@petekayla
|
Geceler niye acı kokardı? Yürekte saklı kalan hüzünler neden illa gece olunca ortaya çıkar, kalbi acıtır, ruhu kanatırdı? Kim bilir belki de karanlık çöktüğü zaman dertler aydınlanırdı. Belki de gece, âşıktı keder gözyaşlarına o yüzden makyaj yapardı yüzüne, güzel gözlerden dökülen masum inci taneleri ile. Bu gece de hüzün kokuyordu işte, rüzgâr hırçınca eserek üşütüyordu yine masum bir yüreği ve gözyaşları süslüyordu ay kadar parlak bir yüzü. Nemli mavi gözler gidenlerin yasını tutarken, saf bir sevginin ağırlığını da taşıyordu. Ağlıyordu Sırma, sevdiği adamın başka bir kadına sımsıkı sarsılmasına şahit olurken engel olamıyordu gözyaşlarına. Acı, utançla harmalanıyor ve yüreğine sonsuz bir ağırlık veriyordu. Nefesi daralıyordu genç kızın, kalbi sıkışıyordu yine ve yine kimse görmeden, bilmeden kendi kendine yaşıyordu nice hüzünleri. İlk beş yaşında anlamıştı aslında Sırma herkesin bir gün gidebileceğini. Selin, en yakın arkadaşı bir daha hiç geri gelmemek üzere kendini bırakıp gitmişti çünkü. Günlerce yas tutmuş, minik dostunun geri geleceğine, yine onunla oyunlar oynayıp, şarkılar söyleyebileceğine inanmıştı Sırma ama inandıkları gerçek olmamıştı zira çok uzaklarda, cennetteydi Selin, orada meleklerle birlikte çok mutluydu, öyle demişti babası. Eski evlerindeki, komşu kızıydı Selin aynı zamanda tatlı mı tatlı, şirin mi şirindi. Saçları yoktu ancak masmavi gözleri vardı. Beyaz teniyle melekler kadar güzeldi fakat hastaydı. Lösemi hastası. Sırma anlamamıştı arkadaşının hastalığını, şurup içse, doktor amcalar, teyzeler iğne yapsa, hemşire ablalar serum taksa iyileşmez miydi arkadaşı? Kendi de bazen hasta oluyordu, midesi bulanıyor, boğazı ağırıyordu ama doktor amcası ilaç verince iyi oluyordu. Selin'e de ilaç verseler iyi olmaz mıydı? Geçmez miydi onun hastalığı? Çocuktu ki Sırma, löseminin ne olduğunu anlamayacak kadar küçüktü fakat arkadaşının iyileşmesi için Allah'a dualar edecek, Selin'e bütün oyuncaklarına verecek, marketten ya da bakkaldan çikolata aldığı zaman ona da alacak, benim saçlarımı sana vereyim mi, diyecek kadar büyüktü kalbi. Arkadaşı iyi olsun diye saçlarını bile verirdi ki, hiç üzülmesindi Selin, hep gülsün, iyileşsindi. Sonra hep, birlikte oyunlar oynasınlardı. İp atlayıp, bisiklete binselerdi, okula birlikte gitselerdi, ödevlerini beraber yapsalardı. Çünkü arkadaşlar böyle yapardı değil mi, birbirlerini hiç bırakmazlar, hep yana yana olurlardı. Sırma da aynen bunu yapmıştı işte, Selin'i hiç bırakmamış, elini son ana kadar sımsıkı tutmuştu lakin gün gelmiş Selin kendinin elini bırakarak kuş olup uçmuştu gökyüzüne, meleklerin yanına. Sonra da onlarla cennete gitmişti ve Sırma o günden sonra cenneti arayıp durmuştu. Her gün cennete gitmek için yalvarıyordu babasına küçük kız. Söz başka bir şey istemeyeceğim, ne olur beni cennete götür, diyordu. Selin'i istiyordu çünkü, arkadaşının yanına gitmek yine onunla oyunlar oynamak, birlikte zaman geçirmek. Hani birlikte okula gideceklerdi? Hani birlikte ödev yapacaklardı? Niye gitmişti Selin, niye geri gelmiyordu hiç? Anlamıyordu ki, beş yaşındaydı ve o yaşta tatmıştı ölümün ağırlığını. Gidenin bir daha hiç geri gelmeyeceğini ve belki de hayatı boyunca hep yarım kalacağını. Selin'in ölümünü babası sayesinde atlatmıştı Sırma. Kâbuslar gördüğünde babası yanında uyumuş, kötü rüyaları kovmuştu evet buna inanırdı küçük kız, babası yanında olunca kâbusların kaçıp gittiğine çünkü onlar korkuyordu babasından, emindi. Ya da sadece babası yanında olunca kendini güvende hissediyordu. Hiçbir şey kendine zarar veremez gibi çünkü biliyordu babası her ne olursa olsun kendi koruyup kollardı. Bu güveni vermişti Mustafa Bey, kızına. Kırk yaşından sonra baba olmuştu yaşlı adam zira eşi, Kıymet çocuk değil, hayatını yaşamayı, gezip tozmayı istemişti. Ona göre çocuk ayak bağından başka bir şey değildi ve kendi böyle bir bağı asla istememişti. Fakat o kadar kontrollü, tedbirli davranmasına rağmen hamile kalmış, Sırma'yı dünyaya getirmişti. Kızı doğunca sarmamıştı ama annelik duygusu yüreğini, bağ kuramamış, diğer anneler gibi kızını alıp bağrına basamamıştı içten bir şekilde. Sırma'yı emzirmesi bile etkili olmamıştı bu konuda. Anneliği bir görev, sorumluluk olarak görmüştü hep, daha ötesi olmamıştı kızıyla arasında. İşin aslı sevmekten yoksundu Kıymet, nasıl sevilir, nasıl bağlanılır bilmiyordu. Mustafa'yla da sadece mal varlığı için evlenmişti, kocasını hiçbir zaman sevmemiş, büyük bir aşk duymamıştı ama onun maddi gücüne hayran kalmıştı. Mustafa'nın, Trabzon'da, Rize'de babasından kalma nakliyat şirketleri, tırları vardı ve böyle varlıklı bir adamla evlenmeyip ne yapacaktı Kıymet? O kadar sıkıntı çekmişken hakkı olmalıydı şaşaalı bir hayat yaşama