Yeni Üyelik
15.
Bölüm

12. Bölüm 2. Kısım Anneler ve Babalar

@petekayla

8 Mayıs 2006

"Bak gelince ne istersen yapacağım hatta yarın da tüm işi ben yaparım. Yemeği, çamaşırı, bulaşığı... Anne ne olur, izin ver gideyim Feyza'ya. Herkes orada, Feyza da beni bekliyor üstelik. Aradı beni gelmiyor musun, diye sordu. Hem zaten annesiyle babası da evde değilmiş ki... Rahat rahat birlikte ders çalışacağız. Hadi bırak gideyim ne olur."

Sabahtan beri arkadaşına gitmek için annesini ikna etmeye çalışıyordu Oya fakat bir türlü izin koparamıyordu annesinden. Esma Hanım kızını duymaksızın mutfakta bir oraya bir buraya gidip gelirken kendi de peşinde kedi yavrusu gibi dolanıyordu. Oysa tek bir isteği vardı, arkadaşlarıyla birlikte zaman geçirmek. Bu hakkıydı, öyle olmalıydı.

"Olmaz!" dedi Esma Hanım elindeki yemek kaşığını ocaktaki tencereye vururken. Tencereyle birleşen kaşığın sesi mutfakta şiddetli bir yankı yaparken Oya çaresizce gözlerini kapadı, biliyordu ne dese annesini ikna edemeyecekti.

"Taa oralara tek başına gönderemem ben seni!"

"Anne..."

"Kuş uçmaz kervan geçmez yerde ne işin var senin kızım? Çalışacaksan otur evinde çalış!"

Kızına sert bakışlar atmasının ardından tekrar yemeği karıştırdı Esma Hanım. Bu Feyza denen kız gelmiş herkesin düzenini bozmuştu. Bu kadar yıl boyunca okuldan eve, evden okula giden kızı şimdi cumartesi günü ta şehrin bir ucuna gitmek için izin istiyordu. Hayatta gönderemezdi Oya'yı oralara, ne işi vardı kızının ipsiz sapsız yerlerde? Üstelik hafta içi okuldan sonra bu kafelere, parklara gitmeler de Feyza geldikten sonra başlamıştı. Altıdan önce eve gelmez olmuştu Oya fakat buraya kadardı kızının aklını başına getirmesini bilirdi kendi. Dizini kıracak evinde oturacaktı, okula gidecekse de zamanında gidip zamanında gelecekti. Yoktu öyle arkadaşlarla falan takılmalar. Zira kendi iyi bilirdi o ayakları, o takılmalar eninde sonunda başlarına iş açardı. Böyle devam ederse bugün değilse yarın mutlaka Oya'nın aklını çelerdi biri sonra da kızının adı çıkar, herkese rezil olurlardı. Ama yok, kendi asla müsaade etmezdi bunlara. Allah vere Oya öyle bir şey yapacak olsun kızının bacaklarını kırar, bu evi kendine dar ederdi.

"Ya bir kerecik ya... Bir kerecik lütfen söz veriyorum beşten önce evde olacağım. Sadece iki, üç saat..."

"Oya!" diyerek bu sefer kızına tam olarak döndü Esma Hanım. Esmer tenli olmasının yanında uzun boylu olduğu için karşısında ufak tefek olan kızına sert bir şekilde bakması daha etkili oluyordu. "Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun?"

Omuzlarını düşürdü genç kız, neden böyle yapıyordu annesi, neden bir kez olsun kendine ufacık bir şey için bile izin vermiyordu? Kendinin de hakkı değil miydi arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmek? Kendinin de hakkı değil miydi bir daha geri gelmeyecek en güzel yaşlarını doyasıya yaşamak? Kendinin de hakkı değil miydi Asu gibi özgür olmak? "Anne," dedi çaresizce bir kez daha fakat devamında ne diyeceğini bilemedi.

"Ben seni bir başına ta şehrin bir ucuna gönderemem kızım. Kır dizini, otur evinde. Çalışacaksan da git odanda çalış. Yok eğer benim derdim ders çalışmak değil onun bununla gezip tozmak diyorsan ne kendini ne bizi yor çık okuldan, otur evde koca bekle. Veririz seni birine, evlenir gidersin sonra da ne halt edersen edersin!"

Acımasızca sarf ettiği sözlerinin ardından kızının dolan gözlerine aldırmayarak mutfak dolabındaki baharatları aldı Esma Hanım. Yemeğin içine gerekli baharatları atarken Oya'nın hıçkırıklarını duymazlıktan geldi. Hiç boşuna ağlamasaydı kızı, okumaya niyeti yoksa okuldan almaları çok zor değildi. Zaten bir dünya borçları vardı ve o borçlara rağmen çocuklarını okula gönderiyorlardı. Oya da bütün bunlara karşılık okula gidiyorum ayağına arkadaşlarıyla gezip tozamazdı. Eğer öyle bir niyeti varsa çıkardı okuldan, oturur evde koca beklerdi. Şakası yoktu bu konuda, ciddiydi.

Ağlamak istemese de gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu genç kız. Hıçkırıklarına mani olamadığı gibi. Ne istemişti ki şimdi annesinden de, o böyle demişti kendine? Sadece arkadaşlarıyla birlikte ders çalışmak istiyordu oysa ama bunu dediği için bile kendi suçlu oluyor, bir de evlilikle tehdit ediliyordu. Gözyaşlarını elinin tersiyle sildiğinde sesinin güçlü çıkması için gayret etti.

"Ben okuyacağım anne! Liseyi bitireceğim, Feyza'nın dediği gibi üniversiteye de gideceğim..."

"Allah'ım!" diyerek kızının konuşmasını bitirmesine izin vermeden ellerini iki yana açıp başını havaya kaldırdı Esma Hanım. "Nereden geldiyse oraya gitsin bu Feyza! Kızımın aklını çeldiği yeter Yarabbi. Sen onu bizden uzak tut, tut da biz de bir rahat nefes alalım, ne olur."

"Ya Feyza ne yaptı şimdi?"

Bir kez daha ters bakışlarla baktı genç kadın kızına. Bir de ne yaptı diye mi soruyordu Oya? O kız geldiğinden beri huzur denen bir şey bırakmamıştı kızı. Varsa yoksa Feyza da Feyza'ydı. Ha bir de kuzeni mi ne vardı, o da ayrı bir teraneydi. İkisi bir kızının aklını saçma sapan şeylerle dolduruyorlardı.

"Daha ne yapsın kızım? Senin aklına üniversiteyi sokmuş baksana, bir o eksikti başımıza."

"Evet," dedi Oya çocukça bir inatla. İnanmadığı bir gerçeği en çok kendini inandırmaya çalışarak aslında."Okuyacağım ben üniversiteyi, bitireceğim de, mezun olacağım. Üniversite mezunu."

"Üniversiteye gideceksin öyle mi?"

Annesinin ölümcül bakışlarından korksa da geri adım atmadı genç kız. Belki de hayatı boyunca ilk defa bu kadar dik bir şekilde duruyordu annesinin karşısında. Galiba bunu da Feyza'dan öğrenmişti, arkadaşının kendine olan inancı güç vermiş, cesaretlendirmişti kendini. Hayatı için mücadele etmeyi, hayalleri için savaşmayı arkadaşından öğrenmişti Oya ve şimdi Feyza gibi güçlü duracaktı annesinin karşısında.

"Evet gideceğim, okuyacağım ben."

"Hangi parayla peki Oya Hanım? Babana miras falan kaldı da benim mi haberim yok?"

"Kendim çalışırım. Hem okurum hem çalışırım."

"Ha hem okuyup hem çalışacaksın biz de burada böyle duracağız öyle mi? Oya sen aklını peynir ekmekle mi yedin kızım? Kolay mı sanıyorsun bu işleri? Onu bırak insanlar arkamızdan ne der hiç düşünmüyor musun? Demezler mi bana Esma senin kızın yollunun teki olmuş, nerede ne halt yediği belli değilmiş. Onunla bununla düşüp kalkıyormuş, diye?"

Gözlerini kapadı Oya, niye annesi böyle düşünüyordu hiç anlamıyordu. Ayıp bir şey miydi çalışarak okumak? Alnının akıyla para kazanmanın neresi kötüydü? Kendi de yapabilirdi bunu. Evet, yapabilirdi ama bir şans olsaydı. Annesi ya da babası kendine böyle bir fırsat verseydi.

"Anne..."

"Bunu da mı aklına Feyza soktu? Söyle bana kızım, Feyza mı veriyor sana hep bu akılları?"

"Feyza sadece bana istersem üniversiteye gidebileceğimi söyledi! Ve ben de gideceğim! Sen ne dersen de ben üniversiteye gideceğim anne!"

"Oya!"

Öyle sert bağırmıştı ki Esma Hanım, uyuyan küçük oğlu Osman bile uyanmıştı sesine. Minik bebeğin yatak odasından gelen ağlama sesi evi inletirken sustu genç kadın. Yoksa gerçekten sinirlerine daha fazla hâkim olamayacaktı. En iyisi de şu an kızını başından göndermekti.

"Git kardeşine bak."

"Anne"

"Asaplarımı daha fazla bozmadan git kardeşine bak Oya!"

Gözyaşları içinde mutfaktan çıktığında hıçkırıklarını bastıramadı genç kız. Her zaman aynı şey oluyordu işte. Bu benim hayatım, diyerek dik durmaya çalıştığı zaman her koşulda kaybeden illa ki kendi oluyordu. Ne kadar savaşırsa savaşın kazanamıyor aksine her defasında daha fazla canının yandığı ile kalıyordu. Belki de bu yüzden kabullenmişti ya da kabulleniyordu her şeyi. Kazanamayacağını, kazanmak için savaşınca canının yanacağını bildiği için. Gerçek ortadaydı işte bu eve, bu hayata mahkûmdu. Gidemeyecekti üniversiteye, annesinin sözünü dinlemek zorunda kalacaktı hep. Sonra mı? Sonra ailesinin uygun gördüğü biriyle evlenecek, bir yuva kuracaktı. Çocukları olacaktı sonra, annesinin hayatı gibi bir hayatı. Kaderi yazılmıştı, nasıl değiştirebilirdi ki? Elinden gelen ne vardı ki? O kadar güçlü değildi, belki de kendi hayatı için bile savaşamayacak kadar korkaktı. Kabullenmek kolaydı, kendi de kabulleniyordu işte. Ya da kabullenmek zorunda kalıyordu.

