@peteichor_
|
"Herkesin bir acı eşiği olduğuna inanıyordum. Gökyüzünden düşen yağmur damlası bile bir insanın acısı olabilirdi. Kökünden kopartılan çiçek için bile yas tutabilirdi bir başka insan. Ya da canından can kopartılan bir insan gıkını bile çıkartmadan seyredebilirdi canından kopartılan canı." KAYIP GEZEGEN 2. BÖLÜM: ACI EŞİĞİ Hepimizin hayalleri vardı. Belki beklentileri belki de umutları... Ama herkesin vardı bu hayattan istedikleri. Belki de gökteki yıldızlardan medet umuyordunuz kurduğunuz hayaller için. Belki topraktan yeşeren dört yapraklı bir yonca bulma ümidiyle elinizi toprağın içinde gezdiriyordunuz. Hatta çoğunuz yaş günlerinizde pastalarınızın üzerinde yanan bir kaç muma bağlamıştınız ümitlerinizi. Yalnızca bir mum olduğunu o anlık unutuyordunuz ve bir kaç dakikada eriyip gidecek birkaç mumdan hayatınızı değiştireceğinizi umuyordunuz. Ne çaresizlik ama! Ya ben ne yapıyordum şimdi? Gecenin üçünde, bahçede ıslak toprağın üzerinde izlediğim gökyüzünden ne olmasını bekliyordum? Bir yıldız kaysa ne dilerdim şimdi? Barlas'ı bulmayı mı yoksa kalbimi bulmayı mı? Yoksa ikisi de aynı şey miydi? Belki de... Ne çok belki de demiştim böyle! Her cümlenin, her hayalin, her umudun bir belkisi vardı gözümde. Kesinlik yoktu belkiler vardı. Hayatta netlikler yoktu belkiler vardı ve artık hayal kurarken bile dudaklarımdan bir belki dökülüveriyordu. Gözlerim gökyüzündeyken o an bir yıldız gökyüzüne veda etti. Bir yıldız kaydı gitti gökyüzünden. Bir yıldızın cenazesine şahitlik ettiğim o dakika gözlerim umutla kapandı. Sevgili yıldız, Senin nasıl bir hikayen var bilmiyorum belki de istemeden kayıp gittin ait olduğun yerden, belki de sende veda ettin sevdiklerine, sende veda ettin sonsuz gökyüzüne. Sen beni anlarsın. Onu geri istiyorum... Yalnızca bunu istiyorum senden. Kayıp gitmiş bir yıldızdan gökyüzünde yeni bir yıldız parlatmasını diliyorum... Bir süre daha gökyüzünü izledikten sonra üşümeye başlayan bedenime kollarımı sararak bahçeden ayrıldım. Kapıdan eve adımımı attığım an vücuduma yayılan sıcak havayla kollarım bedenimden ayrıldı. Kapıyı ardımdan kapatarak ayaklarımın ucunda miyavlayan gri tüylerini bacaklarıma sürten kedimi kucağıma aldım. Sizi tanıştırmayı unuttum! Sirius... Benim gri tüylü minik kedim. henüz yedi aydır benimle birlikte. onu eski binamızın içinde bir köşede titrerken buldum. Öyle korkmuştu ki... Terk edilmişti besbelli. o da bırakılmıştı. Korkuyordu... Kucağıma aldığım gibi götürmüştüm o gün onu. O günden bu yana yaralarıma ortak olmuştu. Kucağımda miyavlamayı sürdürürken gülümseyerek dudaklarımı Sirius'un minik başına bastırdım. Sirius'u yatağımın üzerine bırakarak dolabımdan çıkarttığım mavi pijama takımımı hızla üzerime giyerek saçlarımı gelişi güzel bir topuz yaptım. Artık uyumaya hazırdım. Yorganı kaldırarak içine girdiğimde hemen baş ucumda Sirius yastığıma ortak olmuştu. Bir kez daha Sirius'un başına sevgi dolu birkaç öpücük bıraktığımda gözlerim yorgunlukla kapanmış zihnim karanlığa kısa sürede kavuşuvermişti... *** Telefonun ısrarcı melodisiyle gözlerimi açtığımda