isteği. Ayrıca Mustafa da kendine deli divane âşık iken kendine sunulan bu altın tepsideki fırsatı elinin tersiyle itecek hali yoktu ya. Âşık olmasa da, sevmese de evlenmişti Mustafa ile onun mal varlığıyla da mutlu olmuştu. Her şey elinin altında, iki dudağının arasındaydı, bir eli yağda bir eli baldaydı, evlerinde hizmetçiler, kapıda şoförleri vardı, her gününü gün ediyordu daha ne isterdi ki? Böyle hayat mutlu olmak için yetmez miydi? Yeterdi de artardı en azından kendi için. Evet, varlıklı bir adamdı Mustafa Bey. Nakliyat işiyle uğraşan Karadenizli bir ailenin tek çocuğuydu. Babasından işleri devralarak devam etmişti hayatına lakin kendi memleketinde değil, karısının memleketi Hatay'da bir düzen kurmuştu evlenince. Çünkü Kıymet'in ailesi kızlarını uzağa göndermeyi kesin bir dille reddetmişler, çok istiyorsan sen buraya taşınırsın, demişlerdi. Kendi de hiç itiraz etmeden kabul etmişti. Nedeni ise Kıymet'e sırılsıklam âşık olmasıydı. Öyle bir aşktı ki bu, tüm düzenini yeni baştan kurmasını sağlamıştı. Hiç bilmediği bir şehirde yeni baştan başlamıştı Mustafa Bey, karısı için. Aslında her şey askerde Aziz ile tanışmasıyla başlamıştı. Aziz'le, kendi askerde tertipti hâl böyle olunca da çok yakın dost olmuştu onunla. Hataylıydı Aziz, Nermin adında hamile bir eşi vardı, Aziz de askerdeki gününü bitirip bir an önce yeniden ailesinin yanına gitmeyi istiyordu, çocuğunun doğumuna yetişmeyi. Zaman zaman karısının resimlerini bakıyor, ondan gelen mektupları okuyordu. Mustafa ise arkadaşının o hallerini tatlı bir tebessüm ile izliyordu. Yirmi yaşını geçmişti ve bir aile kurmayı istiyor, Aziz'e özeniyordu. Ne şanslı adamdı ki arkadaşı gönlüne göre biriyle evlenmiş, aile kurmuş, çocuk bekliyordu. Baba olacaktı Aziz. Baba. Kim bilir nasıl da güzel bir duyguydu baba olmak, kendine de nasip olur muydu o duyguyu yaşamak? Askere gelmeden hemen önce evlenmişti Aziz, Nermin ile. Aileleri öyle uygun görmüş, ikisini nişanlanmışlardı ardından da davullarla, zurnalarla düğünleri yapılmıştı. Aralarında öyle büyük bir aşk olmamıştı belki ancak gönülleri iyi kötü bir olmuştu. Evlenmelerinden bir ay sonra da hamile kalmıştı Nermin. Henüz on sekiz yaşındaydı aslında fakat erken yaşta evlilikle, annelik yazılmıştı kaderine. Oysa onun da hayalleri vardı, kimseye diyemediği, her zaman içinde sakladığı, yarım kalan düşleri. Lakin razı olmuştu o da kaderine elinden ne gelirdi ki? Yaşıtları evlenip anne olmuşlardı, şimdi de sıra kendindeydi işte. Kocası kötü bir adam değildi, en azından buna şükretmeliydi. Aziz ara ara mektup yazardı askerden eşine çokta beceremezdi ya aslında, bilmezdi öyle süslü püslü kelimeler. O da sevilmemişti ki nihayetinde, babası bir kez başını okşamamış, annesi bir kez olsun kendini oğlum diyerek bağrına basmamıştı. Sanayide geçmişti ömrü, babası kendini okula göndereceği yerde sanayiye, ustaların yanına koymuştu küçük yaşta eli ekmek tutsun diye. Her ne kadar başta itiraz etse de bir süre sonra razı olmuştu kaderine ve sevgiden mahrum büyüyerek bir yuva kurmuştu. Nermin'e saygı duysa da sevmeyi bilmiyordu, ne karısını, ne doğacak çocuğunu. Asabi, asık suratlı, çatık kaşlı bir adamdı, kumral olması dolayısı ile bir yakışıklılığı olsa da sert mizaçlıydı. Kolay kolay kendinden ödün vermezdi. Maalesef ki sevmeyi, karısına iki güzel söylemeyi, oğlunun başını okşamayı erkekliğini inciteceğini, erkeklik gururuna zarar vereceğini düşünürdü. Çünkü öyle bir zihniyette büyümüş, zihniyetini de değiştirmemiş, inandığı gerçekler mutlak kalmıştı. Aziz mektup yazmakta zorlandığı zaman Mustafa yardım etmişti ona. Arkadaşının yerine cümleler kurmuş, güzel sözlerle süslemişti kâğıtları. Tertibine ters olarak sevmeyi bilirdi zira. İçli adamdı kendisi, romanlar okur, romantik filmler izler bir gün hayatının gerçek aşkını bulacağına inanırdı. Ona göre yalnızlık Allah'a mahsustu ve Allah hiçbir bir kalbi yarım bırakmaz, iki gönlü eninde sonunda bir ederdi. Ailesi tarafından sevilerek büyümüştü Mustafa, babasının güler yüzüyle, annesinin şefkatli dokunuşlarıyla, onlar sayesinde de sevmenin sevilmenin ne demek olduğunu bilmişti. Tek isteği annesi gibi güzel yüzlü, tatlı bir huylu bir kadınla yuva kurmaktı. Askerden sonra Aziz, kendini Hatay'a davet edince davete icabet ederek gelmişti o şehre. Dostunun oğlu, Sedat'a sımsıkı sarılmış, kendi çocuğu gibi bağrına basmıştı. Öyle tatlıydı ki Sedat, insan bakmaktan kendini alamıyordu. Masumdu, günahsızdı, her şeyden habersizdi. Oysa kim bilebilirdi ki onun büyüyünce babasının kopyası olacağını? O zaman mışıl mışıl uyurken yarın Aziz gibi çatık kaşlarla gezeceğini? Her bebek sevgiye, ilgiye muhtaçtı ama Sedat ne yazık ki bunlardan yoksun olarak büyümüştü. Annesi kendini her ne kadar sevse de baba