@peteichor_
|
Ruhunuz tutsakken bedeninizin tutsaklığını umursamazdınız. Bedeniniz ne kadar özgür olursa olsun ruhunuz tutsaksa özgür değildiniz. Asıl özgürlük ruhunuzun özgürlüğüydü. KAYIP GEZEGEN 15. BÖLÜM: TUTSAK Donup kalmıştım sanki. Dudaklarımı oynatıp ben yapmadım diyemiyordum. Ama evet. Ben yapmamıştım. Kesinlikle ben yapmamıştım! Bu kadınla son görüşmemizde- daha doğrusu evime gelip bana hakaret ettiği, hesap sorduğu gün gayet sağlıklıydı. En ufak bir yara izi bile yoktu. Ama şimdi karşımda duran bedeni oldukça ciddi bir şiddete maruz kalmış gibiydi. Dudaklarımı aralamaya çalıştım. Tam dudaklarım mührünü bozacakken bir el beni arkasına çekip oldukça sert bir tınıyla beklentiyle bizi izleyen uzun boylu polis memuruna döndü. "Onu karakola ben getireceğim." "Olmaz beyefendi. Adel hanımı götürmemiz gerekiyor." "Bir dakika." Dedi Barlas Polis memurunun beni alma eğilime karşı. Daha sonra benden kolunu ayırmadan telefonuyla bir süre uğraştı ve bir dakika sonra bize anlamsız bakışlar atan uzun boylu polis memurunun telefonunun melodisi yükseldi. Bizden birkaç adım uzaklaşarak telefonu açan polis memuru şaşkın bakışlarla telefonuyla konuştuktan hemen sonra yanımıza döndü. Ne konuştuklarını duyamayacağımız kadar uzağa gittiği için kimin aradığı yada ne konuştukları hakkında hiç bir fikrim yoktu. "Pekala. İki saat içinde Adel hanımı karakola teslim edin." Barlas başını salladığında Yelda öfkeyle bakışlarını Barlas ve benim aramda gezdirerek Polis memurlarının peşinden hırsla kafeden çıktı. Öylece donmuş olan biteni izliyordum. Barlas polis arabalarının uzaklaştığını anladığı an büyük eliyle sağ elimi hapsedip sert adımlarla kafenin çıkışına ilerledi. Batu defalarca adımı seslendiyse de dönüp bakacak halim bile yoktu. Şoktaydım. Doğru kelime kesinlikle buydu. Şoka girmiştim. Barlas sağ koltuğun kapısını açtığında hareketlenmeyen bedenimi gördü ve çatık kaşlarla ellerini kollarıma yerleştirdi. "Bana güveniyor musun?" Ona güveniyor muyum? Eski Barlas'a evet. Ama ya bu Barlas? Güveniyor muyum ona? Kesinlikle güveniyorum. Barlas Korhan'a güveniyorum. "E-Evet." "Gidiyoruz." Dedi bir anda ve sağ koltuğa oturmamı sağlayıp üzerime kapıyı kapattı. Kendi de sol koltuğuma geçtiğinde arabayı hızla çalıştırdı ve bir rüzgar gibi kafenin önünden esip geçti. "Nereye gidiyoruz?" Diye sordum sesimi bulabildiğimde. "Bilmiyorum. Tek bildiğim seni onlara vermeyeceğim. Seni oraya götüremem Adel!" "Barlas... Gitmek zorundayız! Kaçacak halimiz yok! Ben bir şey yapmadım tamam mı? Ben o kadına hiç bir şey yapmadım bu ortaya çıkmayacak bir şey değil-" "Biliyorum! Ama sen bilmiyorsun! Yelda'yı tanımıyorsun o sana bir kere kafayı takmış! Oraya girersen ne yapar eder orada tutar seni! Babası emniyet müdürü haberin var mı?" Barlas öyle hızlı gidiyordu iki ona dönerken koltuğundan destek almak zorunda kalmıştım. "Ama seni tanıyorum! Beni orada bırakmazsın, biliyorum." Barlas iki dakika geçmeden aniden fren yaptı. Ne yaptığını yeni yeni idrak ediyormuş gibiydi. Bakışları sertçe etrafta gezdikten sonra aynı bakışlarla gözlerime