hızla komodinin üzerindeki telefonumu alarak ekranda yazan isme döndüm. Arayan Batuhan'dı. Hızla telefonu kulağıma götürdüm. "Gelmiyor musun Adel? Sesi sakin bir o kadarda hüzünlü geliyordu. "Nereye?" "Cenazeye." Kaşlarım istemsizce çatılırken bir elimle saçlarımı geriye itip yattığım yerden doğruldum. "Ne cenazesi? Ne diyorsun Batu gece gece? şaka mı bu?" "Ne gecesi Adel öğlen oldu. Barlas'ın cenazesi unuttun mu?" Telaşla yatağıma tamamen veda edip ayağa kalktım. "Batuhan ne diyorsun ne cenazesi? Nerdesin sen?" "Diğer caddede bir mezarlık var ordayım bir an önce gel." Telefonu yatağıma attığım gibi ayağıma hızla ilk bulduğum ayakkabıyı geçirerek evden fırladım ve nefesim kesilene kadar koştum. O kadar koştum o kadar koştum ki ciğerlerim aldığım fazladan bir nefesi bile kabullenmedi. Dakikalar sonunda ulaştığım mezarlıkta tek hareketlilik biraz ilerdeki cenaze arabası ve çevresindeki insanlardı. Oraya doğru vakit kaybetmeden koştuğumda gözlerimin önündeki görüntü vücudumun titremesine sebep oldu. Batuhan, Demir abi, Aslı abla, Bahar... Herkes siyahlar içindeydi ve asıl önemli olan yakalarında Barlas'ın fotoğrafı vardı. Batuhan'ın yanına ulaştığım an yakasındaki fotoğrafı çekip aldım dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken arabanın içindeki tabuta kaydı gözlerim. "Hayır..." Diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan başımı iki yana sallarken hızla arabanın üzerine çıkıp tabutu kaldırdım. Batuhan kollarımdan tutmaya çalışsa da gücü yetmiyordu. Tabutun İçindeki beyazlar içinde bir beden karşıladı gözlerimi. Beyaz bezi yavaşça başından çekmeye başladığımda görüntü giderek netleşti. Ve... O oradaydı... Cansızdı. Yüzü bembeyazdı. Saçları dağılmıştı. Dokunmaya kıyamadığım saçları darmadağındı, bakmaya doyamadığı gözleri kapanmıştı açılmamak üzere. Bağıra çağıra ağlamaya başladığımda şoktan nefes alamıyordum artık. O ölmüştü ve artık hiç bir yıldız eskisi kadar parlamayacaktı gökyüzünde. "Barlas!" Yataktan bir hışımla kalktığımda saç diplerimin bile terden sırılsıklam olduğunu hissediyordum. Yine bir kabus ele geçirmişti huzurlu sandığım uykumu. Yine bir sabah daha dolu dolu olmuş gözlerimle başımı kaldırmıştım bu yastıktan. Yataktan ayrıldığımda adımlarım mutfağı buldu. Titreyen ellerimle bir bardak su doldurup hızla dudaklarımla buluşturdum. Neredeyse üç bardak kadar su içtikten sonra bedenimi hızla duşa attım. Hazırlanıp çıkmam İçin iki saatim kalmıştı ve alışagelen bu kabuslara artık tamamen alışıp kendimi toparlamam gerekiyordu. Üzerimdeki pijama takımımdan kurtulduğumda bedenimi açtığım ılık suyun altına bıraktım. On dakikalık bir duşun ardından duştan çıkarak mavi gömleğimi ve koyu kot rengi pantolonumu üzerime giyip saçlarıma sardığım havluyla mutfağa geri döndüm. Önce Sirius'un mama ve su kabını doldurdum ve bir kaç dakika onunla ilgilendikten sonra kendime ufak bir sandviç ve bir bardak yeşil çay yaparak masaya oturdum. Masada bir kaç dakika oyalandıktan sonra kahvaltım bitmişti. Son olarak saçlarımı kurutup omuzlarımdan dökülmesine izin verdim. Kirpiklerimi maskara