açlığı büyüktü. En acısı ise yaşadığı bu açlığı ileride kendi çocuklarına yaşatacak olmasıydı. Bir gün Aziz'le gittiği bir pastahanede görmüştü Kıymet'i Mustafa. Görür görmez de vurulmuştu o güzel kadına. Selvi boyu, altın sarısı saçları, deniz mavisi gözleri, beyaz teniyle öylesine güzeldi ki kendinin aklını başından almıştı. İşte demişti, işte benim kalbimin diğer yarısı. Şans o ki, Kıymet, Nermin'in uzaktan bir tanıdığı idi ve onun sayesinde Mustafa görüşebilmişti Kıymet ile. Sırf onunla bir pastahanede muhallebi yemek için günlerce Hatay'da kalmıştı fakat Aziz'de değil. Bebek vardı çünkü o evde, üstelik Nermin'e de o kadar işinin arasında yük olmak istemezdi. Herhangi kalacak otel bulmuş, günlerini orada geçirmişti. Kolay kolay kabul etmemişti Kıymet, Mustafa'yı, günlerce, haftalarca peşinde koşturmuştu. Naz yapmış, ailesini bahane etmişti, buluşmasına buluşmuştu onunla ancak bir ay boyunca evet dememişti ona. Yakışıklı adamdı belki Mustafa lakin ya daha iyisi karşıma çıkarsa diye düşünmüştü hep. Fakat Mustafa'dan daha iyi talibi çıkmamıştı kendi de o adamın ne kadar zengin olduğunu öğrenince daha fazla uzatmamış tamam, demişti. Tamam aileni al, gel, beni iste. Havalara uçmuştu genç adam sevdiği kadından bunu duyunca. Sonunda kabul etmişti kendini Kıymet. Ah şimdi dünyalar kendinin olmuştu işte. Hızlıca ailesine haber vermiş ve iki hafta içinde nişanlanmıştı Kıymet ile. Öyle çok seviyordu ki Mustafa, nişanlısını, istese dünyaları ayağının altına sererdi. O gülüşüne cihanı yakardı. Şiirler yazmış, en büyülü aşk sözlerine ona söylemişti. Pahalı pahalı hediyeler alarak gönlünü hoş tutmaya çalışmıştı. Ne istediyse yapmış, hiçbir şeyi nişanlısının gözünde koymamıştı. Yine onun istediği yerden ev alarak, her türlü masrafı üstlenmişti ama anlamamıştı aslında Kıymet'in kendiyle sadece parası için evlendiğini. Anlamamıştı Kıymet'in kendini değil mal varlığını sevdiğini. Gözü aşktan kör olmuş, gerçekleri görememişti. Karısını melek olarak nitelendirirken karısı kendine en büyük darbeyi yıllar sonra vurmuştu. Evlendikten hemen sonra çocukları olmamıştı, Kıymet istememişti çünkü çocuk. Genciz daha, ne çocuğu deyip durmuş, Mustafa az üstüne varınca ağlama krizlerine girerek sen benimle sadece çocuk için mi evlendin diye bağırmış, günlerce kocasıyla konuşmamıştı. İstemiyordu işte çocuk, annesi gibi genç yaşta çocuk kahrı çekmeyi. Hayatını yaşamak hakkıydı, öyle olmalıydı. Baba olmayı en içten şekilde arzulasa da karısının inatçılığı karşısında çaresiz kalmıştı Mustafa. Aziz'in doğan ikinci çocuğuna, Sarp'a içi acıyarak bakmış, bir evlat özlemiyle kucağına almıştı onu. Babası ve abisi gibi kumraldı Sarp ancak kendine özgü bir tatlılığı vardı. Yumuk yumuk elleriyle, mini mini ayaklarıyla, ufacık gözleriyle, yüzüne oranla büyük lakin şirin burnuyla, toparlak yüzüyle, varla yok yumuşak saçlarıyla belki de dünyanın en tatlı bebeğiydi Sarp. Nedensiz bir biçimde ona daha derin hisler duymuştu Mustafa. Sarp'ı kucağına aldığı ilk an belki de anlamıştı onun babasından da, abisinden de hatta annesinden de çok mu çok farklı biri olacağını. Güzel seveceğini, sevileceğini. Sevgisiz büyümesine rağmen sevgi dolu, merhamet dolu, şefkat dolu bir kalbi olacağını. Büyüse de o masumluğunu kaybetmeyip bir tarafının hep çocuk kalacağını. İçindeki o haylaz fakat tatlı çocuğu hep koruyacağını. Öyle de olmuştu keza Sarp büyürken bir an olsun kaybetmemişti saflığını. Ahali ile uğraşsa da, annesini, babasını hatta abisini bile ayrı ayrı çıldırtsa da masum kalmıştı işte bir şekilde. Küçücük yaşında bulduğu yaralı kuşları iyileştirmeye çalışmış, evdeki erzakları gizli gizli alıp durumu olmayan insanların kapısına bırakmış sonra da zillerini basıp kaçmıştı birçok defa. İlkokulda kendine alınan kırtasiye eşyalarını, defter kitap alamayan arkadaşlarına vermiş, harçlıklarını kendi için değil, arkadaşları için harcamıştı kimi zaman. Evde mangal yaptıklarında etleri gizli gizli alarak sokak kedilerine, köpeklerine dağıttığı da çok olmuştu. Her pazartesi günü gelen sütlerin yarısını gizli gizli yavru kedilere vermesi gibi. Öyle fedakâr bir kalbe sahipti ki Sarp, kendinden çok başkalarını düşünürdü. İsterdi ki kimse üzülmesin, herkes mutlu olsun, hayvanlar aç kalmasın, arkadaşları hep gülsün, hiçbiri ağlamasın... Bunun içinde elinden gelen ne varsa yapmaya çalışır, herkesin yardımına koşardı, defalarca azarlanmasına rağmen. Evet azarlanmıştı Sarp, annesinden, babasından, abisinden hep fırça yemişti böyle şeyler yaptığı için. Niye evdeki erzakları ona buna götürüyordu kendine mi kalmıştı onları düşünmek? Batırmak mı istiyordu ailesini, babası zaten zor para kazanıyordu onu da elaleme mi dağıtacaklardı? O etleri, sütleri sokak kedileri köpekleri için mi