baktı. "Haklısın. Seni orada bırakmam." Der demez direksiyonu sertçe kırıp geldiğimiz yolu geri döndü ve aynı yolda durmadan karakola sürmeye başladı. Yelda'nın kime yada neye güvendiğini anlamak zor değildi. Babası emniyet müdürüydü ve kanıt yaratması gayet olasıydı. Belki de Barlas'ın hayatının kayıp izlerinin de o adamla bir ilgisi vardı. Ya da benim yıllarca o karakola ısrarla gidip hiç bir sonuca ulaşamamamın... Hayat önüme her attığım adımda bir başka engel çıkartıyordu. Her büyük adımım bir o kadar büyük bir engelle yolumu kesiyordu. Bana da çaresizce boyumdan büyük engelin üzerinden atlamaya çalışmak kalıyordu. Ama bu kez çaresiz değildim. Önümdeki engel belki iki katım kadardı ama zerre çaresizlik yoktu ruhumda. Yanımda sorgusuzca bana inanan sevdiğim adam, her derdimde umutlarıyla beni besleyen dostum duruyordu. Yalnız değildim. Bende benimleydim bu kez. Bu kez bir elim diğer elime destek veriyordu. Aklım ve kalbim aynı dili konuşuyordu. Yanınızda durması gereken en önemli kişi sizdiniz. Siz sizinleyseniz çaresizlik ruhunuzu esir alamazdı. Çaresizliği yıldırmanın en iyi yolu buydu. Kendinize inanmak... Biz bize inanmadan kimse çıkıp bize inanmazdı. Önce kendinizin yanında olacaktınız. Önce kendi ellerinizi kendiniz saracaktınız ki çaresizlik diz çöksün önünüzde. Yeşersin umutlarınız, kalp atışlarınız her şeye rağmen inançla atsın. Şimdi yanımda ben vardım. Dimdik duruyordum kendimin yanında. sıkı sıkı tutuyordum ellerimi. Yalnız değildim. Olmayacaktım. Herkes gitse de size söyledim, ben benimleyim ve ben benden gitmeden yalnız olmayacaktım. Araba ani bir frenle durduğunda dalgınlıkla etrafıma bir bakış attım. Karakola gelmiştik. Endişeliydim evet. Korkuyor muydum? Deli gibi korkuyordum. Ama çaresiz değildim. Kesinlikle değildim. "Bakma öyle. Sen söyledin, seni burada bırakmam. İn hadi." "Barlas." Dediğimde bir elini tutmuş ve barlasın arabadan inmesini engellemiştim. Aklımda çalkalanan soruların daha fazla beynimi kemirmesine izin veremezdim. "Ne oldu?" Dedi endişeyle. "Nereden biliyordun?" "Neyi?" Kaşları çatılmıştı. Sinirli gibi değil şaşkın gibi bakıyordu. "Benim yapmadığımı. Orada ağzımı açıp tek bir kelime etmemişken beni oradan çıkarttın ve neredeyse..." Derin bir nefes aldım ve gözlerimi tamamen karanlık ormanlarla birleştirdim. "Neredeyse beni kaçıracaktın. Neden? Karşındaki senin karınken daha yeni tanıdığın, öylesin bir kadına daha hiç bir şey söylemeden nasıl inanabildin?" "Şu siktiğimin hissi, adına ne bok dersen de. Sana inanmam için bir açıklamaya ihtiyacım yok. Senin yapmadığını biliyorum Adel. Ve öylesine kısmına gelince. Ben öylesine olan bir kadını öpmem, evime almam. Şimdi in arabadan ve seni buradan çıkartmamı bekle." Başımı sallayarak arabadan indim. Bana inanıyordu. Açıklama beklemeksizin inanıyordu ve az önce benim öylesine bir kadın olmadığımı açıkça dile getirtmişti. Korkuyla bindiğim bu arabadan büyük bir cesaretle iniyordum. Barlas'ın arkamdaki adımlarını hissediyor ama durmadan ilerliyordum. karakolun kapısına ulaştığımda kapının önündeki dağılmış bedenle hızla yanına