yardımıyla şekillendirdikten sonra hafif bir ruj sürerek çantamı kontrol ettim. Yarım saat içinde okulda olmam gerektiği için daha fazla oyalanmadan Sirius'a veda edip ceketimi ve çantamı aldığım gibi evden ayrıldım. Dün Batuhan beni eve bıraktıktan sonra kapıda arabam duruyordu. Üzerindeki anahtarı alarak eve dönmüştüm. Şimdi ise yeniden işte gitmek üzere arabamla buluşmuştum. Radyodan kısık sesli gelen şarkı eşliğinde yola çıkarken şarkının sözleri kulaklarıma dolmaya başladı. "Milyon şey var aklımda. Gitmeseydin dinlerdin. Beni düşün bir kez de, diye başlamak isterdim.İyi bak kendine bile diyemiyorum. İyi bak kendine bile diyemiyorum. Konuşsam faydasız ya ama susamıyorum... Beni vurup yerde bırakma, Katlanamıyorum hiçbir yokluğuna. Beni vurup yerde bırakma. İçim bağırdı da ben diyemedim ya...." Emre Aydın'ın sesi kulaklarıma dolmayı sürdürürken dudaklarımı birbirine bastırdım. Acı eşiği neydi? Ne kadar yüksekti? Ne denli bir acıya dayanabilirdik en fazla? Hangi acıyla başa çıkabilirdik? Herkesin bir acı eşiği olduğuna inanıyordum. Gökyüzünden düşen yağmur damlası bile bir insanın acısı olabilirdi. Kökünden kopartılan çiçek için bile yas tutabilirdi bir başka insan. Ya da canından can kopartılan bir insan gıkını bile çıkartmadan seyredebilirdi canından kopartılan canı. Herkesin bir başka acı eşiği bir başka acısı vardı. En yarasız insanın bile kalbinin derinliklerinde yara izleri vardı. Bizi insan yapanda yaralarımız değil miydi zaten? Yarasız insan olur muydu hiç? Daha doğar doğmaz başlıyorduk yaralanmaya. Önce yürümeyi öğrenirken yere düşüp dizlerimizi, ellerimizi yaralıyorduk. Yaş aldıkça ayaklarımız yere sağlam bastıkça görünen yaralarımızın dozu azalırken arka planda görünmeyen yaralarımız tüm benliğimizi perdeliyordu. Görünmez bir perdelemeydi bu. Kalp yarası gibi... Kalbinizi açıp baksa dahi göremezlerdi o yaraları. Onlar derindi, onlar görünmezdi, onlar en fazla iz bırakan yaralardı. Arabamı okulun önüne park ederek arabadan usulca indim. Gözlerim kolumdaki saate takılırken henüz okula gitmem için yirmi dakikam daha olduğunu fark etmiştim. Adımlarımı okulu es geçerek sahile yönelttiğimde biraz yürüyüşün iyi geleceğini düşünüyordum. Sahil okula oldukça yakındı. Beş dakika yürüyüş sonucunda Sahile ulaşabilirdim. Öyle de olmuştu. Beş dakikanın sonunda sahile ulaştığımda denizin mayhoş kokusuyla usulca yürümeye başlamışım. Bir anlık. Yalnızca bir anlık gözlerim ilerideki bankta arkası dönük oturan adama kaymıştı. Donup kalmıştım yerimde. Ona nasıl da benziyordu? Bu benzerlik...ileride duran banka doğru koşmaya başladığımda hızla bedenini döndürmek üzere ceketini tutmuştum. Onu bulmuş olabilir miydim? "Barlas!" Kaçıncı hayal kırıklığıyla örtünmüştü ruhum? Kaç olmuştu? Ben saymayı bırakalı öyle zaman geçmişti ki... Değildi. Bankta bana şaşkın bakışlar atan adam Barlas değildi. "P-Pardon... Ben..." Adam ayaklanırken kaşları hafifçe çatılmıştı. "Sen iyi misin? Yüzün bembeyaz olmuş." Başımı salladım hızla. "E-Evet. Benim... Benim gitmem gerek." Hızla geldiğim yoldan geriye doğru koşturduğumda arkamdan