüya olduğunu düşünerek uykuma son hızıyla devam etmiştim. "Doruk..." Alnımda hissettiğim ıslaklıkla gözlerimi yavaşça araladım. "Şşş buradayım. Ateşin çıkmış yine bu sana iyi gelecek." Sirkenin keskin kokusu burnuma dolduğunda başımdaki bezin ne olduğunu algılayabilmiştim. Doruk alnıma sirkeli suyla ıslattığı bir bez bastırmış yatağın kenarında oturarak yüzümü inceliyordu. Gözleri kıpkırmızıydı uyumadığı besbelliydi. "İyiyim ben sen uyu... Ne zamandır uyanıksın?" "Uyumadım. Sen boş ver şimdi onu bunu eğer ateşin düşmezse hastaneye gideceğiz." Başımı salladım ve gözlerimi kapattım. Gücüm yoktu, halim yoktu kollarımı bile kaldıramıyordum. "Saat kaç? Okula geç kalmadık değil mi?" Diye sorduğumda Doruk'un kaşları çatıldı. "Gitmeyeceğiz çilli. Okul falan yok iyileş gideriz okula." "Ama-" "Bir sus be kızım bu halde ne okulundan bahsediyorsun iyileş gideriz." Bir şey söylemeden gözlerimi kapattım ve yeniden uykuya dalmam neredeyse on saniyemi aldı. Öyle bitkindim ki uyumak oldukça kolay olmuştu. *** "Sahip çıkamadın mı Gökçe?" Göktuğ? Göktuğ'uyla odamızdaydık. Eski evimizin odasında... Göktuğ elinde tuttuğu parçalanmış bilekliğimi yüzüme attığında afallayarak geriye sıçradım. "Alt tarafı bir bileklik! Bunu sana ben almıştım nasıl sahip çıkamazsın? Hiç mi değer vermedin bana?" "Ağabey bilerek olmadı!" "Sus! Ağabey deme bana! Artık senin bir ağabeyin yok sorumsuz bir kız çocuğuna daha fazla katlanmayacağım." Gözlerim dolarken kalbimin telaşla attığını hissediyordum. "Ne diyorsun sen Göktuğ! Bilerek olmadı diyorum!" "Sorumsuz." "Bencil." "Sahip çıkamadın Gökçe!" "Artık senin bir ağabeyin yok!" Sesler beynimin içinde uğuldamaya başlarken dudaklarımdan tek bir sözcük döküldü. "Bilekliğim..." Sesim bir haykırışın fısıltısı kadar güçsüzdü. "Gökçe?" "Bilekliğim... Kırıldı..." Saçlarımda hissettiğim parmaklarla göz kapaklarımı açılması için zorladım. "Halledeceğim tamam mı? Sadece uyu." "Nasıl?" Sesim fısıltıdan farksız çıkıyordu. "Halledeceğim dediysem hallederim kızıl sayıklamayı bırak da uyumaya çalış. Hadi." Ve yeniden uyudum. Uyumam öyle kolay oluyordu ki ya da ben bayılmayı uyumak zannediyordum zira bilincim bedenime ara ara gelip gidiyordu. İki Kasım, başımda bir doktor sürüsü ve yardımcılarımızın hazırladığı çorbalar olmadan geçirdiğim ilk hastalığım. İki kasım, saçlarımı okşayan görünmez şefkatli parmaklarla, başımda tüm gece bekleyen bir merhamet dolu bir kalple ve sevgiyle hazırlanmış bir mercimek çorbasıyla geçirdiğim ilk ve en güzel hastalığım. Hasta olmayı sevmezdim. Kim severdi ki? Ama değişmişti. İki kasım günü bir şey daha değişmişti. Artık hasta olmayı seviyordum. Hatta hasta olmak hiç bu kadar özel gelmemişti. Hasta olmak bir bedeni dinlendirir miydi? Ben dinlenmiştim. Ruhum ilk defa dinlenmişti. Bedenim ateşler içinde yanarken ruhum pamuklara sarılıyordu ve ben şu dakika tüm hastalıklara kollarımı açmıştım. Hasta olmak böyle bir şeyse olabilirdim. Yorucu, can yakıcı olsa bile. Ruhumun dinlenmesi için birkaç hastalığa göğüs gerebilirdim... "Doruk... Senin böyle biri olabileceğini tahmin etmezdim." Uykulu bir mırıltıyla dudaklarım aralandığında konuşan bu kez ruhumdu. O da afallamıştı. Haftalar önce neredeyse motoruyla üzerimizden geçmek üzere olan adamın hastalandığımızda sabaha kadar başımızda beklemesi onu da afallatmıştı. "İnan bana kızıl bende. Bende tahmin etmezdim..." Dediğinde sesindeki afallamışlık benimkinden farklı değildi. O da şaşkındı. Sanki yalnızca ben onunla ilk defa tanışmıyordum onunda kendiyle ilk tanışmasıydı. Sanki elini tam şu an uzatmıştı kendine ve tanışıyordu. Gerçek Doruk'la tanışıyordu. Ve bir şeyden hiç olmadığım kadar emindim. Doruk kendini tanıyınca çok sevecekti. En az benim kadar çok sevecekti... Hisler. Bazen öyle karmaşık öyle yabancı oluyordu ki ayırt etmek bir hayli zor geliyordu. Tıpkı benim gibi. Tıpkı onun yanında hızlanmaya başlayan kalbimi adlandıramadığım gibi. İsmi belki minnetti bilmiyordum. Ona karşı duyduğum bu isimsiz duyguyu henüz adlandıramamıştım. Adlandırmakta istemiyordum zira tanımadığınız hiç bir duyguyu adlandıramazdınız. Hayatı boyunca kalbindeki tek duygu ağabeyine olan sevgisi olan bir kızdan başka bir duyguyu kolaylıkla adlandırmasını bekleyemezdiniz. Umurumda değildi. Duygumun adı umurumda değildi ne hissettiğim de öyle. Tek bir şey istiyordum. Artık istediğim tek bir şey vardı bu hayattan. Bana ağabeyimi geri verip hayatımı geriye kazanmama tanıklık etmesiydi. Yeni dostluklarımla ve tek ailem ağabeyimle. Size söylemiştim. Ben Gökçe Bal Hazer. Bundan beş ay sonra hayatım bitti dediğim yerden öyle bir başlayacaktı ki yalnızca hayatım değil siz de ağzınız açık izleyecektiniz. Büyük bir gurur ve şaşkınlıkla izleyecektiniz... BÖLÜM SONU _______________________________ Selamlar canlarım! Yeni bölüme hepiniz hoş geldiniz! Fikirlerinizi paylaşıp, bolca yorum yapmayı ve bölümleri oylamayı unutmayın lütfen sizi seviyorum hoşça kalın❤️✨ WhatsApp'ta Yağmur / Petrichor🦋 kanalını takip edin: https://whatsapp.com/channel/0029VaEbQO79cDDVUw06iy0e Eğer bu linkten ulaşamazsanız İnstagram hesabımdaki attığım hikaye de de link var💙 TikTok: petrichor_2 İnstagram: peteichor_0 ✨Arkadaşlar TikTok ve İnstagram hesabımda kitap hakkında videolar paylaşıyorum bilginize ✨ DUYURU! TIKTOK HESABIMI KAYBETTİĞİMDEN YENİ BİR HESAP AÇTIM LÜTFEN TAKİP EDİP DESTEK OLMAYI UNUTMAYIN❤️ _____________________________ |
0% |