adımlayıp kollarımı boynuna sardım. "Maviş! Neredesin be kızım? İyi misin?" Sıkıca birbirimize sarıldıktan hemen sonra bedenlerimiz ayrılmıştı. Başımı salladım. "İyiyim... Batu ben-" "Umarım o cümle ben yapmadım gibi bir şeyle bitmez maviş. Eğer öyleyse gözüme gözükme çünkü bunu senin yaptığına görsem inanmam." Gülümseyerek kollarımı bu kez Batu'nun beline sardım. "İyi ki varsın Batu..." "Sende güzelim. Hadi gel ifademizi verip çıkalım şuradan içim bir fena oldu." İfademizi verip çıkmak... Buradan elimi kolumu sallaya sallaya çıkamayacağımı farkında olsam da Batu'nun dokunsalar ağlayacak ruh haliyle tepkisizce başımı salladım. Gülümseyerek içeriye doğru bedenimi ittirirken Barlas arkamızdan gelmekte ısrarcıydı. Sonrası bir film şeridi misali geçmişti. İfade vermem, karşılığında bana deliller olduğunu söyleyen polis memuru, sinir krizinin eşiğine gelen Batu, zafer kazanmışçasına iğrenç gülümsemelerini eksik etmeyen sahtekar Yelda, çaresizce iki koluma girmiş beni götüren polis memurlarına öfkeli bakışlar atan Barlas ve bileklerimi saran soğuk, demir kelepçeler... Şimdi ise demirliklerin arkasındaydım. Belki de hapse girmek üzereydim. Bilmiyordum. Tek bildiğim artık hayattan korkmuyor olmamdı. Tek bildiğim bu hayatın bana attığı ilk tokat olmayışıydı. Size bundan beş yıl önce söylemiştim değil mi? Bizi pes ettirmeye yeminli bir hayatımız vardı. Önümüzde duvar gibi durmuş ve bize pes et artık diyordu. Bizim her yaşadığımız hayat duvarından bir tuğlayı devirmekti. ve duvarı tamamen yıkmaya çalışmaktı. Ama zordu. çünkü hayat yıktığımız tuğlalara karşın bir tuğla fazladan ekliyordu duvarına. Biraz daha sağlamlaştırıyordu, bir az daha zor oluyordu önümüzde duran tuğlaları düşürmek. Ama inanırsak tuğlaları tek tek yıkmaktansa duvarı bütünüyle aşağı indirebilirdik. Hayatı yenebilirdik. Bunun için duvarı yumruklayıp ellerimizi aşındırmamız gerekmezdi. Önümüzdeki bu yüksek duvarı kalp atışlarımızla da indirebilirdik. Güçlü, inançlı, umutlu kalp atışlarımızla... Kalbimizdeki gücün aşamayacağı hiç bir duvar, açamayacağı hiç bir kapı yoktu. O yüzden yapmamız gereken duvarımızdaki tuğlaları yıkmak yerine kalbimizde beslediklerimizdi. Onları pes ettirecek tamda buydu... "Adel!" Batu'nun sesiyle saatlerdir aynı yerde duran bakışlarımı zorlukla demirliklere çevirdim. Batu'nun eli demirliklerde darmadağın bakışlarıyla bedenimi süzüyordu. "İyi misin güzelim? Ancak gelebildim yanına. Seni çıkartacağız buradan tamam mı?" Omuz silktim. Öyle abuk subuk ayarlamalar yapılmış ki. Kamera kayıtlarında Yelda'nın bahçe kapısından girme ve aynı kıyafetlerle yüzü gözü mosmor olarak çıkma görüntüleri vardı. Teknoloji oldukça... Tehlikeliydi? Yapmadığınız bir şeyi yapmışsınız gibi gösterecek ve bir açıklamanızı bile boşa çıkartacak kadar. Kamera kayıtlarında asıl olmayan şey benim asıl yaptığım şeydi. Yelda'yı saçından tutup dışarı attığım o an. O an yoktu işte. Gözükmüyordu. Ne trajikomikti öyle değil mi? Burada yapmadığım bir şeyin sorumlusu ilan edilirken asıl yaptığımın gözükmemesi. "Adel, maviş kızım, konuş benimle... O Yelda