seslenmesini umursamadan okul yollarında hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Bu sefer inanmıştım. Bir dakika bile olsa inanmıştım o olabileceğine... Başımı iki yana sallarken düşüncelerimin batağından çıkmaya çalışıyordum. Beş dakikada gittiğim yolu iki dakika da döndüğümde. Önünde bulunduğum binada gezdirdim bakışlarımı. Rengarenkti, Işıl ışıl... Çocukları renklerle büyütmek çok bencilce geliyordu çoğu zaman. Onları rengarenk bir dünyada yetiştiriyor hayatın siyah beyazlarından uzak tutuyorduk. Henüz hiç biri bilmiyordu yıllar sonra hayatın asıl renkleriyle karşılaşacaklarını... "Adel!" Başımı arkaya doğru çevirip sesin geldiği yöne döndüm. Sesin sahibi bu okuldaki hatta bu şehirdeki Batuhan ve Bahar dışında yeni ve tek arkadaşımdı. "Günaydın, daldın gittin yine hayırdır?" omuz silktim gülümserken. Koluma girdiğinde bir yandan da okulun bahçe kapısından içeri giriyorduk. "Eee nasıl geçti hafta sonu?" "Bildiğin gibi bomboş geçti... Sen ne yaptın?" Ona Batuhanla olan tartışmamızdan bahsetmek istesemde aynı anıların zihnimde can bulmasını istemiyordum. "Bizde Gökalp'le tüm hafta sonunu evde film izleyerek geçirdik!" Elif'in neşesiyle gülümseyerek üzerimdeki ceketi çıkarttım. "Elif bir gün bana gelsene laflarız biraz." Elif hevesle başını salladı. "Tabii gelirim! Bu akşam nasıl? Uygun musun?" Olmayan planlarımı gözden geçirdikten sonra hızla başımı salladım. "Uygunum." "O zaman akşam sendeyim!" "Anlaştık!" Elif okulda giydiği terlikleri hızla giydikten sonra saçlarını gelişi güzel topladı. "Ben sınıfıma gidiyorum madem. çocuklar gelir birazdan hazırlık yapayım." Başımı salladım. "Haklısın bende geçiyorum canım." "Hadi bakalım kolay gelsin!" "Sana da..." *** Elimdeki poşetleri kapının kenarına bırakırken bıkkınlıkla yanaklarımı şişirdim. Tüm günüm çocuklarla etkinlik yapmakla geçmişti! Sonunda yaptığım ufak çaplı alışveriş sonrası eve dönebilmiştim. Bugün geç çıkma sırası Elif'te olduğu için rahat rahat alışveriş yapıp gelebilmiştim. Elif'in sevdiği yemeklerden yapmak üzere mutfağa adımladığımda malzemeleri hızla tezgâha çıkartıp işe koyuldum. Elif'le gün içinde neredeyse hiç konuşmamış sabah yaptığımız plana sadık kalmıştık. iki saatlik bir sürenin ardından tüm yemekleri hallederek kurmuş olduğum masaya döndüm. Gayet iyi gözüküyordu! Tabii bu sürede odama uğrayıp altıma rahat bir eşofman geçirmeyi ihmal etmemiştim! Çalan kapıya gülümseyerek koşar adım kapıya ilerledim. Kapıyı açtığımda karşımda kocaman gülümsemesiyle Elif duruyordu. Elindeki -Tatlı poşeti olduğunu düşündüğüm- poşeti alarak kollarımı bedenine doladım. "Hoş geldin!" "Hoş buldum fıstığım. Ne güzel kokular geliyor öyle!" Gülümseyerek bedenimi Elif'in bedeninden ayırdım ve geri çekilerek hızla Elif'i içeri çektim. Elif içeri adımladığında Sirius'u büyük bir sevgiyle kucakladı. "Oy yerim seni... Tipe bak! Eşek suratlı!" Gözlerimi devirmemek için direnirken Elif masayı es geçerek önce koltuğa oturup Sirius'u sevmeye başladı. "Adı ne bu zeytin burunun?" Gülümseyerek büyük bir gururla dudaklarımı araladım. "Sirius..." "o ne