Kızının arkasından bakarken gözlerini kapadı Esma Hanım. Belki bir anne olarak özellikle de kız annesi olarak en iyi kendi anlamalıydı Oya'yı, kendi kaderini kızına yaşatmamak için çabalamalı, mücadele etmeliydi fakat o, yalnızca hiç yaşayamadığı gençliğinin hırsını kendi kızından çıkarıyordu.

On sekiz yaşında fikri bile alınmadan ailesi tarafından evlendirilmiş, on dokuz yaşında kızını kucağına almış, ömrü temizlikle, bulaşıkla, çamaşırla, yemekle geçmiş bir kadındı Esma Hanım. Kocasının hiç ilgilenmediği dört çocuğuna da yetişmek zorunda olan bir anneydi aynı zaman. Hadi Oya iyi kötü büyümüştü ama Emel'le, Erdem vardı sırada, ikisi de henüz on yaşındaydı, onlarla nasıl baş edecekti? Ya, daha yedi, sekiz aylık olan Osman'ı nasıl büyütecekti? Tüm her şeye nasıl yetişecekti? Bilmiyordu ve belki de bütün öfkesini büyük kızından, Oya'dan çıkarıyordu. En acısı da yaşadıklarını ona yaşatıyordu. Lakin bunun farkında mıydı, değil miydi tartışılırdı.

Yatak odasına girdiğinde kardeşini mavi beşiğinden kucağına aldı Oya. Osman ciyak ciyak ağlamaya devam ederken onu susturmak için çabaladı. Kucağında salladı küçük bebeği, sırtına hafif vurdu ama susmadı Osman, ninni söyledi, tatlı tatlı konuştu kardeşiyle yine susmadı. Sonra ise burnuna gelen kötü kokuyu fark etti genç kız. Altını kirletmişti kardeşi, o yüzden ağlıyordu. Bir an gülümseyip kardeşinin yüzünde bakışlarını gezdirdi.

"Tamam ablacım tamam şimdi değişeceğiz altını, cici yapacağız seni merak etme."

Kardeşinin yanağına ufak bir öpücük kondurmasının ardından gerekli eşyaları alarak yatağa oturdu Oya. Osman'ı da yatağa yatırdı sonra da altını açtı. Fena kirletmişti minik bebek bezini ama kendi halledebilirdi bunu. Defalarca kez kardeşinin altını değiştiği için iğrenmiyordu, alışmıştı artık. İlk Osman'ın kirli bezini çıkardı sonra minik poposunu ıslak mendille güzelce temizleyip temiz bezi taktı altına. Badisinin de çıtçılarını ilikleyerek tamamladı bez değiştirme işlemini. Osman ise rahatlamış olacak ki, sustu hatta gülücükler saçmaya başladı etrafına. Ablası gibi buğday tenli, siyah saçlıydı ancak ablasının aksine tombik tombikti özellikle de yanakları. Tatlıydı Osman, güzel bir bebekti lakin kaderi için aynı şeyi söylemek mümkün değildi ne yazık ki.

"Abla hani bana maketim için yardım edecektin?"

Emel söylenerek odaya girdiğinde burnunu çekti. Ağlamaktan şişmişti kahve gözleri. Fen ödevi için bir maket yapması gerekiyordu ancak tek başına yapamıyordu, denemişti ama becerememişti bu yüzden de ağlamıştı. Ablası da kendine söz vermişti yardım edeceğim diye fakat etmemişti.

"Edeceğim bir tanem, birazdan birlikte yaparız olur mu?" derken Osman'a yeni bir alt giydiriyordu Oya.

"Peki ya matematik ödevi mi de yapacak mıyız?"

Erdem de kardeşinin ardından odaya girdiğinde masum bakışlarını ablasının üzerinde gezdirdi. Çarpma problemlerini tek başına yapamıyordu ablasının yardımına ihtiyacı vardı.

"Merak etme onu da hallederiz Erdem. Önce bir Osman'ın üzerini giydirelim."

Osman'ı giydirmişti ki genç kız Osman yeniden ağlamaya başladı. Kardeşini kucağına aldığında kaşlarını çattı Oya şimdi ne olmuştu?

"Ne oldu sana? Niye ağlıyorsun, altını değiştik işte. Acıktın mı yoksa?"

Ablasının sesini de duysa da ağlamaya devam ediyordu Osman. Karnı toktu aslında annesi yeni emzirmişti kendini fakat huysuzluğu tutmuştu bugün. O ağlarken Emel bir yandan, Erdem bir yandan ödevleri için ablalarının başını etini yiyip duruyorlardı ki, kapı çaldı ve Esma Hanım'ın da sesini duymaları çok gecikmedi.

"Oya kapıya bak!"

Gözlerini kapatıp sabır diledi genç kız, bazen bütün her şeyin üstüne kaldığını hissediyordu, öyleydi de aslında. Annesi kadar kendi de kardeşlerine yetişmek zorundaydı. Neticede bir ablaydı kendi ve abla anne yarısı demekti. Evet, kesinlikle öyle olmalıydı anne yarısı teyze değil, ablaydı. Aksini iddia edenler abla olmanın ne demek olduğunu bilmeyenlerdi.

Osman'ı kucağına alarak ayağa kalktı genç kız, koridora çıkıp kapıyı açtığında ise görmeyi beklediği son kişiyi gördü. Şimdi onun burada ne işi vardı?

"Hakan"

"Merhaba," dedi delikanlı çekine çekine gelip gelmemek arasında kalsa da Oya'yı görme isteğini bastıramamıştı. Hem gelmek için bir bahanesi de vardı, ders notları. Ela gözlerini Oya'nın yüzünde gezdirirken düzgün beyaz dişleriyle gülümsüyordu. "Ben biyoloji için çıkardığımız ders notlarını vermek istedim de. Sen gelmedin ben de sana getirdim."

Hakan elindeki kağıtları uzatırken Oya şaşırmıştı böyle bir şeyi beklemiyordu fakat daha kötüsü annesinin evde olmasıydı. Hakan geldi diye kesin yanlış yanlış şeyler düşünecekti. Yine de bozuntuya vermeden sıcak bir şekilde gülümsedi. Bir yandan kucağında ağlayan kardeşini susturmaya çalışırken bir yandan da ne diyeceğini düşünüyordu ki, yanında duran ikiz kardeşlerinin de orada olduğunu yeni fark etti.

"Teşekkür ederim, hiç gerek yoktu ben hallederdim."

"Olsun özet çalışmak her zaman için daha avantajlı."

Oya'nın karşısında dururken bocalamamak için gayret ediyordu Hakan aynı zamanda utanıyordu. Her ne kadar genç kızın ay kadar parlak yüzünde gözlerini doyasıya gezdirmek istiyorsa da, bunu yapmaya utanıyordu. Tatlı bir utançtı bu, sevmenin, aşkın nahif utancı ve belki de kendinin sevgisini özel kılan buydu.

Daha fazla Hakan'ı bekletmemek için Osman'ı Emel'e verdi genç kız. İki dakika kardeşini tutabilirdi Emel. Fakat Osman hâlâ huzursuzca ağlamaya devam ediyordu. Oya kağıtları almak için elini uzattığında ona içeri geç demeyi istedi ama yapamadı, annesi evdeydi çünkü.

Hakan elindeki kağıtları, Oya'ya verdiğinde bakışlarını yüzünden çekmedi. Çok güzeldi. Siyah kıvırcık saçlarıyla, yanaklarındaki birkaç sivilcesiyle, fındık burnuyla, ufacık bedeniyle, parlak siması ile çok güzeldi Oya.

"Tekrardan teşekkür ederim."

"Rica ederim."

Her ne kadar biraz daha burada kalmayı istese de gitmek zorunda olduğunu biliyordu delikanlı. Zaten ayak üstü iki dakikada olsa Oya'yı görmek yetmişti kendine.

"Ben şey yapayım o zaman, gideyim. Annem de evde beni bekliyor."

Başını sallamakla yetindi genç kız maalesef ki onu içeri davet edemezdi.

"Pazartesi okulda görüşürüz o zaman?"

"Görüşürüz."

Son bir kez daha Oya'ya derin derin bakmasının ardından arkasını döndü Hakan sonrada apartmandaki merdivenlere doğru ilerledi. O gözden kaybolunca kapıyı kapadı genç kız fakat arkasını döndüğünde annesinin çatık kaşları ile karşılaştı.

"Kimdi o?"

"Ar-Arkadaşım."

"Şimdi de erkeklerle mi arkadaşlık yapmaya başladın kızım?"

Ne dese anlamayacaktı annesi, ona göre bir kızla erkek arkadaş olamazdı. Bu kabul edilemez bir davranıştı, annesinin nazarında kızlar, kızlarla, erkekler, erkeklerle arkadaşlık yapmalıydı. Bunları bildiği için de açıklama yapmak istemedi Oya, kendine inanmayacaktı çünkü Esma Hanım. Yine de "Anne," demişti ki, bir kez daha çalan kapı konuşmasına müsaade etmedi.

İçine düşen anlamsız bir korkuyla geri arkasını döndü genç kız. Kapıyı yavaşça açtığında içinden eyvah, dedi. Gerçekten ikisinin arka arkaya gelmesi şart mıydı?

"Altay"

"Cin görmüş gibi bakmasana güzelim ya. Bir hoş geldin yok mu?"

Her zaman için Altay'ın kendine güzelim demesine aşırı sinir olmuştu Oya fakat şimdi gerçekten onu bu yüzden öldürebilirdi. Annesi duymuştu dediklerini, ne güzel ama.