paçozu ne yapmış etmiş ayarlamış her şeyi. Ama korkma. Barlas Yelda'yla konuşmaya gitti." İşte ancak o zaman ayaklanmıştım Batu'ya doğru. Ancak o zaman ciddiyete bürünmüştü boşlukta asılı kalan bakışlarım. "Ne? Ne konuşacak?" "Bilmiyorum. Bana senin yanından ayrılmamamı söyledi. İte bak o demese gideceğim sanki seni bırakıp." "Konumuz bu mu Batu? Bak... Buradan çıktığım an -tabi çıkarsam- Artık duracak zaman yok. Her şey çözülmeden durmak yok Batu. O Yelda ve arkasındakiler her kimse. Tek tek bulup hesabını soracağız. Her şey bittiğinde... Barlas'ın karşısına geçip her şeyi anlatacağım ona. Her şeyi..." Batu sinirle kaşlarını çattı. "Ne demek çıkabilirsem kızım? Bırakır mı abin seni burada? Gerekirse tünel kazarız ha? Ne olacak kaçak kaçak yaşarız." "Salak!" Gülmüştüm. Tutsak edildiğim demirliklerin ardında özgürlüğüne beni davet eden dostuma karşı gülmüştüm. Belki de tutsak olduğum şu dakika özgür olduğum dakikalardan daha özgürdüm. Ruhunuz tutsakken bedeninizin tutsaklığını umursamazdınız. Bedeniniz ne kadar özgür olursa olsun ruhunuz tutsaksa özgür değildiniz. Asıl özgürlük ruhunuzun özgürlüğüydü. Özgürlük neydi? Dışarıda özgürce yürüyebilmek mi? Yada istediğiniz anda istediğiniz yerde olmak mı? Neydi sizin özgürlük kavramınız? Kısıtlanmamak mı? Ya ruhumuz? Hissettiklerimizin dudaklarımızdan kolayca dökülmesine izin veremezken, aldığımız nefesleri kolayca veremezken, kalbimizin acıdan titrediğini hissederken dışarıda özgürce attığımız bir iki adım özgürlük müydü? Değildi.. Benim özgürlüğüm özgürce attığım bir iki adım değildi, özgürce aldığım bir iki nefes, özgürce dışa vurduğum duygularımdı. Ben buradan çıkıp bedenimi özgürleştirmek değil, ruhumu özgürleştirmek istiyordum. Derdim ruhumun tutsaklığıylaydı bedenimin değil... "Şimdi gidiyorum güzelim Burada kalmama yalnızca bir kaç dakika izin veriyorlar. Ama hemen kapıdayım. Merak etme maviş. Hiç bir yere gitmem seni bırakıp." "Batu, eve uğramak zorundasın... Sirius çok acıkmıştır. Lütfen onu ihmal etme." "Sen merak etme güzelim Bahar bir kaç saate gelir. Ona anahtarı vereceğim. Olanlardan pek bahsetmedim merak etme. Sadece gelmesi gerektiğini söyleyip ona bulduğum ilk uçak biletini aldım." "Seni seviyorum Batu..." Dediğimde Batu'nun yüzü düşmüş gibiydi. Bu seni seviyorum bir veda gibi gelmişti kulağa biliyordum. "Çıkınca söylersen kabul ederim." Dedikten sonra dolan gözlerini saklayıp çıkıp gitmişti. O sakladıysa da görmüştüm mavilerine dolan yaşları. Görmüştüm gülümseyen dudaklarındaki o acıyı. Bazen hissettiklerimizle söylediklerimizin arasında dağlar vardı. Her gülümseyen mutlu olmazdı. Her ağlayan üzgünde olmazdı. Bazen mutluluktan ağlardık, bazen acıdan. Bazen sevinçle gülümserdik bazen hüzünle. Hiç bir şey göründüğü gibi olmazdı. Buradan çıkınca herkes özgürdün diyecekti ama kimse buradan çıktıktan sonrada ruhumun tutsaklığı gölgesinde yaşayacağımı bilmeyecekti... Nezarethanenin köşesine oturmuş bedenimi yorgunlukla soğuk zeminle buluşturdum. Burada vakit ancak uyuyarak geçecekmiş gibiydi. Gözlerimi rahatsız zeminde kapattığımda yorgun