kız?" Elif'in sorusuyla gözlerimi kırpıştırdım. Zihnime canlanan anılar tırnaklarımın avucumla buluşmasına sebep olmuştu. "Siriusu biliyor musun?" Barlas'ın merak dolu sorusuyla kaşlarım çatıldı. "Senin köpeğin..." Sorar gibi söylediğim şey Barlas'ı güldürmüştü. İstemsizce yüzümde oluşan gülümsemeyle Barlas'ı dinlemeye başladım. "En parlak yıldızdır sirius. Gökyüzünde milyonlarca yıldız var içlerinden biri kendini en belli eden; Sirius... İnsanlarda böyledir milyonlarca insan var, önemli olan içlerinde en çok parlayıp, kendini belli edebilmen. Sen... sen sirius gibisin milyonlarca insan arasında parlıyorsun." "Adel! kuzum neden ağlıyorsun?" Ağladığımı fark etmeme sebep olan ses Elif'e aitti. Telaşla koltukta yanıma oturup göz yaşlarımı silmeye başladı. "o... O bana hep öyle derdi. En parlak yıldız..." "Ah benim yaralı kızım gel buraya." Elif'e Sarıldığımda zihnimdeki anılar bedenimi tamamen ele geçirmiş gibiydi. Ağlamak güçsüzlükse dünyanın en güçsüz insanı olabilirdim ama bana kalırsa asıl güçsüzler göz yaşı dökmeyenlerdi. Ağlamak cesaret işiydi. Herkes akıtamazdı acılarını göz yaşlarıyla. Kimi acılarını tanıyamaz kimi acı çekmeyi bile beceremezdi. Biz ağlayanlar ise acımızı göz yaşlarımıza sığdırırdık. Kalbimizden taşanlar göz yaşlarımızla akar giderdi. "Dönmüyor Elif. Dönmüyor işte! Koskoca beş sene..." Elif ciddiyetle bedenimden ayrılarak ellerimi ellerinin arasına aldı. "Bak Adel sana şu an saçma sapan dönecek, gelecek tarzında umut vadeden cümleler kurmayacağım. sana tek söyleyebileceğim şey senin olan seni bulur. Er yada geç. Sana zaman veremem belki ama garantisini verebilirim. Garantisi tam karşında duruyor işte! Sen elinden geleni yaptın birtanem. Kalbininde seninde dinlenmeye ihtiyacınız var... acı molası yapın. bugünden sonra sen ve kalbin acı molasına çıktınız. Anlaştık mı? Şimdi kalkıp hazırladığın nefis yemeklerden yemek istiyorum." Başımı sallayarak göz yaşlarımı elimin tersiyle sildim. Birlikte kalkıp Masaya oturduğumuzda Elif'in cümleleri kulaklarımda yankılanmaya devam ediyordu... Acı molası demişti. Bu hayatta her şeyin bir molası vardı öyle değil mi? Otobüs molası, ders molası, yemek molası, su molası, tuvalet molası... Aklınıza gelebilecek her şeyin molası vardı. Peki ya acının... Mümkün müydü? Acıya mola vermek gerçekten mümkün olabilir miydi? Kalbime ne diyecektim? Artık acı çekme bir süre moladasın mı? Ah saçmalık! Ama denemeye değer... O gece Elif'le sabaha kadar sohbet etmiştik yemek yemiş yeri geldiğinde ikimizde ağlamıştık. Şimdi ise birlikte okula gitmek için benim dolabımdan seçtiğimiz kıyafetlerle hazırlanıyorduk. Elif'i gece bırakmadığım İçin haliyle giyecek hiç bir şeyi yoktu ve aynı zamanda ikimizin de gözlerinden uyku akıyordu. Ben ne kadar uykusuzluğa alışsam da Elif'e yaptığımın haksızlık olduğunu düşünüyordum. "Ya kuzum seni de uykusuz bıraktım bütün gece... Şimdi okulda nasıl dayanacaksın?" "Ay Adel sinirlendirme beni! Ne güzel kızlar gecesi yaptık işte! Hem bak bugün geç çıkma sırası sende. sen kendi haline yan. Zuhal seni yediden önce bırakmaz!" Elif'in alaycı