Oya gözlerini kapatmış, kapının kolunu sıkı sıkı tutarken Altay'ın gözleri o an buldu karşısındaki Esma Hanım'ı ve kendine güzelce saydırdı. Oya'nın başını kesin derde sokmuştu bu kez. Keşke diline azıcık hâkim olmayı bilseydi ama duygularını bazen bastıramıyordu işte. Yine de durumu toparlamak için sevimli bir tavır takınmaya çalıştı.

"Merhaba Esma teyze ben... Ben Oya'ya ders notlarını vermeye geldim de."

Karşısındaki oğlana ters bakışlar atarken suskunluğunu korudu genç kadın. Altay'ı da Hakan'ı da tanırdı aslında fakat bu durumdan hiç haz etmezdi. Kızının onlarla daha doğrusu herhangi bir erkekle dolaşmasına kesinlikle karşıydı. Fakat Oya Hanım iki erkeği de peşine takmıştı anlaşılan. Hiç kimse kendine arkadaş masalları anlatmasındı, bu çocuklar başka hangi kız arkadaşlarına sırf ders notlarını götürmek için evlerine gidiyorlardı? Korktuğu olmuştu işte, kızı okula gidiyorum ayağına bir sürü halt yemişti.

"Altay ben hallediyordum zaten. Hem Hakan da getirdi senden önce. Keşke zahmet etmeseydin."

"Hakan mı?" diyerek kaşlarını çattı Altay. O da mı buraya gelmişti? Bir de ders notu mu vermişti Oya'ya? Saf biri değildi, arkadaşının alenen genç kızdan hoşlandığını biliyordu fakat bu durum kendini rahatsız ediyordu. Oya'yı seviyordu çünkü. Acaba yoktu duygularında, ilk gördüğü andan beri seviyordu Oya'yı ve en yakın arkadaşının, sevdiği kıza kendinin baktığı gibi bakmasına tahammül edemiyordu. Bencillikti belki de bu ancak Oya'yı sevme hakkını bir kendinde görüyordu. Başka kimse sevdiği kıza yan gözle bakmasın istiyordu.

"Evet de sen niye bu kadar şaşırdın?"

Altay ne cevap vereceğini düşünürken Esma Hanım araya girdi. "Oğlum," dedi ciddi bir sesle. "Hadi verdiysen notları falan evine git sen. Annen, baban seni merak etmişlerdir."

Gitmek en iyisiydi galiba gerçekten daha fazla Oya'yı zor durumda bırakmak istemezdi Altay. Çantasından kağıtları çıkardığında genç kıza uzattı. Oya teşekkür ederek kağıtları aldığında Altay'ın açık yeşil gözleriyle kendine nasıl baktığını görmedi. Delikanlı ise derin bir nefes aldı. Bir efsun vardı Oya'da, kendini büyüleyen, aklını başından alan bir efsun. Yoksa böyle çarpılmış gibi hissetmezdi.

Kısa bir şekilde genç kızla vedalaşmasının ardından gitti Altay. Oya ise kendini her şeye hazırlayıp cesaret ederek annesine doğru döndü. Ürkek gözlerle Esma Hanım'a bakarken dudaklarını dişledi.

"Şimdi anlaşıldı işte senin niye sabahtan beri Feyza'ya gitmek istediğin."

"Anne bak yemin ederim Hakan da, Altay da benim arkadaşım. Başka hiçbir şey yok. Caner gibi Sarp gibi ikisi de."

"Ha bir de onlar var. Kızım senin okulunda kızlar yok mu ne diye elin oğlanları ile arkadaşlık yapıyorsun?"

"Anne..."

"Hiç bana anne falan deme Oya! Biz seni okula oğlanlarla düş kalk diye mi gönderiyoruz? Baban o kadar borca bu yüzden mi giriyor? Sen okula gidiyorum ayağına erkeklerle haşır neşir ol, diye mi? Hiç utanmıyorsun sen kızım? Baban orada eşek gibi çalışsın sonra senin peşine taktığın zibidiler gelsin kapımıza dayansın!"

"Anne..."

"Bana bak Oya," diyerek parmağını tehditkâr bir şekilde salladı Esma Hanım şu an gerçekten sinirleri bozulmuş, tansiyonu tavan yapmıştı. "Eğer bir daha böyle bir şey görecek, duyacak olursam yemin ederim okuldan alır, evde oturtturur, kapı dışarı çıkarmam seni!"

Gözlerini kapadığında iki damla gözyaşını özgür bıraktı genç kız. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken hiç olmadığı kadar savunmasız hissediyordu. Annesinin sözleri canını yakarken elinden hiçbir şey gelmediği için de kendine kızıyordu. Kendi kendini savunmaktan bile acizdi.

"Şakam yok okula gideceksin edebinle git! Yoksa dizlerini kırıp oturur evde koca beklersin! Duydun mu beni?"

Annesinin bağrışıyla yerinden zıpladı Oya. Sonra başını sallamakla yetindi ve hıçkıra hıçkıra odasına doğru yol aldı. Yatağına geçtiğinde yüz üstü kapandı yastığına, ağlayabildiği kadar ağladı. Dua da etti içten içe. Bu hayattan kurtulmak için Allah'a yalvardı. Okumak için, üniversiteye gidebilmek için gözyaşlarını akıttı. Biliyordu bir tek kendi öyle kurtarabilirdi. Yoksa böyle sürünüp gidecekti ama savaşmaya gücü yoktu, olmayacaktı.

Bu Oya'nın ilk ağlayışı, isyanı değildi, son da olmayacaktı. Sadece bir başlangıçtı, iki yıl sonra geçireceği sancılı günlerin başlangıcı.

***
Hakan eve geldiğinde burnuna mis gibi yemek kokuları doldu. Annesi yine döktürmüştü anlaşılan kokuyu takip ederek mutfağa gidiyordu ki, bir an için salondan gelen bir kadın sesi duydu. Misafir falan mı vardı acaba? Bu saatte annesinden başka kimse olmazdı evde, babası işteydi, çalışıyordu. Salonda kimin olduğunu merak ederek içeri girdiğinde en son beklemeyi gördüğü kadını gördüğünde şaşkınlıkla gülümsedi. Kesinlikle onun geleceğinden haberi yoktu.

"Abla"

Kardeşinin sesini duyunca başını çevirdi genç kadın. Nasıl da özlemişti Hakan'ı. Sıcacık bir şekilde gülümserken şişkin karnında elini gezdirdi Hale.

"Bak gördüm mü kızım, iyi insan lafının üstüne gelirmiş. Tam da dayını anlatıyordum sana hop hemen geldi."

Henüz olayın şokunu atlatamamıştı ki Hakan, ablası ayağa kalkarak kollarını açtı kendine. Sevgi dolu gözlerle bakıyordu delikanlıya Hale. Bir yıla yakındır görmüyordu kardeşini ve onu gerçekten özlemişti.

"Ablaya hoş geldin yok mu?"

Hızla ablasının boynuna atıldı Hakan, sıkı sıkı sarıldı Hale'ye. O kadar çok özlemişti ki ablasını, şimdi sarılınca bunu daha iyi anlıyordu. Üniversitede Özkan'la tanımış ve iki yıl önce evlenmişti ablası fakat eniştesi polis olduğu için, zorunlu doğu görevi de olduğu için Mardin'e gitmişlerdi birlikte. Yılmaz ailesinin her ne kadar bir akılları kızlarında kalsa da Hale'nin mutlu olduğunu bilmek kendilerini de mutlu ediyordu.

Kendi hayatını kendi seçerek bir yuva kurmuştu Hale ailesi kendi için endişe etse de her daim onun yanındalardı. Desteklerdi kızlarına, zamanında öğreteceklerini öğretmişlerdi, kendilerine düşen anne, babalık görevlerini yerine getirmeye çalışmışlardı şimdi de çocukları kendi kararlarını kendileri verecek kadar büyümüşlerdi. Doğruyu yanlışı öğretmek kendilerinin göreviydi, seçim ise onların bileceği işti. Her zaman onların yanında olmayacaklardı ve çocukları aldıkları sorumlulukların üstesinden gelmeyi bilmeliydi.

"Seni nasıl özledim var ya."

"Ben daha çok abla."

"Hadi oradan yalancı," diyerek başını kardeşinin boynundan çekti genç kadın. Tatlı bir kızgınlıkla Hakan'ın gözlerinin içine baktı. "Bir kez olsun ablanı arama sorma sonra ben seni özledim abla."

"Olur mu öyle şey abla ya, seni özlemez olur muyum hiç?"

Kararsız gözlerle bakarken güldü Hale."Peki peki inandım."

"Eee ne zaman geldiniz siz? Eniştem nerede?"

"İki saat olmadı geleli. Enişten de bir, iki arkadaşıyla buluşmaya gitti. Gelir birazdan o da."

"Niye haber vermediniz peki? Annem hazırlık yapardı."

"Sürpriz yapalım dedik hem annem bak mutfağa bir girdi bir daha çıkmak bilmedi. Hayır, bana da bir şey yaptırmıyor, neymiş hamileymişim, yorulmamalıymışım, zaten yoldan gelmişim, oturup dinlemeliymişim. O zaman sen de yapma diyorum, yok kendinin kızıyla, damadı o kadar zaman sonra gelmiş, onları aç mı bırakacakmış? Üstelik niye biz haber vermemişiz de iki ayağını bir pabuca sokmuşuz?"

Hale'nin söylenmesine güldü Hakan tam Şükran Hanım'dan beklenecek davranışlardı bunlar. Kızıyla damadı geldiği zaman onlara deli divane olurdu annesi, her bir şeyden yapmak, sofraları donatmak ister, ikisine de ha bire bir şeyler yedirmek için ekstra çaba harcadı. Kırk yılın başında bir geliyordu çocukları, onlara değil de, kime sofralar kursaydı?

"Ben senin yerinde olsam bunun tadını çıkrarırdım. Hatta annem haklı sen hamilesin, oturup dinlenmem lazım. Hadi otur otur bu kadar ayakta durma sen."