bedenim kısa sürede uykuya yenik düşmüştü. Karakolun kapısına geldiğimde derin bir nefes alıp hızla içeri girdim. "Barlas Korhan'ı görebilir miyim?" Karşımda gözleri bana dönen polis, anlayışla başını sallayıp önden ilerlediğinde duruşumu bozmadan arkasından ilerledim. Güçlü olmalıydım. İçeri girdiğimizde Barlas'ın bakışları beni bulurken, gözlerimi kaçırdım. "Güzelim iyi misin?" Mesafeli duruşumu bozmadan demirliklere ellerini yaslayıp bana bakan Barlas'a döndüm. "Barlas, ben ayrılmak istiyorum." "N-Ne?" Barlas kaşlarını çattığında gözlerine bakabilecek gücüm yoktu. "Duydun. Ben gidiyorum Barlas." "Sen ne diyorsun Adel!" Barlas bağırdığında bir adım geriye gittim. "Barlas bitti! Anladın mı bitti! Sevmiyorum seni!" "Ne saçmalıyorsun sen! Daha bir kaç saat önce bana söylediklerine ne oldu! İnanmıyorum Adel! Benden bir şey gizliyorsun! İnanmıyorum!" "Hoşça kal Barlas!" Barlas inanmayan bakışlarla gözlerime bakarken arkamı dönüp gidecekken, bir anda Arkamdan seslenmesiyle yerimde durdum. "Annem gibi sende mi gideceksin Adel!" Arkamı dönmeden olduğum yerde Barlas'ın kalbini paramparça edecek sözcükler döküldü dudaklarımdan. "Annen gibi gidiyorum ve annen gibi dönmeyeceğim Barlas." Gözlerimi şiddetli bir baş ağrısıyla araladığımda gördüğüm rüyanın ağırlığıyla ezildiğimi hissettim. Aslında gördüğüm bir rüya değildi. Beş sene önce yaşadığımız oldukça gerçek olan o anılar zihnime sızmış ve bir kabus olarak yer etmişti kafamın içinde. Bir elimle başımı ovuşturarak yattığım yerde doğruldum. Her bir uzvum ağrıyordu. Burada kaç saattir uyuduğumdan bile habersizdim. Güneş çoktan doğmuş belki de batmış olmalıydı. Yıldızlar gece gökyüzünü aydınlatmış olmalıydı. Yıldızlara uzak bir gece geçirmiş olsam da asıl yıldızlar kalbimin derinliklerinde parıl parıl parlıyordu ve kalbimdeki gökyüzü gündüzleri de yıldızlarla doluydu. "Vay vay vay! Kül kedisi uyanmış sonunda. İşte başlıyorduk. Karşımdaki sözde darp ettiğim beden, kollarını birbirine bağlamış, tek kaşı havalanmış ve büyük bir özgüvenle bedenime bakıyordu. nasıl göründüğümü önemsemeden güçlü bir bakış atıp oturduğum yerden kalktım. "Demek seni dövmüşüm ha Yelda? Ah keşke! Keşke şu muşmulaya dönmüş suratını bu hale ben getirseydim. İnan bana burada daha keyifli yatardım." Yelda'nın yüzü aynında bozulurken bu kez zafer sırıtışı benim dudaklarıma geçmişti. "Bu sadece bir tehditti Adel'ciğim. Bir saat sonra buradan çıkıyorsun. Ama maalesef canım kocam artık senin yüzünü bile görmek istemiyor." Bir anda sanki ağzından bir şey kaçırmışçasına ellerini dudaklarına bastırdı ve sonra hastalıklı gülüşüyle yeniden dudaklarını araladı. Tam bir psikopattı. "Hi! Ay görüyor musun söylemeyecektim ama ağzımdan kaçtı. Şimdi sen ağlarsın da hiç çekemem." Sonra ciddileşti ve demirliklere yaklaştı. Oldukça yaklaştı. "Adel Rana Arın. Kim olduğunu biliyorum. Eğer işime burnunu sokmaya devam edecek olursan bu girdiğin deliğe şükredersin. Barlas beni seviyor ve seni istemiyor. Bir daha kocamın çevresinde gezinmeyi bırak nefes alacak olursan seni pişman ederim. O sünepe arkadaşına