sesiyle gözetimi devirerek elimdeki ceketi üzerime geçirdim. Zuhal dediği okulumuzun çok kıymetli (!) müdürüydü ve oldukça disiplinliydi. Bugün geç çıkacak olan ben olduğumdan Elif'in kesinlikle haklılık payı vardı. Geç çıktığımız günlerde yediden önce bırakmamayı kendine görev bilmiş bir müdürümüz vardı! Düşüncelerimin arasında Elif'le sohbet ede ede arabaya ilerlemiş ve arabada yerimizi almıştık. "Dün sen gittikten sonra bir aile geldi. Hatta bak dana söylemeyi unuttum! Hay salak kafam! Bir adam seni sordu. Adı şeydi... Şey..." Elif'in söyledikleri kaşlarımı çatmama sebep olurken beni soran adamı hatırlamak İçin dakikalardır kafa yoruyordu ah b12 ah! "Hah buldum! Selim! Selim diye bir adam. Yanında bir kadın vardı birde çocuk. Ufak erkek çocuğu senin sınıfına yazdırdılar. beş yaşlarında bir çocuk anlayacağın yeni öğrencin hayırlı olsun!" Selim... Gerçekten dediğini yapmış arkadaşının çocuğunu çalıştığım okula yazdırmıştı. Yanındaki kadın muhtemelen çocuğun annesiydi. Ne kadar kötüye yormak istemediysem de Selim'in bu yaptığını garipsemiştim. Barlas gittiğinden beri en büyük korkum sevilmekti. Sevmekten yana hiç bir korkum yoktu çünkü kalbime ördüğüm duvarlar öyle kalındı ki ses dahi geçirmiyordu. Dört duvar arasına sığdırdığım kalbime yalnızca bir kişi kapı olabilirdi. Yalnızca bir kişi duvarlara rağmen yarattığı o kapıdan içeri girebilirdi hepsi buydu... Bundan seneler önce sevmek mi sevilmek mi sorusuna hep sevilmek yanıtı verdiğimi hatırlıyorum. En büyük yanılgılarımdan biri de bu olmuştu. Şimdi bu soruyu yeniden sorsalar hiç düşünmeden sevmek derdim. Sevildiğim yerde olmak içime siniyordu sevdiğim yerde olmak ise kalbime... Bırakın hayatınızdaki her şey içinize sinmektense kalbinize sinsin. Kabul görmeye çalışmaktansa kabul ettiğinizin yanında olun. Sevilmeye çalışmaktansa sevdiğinizin yanında olun. Sizin kalbinizi ısıtmayanın kalbini ısıtmak, sizin kalbinizin kendi ısısısını da alıp götürecektir... Düşüncelerimin arasında çoktan okulun kapısından içeriye adımlamıştık. "Ben geçiyorum fıstık kolay gelsin sana." "Sana da kolay gelsin görüşürüz!" Elif'le vedalaşmamızın ardından ikimizde sınıflarımıza ulaşmıştık. Sınıfın camlarını açarak işe başladığımda dolabın üzerindeki mavi dosyamı alarak bugünkü planı ve yapılacak etkinlikleri inceledim. Bir saatlik bir hazırlığın sonunda önce servis sonrasında aileleri ile gelen çocuklar yavaş yavaş sınıfı doldurmaya başlamıştı. Çok geçmeden herkes tamamlandığında yavaş yavaş günün etkinliklerine başlamıştık... *** Neredeyse saat yediyi vurmak üzereyken son kalan çocuğun ailesinin gelmesini bekliyordum. Adı Eymen'di. Kumral tatlı bir çocuktu. Gün içinde ara ara onunla sohbet etme şansımız olmuştu ve bu sayede Selim'in bahsettiği çocuğun Eymen olduğunu kolayca anlamıştım. Eymen bana Deniz'i hatırlatmıştı. Deniz... Şimdi nasılda büyümüştü? Onu en son buraya gelmeden önce görmüştüm. Aramızdaki bağ güçlenmiş ve adeta ikinci kardeşim konumuna gelmişti. Demir abiyle de tabii bağlantımı koparmamıştım. Aksine her ay mutlaka bir kaç kez konuşuyorduk. Aslı ablayla da