Gözlerini devirdi genç kadın, sanki dünyada bir hamile kendi vardı. Kocası bir yandan, annesi bir yandan, kardeşi başka bir yandan üstüne düşüp duruyordu. Babasını saymıyordu bile kesin o da yemekte kendine yemek yedirmek için uğraşacak, sabahta kahvaltıda pekmez, bal ve reçeli ağzına tıkmak için fazlasıyla çaba harcayacaktı. Tanıyordu sonuçta Musa Bey'i.

"Alt tarafı hamileyim Hakan, sen de abartma."

"Hiçte abartmıyorum ablacım o kadar yoldan geldin, yeğenim yorulmuştur."

Kardeşinin heyecanına için için güldü Hale. Dayı olacağını öğrendiği zaman yeri göğü inleten birinden de bunlar beklenirdi zaten. Hakan ablasının karnına elini dayandığında ufak ufak okşadı. Orada yeğeni vardı, mini minicik, tatlı bir yeğeni. Dayı oluyordu kendi, var mıydı daha güzeli?

"Demi ufaklık yoruldun sen. Hadi annene söyle de otursun biraz dinlensin."

Pes etti genç kadın, kardeşinin sözünü dinleyerek geri koltuğa oturdu. Hakan da yanında yerini aldı ve uzun uzun yeğeniyle konuşmaya devam etti. Hale kardeşini incelerken onun gerçekten büyüdüğünü fark ediyordu. Sakalları bile çıkıyordu ayrıca beyaz yüzündeki kırmızı ancak ona ayrı bir tatlılık veren sivilceleri de ergenliğe girdiğini gösteriyordu. Boyu da uzamıştı, kendinden bile uzundu artık Hakan. Siyah dalgalı saçlarını da babasının istediği gibi değil, kendi istediği gibi kestiriyordu anlaşılan. Zira saçlarının ergence bir şekilde olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Fakat her şey bir yana yakışıklıydı kardeşi. Kendi gibi beyaz tenli olmasının yanında kızların kalbini çalacak bir tatlılığı, daha doğrusu içtenliği vardı.

Biliyordu Hale, yüce gönüllüydü kardeşi. Yumuşak, pamuk gibi bir kalbi vardı onun. Fakat bunda annesiyle babasının payı büyüktü aslında. İkisi de güzel bir oğlan çocuğu yetiştirmişti. O yüzden de ailesiyle ne kadar gurur duysa azdı.

"Abla ya daha ne kadar var doğuma? Bir an önce gelsin ufaklık."

"Üç ay kaldı."

"Çok varmış ama ne yapalım bekleriz biz." Hakan ablasının karnından gözlerini çektiğinde Hale'nin yüzünde gezdirdi bakışlarını. İnşallah yeğeni de ablası gibi ay yüzlü güzel mi güzel bir kız olurdu. Onun gibi cana yakın, içten, tatlı... Ablasına annelik çok yakışacaktı ve o, dünyanın en iyi annesi olacaktı, emindi.

"Hiç isim düşündünüz mü eniştemle?"

"Aklımızda birkaç isim var ama daha karar vermedik. Var mı senin önerin?"

"Benim mi?"

"Evet, dayı değil misin? Elbette senin de bir isim önerme hakkın var."

Utangaç bir şekilde gülümserken ensesini kaşıdı delikanlı. Bir anda da içinden geçen ismi söyledi.

"Oya."

"Oya?" Diye sordu Hale tek kaşını havaya kaldırarak. Nedense içinden bir sesler bu ismin çok daha farklı bir anlamı olduğunu söylüyordu. Kesin Oya adının altında başka bir şeyler vardı. On altı yıllık kardeşini biraz olsun tanıdıysa yanılmıyordu hislerinde.

"Evet, Oya. Yani güzel bir isim bence bir an aklıma geldi de öyle söyledim işte."

Hakan bakışlarını kaçırırken Hale güldü. Evet, kesinlikle yanılmıyordu Oya her kimse kardeşinin gönlünün fena çelmişti.

"Yani bu ismin başka bir anlamı yok. Öyle mi Hakan Bey?"

"Yok, Yok yani, hem ne olabilir ki?"

Kardeşine bu utangaçlık ayrı bir yakışmıştı sanki. Ah sevmek zaten belki de bu dünyada en çok ona yakışırdı. "Hakan," dedi genç kadın bana masal anlatma der gibi. "Ben senin ciğerini bilirim oğlum. Kim bu Oya? Dökül bakalım."

"Abla yok..."

"Hakan"

Pes etti Hakan, ablası kendini gerçekten çok iyi tanıyordu ve ondan kaçışı yoktu. Hem belki bunu onunla paylaşmak o kadar kötü bir fikir değildi. Sonuçta aralarında bugüne kadar saklı gizli hiçbir şey olmamıştı. Hatta ablası, Özkan'ı sevdiğini bile ilk kendine söylemişti.

"Tamam söyleyeceğim ama aramızda kalacak."

"Aşk olsun ama benden sır çıkar mı hiç?"

"Çıkmaz çıkmaz da işte."

"Hadi hadi sen anlat bakalım şu Oya'yı."

"Aynı sınıftayız," dedi delikanlı lafı dolandırmadan."İki senedir de öyleyiz yani liseye başladığımdan beri. Onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum da... Derse geç kalmıştı, telaşlı ve ürkekti. Hocadan azar yemekten korkuyordu fakat bir o kadar da masumdu hâlâ da öyle. Çok güzel, çok masum, çok tatlı, peri gibi... Lüle lüle siyah saçlarının her bir teli bambaşka bir güzellikte sanki. Kısa boylu, zayıf ama o ufacık tefecik bedeniyle o kadar hoş ki... Hele gülüşü... Abla inan bana bu dünyada hiç kimse onun kadar güzel gülmüyordur. Utangaç, çekingen biraz ama o öyle tatlı... Aynı zamanda senin gibi mükemmel bir abla. Üç kardeşi var, onlar için elinden gelen ne varsa yapıyor, biliyorum, görüyorum ve abla olmak o kadar yakışıyor ki ona... Abla o çok güzel. Anlatamayacağım, tarif edemeyeceğim kadar güzel. Ahu gözlerine ne zaman baksam içim titriyor, böyle yüreğimde kelebekler sanki dans ediyor. Midem kasılıyor, korkuyla karışık bir heyecan doluyor içime... Bazen elini tutmak istiyorum, bazen o güzel yanağına ufak bir buse kondurmak ama kıyamam ki... Ben ona dokunmaya bile kıyamam. Çok narin çünkü o, çok. Canını acıtmaktan, yakmaktan korkuyorum... Yanlış bir şey yapıp onu üzmekten. Dayanamam abla, o ahu gözlerinden benim yüzümden bir damla yaş düşerse yemin ediyorum kendimi hiç affetmem, hiç."

Büyülenmiş gibi dinlendi Hale kardeşini. Bu çocuk fena abayı yakmıştı Oya'ya, bu kadar derin hisler beslediğini tahmin etmemişti aslında basit bir hevestir demişti kendi kendine ama kardeşi Oya'ya tahmin ettiğinden çok daha derin bir şekilde kapılmıştı. Kızacak değildi ya Hakan'a, böyle güzel duygular hissettiği için sevinmişti bile. Nasıl da güzel seviyordu ama kardeşi. Böyle masum bir sevgi karşısında abla olarak kendine gurur duymak düşerdi ki, duyuyordu. Hakan'la fazlasıyla gurur duyuyordu.

"Hakan geçmiş olsun ablacım sen fena yanmışsın."

Ablasının sözlerini duyunca kendini toparladı delikanlı gözlerini boşluktan çektiğinde afallamış gibi Hale'nim yüzünde gezdirdi bakışlarını ve galiba nasıl konuştuğunu o an fark etti. Genç kadının bakışları altında kızarırken elleriyle yüzüne kapadı.

"Abla ya bakma öyle utanıyorum."

Güldü Hale gerçekten utangaç bir kardeşi vardı. Hakan'ın omzuna elini koyduğunda içtenlikle konuştu.

"Utanacak bir şey yok Hakan. Sen sevmişsin, gayet normal bir şey bu ablacım ve biliyor musun ben seninle gurur duyuyorum. Keşke her erkek senin gibi güzel sevse. Sen değil bir tanem, sevmeyi beceremeyenler, seviyorum diyerek kadınlara, genç kızlara çeşitli işkenceler yapanlar utanmalı asıl. Onların özgürlüklerini kısıtlayan, onlara şiddet uygulayan, kadınların yaşama haklarını bile ellerinden alanlar utanmalı. Senin gibi güzel seven erkekler değil. Sevgi çok özel bir duygu Hakan, lütfen ama lütfen bundan utanma, sevmenin, değer vermenin erkekliğinden hiçbir şey kaybettirmeyeceğini aksine bir erkeğe en çok sevginin, aşkın yakıştığını da sakın unutma, olur mu?"

Sıcacık bir şekilde gülümsedi delikanlı şu dünyada Hale gibi bir ablası olduğu için çok şanslıydı kesinlikle ve ne mutlu ki ona o da eniştesi gibi güzel bir adamla evlenmiş, yuva kurmuştu. Özeniyordu, evet özeniyordu Hakan ablasının kurmuş olduğu yuvaya imrenerek bakıyor ve küçük yaşına rağmen acaba demeden yapamıyordu. Acaba bir gün kendi de Oya ile böyle güzel bir yuva kurabilir miydi? Ne çok isterdi bunu. Ne çok isterdi ileride Oya ile evlenmeyi. Bir şans verir miydi Oya, kendine? Bir gün o da kendini sever miydi? Bilmiyordu fakat ufacık bir şansının olmasını en içten şekilde diliyordu.

"Oğlum gelmişsin ne diye haber vermiyorsun?"

Şükran Hanım içeri girdiğinde tatlı bir kızgınlıkla baktı oğluna. Kereta ablasını görünce kendini unutmuştu.

"Ablamla konuşmaya daldıķ anne."