da-" Demirliğin arasından çıkarttığım elimle Yelda'nın kızıla kaçan saçlarını elime doladım ve sertçe saçından tutup demirliklere doğru başını yaklaştırdım. Bu kez gülen bendim ve çırpınan tam olarak oydu. Elim saçını o kadar sıkı sarmıştı ki elimi çektiğimde bir kaç telin avucumda kalacağına neredeyse emindim. "Bana bak. Madem kim olduğumu biliyorsan şunu da bil. Elinden geleni ardına koyma Yelda Öz. Çünkü bende koymayacağım. Senin gibi bir pisliği bu hale ben getirmemiş olabilirim ama seni ne hallere getireceğime sen bile inanamayacaksın. Kaçacak delik aramaya bak Yelda. Şimdi defol git şuradan." Derken elimi serçe saçından çektim ve acıyla inlemesini keyifle izledim. "Görüşeceğiz Adel." Derken arkasını çoktan dönmüştü. "Beklerim!" Dedikten hemen sonra nefesimi rahatça dışarı verdim. Demek öğrenmişti kim olduğumu. Ama nasıl? Nasıl öğrenmiş olabilirdi? Yelda'nın söylediklerine zerre inanmamıştım. Barlas onu sevmiyordu. Ve beni görmek istemiyor olamazdı... Olmamalıydı... Yaklaşık bir saat içim içimi yemişken bir polis memuru elindeki anahtarla nezarethaneye doğru yaklaştı. "Çıkıyorsun. Yelda Öz şikayetini geri çekti. Gerekli evrakları imzalayıp çıkabilirsin. Eşyaların kapıdaki arkadaşında." Başımı sallarken bir yandan da polisin açtığı kapıdan dışarıya çıkıyordum. Buruş buruş olan eteğimi tek elimle toplarken nezarethaneden oldukça aydınlık bir yere çıkmıştım. Batu sandalyede başı duvara yaslı uyuyordu. Yanına oturarak hafifçe kolunu dürttüm. "Batu... Ben geldim." Batu sesimi duyar duymaz içi kıpkırmızı olmuş gözlerini aralamış ve kocaman gülümsemesiyle kollarını bedenime sarmıştı. "Fıstığım! İyi misin?" Bir yandan da elleri saçlarımı okşuyordu. "İyiyim... Bazı evraklar imzalamam gerekiyormuş. Hemen imzalayıp gidelim Batu..." Batu başını sallarken bedenlerimizi ayırıp ayaklandı. "Hadi o zaman." Gözlerim bir yandan Barlas'ı ararken bir yandan da Batu'nun gittiği yöne ağır adımlarla gidiyordum. "Barlas nerede Batu? Gelmedi mi?" Batu bir an durup bana döndüğünde gözlerini kaçırmıştı. Endişeyle Batu'nun gözlerine baktım. "Gelmedi... Değil mi?" "Gelmedi..." Dedikten sonra önüne dönüp yürümeye devam etmişti. Gözlerimi kırpıştırarak Batu'yla yürümeyi sürdürdüm ve nihayet geldiğimiz odada önüme koyulan bir kaç sayfayı imzaladım. Sonrası daha hızlıydı. Batu'yla tek kelime etmeden Batu'nun arabasına ulaşmış ve yola çıkmıştık. Başım cama yaslı, gözlerim yoldaydı. Size söylemiştim değil mi? Gerçek özgürlük ruhun özgürlüğüydü ve tam şu an ruhum demir parmaklıklar ardında değil koca koca duvarlar arasında tutsaktı. O tutsakken bedenimin özgürlüğü tatmin etmiyordu. Radyodaki kısık müzik zor zor kulaklarıma ulaşırken gözlerimi kapattım usulca. "Rengârenk ormanlardan, elimden tutup da yürüdün yanımda. Hiç mi hiç olmazlardan, bir hikâye yarattın, uyuyup yanımda. Şimdi ellerin ellerim, dokunmalı sözlerim. Bi' şarkısın dilimde, kuvvetli ezberim. İçimdeki hisleri, bi' tek seni isterim. Tam zamanı, tam yeri, tutup seni öpmenin..." Şarkı kulaklarımı delip geçerek kalbime kadar uzanmıştı. Benim ormanlarım rengârenk değildi. Benim