alıyorlardı? Ya eşyalarını niye başkalarına veriyordu? Çok mu zengindi babası onun bunun çocuğunun okul masraflarını karşılansındı? Zaten kendilerine zor alıyorlardı eşyalarını bir de Sarp götürüp millete dağıtıyordu olacak iş miydi bu? Millet babasının parasından sefa sürsün kendileri burada cefa çeksin, oh ne âlâ memleketti. Ne diye kendi kafasına göre iş yapıyordu Sarp? Hiç mi düşünmüyordu ailesini? Ya da düşünemeyecek kadar kafasız mıydı? Böyle giderse kendinden bir halt olmazdı. Ah ne günah işlemişlerdi de Allah kendi gibi bir çocuk vermişti başlarına? Bunları duydukça içinde bir şeylerin açıldığını hissetse de umursamamıştı Sarp. Annesi, babası ne derse desin kendi bildiğini okumuş, kendince insanlara iyilik yapmaya devam etmişti. Onlar gurur duymasa da Mustafa amcası aferin diyordu kendine. Allah senin kalbini altın olarak yaratmış o kalbi hep koru oğlum, koru ki güzel adam olasın. Koru ki, sevmek, sevilmek yakışsın sana. Koru ki, büyüdüğünde, delikanlı olduğunda Allah gönlüne göre birini nasip etsin. Sakın ha, sakın incitmeyesin, üzmeyesin sevdiğin kızı. Çünkü bir adama sevdasını ağlatmak değil güldürmek yakışır. Erkek o zaman erkek olur, sana vereceğim tek öğüt budur oğlum. Hiç ama hiç unutmamıştı küçük çocuk Mustafa amcasının bu sözlerini. Zihnine kazımış, bir an olsun çıkarmamıştı çünkü babası gibiydi Mustafa amcası hatta ondan daha çok babalık yapıyordu kendine ve onun sözleri gerçekten kıymetliydi kendi için. Yılları yılları kovalayıp dururken gün gelmiş kız kardeşi, Çiçek doğmuştu o kadar sevinmişti ki o zaman Sarp, abi olmanın mutluluğunu yaşamıştı ve kendine bir söz vermişti. Asla ama asla abisi gibi kötü bir abi olmayacak, kardeşini çok sevecek, her ne olursa olsun onu hiç ağlatmayacaktı. Kardeşiydi ki Çiçek, kendinin minik güzel kardeşi. Nasıl ona kötü davranıp kızabilirdi? O çok küçüktü, ufacıktı kıyamazdı ki ona hiç. Bir ağlasa koşup bibrenonu getirir, oyuncağını hemen yanına koyar, ninni söyleyip, kendince masallar anlatırdı. Kimi zaman beşiğinin başından hiç ayrılmaz saatlerce sallardı o pembe beşiğini. Yeter ki ağlamasın hep gülsündü kardeşi. Bebek olmasına rağmen anlardı Çiçek, Sarp'ın sevgisini, o yüzden onu her gördüğünde gülücükler saçardı etrafına. Onun kucağında daha rahat uyur, aradığı güveni bulurdu. Belki de iki kardeşin arasındaki derin bağ o zamandan başlamıştı. Belki de ta o zamandan hiç kopmamak üzere sımsıkı bağlanmıştı Sarp'la, Çiçek birbirine. Büyürken ara ara kavgaları olsa da yine de ailede en iyi ikisi anlaşırdı çünkü kardeştiler ve birbirlerinin arkasında olmayı, birbirlerini koruyup kollamayı öğrenmişlerdi. Çiçek'le birlikte doğmuştu Sırma aralarında yalnızca üç ay vardı ancak Sırma doğunca Sarp bir kardeşi daha olduğunu hissetmişti ki, herkes kendine bak Sırma da senin bir kardeşin, sen onun da abisisin demişti. Kendi de seve seve kabul etmişti bunu, abi olmak güzeldi çünkü. Hele de kız abisi olmak. Galiba erkek kardeşi olsa bu kadar sevinmezdi Sarp, emindi onunla da abisi gibi çok kavga eder, anlaşamazdı. Sırma doğduğunda otuzlu yaşlarının sonundaydı Kıymet. Mustafa Bey de kırk yaşına girmişti fakat buna rağmen kızı doğduğunda öyle heyecanlanmıştı ki, küçük bir çocuk gibi oradan oraya koşmak, dışarılarda bağırmak istemişti. Baba olmuştu. baba. Var mıydı bundan daha güzeli? Evladın kızı erkeği olmazdı elbette ancak hep, bir kızı olmasını istemişti içten içe. Kız çocukları farklıydı çünkü daha tatlı, minnoştu, gülümsemeleri bile daha güzeldi, bu dünya sanki onlar sayesinde güzelleşiyordu. Ah kızlarının kıymetini bilmeyen babalara nasıl da kızıyor, sinirleniyordu Mustafa Bey. Yahu var mıydı ondan değerli bir hazine? Kız çocuğu güzellikti, Allah'ın bir hediyesi idi, öyle bir hazineye sahip oldukları için şükretmeleri gereken yerde neler neler yapanlar vardı. Azıcık kızlarının kıymetini bilseler ne olurdu sanki? Belki gönlü temiz adam olduğu için belki de içten bir şekilde kızı olmasını istediği içine Allah güzel kalpli bir kız çocuğunu bahşetti Mustafa'ya ve Mustafa kucağına alır almaz Sırma demişti kızına. Sırma'm, sen benim Sırma'msın. Öyle güzeldi ki Sırma, minicikti, ufacıktı, narin mi narindi ve Mustafa'nın en kıymetli hazinesiydi. Kızı için her şeyin en iyisini yapmakta kararlıydı. Elem, keder yaşatmayacak, Allah izin verdikçe, ömrü yettikçe kızının yanında olacaktı. Onu her şeyden koruyup kollayacak, saçının bir teline zarar gelmesine izin vermeyecekti. Canıydı ki Sırma, canından bir parçaydı. Güzeldi Sırma, ay gibi parlak bir yüzü vardı lakin kaderi kötü yazılmıştı büyürken babası yanında olsa da annesi değildi. Annesinin ilgisine, sevgisine muhtaç kalmıştı fakat babası o kadar çok seviyordu ki kendini, anne yokluğunu bile hissetmiyordu. Yetiyordu çünkü babasının sevgisi kendine. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalayıp dururken değişmedi bu durum. Babası kendini ne kadar seviyorsa annesi kendine o kadar uzak duruyordu. Saçlarını örmüyor, diğer annelerin yaptığı gibi kendine beslenme hazırlamıyor, geceleri uyurken masallar anlatmıyor, ninniler söylemiyordu fakat yine de bunlardan mahrum değildi Sırma çünkü babası fazlasıyla yapıyordu tüm bunları. Kızıyla mutluydu Mustafa varı yoğu kesinlikle Sırma'ydı. Tek amacı da ona iyi bir hayat verebilmekti ki, iflas etmesiyle her şey alt üst oldu. Bir gecede kaybetti her şeyini, tırları yandı, şirketleri battı, paraları buhar oldu uçtu. Bir anda neye uğradığını şaşırdı Mustafa, elinde ne var ne yoksa kaybetti ve dibe battı ama en kötüsü karısının kendini terk etmesiydi. Evet, bu rezil hayat daha fazla katlanmayacağını bir kâğıda yazarak terk etti kocasını Kıymet. Sadece bir mektup bıraktı arkasında, evden çıkıp giderken ne kızı vardı aklında ne kocası. Yalnızca şatafatlı hayatını kaybetmiş bir kadının hüznü vardı içinde. Beceriksiz kocası yüzünden herkese rezil olmuştu, ne yapacaktı şimdi, nereye gidecekti? Hayır, o evde kalarak sıkıntı çekemezdi. Kaderine razı olup kocasına kölelik yapamazdı, kızı için saçını süpürge edemeyeceği gibi. İkisini de arkasında bırakıp yeni bir hayat kurmak istiyordu ki, yapabilirdi. Gençliği solsa da hâlâ güzel bir kadındı ve emindi güzelliğini kullanarak istediği hayatı elde edebilirdi. Eve gelip Kıymet'in bıraktığı mektubu bulunca gerçek anlamda kan beynine sıçramış, ani tansiyon yükselmesi ile felç geçirmişti Mustafa. Elden ayaktan düşmüş, yatağa bağlı kalmıştı. Dili lâl olmuş, bir daha hiç konuşamamıştı. Suskunluğa, karanlığa gömülmüştü. Keşke ölseydi... Ölseydi de kızına yük olmasaydı. Ölseydi de böyle biçare kalmasaydı ama kader mahkûm etmişti işte kendini bu hayata. İsyan etmek istemese de kızının haline dayanmıyordu. Minicik yavrusunun omuzlarında bir yüktü çünkü artık. Annesinin kendilerine bırakıp gitmesine mi yoksa babasının hasta oluşuna mı ağlasaydı Sırma? Ne yapsaydı bu yaşında? Sekiz yaşındaydı daha. Sekiz, nasıl başa çıksaydı tüm bunlarla? Kime gidip kimden yardım isteseydi? Yoktu ki elini tutan, yoktu ki bir yardım eli uzatan. Tek başınaydı, yapayalnızdı, kimsesizdi. Neden annesi gitmişti, neden kendini bırakmıştı? Çok mu üzmüştü onu? Çok mu yaramazlık yapmıştı? Söz veriyordu bir daha hiç, bir şey istemeyecek, ağlamayacaktı yeter ki annesi geri gelsin, babası iyi olsundu. Mustafa'nın durumunu öğrenen Akkaya ailesi hızlıca olaya müdahale ederek onları yanlarına almışlardı. Hemen evlerinin yanlarındaki küçük evi tutmuşlardı onlar için. Aziz Bey ölmüş olsa da o adam ile minicik kızını ortada bırakmak yakışmazdı kendilerine. Ellerinden ne geliyorsa yapmaya hazırdılar. Mustafa Bey, kendileri için gerçekten değerli bir insandı zira. Kötü günlerinde, acı günlerinde o adam hep yanlarında olmuştu sonuçta şimdi de sıra kendilerinde idi. Vefa borçlarını ödeme vaktiydi. Mahalleye taşınmalarının ardından Sırma, Çiçek'le arkadaş olmuştu. Aslında ikisinin de yarımdı bir tarafları, buruktu. Biri baba, biri anne hasreti çekiyordu belki de bu yüzden özeldi onların dostlukları, acıları aynı paydada buluşuyordu çünkü. Çiçek kimseye belli etmese de, acısını öfkesinin arkasına gizlese de babasını yokluğu yakıyordu canını. Babalı çocukları gördüğünde boğazı düğümleniyor, yutkunamıyordu. Babasının yüzünü resimlerden hatırlasa da kokusunu unutmuştu. Sahi nasıl kokuyordu babası? Neye benziyordu kokusu? Ya da kendini sevmiş miydi hiç? Mutlu olmuş muydu kendi doğunca? Annesi her ne kadar baban seni çok sevdi dese de tatmin etmiyordu bu sözler kendini çünkü hissetmek istiyordu. Baba sevgisini tatmak. Abileri vardı fakat onlar dolduramıyordu babasının yerini. Hele de Sedat abisi o kadar katıydı ki, ondan çekiniyor, korkuyordu. Neden böyleydi? Neden kendini sevmiyordu abisi? Çok mu üzüyordu onu? Sarp abisi kendini sevse de, kendiyle oyunlar oynasa da yetmiyordu işte onun sevgisi. Bir şeyler eksikti içinde, yarımdı ve hep öyle kalacak gibiydi. Sırma yeri geldiğinde Çiçek'le dertleşiyor onunla gülüp onunla ağlıyordu. İki küçük kız, minik kalpleriyle birbirlerinin yaralarını sarıyorlardı, kimseye göstermedikleri gözyaşlarını sadece birbirlerine gösteriyorlardı. İçlerini hiç çekinmeden birbirlerine açıyorlar, acılarını paylaşıyorlardı lakin onlar farkında olmasa da yanlarında biri daha vardı. Sarp. On iki yaşından beri babasızdı aslında Sarp'ta, küçük yaşta kaybetmişti babasını ve bunun acısını kalbinin derinliklerinde yaşamıştı. Şüphesiz zordu babasızlık, bir çocuk kaç yaşında olursa olsun muhtaçtı işte babasına. Belki Aziz Bey, kendini hiç sevmemiş, başını okşayıp kendine canım oğlum