Salondaki masaya tabakları dizerken başını kaldırıp çocuklarında gözlerini gezdirdi Şükran Hanım. Yıllar ne çabuk geçmiş, onlar ne ara bu kadar büyümüştü. Daha dün gibiydi birbirlerini yedikleri günler şimdi ise kocaman olmuş oturmuş karşısında sohbet ediyorlardı. E tabii mesafe girince araya birbirlerinin kıymetini daha iyi anlıyorlardı. .

"Ne kaynatıyordunuz bakayım abla,
kardeş?"

"Hiç," dedi Hale karnını okşayarak. "Dayısı, yeğenine isim düşünüyordu da."

Başka bir şey konuştuklarını anladıysa da üstelemedi yaşlı kadın. Aralarında konuştukları özel bir şey elbette ki olabilirdi. "Neyse neyse," diyerek konuyu değiştirdi. "Hakan gel de bana yardım et annem şu tabakları falan sofraya koy. Babanla enişten gelince hemen sofraya oturalım."

İtiraz etmeden ayağa kalktı Hakan elbette ki annesine yardım edecekti. Kendine o kadar emek etmiş, ağladığında hep yanında olmuş, kendini büyütürken bile bir kez olsun şikâyet etmemiş olan annesi için sofraya iki tabak koymuş çok muydu? Hem zaten annesi bütün gün evde ona koştur buna koştur yoruluyordu şimdi kendi de ona yardım etse ölmezdi ya.

"Bende yardım edeyim anne ya. Otur otur içim şişti yemin ederim."

"Abla," diyerek annesinden önce davrandı Hakan. Hamile hamile o kadar yoldan gelmişti Hale şimdi bir de iş mi yapacaktı, asla izin vermezdi.

"Senin tek bir işin var, o da yeğenimi güzel güzel dinlendirmek."

"Hakan cidden abarttın ama."

"Hiçte abartmadı kızım. Doğru söylüyor çocuk sen hamilesin otur dinlen Hakan bana yardım eder."

Sözlerinin ardından kızına daha fazla itiraz hakkı tanımadan tekrardan mutfağa doğru yol aldı Şükran Hanım. Kızıyla oğlu arasında hiçbir zaman ayrımcılık yapmamış, oğlum sen otur kızım sen gel de bana yardım et diyen bir anne olmamıştı. İkisine de sorumluluk almasını, iş yapmasını öğretmişti. Çünkü bir aile evinde olması gereken en önemli şey görev bilinciydi. Herkes görevinin farkında olmalıydı ki o evde dirlik düzen bozulmasın. Hale de Hakan da bunu anneleri sayesinde öğrenmişti.

Hakan sofra için annesine yardım ederken ilk Özkan ardından Musa Bey geldi. Tabii yaşlı adam kızını görünce çocuk gibi sevinerek havalara uçtu. Nasıl da özlemişti gül kokulu kızını, nasıl da hasret kalmıştı onun o güzel yüzüne. Evladını doya doya kucaklamış, güzel yanaklarını öpücüklere boğmuştu. Çocuklarını hiç ayırt etmemesine rağmen kızı her zaman için daha farklı bir yere sahip olmuştu kendi için. Kız babası olmak bir ayrıcalıktı ve ne mutlu ki, kendine Hale gibi güzel bir kızı vardı.

Yılmaz ailesi hep birlikte sofraya oturduğunda tatlı tatlı sohbetler eşliğinde yemeklerini yediler. Özkan bir abi gibi Hakan'ın halini hatırını, okuldaki durumunu sordu. Kardeşi yoktu genç adamın bu yüzden de karısının kardeşini, öz kardeşi gibi benimsemişti. Severdi Hakan'ı, iyi çocuktu, kadir kıymet bilirdi, ablasını da hiç üzmezdi, kendi için de önemli olan buydu.

Musa Bey gülümseyerek bakıyordu ailesine çok şükür ki evlatları şimdi böyle yanındaydı, iyilerdi hatta yakında bir torunu bile olacaktı. Daha ne isterdi ki? Güzel ailesi en büyük şükür sebebiydi, en başta da Şükran öyleydi. Bir günden bir güne kendinden şikâyet etmemiş, ters bir laf dememişti karısı. Her zaman yanında olmuş, elini sıkı sıkı tutmuş, sıkma canını evelalah biz her şeyi hallederiz bey, demişti. Bu evi, bu aileyi, bu sıcak yuvayı en çok Şükran'a borçluydu biliyordu. Karısı olmasa, kim bilir şu an ne halde olurdu.

"Bak hanım, kızımız burada, damadımız burada e yakında torun da geliyor, Hakan da var, daha ne isteriz Allah'tan değil mi? Çok şükür sizlerin varlığına."

Kocası gözlerine sıcacık bakışlarla bakarken ufak bir tebessüm etti Şükran Hanım. Musa Bey doğru söylüyordu böyle güzel bir ailesi vardı ya, daha da başka bir şeye gerek yoktu.

"Şükür şükür, çok şükür bey. Sen başımızdasın çocuklarımız yanımızda daha ne olsun?"

"Aa sen de yanımızdasın ya hanım, Allah seni de başımızdan eksik etmesin, sen olmasan kim bilir halimiz ne olurdu. Bu yuvayı sen kurdun, beni aldın adam ettin, pırlanta gibi iki evlat verdin bana varlığına bin şükür."

"Çocuklar var bey, deme öyle."

"Olsun," diyerek kahve gözlerini karısından çekip çocuklarında gezdirdi yaşlı adam."Çocuklarımız olsun yanınızda ne olacak ki? Onlar da bilsin yuvayı annenin kuruduğunu, bir erkeği ancak senin gibi güzel bir kadının adam ettiğini. Biz bugünlere kolay gelmedik çocuklar. Anneniz olmasa gelmezdikte, bugün bu sofrada hep birlikte böyle oturuyorsak yine annenizin sayesinde. O benim ömür yoldaşım, kader arkadaşım onunla evlendiğim için ne kadar şükretsem az. Rabbim iyi ki bana böyle güzel bir eş nasip etti çocuklar."

"İyi ki bana da kızınızı nasip etti babacım," diyerek Hale'ye aşk dolu gözlerle baktı Özkan. Gerçekten seviyordu karısını, âşıktı ona. Ne dese ne söylese az kalırdı. Yüreğinde hissettiği güzel hisleri kelimelerle anlatamazdı, yetmezdi ki sözcükler ebedi aşkını anlatmaya.

"Bende sizin gibi karımın kıymetini bileceğim, bir gün olsun onu kırmayacağım, üzmeyeceğim. Hale benim canımın içi ve ben onu ömür boyunca başımın üstünde taşıyacağım söz veriyorum."

Bundan hiç şüphesi yoktu Musa Bey'in. Damadına güveniyor, kızını ne kadar çok sevdiğimi biliyordu. Zaten Özkan'a güvenmese vermezdi kızını. Hale kendinin kıymetliysiydi, kızının bir saçının teli için cihanı yakardı. Gözünden düşen bir damla yaş için dünyanın altını üstüne getirirdi. Kimse üzemezdi onu, öyle bir şeye cesaret eden karşısında kendini bulurdu.

"İnşallah oğlum inşallah."

Ailesine bakarken gülümsüyordu Hakan. Sevmeyi, değer vermeyi, vefayı ve bir aile için güzel olan ne varsa onlardan öğrenmişti. Kendi de babası gibi, eniştesi gibi güzel adam olmak için çabalayacaktı. Sevdiği kızı hiç üzmeyecek onu daima mutlu edecekti. En azından öyle umut ediyordu fakat en yakın arkadaşının da, sevdiği kızı sevdiğini unutuyordu ve belki de en büyük yarayı bu gerçeği unuttuğu için alacaktı.

***
Önündeki ders notlarında gözlerini gezdirirken aklını bir türlü toparlamıyor, Oya'yı düşünmeden yapamıyordu Altay. Nasıl bu kadar düşüncesiz davranmış, sevdiği kızı zor durumda bırakmıştı? Evine ne diye gitmişti ki? Ne olurdu yani bugün görmese pazartesi günü zaten okulda görüşeceklerdi iki gün beklese ölür müydü? Ne yapmıştı acaba Oya? Annesi çok kızmış mıydı ona? Bilmiyordu ve bilmediği için de daha çok huzursuzlanıyordu. Oya'nın telefonu yoktu, kendinin de yoktu gerçi, imkânı olmamıştı çünkü almaya. Oya'ya da telefon için ailesi izin vermemişti. Ne yapacaksın telefonu, demişlerdi. Ama keşke olsaydı. Olsaydı da onu ev telefonunundan arayabilseydi. Oya'nın evini arayamazdı telefonu annesi ya da babası açarsa işleri daha çok zora sokardı zira. O yüzden de şimdilik elinden gelen sadece genç kızın iyi olmasını dilemekti.

Yarım yumalak bir şarkı söyleyen Hasan Bey'in sesini duyduğunda yine babasının sarhoş olup eve geldiğini anladı Altay. Allah bilir yine kaç kadeh içmişti? Keşke gittiği meyhanede bu defa da sızıp kalsaydı da eve gelmeseydi çünkü eve gelmemesi, gelmesinden daha hayırlıydı. Şimdi bir dünya laf söyleyecekti kendine ve kendinin bu gece babasıyla uğraşacak hiç mi hiç hâli yoktu.

"Altay! Ner-Neredesin lan? Ba-başımın be-belası!"

Elindeki kalemi sıkıntıyla kitabının üzerine bırakıp ayağa kalktı delikanlı, gitmese babasından daha çok azar yiyecekti. Bu yüzden de el mahkûm ayağa kalkıp babasının yanına doğru adımladı.

Hasan Bey içeri girdiğinde elindeki ceketi fırlatıp koltuğa kendini attı. Sonrada eliyle başını ovdu. Çok fena ağrıyordu başı, gözünü bile zor açarken dağınık siyah saçlarıyla üzerindeki eski bir gömlekle, bakımsız, çirkin yüzüyle tam bir ayyaş gibi görünüyordu. Her akşam bu şekilde eve gelirdi, orada burada içip zil zurna sarhoş olur sonra eve gelip oğluna olmaz laflar ederdi. Bazen de ileri gidip vururdu ona. Tüm öfkesini, hıncını Altay'dan çıkarırdı. Çalışmazdı, işi gücü yoktu, isterdi ki oğlu çalışsın kendine hoptan para getirsin. Ona göre kazık adam olmuştu oğlu çalışmayıp ne yapacaktı? Bu kadar yıl çocuk kahrı çektiği yeterdi şimdi biraz da Altay kendine baksaydı.