ormanlarım yemyeşildi. Bazen koyu bir yeşildi, bazen sıcacık bir yeşildi. Bu şarkıyı söylemek istiyordum. Ormanlarıma bakarken söylemek istiyordum. Onun elleri ellerimken, ona sözlerim dokunuyorken, onu tutup öpüyorken... "Geldik güzelim." Batu'nun sesiyle gözlerimi radyodan ayırırken başımı sallayarak arabadan indim. Ağır adımlarla eve doğru yürürken soğuktan buz kestiğimi hissettim. Sıcak bir duş almak ve kupa kupa filtre kahve içmek istiyordum. Kapının önüne ulaştığımda kapı ben dokunmadan açılmış ve açılan kapıdan Bahar hızla öne atılıp kollarıyla bedenimi sarmıştı sıkıca. "İyi misin kuzum?" "Bilmiyorum..." Diyebilmiştim. Gerçek buydu. Nasıl olduğumu bilmiyordum. Özgürken tutsaklaşmanın nasıl hissettirdiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kalbim avaz avaz acıyla bağırırken dudaklarımdan çıkmayan feryatlar tutsak ruhumun çevresine fazladan bir duvar daha örüyordu. "Sana bir sürü yemek hazırladım! Hadi sen güzel bir duş al sonra yanımıza gel olur mu?" Başımı sallarken Bahar'a gülümsüyordum. Merdivenlere ilerlediğim sırada arkamdan içeriye girmiş Batu'yu ve Bahar'ı sarılırken gördüğümde gülümsedim ve basamakları çıkmayı sürdürdüm. İlk durağım duş olurken hızla üzerimdeki paçavraya dönmüş elbiseden kurtuldum ve bedenimi en yüksek ısı ayarında açtığım suyun altına bıraktım. Ayaklarım gücünü bulamazken yere bıraktım bedenimi. Kaynar su başımdan aşağı dökülürken tek yaptığım kollarımla dizlerim sarmaktı. Tepkisizce bedenimi ıslatan kaynar suyu hissediyordum. Hiç bir şey yapmıyor öylece duruyordum. Belki de suyun bedenimi eritip yok etmesini bekliyordum kim bilir? Bir süre suyun altında kaldıktan sonra saçlarımı şampuanlayıp, vücudumu sabunladım ve duştan çıktım. Bedenimi saran geniş beyaz havluyla odama ulaştığımda kurulanıp usulca gri bir eşofman ve siyah bir sweatshirt giydim. En son saçlarımı da havluya sararak Batu ve Bahar'ın yanına gitmek üzere merdivenlere yöneldim. Her bir basamakta sesleri yükseliyordu. Bahar'ın keyifli sesi istemsizce dudaklarımın iki yana kıvrılmasını sağladı. "Maviş? Oh be mis gibi olmuşsun yüzüne renk gelmiş! Hadi salona. Benim güzel karım neler neler yapmış." Gülümseyerek başımı salladım ve adımlarımı salona yönelttim. Koltuğun önündeki sehpa da çeşit çeşit yemekler duruyordu. Koltuğun üstünde ise pusetin içinde uyuyan Güneş... Gülümseyerek Güneş'in uyuduğu pusetin yanına bedenimi bıraktım. Yalnızca bir dakika sonra dumanı tüten üç bardakla Batu ve Bahar'da yanıma ulaşmıştı. "Bunlar bitecek." Derken Batu eline aldığı tabağa masada olan her şeyi doldurmaya başladı. "Ay Batu! Kızın tabağını uzman çavuş erzak paketi gibi doldurdun! Şuncacık kız nasıl yesin o kadar şeyi." Bahar'ın sesiyle istemsizce dudaklarımdan bir kahkaha döküldü. "Bahar haklı ne yaptın Batuş ver artık şu tabağı." "Ne anlarsınız kızım siz! Ayrıca sen çok konuşma gamze kadın. Birazdan bu tabaktan bir tanede sana ve kızıma gelecek." Bahar kaşlarını çatarken arkasına yaslandı. "Güneş'e mi?" "Saçmalama Bahar'ım. Karnındaki kızımızdan bahsediyorum!" Kaşlarım havalanırken heyecanla Batu'nun