öyle... Barlas hayatıma veda ederken bana koskoca bir aile bırakmıştı. En önemlisi de bir abi bırakmıştı. Batuhan'ı... Güneş dışında kimsenin kalıcı olduğuna inanmazdım hayatımda. Herkesin bir süresi vardı ve o süre dolduğunda hayatıma veda ederlerdi diye düşünürdüm. Yanılmıştım... Batuhan normal bir arkadaştan daha fazlasıydı. Hatta çoğu kardeşten bile daha fazlasıydı... "Öğretmenim nasıl olmuş?" Eymen'in önüme uzattığı resimle gülümsedim. Koca bir kağıda tek bir yıldız etrafına çiçekler çizmişti. Eymen'in gökyüzünde yalnızca yıldızlar yoktu, rengarenk çiçeklerde vardı... "Çok güzel olmuş tatlım... Anladığım kadarıyla bu sana ait çiçeklerle dolu bir gökyüzü." Eymen hevesle başını salladı. "Evet! Bir sürü çiçek var benim gökyüzümde. Hemde her renkten var! Siyah bile var." Siyah bile... Merakla kaşlarımı kaldırdım. "Neden siyah bile dedin? Siyahta bir renk değil midir?" Dışlanıyordu Siyah. Tüm renkleri önlerine sevdiğimiz çocuklar tarafından dışlanıyordu. Onlara sunduğumuz siyahsız dünyaya alışan minik gözlerini siyah rengi kamaştırıyordu. "Ama o çok koyu! Hemde karanlık." Gülümseyerek dudaklarımı araladığımda çalan kapı sesiyle başımı kapıya doğru çevirdim. Anlaşılan gitme vakti gelmişti. "Ah kapı! Sanırım seni almaya geldiler küçük bey. Sen burada bekle ben hemen geliyorum." Kimin geldiğinden emin olmak adına Eymen'i sınıfta bırakarak çalan kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığımda Selim dudaklarına kondurduğu ufak tebessümüyle karşımda duruyordu. "Merhaba." "Merhaba. Seni görmek güzel." Gözlerimi kaçırırken başımı salladım usulca. "Eymen için gelmiştin değil mi? Yani Eymen'i almaya." Selim bir adımda içeri girerken hızla başını salladı. "Selim Amca!" Arkadan gelip Selim'in boynuna atlayan Eymen'den başkası değildi. "Aslanım! Hadi bakalım hazırlan gidiyoruz." Eymen minik kollarını bağlarken sitemle dudaklarını araladı. "Hani babam gelecekti? Yine mi iş?" Selim buruk bir tebessümle başını salladı. "Evet amcacığım ama bak söz ben babana söyleyeceğim yarın o alacak seni tamam mı? Hadi asma yüzünü. Anne bizi bekliyor." Eymen kırgın bir gülümsemeyle başını sallayarak çantasını almak üzere içeriye koşturdu. "İlk günü nasıldı? Bir sorun var mı?" Selim'in ilgili sorusuyla başımı iki yana salladım. "Hayır çok uslu akıllı bir çocuk. Arkadaşının oğluydu değil mi?" Selim Başını salladı. "Evet. Bugün normalde babası gelecekti ama işte olmadı. Yarın artık..." "Anladım." Bir anda elindeki eşyalarıyla Selim'in elinden tutan Eymen ikimizinde dikkatini toplamayı başarmıştı. "Hadi Selim amca annem beklemesin." "Tamam aslanım." Selim önce Eymen'e ardındanda bana dönerek gülümsedi. "Görüşürüz o halde." "Görüşürüz." Eymen ve Selim çıktıklarında nefesimi rahatça dışarı vererek sırtımı kapının yanındaki dolaba yasladım. Oldukça yorucu bir güne veda etmiştim. Bir süre sırtımı yasladığım dolabın bedenimi dinlendirmesini umarak orada bekledikten sonra biraz önce hızla çıktığım sınıfa bu kez yavaş adımlarla ilerledim. Sınıfa ulaştığımda dağılan etrafa bir göz atıp bir kaç dakika içinde ortalığı