dememişti ama yine de babasının varlığını hissetmek kendine güç vermişti. Güvende hissettirmişti, baba koca bir çınardı ve Sarp o çınarın gölgesine on iki yaşından beri hasret kalmıştı. Belki de bu yüzden bu kadar çok sevmişti çocukları belki bu yüzden Çiçek'e abi değil, baba olmaya çalışmıştı. Belki de yarım kalmışlığını yarım kalanlara kol kanat gererek tamam etmek istememişti. Belki de kardeşi gibi gördüğü Sırma'ya bu yüzden bu kadar çok merhamet etmiş, onun acılarını dindirmek, minicik kalbinden söküp almayı istemişti. Yarımdı, yalnızdı, çaresizdi Sırma ve Sarp hiç kıyamamıştı o ufacık kıza. On sekiz, on dokuz yaşında olmasına rağmen onunla oyunlar oynamıştı. Kimi zaman Çiçek'in dahil olduğu evcilik oyunları kimi zaman ip atlamalar, kimi zamanda saklambaçlar ve bazen de diğer çocuklarla birlikte yakartop oyunları. Hiç olmazsa bu oyunlar sayesinde gülmüştü Sırma ve masum gülüşü Sarp'ın içini ısıtmıştı. Kim kıyabilirdi ki o masum yavruya? En azından kendi kıyamamış, elinden ne geliyorsa yapmaya çalışmıştı. Sarp sadece oyunlar oynamamıştı Sırma ile yeri geldiğinde o güzel saçlarını da örmüştü. Çiçek'in saçlarını ördüğü gibi sonra ikisini elinden tutup okula götürmüş, ödevlerini yaptırmıştı. Bazen de okul çıkışı onları parka ya da hamburger yemeye arada da sinemadaki animasyon filmlerine götürmüştü. Üçü birlikte o kadar güzel zamanlar geçirmişlerdi ki Sırma hiç mutlu olmadığı kadar mutlu olmuştu Sarp'la. Kendini koruyup kollayan, gözyaşlarını silen, büyük şefkatle kendine sarılan Sarp'tı ve kendi sevmişti her şeyden kaçıp Sarp'a sığınmayı, onun kollarında mutlu olmayı. Sarp kendine bir abi gibi davransa da kendi büyüdükçe fark etmişti duygularının çok daha farklı bir şekle evrildiğini. Galiba ilk on üç, on dört yaşında fark etmişti genç kız Sarp'a karşı duygularının nasıl bir boyut kazandığını, Sarp'ı hangi anlamda sevdiğini küçük yaşına rağmen ona âşık olduğunu. Sarp'ı her gördüğünde ellerinin, ayaklarının dolaşmasının, kalbinin hızlı hızlı atmasının, dilinin tutulmasının, midesinde garip garip hislerin olmasının tek nedeni bu olsa gerekti. Hem okuduğu romanlarda, izlediği filmlerde de böyle anlatılıyordu ve kendi yaş aldıkça emin oluyordu duygularında. Sarp'a, kendinden on yaş büyük bir adama, en yakın arkadaşının abisine sırılsıklam âşıktı. Kabul etmek istemese de, duygularına pranga vurmak istese de gerçek buydu, ne yaparsa yapsın değiştirmemişti de bu gerçeği. Kalbi laf anlamamış, yüreğine söz geçmemiş, en sonunda kendi de yenilmişti duygularına. Her ne kadar utansa da, acı verse de seviyordu Sarp'ı. Masum, zararsız bir aşkla, çocukça bir saflıkla seviyordu, geçer miydi bilmiyordu ama şu an gördüğü manzara fazlasıyla canını yakıyordu. Sımsıkı sarılmıştı Sarp abisi, Feyza hocasına ve bu görüntü kendini o kadar kahrediyordu ki. Gözlerinin dolmasına neden oluyor, yüreğini kanatıyordu. Fakat aynı zamanda hissettiği duyguları utanç veriyordu kendine. Eskiden en yakın arkadaşının abisini sevdiği için utanıyordu şimdi ise hocasını seven bir adamı sevdiği için. Ahlaksız Bir kız mıydı bu duyguları hissettiği için? Babasını utandırıyor muydu acaba? Zaten en çok düşündüğü buydu ya. Babası dile gelip konuşsa ne derdi? Kızar mıydı kendine, sen nasıl utanmaz bir kızsın der miydi? Yoksa saygı mı duyardı sevgisine? Bilmiyordu ve bu bilinmezlik kendini daha çok üzüyordu. Sarp, Feyza'dan ayrılınca içeri girdi Feyza. Genç adam da evine doğru adımladı. Sırma ise Sarp'ın kendini görmesinden tedirgin olarak hızla perdeyi çekip gözlerini kapadı. Islanmıştı beyaz yanakları, dayanamayarak yine dökmüştü Sarp için gözyaşlarını. Ne yapabilirdi ki, elinde değildi Sarp'ı sevmek yakıyordu işte canını. "Aptal! Aptal Sırma! Anla artık o senin abin!" Titrekti sesi, hüzün doluydu, buruktu masum bir sevginin ağırlığını taşıyordu. Alt dudağını dişlerken boğazında düğümlenen küçük bir hıçkırığı serbest bıraktı genç kız. Sevdiği adamı başka bir kadınla görmek öyle çok canını yakıyordu ki... Nasıl baş edecekti bununla ya da nasıl geçecekti? Sahi geçer miydi, biter miydi Sarp'a olan aşkı? Bilmiyordu ancak bir söz veriyordu kendine. Her ne olursa olsun bu sevdayı bir sır gibi taşıyacak, kimselere söylemeyecekti. Sarp asla ama asla bilmeyecekti. Onun gözünden düşmek istemiyordu çünkü. Korkuyordu belki de onun abi sevgisini bile kaybetmekten. Ne kadar zaman boyunca o pencere önünde durarak ağladığını bilmiyordu Sırma lakin en sonunda kendini toparlamayı başararak mutfaktan çıkıp küçük odaya doğru yol aldı. Uyumak belki de en iyisiydi, uyuyunca geçiyordu, uyanınca devam etse de. Fakat öncesinde babasına bakmalıydı, ona iyi geceler demeden, yanağını öpmeden uyuyamazdı zira. Babasının yanına vardığında mavi gözlerindeki buğulu hüznü silmek