uzattığı dolu tabağı ellerim arasına aldım. "Cinsiyeti ne zaman belli oldu? Aşk olsun hiç söylemiyorsunuz." "Evet Batu. Adel haklı, bize niye söylemiyorsun?" Bu kez Bakışlarım yanımda oturan Bahar'ı buldu. "Bize?" "Evet bize. Çünkü benimde haberim yok. Bildiğim kadarıyla bir hafta sonra öğreneceğiz cinsiyetini." "Siz çok biliyorsunuz! Erkek adamın kızı olur! Kızını pembe pembe giydirir, Barbieleriyle oynatır, saçlarını örer. Yine kız olacak bak görürsünüz. Hatta bir tane daha mı yapsak? oda kız olur belki." Batu'nun konuşması biterken Bahar'ın dudaklarına götürdüğü yemeği boğazında kalmış öksürmeye başlamıştı. Batu panikle Bahar'ın dudaklarına suyu uzatırken hallerini büyük bir keyifle izliyordum. Neredeyse her baba oğlu olmasını ve onunla maçlara gitme hayalleri kurarken Batu kızının olmasını, onunla Barbielerle oynamayı ve saçlarını örmeyi hayal ediyordu. Gülümsedim. "Yavaş ye güzelim. Fetüsümüze bir şey olacak bak!" "Batu!" "Tamam tamam sen yemeğini ye." Batu ve Bahar'ın atışması sonlanırken odayı saran ağlama sesiyle Batu ayaklanıp ağlayan minik kızını pusetinden çıkarttı ve kollarıyla sıkıca sardı. "Ağlama babasının prensesi!" Batu Güneş'i öpücüklere boğarken tabağımı yemeğe devam ediyor aynı zamanda onları izliyordum. İlerleyen saatlerde tıka basa doyana kadar yemiş, sohbet etmiş ve Baharla her yeri toplamıştık. Şimdi ise saat akşam dokuza geliyordu ve ben elimde dumanı tüten filtre kahvemle Barlas'ın camını izliyordum. En ufak bir mesaj atmamıştı. Aramamıştı... Beni orada bırakmayacağını söylemişti ama kendi gitmişti. Oraya girdiğim andan beri bir kere görmemiştim onu. Yelda'yı bile görmüştüm ama onu görmemiştim. Gözlerim hala camında asılı kalırken bir anda ışık açılmıştı. İçeriye daha dikkatli baktığım sırada bir kaç dakika sonra camın önünde çatık kaşlarıyla Barlas ve hastalıklı gülümsemesiyle Yelda duruyordu. Birbirlerine bakıyorlar, bir şeyler konuşuyorlardı ancak dudaklarını okumaya gücüm yetmiyordu. Barlas'la gözlerimiz çok kısa birbirini bulduğunda gözlerini kaçırdı. Bakışlarında beğenmediğim bir şeyler vardı. Ters giden bir şeyler. Sonra bir şey oldu... Yelda dudaklarını Barlas'ın dudaklarına bastırdı. Olduğum yerde öylece kalırken sıcak kahve kupası ellerimden kayıp yere düştü ve parçalandı. Tıpkı göğsümün içinde paramparça olmuş kalbim gibi. Yelda'nın gözleri aralanırken gözlerime ben kazandım bakışı attı ve Perdeyi kapattı. Gözlerim acıyla kapanırken Göz yaşlarım birer birer süzüldü yanaklarımdan. Şimdi ise aklımda yüzlerce sorudan biri öne çıktı. Barlas neden öyle bakıyordu? Neden... Çaresiz bakıyordu? Bir insan karısını çaresizce öpebilir miydi? Peki bakışlarındaki çaresizliği fark ettiğim halde neden kalbim göğüs kafesimin içince binlerce parçaya bölünmüştü? Göz yaşlarımı sertçe silip koltuğun üzerinde duran telefonuma hızlı adımlarla ilerledim ve Batu'yla olan mesajlarımıza girip ekranı döven parmaklarım eşliğinde Batu'ya bir mesaj attım. Başlattıkları savaşın devamını getirecek o mesajı... Adel: Batu, bir saate bende ol. Plan yapmamız gerekiyor. Başlıyoruz... BÖLÜM SONU |
0% |