toplayabilmiştim. Gözlerim masaya takıldığında yeniden Eymen'in resmi dikkatimi çekmişti. Masanın yanındaki sandalyeye oturduğumda resmi yavaşça elime alarak gözlerimi resimde gezdirmeye başladım. Yıldızı saran çiçekler... Nasıl olurdu? Gökyüzünde yıldızdansa Çiçek olsaydı nasıl bir gökyüzü olurdu? Çocuk olmak bazen özendiğim yegane şeylerdendi. Gözünüzü kapatıp bir gökyüzü hayal etmenizi istesem kaç kişi çiçeklerle bezenmiş bir gökyüzü hayal ederdi? Hatta sınırlayarak direk olarak size çiçeklerle dolu bir gökyüzü hayal edin desem bir görüntü canlandırabilir miydiniz kafanızın içinde? Ben söyleyeyim. Canlandıramazdınız... Çocuklar bir sihirbazdı hayal güçleri ise en büyük sinirdi. Bu sihir hayatın gerçekleriyle yüzleşecekleri zamana kadar varlığını koruyacak ve çocuklar sihirbaz olmaya devam edecekti. Taki onları büyüten gerçeklerle tanışana kadar...Büyüdüklerinde o gökyüzünde karanlığı aydınlatan bir kaç yıldız kırıntısından başka hiç bir şey görmeyecekleri güne kadar gökyüzü onların çiçek bahçesi olacaktı... Düşüncelerim zihnimi ele geçirirken usulca oturduğum yerden kalkarak duvarın köşesindeki dolaba bıraktığım eşyalarımı çıkarttım ve işe önce ceketimi giymekten başladım. Daha sonra telefonumu ve Eymen'in katladığım resmini çantama koyarak sınıfın ışıklarını kapattığımda kapıya usulca ilerlemeye başlamıştım. Ayakkabı dolabının içinden çıkarttığım beyaz spor ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdikten sonra aynada son kez bedenimi inceledim. O an hiç beklemediğim bir sesle kaşılamıştım. Kapı sesi... Bu saatte hiç bir çocuk kalmadıysa okula gelen giden olmazdı ve bu durum kapıdaki yüzü merak etmeme sebep olmuştu. Hafif çatılan kaşlarımla kapıya ilerlediğimde kapıyı açarak gelen kişiyi görmeyi bekledim. Artık uyanıkkende rüya aleminde yaşıyordum ben değil mi? Karşımda gördüğüm bu görüntü benim rüyam dışında olamazdı. İmkansızdı. Taki dudaklarını aralayana kadar... "Geciktim kusura bakmayın. Eymen'i alabilir miyim? Ben babasıyım." Nefes alamamak. Nasıl oluyordu? Burnunuzdan çektiğiniz oksijen nasıl olurda ciğerlerinize ulaşmazdı? Olabilir miydi? Nefes aldığınız halde nefes alamıyor olabilir miydiniz? Tam şu an nefes alamıyordum hatta kalbim bile atmıyor olabilirdi. Kalbim durmuş, zaman durmuştu artık. Ayaklarımın yere bastığını bile hissedemeyecek bir haldeydim. Basmıyordu sanki. Dizlerim, ellerim, kalbim, gözbebeklerim zangır zangır titriyordu. Kapıdaki elim yanıma doğru düşmüştü. Ağlama isteği tüm bedenimi kavuruyor ancak göz yaşlarım bile donmuş durumdaydı. Şimdi ayakları yerden kesilme sırası, kalbi titreme sırası sizdeydi. Tam karşımda o duruyordu. Barlas Korhan. Orman gözlü adam kanlı canlı karşımda duruyordu. Sesiyle nefesiyle karşımda... Gözlerimin içine bakıyordu. Bu an eğer gerçek değilse hayat bütün benliğimi kendisine küstürebilirdi. Eğer bu gördüğüm bir Halüsinasyonsa hayat anlamını kaybetmiş demekti... Buradaydı. Yaşıyordu. Barlas Korhan tüm heybetiyle karşımda duruyor orman gözleriyle okyanus gözlerimin derinliklerinde oyalanıyordu... BÖLÜM SONU _____________________________ |
0% |