"Yine içtim mi baba ya?"

Ayaklarını ortaya sehpaya uzatmış bir şekilde otururken yarı açık gözlerle oğluna baktı Hasan Bey. Bir de kendine hesap mı soruyordu bu herif?

"İç-İçtiysem iç-içtim sa-sana ne lan? He-sap mı sor-sora-can bana?"

Sıkıntıyla iç geçirdi delikanlı kendine neydi ki, bu yaştan sonra babasını adam edemezdi ya. Alışmıştı ona ya da alışmak zorunda kalmıştı. Bazen keşke diyordu, keşke yıllar önce sobadan zehirlendikleri zaman kendi de annesi gibi ölseydi. Böyle bir hayatı yaşamak zorunda kalmasaydı. Sadece alkolik, ayyaş bir babası vardı bu hayatta başka da kimsesi yoktu. Fakat buna rağmen mücadele ediyor, iyi bir hayat sahibi olmak için çabalıyordu. Başarabilir miydi bilmiyordu ama en azından çabalıyordu, tüm imkânsızlıklara karşın.

"Yok baba hesap değil de.."

"Çok ko-nuş-ma lan! Git ba-bana bir kah-ve yap! Baş-Başım çat-lı-yor!"

"Peki baba," demekle yetindi delikanlı. Nasıl olsa birazdan sızıp kalacaktı babası, o zaman biraz olsun rahat edebilirdi.

Mutfağa geçtiğinde hızlı bir şekilde kahve yaptı Altay odaya geri döndüğünde ise tahmin ettiği gibi babasının sızıp kaldığını gördü. Elindeki fincanı sehpanın üzerine bırakmasının ardından kendi odasına girdi ve yatağına oturdu. Bugün şanslı günündeydi galiba babası erkenden uyuyup kalmıştı başka zaman olsa bu kadar kolay ondan kurtulamaz, Hasan Bey demediğini bırakmazdı kendine. Fakat bugün her zamankinden daha çok içmiş olmalıydı erkenden sızıp kaldığına göre.

Komodinin çekmecesinden bakmaya doyamadığı resmi çıkardığında buruk bir şekilde gülümseyerek arkasına yaşlandı Altay. Oya'nın yüzünü ufak ufak okşarken fotoğrafa bakmaktan kendini alamıyordu. Öylesine güzeldi ki Oya öylesine tatlı... Her şeyi ama her şeyi genç kızın yüzüne bakınca unutuyordu. O minicik ceylan gözleri belki de hayatındaki tek güzel şeydi. Seviyordu, seviyordu işte bu kızı. Alıp böyle içine sokmak her şeyden saklamak istiyordu onu. Oya'ya sımsıkı sarılmak ve hep öyle kalmak.

Ne zamandan beri bu hisleri hissettiğini bilmiyordu delikanlı fakat Oya'yı ilk gördüğü anda içinde daha önce hiç hissetmediği bir şeyler olmuştu. Genç kızı ilk gördüğü günü hatırlıyordu ve nasıl ürkek olduğunu da. Lisenin koridolarında bir oraya bir buraya yürüyüp duruyor, sınıfını bulamıyordu Oya, sonra kendi tesadüf eseri onunla karşılaşıyor, aynı sınıfta olduğunu öğreniyordu ardından da birlikte sınıfa giriyorlardı tabii Oya derse geç kaldığı için biraz çekingen duruyordu fakat çekingenlik yakışıyordu ona. Masumluğuyla, utangaçlığıyla, çekingenliğiyle güzeldi Oya. Ne Feyza gibi fazla ağır başlı ne de Asu gibi uçarı kaçarıydı, bambaşka bir havası vardı. Mini minicik bedeni ile, narinliğiyle kendine özgü bir duruşu ve belki de en çok bu yüzden kapılmıştı Altay ona. Belki de yorgun ruhunu Oya'nın masum yüreğinde dinlendirmek istemişti, istiyordu.

Ah elinde olsa Oya'yı alıp giderdi buralardan Altay. Kurtarırdı sevdiği kızı o zindandan farksız olan hayattan. Tutardı güzel elini, götürürdü uzaklara, çok uzaklara. Kimsenin kendilerini bulamayacağı, rahatsız edemeyeceği kadar uzaklara. Sadece ikisinin olduğu, birlikte huzurla yaşayabilecekleri bir yerlere. Hem kendini hem Oya'yı kurtarırdı o zaman ve çok mutlu olurlardı. Olurlardı ya, kendi hiç üzmezdi ki Oya'yı, hiç ağlatmazdı ki sevdiği kızı onun mutlu olması için çabalar dururdu. Çabalayacaktı da, bu hayallerini gerçekleştirmek için elinden gelen ne varsa yapacaktı Altay. Oya için güçlü olacaktı, eninde sonunda onu da alıp gidecekti. Kendine lazım olan yalnızca biraz zamandı ama o zaman kime ne kadar adil davranır, tartışılırdı.

***
Uykuyu severdi Caner, geç saatlere kadar otursa da bazı zamanlar yastığa başını koydu mu, uyur, kulağının dibinde balon patlatılsa uyanmazdı. O kadar ağır bir uykusu vardı fakat bu gece bir gram olsun uyku girmiyordu gözüne. Salondaki çekyatta uzanırken bir sağına bir soluna dönüyor ancak bir türlü uykuya dalamıyordu. Çocukken pikniğe gidecek ya da bir bayram sabahına uyanacak olmanın heyecanı vardı içinde. Gecenin şu saatine olmasına karşın içi içine sığmıyor, kendini gülmekten alamıyordu. Asu'yla aynı evin çatısı altındaydı şu an, hatta yan odada kendinin yatağında uyuyordu genç kız. Garip bir şekilde de hoşuna gidiyordu bu durum. Onunla aynı evi paylaşmak, yan yana odalarda uyumak, ona sadece birkaç adım mesafe uzaklığında olmak fazlasıyla güzeldi. Galiba seviyordu delikanlı Asuman'ın varlığını, varlığını hissetmek kendini çocukça bir heyecanla dolduruyordu.

Yok uyuyamayacaktı Caner, ne yapsa bir türlü uyku tutmuyordu kendini. Kalkıp bir dolansa iyi olurdu. Örtüyü üzerinden attığında ayaklandı, ilk mutfağa girip su içti ardından ayaklarının yatak odasına doğru yol almasına engel olamadı. Kapıyı açmak kapının kulpunu tuttuğunda yavaşça indirdi kolu ve kapıyı açtı gözleri arabalı yatağında yatan genç kızı bulduğunda saatlerden beri yüzünden silinmeyen gülüşü daha da büyüdü.

Kumral saçları yastığa dağılmıştı, üzerindeki örtü yere düşmüştü ya da atmıştı Asu, bilmiyordu delikanlı ama Asu'nun çokça deli bir şekilde yattığına şu görüntüden sonra emin olmuştu. Ayakları bir yanda, kolları başka bir yanda, başı ise bambaşka bir yandaydı. E zaten onun normal bir şekilde uyumasını da bekleyemezdi Caner. Fakat uyurken bile güzeldi Asu, hatta uysal bir kedi gibi görünüyordu ve kendi burada durup sabaha kadar onu izleyebilirdi. Ancak biliyordu ki, şu an bakması bile yanlıştı, uyuyordu Asu ve kendi onun izni olmadan odaya girmiş, o da yetmiyormuş gibi rızasının dışında uzun uzun bakıyordu. O yüzden kendini toparlayıp bir an önce odadan çıksa iyi olacaktı.

Odadan çıkacakken açık pencereyi fark etti delikanlı. Belki mayıstı ama havalar hâlâ öyle aşırı sıcak değildi üstelik gecenin bir saati hiç değildi. İç geçirerek pencereye doğru adımladı. Pencereyi kapatırken ise kendi kendine söylenmeyi ihmal etmedi.

"Ah be kızım hasta olacaksın sonra senin yüzünden hasta oldum, diye başımın etini yiyeceksin. Hayır bu havada niye pencereyi açıyorsan?"

Caner pencereyi kapatmasının ardından içinden geleni yaparak yerdeki örtüyü alıp genç kızın üzerini örttü. Hem pencereyi açık bırakmış hem de üstündeki örtüyü atmıştı, kesinlikle hasta olmak için çabalıyordu Asu. Bu kadar kedine dikkat etmemesinin başka bir açıklaması olamazdı.

Genç kızın üzerini örterken pamuk kadar beyaz yüzünde gözlerini gezdirmeden edemedi Caner. O kadar güzeldi ki Asu'nun çehresi yıldızların parlaklığı yanında sönük kalır, ay bile kıskanırdı bu güzelliği. Ufacık burnu, al yanakları, kalem kaşları, kapalı olmasına rağmen maviş gözleri... Güzeldi, güzeldi işte. Asu'ya ait olan ne varsa ayrı ayrı güzeldi.

"Caner"

Annesinin sesini duyunca korkuyla doğrulup arkasını döndü delikanlı ve Necla Hanım'ın çatık kaşları ile karşılaştı.

"Anne"

"Ne yapıyorsun burada oğlum?"

"Asu'nun üstü açılmıştı da örttüm bende, üşümesin, dedim."

Genç kızı uyandırmamak için kısık bir sesle konuşuyordu yaşlı kadın yoksa oğlunu bir güzel benzetmişti. Kendi buraya boş yere gelmemişti ya, Asuman kendine emanetti elbette kalkıp üstü açık mı, değil mi diye kontrol edecekti.

"Çık çık ben bakarım Asuman'a."