için çabaladı genç kız. Burukta olsa içten bir tebessüm yerleştirdi dudaklarına. Sonra eğilip babasının yanağını öptü. İhtiyarlamış, kırışmış yüzünde narin parmaklarını gezdirdi. "İyi geceler babacığım, tatlı rüyalar." Sırma babasının üzerini örterken Mustafa Bey anlamıştı kızının bir derdi olduğunu, görmüştü gözlerindeki kederi, sebebini tahmin etse de yine de Sırma'nın, kendine içini açmasını istedi. Biliyordu can parçasının amansız bir sevdaya tutulduğunu, geceler boyunca o inci tanelerini sevdası için akıttığını. Güzel kızının, ay parçasının yüreği vurgundu işte o delikanlı adama. Kızmazdı ya Sırma'ya bu yüzden, gönlün ferman dinlemediğini biliyordu. Gönül düştü mü sevdaya, yardan vazgeçmek bilmiyordu. En iyi kendi tecrübe etmişti bunu. Zorlukla kızının bileğini tuttu Mustafa Bey, devlet kendine zamanında ücretsiz fizik tedavi uygulamıştı kendi de o tedavi sayesinde biraz biraz ellerini oynatmayı başarmıştı. En azından parmaklarını. Yeniden babasına doğru döndü Sırma ve gördü onun gözlerindeki üzüntüyü, galiba anlamıştı babası kendinin kırgınlığını. Öyle bir bağ vardı ki babasıyla arasında, yaşlı adam konuşmasa da onu anlıyordu genç kız. Babasının, kendini anladığı gibi. Yine de üzüntüsüne zıt sıcacık gülümsedi, Mustafa Bey'in pamuk eline ufak bir öpücük kondurdu. Keşke... Keşke bu eller yine saçlarını okşasa, kendini sıkı sıkı sarsaydı belki o zaman tüm acıları geçer, giderdi. "Öyle bakma babacım, inan ki bir şeyim yok, okul başladı ya o yüzden biraz yorgunum sadece. Uyuyup dinlenince hiçbir şeyim kalmaz, merak etme." Yalan söyleme, ben biliyorum senin derdini, der gibi baktı yaşlı adam. Sırma da anladı babasının gözlerinden geçen duyguları sonra da pes ederek yere çöktü. Bir kez daha dertleşecekti babasıyla hem bu iyi geliyordu kendine. Biliyordu üzüyordu babasını ancak yine de biliyor, hissediyordu onun kendini anladığını. "Kızma, ne olur kızma bana baba. Elimde değil, seviyorum işte. Çok seviyorum Sarp'ı. Söylesene utanıyor musun benden? Benim nasıl bir kızım var diyor musun?" Gözünden düşen bir damla gözyaşına engel olamadı Sırma, sesi titrerken dudaklarını dişledi aynı zamanda babasının yanağında parmaklarını gezdirdi. "Ne zaman oldu, nasıl oldu inan bilmiyorum baba ama kendimi bildiğimden beri yüreğimde bu sevda. Çocukken kapıldım belki de, belki de benimle oyunlar oynadığında ya da saçlarımı örgü yaptığında. Hatırlıyor musun, bana oyuncak bebekler alırdı sonra birlikte evcilik oynardık. O baba olurdu, ben anne. Bebeklerimiz hastalandığında doktora götürürdük, Çiçek'e. Doktor teyze olurdu Çiçek'te, iyileştirirdi bebeklerimizi. Bazen de Sarp Çiçek'le benim ellerimden tutar, bakkala götürürdü bizi. Çikolatalar, şekerler, gofretler alırdı, bayramlarda da balonlar. Her bayram günü mutlaka harçlık verirdi bana. Bazen... Bazen bayramlıkta alırdı ve onun aldığı bayramlıklar o kadar çok hoşuma giderdi ki, giymek için sabırsızlanırdım. Hatırlıyor musun baba, bir kurban bayramında onlara gitmiş, Nermin teyzenin ellerinden öpmüştüm sonra Çiçek'le birlikte şekerle, çikolata toplamayı çıkmıştık, bazıları da bize harçlık vermişti fakat ben çok çikolata yediğim için hasta olmuştum. Ateşim çıkmış, midem bulanmıştı hastanelerde de doktor yoktu ama Sarp beni apar topar özel bir hastaneye götürmüş, her ne gerekiyorsa yapmalarını söylemişti. İki gün hastanede yatmıştım o zaman ve tüm masrafları karşılayan yine Sarp olmuştu hem de hiç başımıza kalkmadan. Sonra yine bir ramazan bayramında bana fırfırlı, pembe bir elbise almıştı da bayram boyunca çıkarmamıştım o elbiseyi üzerimden. Geceleri bile onunla uyumuştum. Hoşuma gitmişti çünkü, Sarp'ın hediyesiydi ve benim için özeldi. O elbiseyi hâlâ saklıyorum biliyor musun baba? Tıpkı... Tıpkı sevgim gibi. Sevgimi nasıl saklıyorsam o elbiseyi de öyle saklıyorum işte." Bir an durup derin bir nefes aldı Sırma yüzünde hâlâ buruk bir tebessüm vardı. Anlatırken o zamanları yeniden yaşıyor gibiydi, yeniden o günlere dönüyor gibi. O bayramları o kadar çok özlemişti ki keşke... Keşke o günlere tekrar dönme şansı olsaydı. "Bazen diyorum ki keşke hiç büyümseydik, hep çocuk kalsaydık o zaman belki yasak duygular yüreğimi böyle acıtmazdı. Acıyor baba, inkar edemem, Sarp'ı sevmek acıtıyor ama olsun ben dayanırım, dayanacağım. O hiç bilmeyecek duygularımı, bir sır gibi saklayacağım ve sana söz veriyorum onun canını hiç yakmayacağım. Onun da... Feyza hocanın da." Genç kızın iki damla gözyaşı babasının yüzüne düştüğünde gözlerini kapadı Mustafa Bey. Ah elinden gelse o gözyaşlarını silip kızının gözlerine öpücükler kondururdu. Sırma'ya sımsıkı sarılır, acısını dindirmek için çabalardı fakat kahretsin ki dile gelip ağlama benim güzel kızım bile diyemiyor, sessizce kızının acısını dinliyordu. Bir