Annesi kendini kışkışlayarak odadan çıkarırken ofladı Caner. Şimdi ne yapmıştı, alt tarafı Asu'nun üzerini örtmüştü ne vardı bunda?

Oğlunun arkasından bakarken iç geçirdi Necla Hanım. Caner'in ciğerini bilirdi, oğlu abayı yakmıştı bu kıza bunu anlamamak için kör olmak gerekti. Kızacak hali yoktu ya oğluna tam tersi sevinmişti bile, sağlam kızdı Asuman, oğlunu da ancak onun gibi bir kız adam ederdi. Bakışlarını genç kıza çevirdiğinde kendi kendine gülümsedi. Bu kadar yıllık tecrübesine dayanarak biliyordu ki, bu kızda oğluna karşı boş değildi. Deniz misali mavi gözleri her şeyi anlatmaya yetiyordu. Asuman'ı sevmişti sevmesine yaşlı kadın fakat endişesi vardı. Haylazdı oğlu, daldan dala konardı fakat eğer bu kızı üzecek olursa hiç düşünmeden alırdı onu ayağının altına. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu görürdü Caner Bey.

Sabaha burnuna dolan kızarmış ekmek kokusu ile gözlerini açtı genç kız. Sadece ekmek değil başka yemek kokuları da burnuna geliyordu ve kendinin iştahı pek bir açılıyordu ki, normalde sabahları kahvaltı etmeyi pek sevmezdi. Sert bir kahve ile güne başlardı sadece. Kahvaltılıklar genelde süt ve süt ürünleri olduğu için pek arası yoktu kahvaltıyla, kahve yetiyordu kendine. Fakat bu mis kokular iştahını açmıştı.

Burnuna dolan kokularla ayağa kalkıp mutfağa doğru adımladı Asu. Mutfağa girdiğinde ise abartısız sadece kuş sütü eksik olan sofrayla karşılaştı. A'dan Z'ye her şey vardı masada. Necla Hanım fırına attığı ıspanaklı böreği çıkartırken gülümsedi genç kıza.

"Günaydın kızım."

"Günaydın Necla teyze," diyerek saçını kulağının arkasına geçirdi Asu. İtiraf etmesi gerekirse biraz mahcup olmuştu, boş yere zahmet vermişti Necla Hanım'a. "Ama niye bu kadar zahmet ettiniz ki? Ben bir kahve içsem yeterdi."

"Olur mu öyle şey? Bir kahveyle koca gün geçer mi? Kahvaltı zihni açar, insanı dinç tutar hem ne zahmeti kırk yılın başı gelmişsin evimize bir kahvaltı hazırlamışım çok mu? Hem bak sen dün peynir yemiyorum dedin diye ıspanaklı yaptım böreği. Hamuru da kendim açtım, suyla içinde süt yok gönül rahatlığıyla yiyebilirsin. Yeşil zeytin salatası da yaptım, bak içinde salçayla, ekşi var, azıcıkta soğan biraz da zeytinyağı onu da seversin eminim. Hadi elini yüzünü yıka gel de çayımız soğumadan, sofraya oturalım."

Nasıl da kendini düşünerek sofrayı hazırlamıştı ama Necla Hanım, elbette hoşuna gitmişti bu fakat yine de ona zahmet verdiğini düşünüyordu. Keşke hiç ben veganım demeseydi ama Caner rahat durmamıştı ki, dün Necla Hanım neden kendine et köfte yemediğini sorunca Caner, Asu et yemiyor anne, diye ortaya atılmış, o sadece otla besleniyor demişti. Eğer onun evinde olmasa ağzının payını verirdi Asu ama Necla Hanım'ın karşısındayken Caner'e sadece ölümcül bakışlarla bakmakla yetinmişti.

Lavaboya doğru yol almıştı ki genç kız salonun girişinde durdu bir an. Daha doğrusu Caner'in horlaması kendinin durmasına neden oldu. Bir insan nasıl bu kadar yüksek bir sesle horlayabilirdi? Gerçi o kişi Caner ise pek şaşırmamak gerekti. Öyle bir horlama ancak ondan beklenirdi.

Caner'in üzerinde bakışlarını gezdirirken sinsice gülümsedi Asu ve içinden geleni yapmakta çekinmedi. Belki misafirdi ama ufak bir yaramazlıktan kimseye zarar gelmezdi. En azından Caner dışında kimseye. Hızla geri odaya geçtiğinde çantasından tüylü kalemini çıkardı, bir dakika bile tereddüt etmeden de salona doğru yol aldı. Salona girince ise gülmemek için dudaklarını ısırdı. Yavaş adımlarla Caner'e yaklaştı sonra eğilip elindeki tüylü kalemi Caner'in yüzünde gezdirdi. Bunu neden yaptığını bilmiyordu aslında sadece onu uyuz ederek uyandırmak istiyordu. Sonuçta böyle bir fırsat bir daha eline geçmezdi.

Delikanlı yüzünde hissettiği temasla yanağına sineğin konduğunu zannetti ve eliyle olmayan sineği kovmaya çalıştı. Asu bir an kalemi çekti fakat birkaç saniye sonra yine devam etti Caner tekrar yüzünde gezinen her ne ise ondan kurtulmaya çalıştı ancak başarılı olamadı. Hayır, bu sinek falan değildi başka bir şeydi. Uyku başında iyice huysuzlanırken genç kız daha fazla kendini tutamayarak kıkırdadı. Evet kesinikle onunla uğraşmayı seviyordu.

Caner hâlâ yüzündeki temastan kurtulmaya çalışırken en sonunda dengesini kaybederek yere düştü, düşmenin etkisiyle de uyandı, uyandığı gibi de bağırdı.

"Sabah sabah ne oluyor ya?"

Asu halıya oturmuş bir vaziyette kahkaha atarken Caner'in yüz ifadesine güldükçe gülüyordu. Öyle ki, gülmekten omuzları sarsılıyordu.

"Asu"

"Ne?" diye sorabildi genç kız bir an için gülmeye ara verdiğinde.

Öfkeli bakışlarını Asu'da gezdirirken iç geçirdi delikanlı. Sabah sabah ne istiyordu bu kız kendinden? Yerdeki kalemi eline aldığında sinsice gülümsedi. Madem Asu oyun istiyordu pekâlâ kendi de seve seve bu oyuna ayak uydururdu.

Genç kız gülmeye devam ederken Caner ani bir atakla yere yatardı onu, kalkmasına izin vermeden de ellerini hızlıca bağlayarak karnında birleştirdi. Asu daha ne olduğunu anlamamıştı ki çıplak ayak tabanında hissettiği temas ile fazlasıyla huylandı. Caner resmen kalemin tüylerini tabanlarında gezdirerek kendini gıdıklıyordu kendi ise ondan kurtulamıyor yalnızca yerde debeleniyordu. Tabii huylandığı için de kendini gülmekten alamıyordu. Kahkahaları evi inletirken bir yandan da Caner'in adını söyleyerek çığlık atıyordu.

"Caner! Caner dur, bak kötü olacak! Caner!"

Asu'yu duymaksızın devam etti Caner hiçte acımıyordu ona, kendi kaşınmış ve bunu kesinlikle hak etmişti. Genç kız bir an nefes alamayınca durdu delikanlı kendi de nefes nefese kalmıştı aslında. Asu'nun ellerini serbest bıraktığında dağınık dalgalı siyah saçlarını geriye attı. Biraz soluklanmasının ardından Asu'nun yüzüne doğru eğilip mavi gözlerine soğukkanlılıkla baktı. Asu da göğsü hızlı hızlı kalıp inerken nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Caner'in soluğınu yüzünde hissederken intikam planları yapıyordu kafasında. Kendi de Asuman'sa bu işi burada bırakmaz, çok fena alırdı Caner'den intikamını.

"Ateşle oynarsan yanarsın kızım."

Bılunduğu pozisyona inat kuyruğunu dik tutmaya çalışarak alaylı gözlerle baktı genç kız, delikanlıya. "Sen ateş olsan cürüm kadar yer yakarsın Caner."

"Senin aklın başına gelmedi anlaşılan."

"Benim aklım gayet başımda, olmasa bile aklımın başına gelmesi için sana hiç ihtiyacım yok."

Genç kızın okyanus gözlerinde kaybolurken umutsuzca iç geçirdi delikanlı, ne yapacaktı bu kızla hiç bilmiyordu. "Benim var ama," diye mırıldandı bir an ancak Asu ne dediğini anlamadı Caner ise sesli olarak söylediği cümleyi içinden tamamladı. Benim aklımın başına gelmesi için sana ihtiyacım var Asu.

"Ne?" diye sordu genç kız gerçekten onun ne dediğini anlamamıştı, Çatık kaşlarıyla aralarında milim mesafeler olan Caner'e bakarken belki de ilk defa onu bu kadar dikkatli inceliyordu. Belli belirsiz sakalları esmer yüzüne yakışıyordu, koyu yeşil gözleri ise karanlık bir ormanı anımsatıyor gibiydi ve dağınık dalgalı siyah saçları... Nedensiz bir şekilde o saçlarla oynamak istiyordu Asu. Her şey bir yana gerçekten yakışıklıydı Caner, burnundaki kocaman iki sivilcesi bile bu yakışıklılığını gölgede bırakmıyordu.

Asu hâlâ yerde uzanmaya devam ederken Caner ne diyeceğini düşünüyordu ki yardımına yetişen annesi oldu yoksa kendi burada saçmalayıp duracaktı.

"Aaa," dedi yaşlı kadın odaya girdiğinde gördüğü manzara kendini oldukça kızdırmıştı."Ne yapıyorsunuz siz yerde? Mikrop kapacaksınız şimdi. Kalkın bakayım çabuk."

"Necla teyze," dedi Asu korkuyla hızla toparlanıp ayağa kalktı. Yanakları kızarırken suçlu bir çocuk gibi hissediyordu.

"Anne biz şey... Şey şakalaşıyorduk da Asu'yla."

"Şakalaşıyorlarmış, hey Allah'ım! Böyle şaka mı olur yavrum, mikrop kapıp hasta olacaksınız Allah korusun. Neyse hadi hadi elinizi yüzünüzü yıkayın da kahvaltıya gelin çay buz gibi oldu zaten."

Necla Hanım söylene söylene odadan çıkıp tekrar mutfağa döndüğünde Asu ve Caner de daha fazla oyalanmadan sırayla lavaboya geçip ellerini yüzlerini yıkadılar. Tabii Asu bu mevzuyu bu şekilde kapatmış değildi Caner'den çok fena alacaktı intikamını, kararlıydı.

İlerleyen dakikalarda hep birlikte sofraya oturdular sessiz sakin bir kahvaltının ardından da Asu'nun annesiyle babası geldi. Dün ailesini arayıp anlatmıştı durumu genç kız, hatta Necla Hanım bile Ahu Hanım'la konuşmuş, hiç merak etmeyin, kızınız bana emanet demişti. Belki başkası olsa kesinlikle hoş görmezdi kızının bir erkek arkadaşında kalmasını. Teyzesi dururken bir erkeğin evinde kalmasını asla anlayışla karşılamazlardı ancak Ahu Hanım'da, Asaf Bey'de kızlarına güveniyorlardı. Asu uçarıydı, kaçarıydı ama aklı başında bir genç kızdı hem ne olacaktı ki, alt tarafı zor durumda kalınca bir arkadaşının evinde kalmıştı. Caner'in erkek olması durumu değiştirmezdi. Arkadaşlığın cinsiyeti olmazdı çünkü.

Ellili yaşlarının başında kumral, mavi gözlü, güler yüzlü, içten, samimi, sıcak bir kadındı Ahu Hanım. Aynı zamanda kimsesiz çocuklar için kurduğu vakfın başkanıydı. Kardeşi Fulya'nın aksine insanlara konumuna göre değil, insanlığına göre değer verirdi. Hiçbir insana tepeden bakmaz, onları kendinden küçük görmezdi. Varlıklı olması da kendine bu hakkı vermezdi zaten. Sonuçta herkes insandı ve her insan eşitti. Kızını da bu ilkeler doğrultusunda büyütmüş, onu güzel bir insan olarak yetiştirmeye çalışmıştı. Fakat tabii tek çocuk olduğu için Asuman'ı biraz şımarttığını da inkâr edemezdi. Kızı ne isterse yapmamıştı belki ama her şeyin en iyisini kızı için yapmaya çalışmıştı. Bir tanecik kızı vardı en nihayetinde şu dünyada, her şeyin en güzelini ona yapmayacaktı da kime yapacaktı?

Asaf Bey ise karısı, kızı gibi beyaz tenli değildi fakat çok esmer de sayılmazdı, buğday tenli demek doğru olurdu. Saçlarının olmamasına rağmen de ela gözleri ve top sakallıyla yakışıklıydı. Gözlük kullanması bile çekiciliğinden bir şey kaybettirmiyordu. Elli beş yaşını geçmiş olmasına karşın oldukça genç ve dinç duruyordu. Düzenli olarak spor yaptığı için belki de hâlâ atletik bir vücuda sahipti. Bacanağı Ethem ile ortaktı, o yüzden de ailesiyle birlikte Hatay'a gelmişti ya. Lakin ortağı ile iş konusundan başka hiçbir ortak yanı yoktu. Bacanağının aksine kızının sadece varlığına değil, düşüncelerine, fikirlerine, hayallerine de önem verirdi. Asuman kaç yaşına gelirse gelsin kendinin hep küçük, nazlı bebeğiydi ve bu hiç değişmeyecekti. Kızı, kendi için her şeyden ve her şeyden kıymetliydi, onun saçının bir teline kıyamaz, gözünden düşen bir damla yaş için gerekirse dünyayı ateşe verirdi. Belki de kızına hiç kıyamadığı için onu bu kadar şımartmıştı. Karısı bazen abarttığını söylese de kendi duymamıştı Ahu'yu, Asuman ne isterse yapmış, bir dediğini iki etmemişti. Yeter ki gülsündü kendinim güzel bebeği, bir damla yaş düşmesindi o deniz gözlerinden.

"Asuman sizi üzmedi ya," diyerek sordu Ahu Hanım. Necla Hanım'ın ısrarı üzerine bir kahve içmek için kocasıyla birlikte içeri girmişti. Şimdi de kahvesini yudumlarken gözlerini ev sahibinde gezdiriyordu. Yanında kocası otururken çaprazındaki tekli koltukta da kızı var, diğer tekli koltukta ise Caner. Necla Hanım da misafirlerinin karşısında yer almıştı.

"Yok Ahu Hanımcım kızınız hiç üzer mi beni, tam tersi evimize neşe getirdi. Maşallah pırlanta gibi bir evlat yetiştirmişsiniz."

"Yine de size rahatsızlık verdik biz efendim. Kızım keşke teyzenlerde kalsaydın da hiç yormasaydın Necla Hanım'ı," dedi Asaf Bey. Asu ise babasına gereken cevabı vermekten hiç çekinmedi.

"Babacım hiç kusura bakma ama Ethem eniştemin nemrut suratını çekerek geçiremezdim cumartesi gecemi."

Caner genç kızın sözlerine için için gülerken Asu annesiyle babasının ters bakışlarına maruz kalsa da aldırmadı.

"Asuman çok ayıp her ne olursa olsun o senin enişten. Hem Feyza'yla odada oturur ders çalışırdınız pazartesi sınavlarınız başlamıyor mu?"

"Annecim ders çalışmaktan gına geldi anlıyor musun? Ayrıca ben Necla teyzeyi çok sevdim, biraz değişiklik oldu fena mı?"

"Evet efendim," diyerek ortaya atıldı Caner. Dudaklarında yaramaz bir gülüş vardı. "Bizim içinde değişiklik oldu yani iyi anlamda."

Asaf Bey gözlüğünü düzelttiğinde daha dikkatli baktı delikanlıya belki kız babası olduğundan hissetmişti bazı şeyleri. Ahu Hanım kocasının bakışlarını fark ettiğinde boğazını temizleyerek fincanını sehpanın üzerine koydu.

"Biz kalkalım artık Necla Hanım, her şey için çok teşekkür ederiz."

"Ne demek, her zaman gelin buyurun. Asuman'ı da böyle arada gönderin. Hatta Feyza'yla gelsinler. Onu da pek bir severim, hanım hanım bir kızdır. Birkaç defa geldi de bizim buralara oradan tanırım."

"Öyledir," dedi Ahu Hanım buruk bir gülüşle, itiraf etmesi gerekirse bir teyze olarak yeğenine üzülüyordu. Kardeşi kocasının mevkisi uğruna kızını harcıyordu farkında değildi. Fulya ile ne kadar konuşursa konuşsun ona bir türlü laf anlatamamıştı. Kendi bildiğini okuyup durmuştu Fulya. Kardeşini bu saatten sonra değiştiremeyeciğini biliyordu ancak hiç olmazsa yeğenini o hayattan kurtarmak istiyordu. "Pek akıllı bir kızdır Feyza."

"Neyse Ahu biz daha fazla rahatsızlık vermeden kalkalım," dedi Asaf Bey sonra yeniden gözlerini kızına çevirdi. "Hadi Asuman sen de kendi kıyafetlerini giy de gidelim."

Başını sallayarak ayağa kalktı genç kız, bir kez daha Caner'in odasına girdiğinde kenara bıraktığı kıyafetlerini aldı ve hızlı bir şekilde üzerini değişti sonra da çantasından makyaj malzemelerini çıkartıp hafif bir makyaj yaptı. Tabii ayna olmadığı için çantasına ne olur olmaz diye attığı el aynasına bakarak yaptı makyajını. Eşyalarını toparlayıp çantasına koymasının ardından da gözleri üzerinden şimdi çıkardığı Caner'in siyah tişörtünü buldu, dudaklarını dişlerken bir kez daha içinden geçeni yapmaya karar vererek tişörtü çantasına koydu. Bunu neden yaptığını bilmiyordu ancak Caner'e ait bir tişörtün kendinde kalmasını istiyordu. Yaptığı hırsızlık olsa bile. Caner bunu fark ederse ne diyeceğini de bilmiyordu fakat yine de o fark edene kadar bir bahane bulacağına inanıyordu.

Asu ve ailesi daha fazla oyalanmadan gittiklerinde Caner yeniden salona girdi ve yerde duran pembe tüylü kalemi fark etti. Orada kalmıştı o kalem, Asu unutmuştu anlaşılan, kimse de görmemişti o kalemi. Eğilip kalemi eline aldığında kendi kendine güldü delikanlı. Bu kesinlikle basit bir kalem değildi, Asu'nun elinden hiç düşürmediği kalemdi ve belki de bu yüzden değerliydi. Caner ise sebepsiz bir biçimde pembe kalemi sahibine vermeyi düşünmüyordu, kendinde kalsın istiyordu. Öyle de yapacaktı.

Odasına girdiğinde yatağına oturdu Caner, ilk uzun uzun gezdirdi gözlerini kalemde, tüyü ile oynadı, kalemi elinde çevirip çeviri durdu, sabah yaşadığı anları tekrar hatırladı ve yeniden güldü kendi kendine sonra da baş ucundaki çekmeceyi açıp kalemi oraya koydu. Kendi de yatağa sırt üstü uzanıp gözlerini tavana dikti, kollarını başının üzerinde bağlayıp gözlerini kapadı. Gözlerini kapatıp tatlı hayallerde kayboldu. Asu'nun olduğu tatlı hayallerde.

İşte o günden geriye genç kızda kalan tek hatıra öylesine bir tişört, delikanlıda ise sıradan pembe, tüylü bir kalem oldu ve birbirlerinden habersiz ikisi de o hatıraları yıllarca sakladılar. Bazı eşyalar gerçekten sihirliydi, dokununca insanı geçmişe, yıllar öncesine götürürlerdi. Sadece siyah bir tişört ve pembe bir kalemde böyle bir sihir yapmıştı. Tıpkı küçük bir kol düğmesiyle, minicik bir küpenin yaptığı gibi.

Loading...
0%