kez sadece bir kez olsun bunu diyebilmek, kızına sıkı sıkı sarılmak için nelerini vermezdi ki oysa. "Biliyorum, hissediyorum ikisinin arasında bir şeyler var, geçmişte yarım kalan duyguları. Görüyorum baba, ikisinin birbirine nasıl baktığını görüyorum. O bakışları... O bakışları o kadar özel ve güzel ki, özeniyorum ve... Ve... Evet, kıskanıyorum. Yanlış olduğunu bilsem de kıskanıyorum işte, elimde olmadan Sarp'ın bana öyle bakmasını istiyorum, o güzel kehribar gözleriyle bana öyle baksın... Ama olmayacak biliyorum, ben onun hep küçük kız kardeşi olarak kalacağım, değişmeyecek bu. Varsın değişmesin o mutlu olsun yeter. Biliyor musun baba, Sarp çok beklemiş Feyza hocayı. On yıl... dile kolay on yıl. Bu yüzden almamış kimseyi hayatına, bu yüzden bakmamış hiçbir kadına. O çok özel bir adam, değil mi baba? Feyza hoca da çok şanslı, Sarp tarafından böyle güzel sevildiği için. Belki... Belki o da Sarp için dönmüştür tekrar, o da Sarp'ı çok sevmiştir, unutmamıştır, dedim ya belki de ikisinin de duyguları yarım kalmıştır. Kalmasın baba, kimsenin duyguları da hayalleri de yarım kalmasın, onlar mutlu olsunlar. Böyle bir sevdanın kıymetini bilsinler, ben dayanırım, acımı kalbime gömerim, saklarım aşkımı çünkü... Çünkü sevmek bu, değil mi baba? Özgür bırakmak, kuş gibi. Sen sevda bir kuştur, derdin. O kuşu alıp koyamazsın kafese, koyarsan üzersin, özgürlüğünü çalarsın. Oysa o kuş özgür olduğu için güzeldir, sonsuz gökyüzünde dilediği gibi kanat çırptığı için. Zaten o senin kuşun ise eninde sonunda konar avuçlarına değilse bırak uçsun özgürlüğüne. Ben de senin dediğini yaparak sevda kuşumu özgür bırakıyorum baba. Canım acısa da, gözlerim yansa da, boğazım düğüm düğüm olsa da bunu yapıyorum baba. Ben senin kızınım çünkü ve senin kızın olarak bunu yapmak yakışır bana. Sana yemin ederim baba asla ama asla canım acıyor diye başka birinin canını yakmayacağım. Ne Sarp'a ne de Feyza hocaya hiçbir kötülüğüm dokunmayacak. Diyorum ya, ben senin kızınım çünkü bundan da ne kadar gurur duysam az. İyi ki benim babamsın, iyi ki ben senin kızınım. Kimse olmasa da biz birbirimize yeteriz baba. Emin ol yeteriz." Konuşmasını bitirince gözyaşlarını sildi Sırma sonra ayağa kalkıp babasının yanaklarını tekrar öptü. Gözlerine derin derin bakarak sakallarında gezdirdi ellerini. Hiçbir zaman onu bırakmayacaktı, ömrünün sonuna kadar babasının yanında kalacaktı. O yanında olsun yeterdi kendine. "Saat çok geç oldu, yatalım artık olur mu?" Gözleriyle kızını onayladı Mustafa Bey. Öyle çok dokunmuştu ki kızının sözleri yüreğine hem üzmüş hem gururlandırmıştı kendini. Sırma gibi bir evladı olduğu için ne kadar şükretse azdı. Biliyordu kendinin kızı kimsenin canını yakmazdı, bir karıncayı incitmeye bile kıyamazdı ki o. Kime ne kötülüğü dokunacaktı? Yalnızca sevdasını gizli bir emanet gibi taşıyacaktı yüreğinde. Sırma babasına sımsıkı sarılıp odasına geçtiğinde çekmecesinden annesinin resmini çıkardı. Yatağa oturup uzun uzun gözlerini gezdirdi fotoğrafta. Mavi gözleri yine buğulanırken boğazı düğümlendi. Her ne kadar annesi kendini sevmese de kendi sevmişti annesini ve muhtaç kalmıştı aslında onun şefkatine. Hiçbir çocuk annesiz büyümemeliydi ama kendi büyümüştü işte. Küçücük yaşında bırakıp gitmişti annesi kendini sonra ne aramıştı ne sormuştu. Öylece bırakmıştı arkasında kızını. Geçti, ben büyüdüm, ona ihtiyacım kalmadı dese de Sırma'nın yüreğinde derin bir acıydı annesizlik. Keşke... Keşke bir kez olsun annesine kendine canım kızım diyerek sarılsaydı. Bir kez olsun kendiyle birlikte uyusaydı. Yeterdi. Gerçekten Sırma'ya yeterdi bu. Öğrenmişti çünkü genç kız hep en azıyla, yarım bir sevgiyle yetinmeyi. Kabullenmek zor olsa da kabullenmişti, her şeyi kabul ettiği gibi. Annesi tarafından terk edilmiş, babası hasta yatağına bağlı kalmış, sevdiği adam kendini hep küçük kardeşi olarak görmüştü fakat tüm bunlara inat gülümsüyordu Sırma. Gülüşleri gözyaşları ile süslense de. Aynı zamanda o güzel kalbiyle buruk bir cümle mırıldanıyordu. "Umarım her neredeysen çok mutlusundur Kıymet Hanım." Fotoğrafı geri yerine koymasının ardından derin derin iç çekti sonra da acılarını dökmek için oturdu küçük masasına genç kız. Kurşun kalemle beyaz bir kâğıt alıp çizgilere yansıttı içinden geçenleri. Resim çizmeyi özellikle karakalemi seviyordu, her ne yaşıyorsa çizerek anlatıyordu. Kimseler görüp bilmese de kendi için bir anlamı vardı resim çizmenin. Küçük bir ev çizdi Sırma sonra evin önünde duran bir kız çocuğu. Avuçlarındaki kuşu gökyüzüne bırakan bir kız çocuğu. Sonra o kuşun yavaş yavaş gökyüzüne doğru uçuşunu. Uçup özgür kalışını... Sevda kuşu özgürdü artık, her ne kadar geride kalan küçük kızın gözleri hüzünlü, kalbi kırık, ruhu yarım kalacak olsa da. |
0% |