@petekayla
|
25 Ekim 2018 Erken uyanmaktan daha kötü bir şey varsa o da alarmla uyanmaktı ancak ondan da kötü uyanma bir şeklinin şu an çalan davul, zurna sesiyle var olduğunu tecrübe ediyordu Feyza. Evet, resmen birileri davul, zurna çalıyordu mahallenin ortasında. Sabah sabah insan niye böyle bir şenlik yapardı? Daha saat yediydi, kargalar bile kahvaltısını etmemişti. Ayıptı ya, harbiden insanları sabahın şu saatinde böyle gürültüyle rahatsız etmek ayıptı. Sonuçta bebekler, hastalar, yaşlılar, gece çalışıp sabahları uyumak için evlerine gelenler vardı, azıcık düşünceli olmak bu kadar mı zordu? Bir sağına bir soluna dönerek gürültü yüzünden daha fazla uyuyamayacağını anladı genç kadın. Erken kalkmaya alışkındı fakat böyle gürültülü bir şekilde uyanmak gerçekten sinirlerini bozmuştu. Güzel güzel gördüğü rüyalar davul, zurna sesiyle bölünmüştü, sinirlenmesi de normal olsa gerekti. Öfkeyle üzerindeki örtüyü attığında yataktan kalkıp pencereden ne olup bittiğine baktı Feyza. Lakin görünürde hiçbir şey yoktu ancak buna rağmen davul zurna sesi şiddetle evine kadar ulaşıyordu. Yatağın ucunda duran beyaz sabahlığınıı alıp mavi desenli saten pijamasının üzerine geçirdi. Sonra da lavaboya girerek soğuk suyu yüzüne çarptı. Şimdi biraz olsun hem ayılmış, hem de sinirleri yatışmıştı. Tabii hâlâ insanların düşüncesizliğine kızıyordu. Gerçekten sabahın bu saattinde davul zurna çalmaları, çaldırmaları hoş muydu? Elini yüzünü yıkamasının ardından bu eğlencenin nedenini anlamak için kapının önüne çıktı genç kadın. Çıktığı gibi de Sarp'la karşılaştı, evin kapısını kapatıyordu o da. Onu görür görmez öfkesi yok oluverdi, dudaklarına keyifli bir gülümseme peyda oldu, içinde huzur yer edindi. Her sabah ilk Sarp'ı görmek öyle güzeldi ki, pozitif enerji dolduğunu hissediyordu. "Sarp" "Feyza," diyerek kapıyı kapatıp ona doğru yaklaştı genç adam. Tabii Feyza da kendine doğru bir iki adım atmıştı. Tam ortada buluştuklarında karşısında duran kadın gibi gülümsedi Sarp. Bir aydan daha uzun bir süre geçmişti Feyza buraya geleli ancak yine de her sabah onu görmek hâlâ kendine rüya gibi geliyordu. On yıl sonra hâlâ Feyza'nın gelip tam karşısındaki eve yerleştiğine inanamıyordu bir türlü. "Günaydın." "Günaydın." Bir süre Sarp'ın yüzünde bakışlarını gezdirdi Feyza. Kehribar gözlerini, kemerli burnunu, sağ yağındaki gamzesini, kalın kahve kaşlarını, yapılı dudaklarını, gür sakallarını, genç adama ait olan her bir detayı ezberlemek istercesine baktı. Kumraldı, yakışıklıydı, tatlıydı Sarp ve kendine has bir karizması vardı. Feyza da beğeniyordu işte Sarp'ı. Yaş aldıkça daha da yakışıklı olmuştu sanki genç adam. Duruşu daha bir oturaklı hâle gelmişti. "Şey," dedi Feyza en sonunda kendini toparlayarak. "Sabah sabah ne oluyor? Bu davul zurna sesi..." "Yan sokakta Remziye teyzenin kızının çeyizi var." "Çeyiz mi?" diyerek alık alık baktı Feyza. Bu zamanda hâlâ çeyiz yapan var mıydı? Elbette ki, kızların çeyiz çıkartırken, o eşyaları yeni evlerine yerleştirirken davul zurna çaldırdığını biliyordu ancak böyle âdetlerin hâlâ devam ettiğini bilmiyordu. Kendine de saçma geliyordu. İnsanların yaşam tarzına karışacak değildi ama yine de kendinin tuhafına gidiyordu işte. "Evet, çeyiz. Hani kızlar çeyiz çıkarır sonra o eşyaları arkadaşlarıyla, akrabalarıyla birlikte eve yerleştirir ya..." Sarp'ın ders anlatır gibi çeyiz âdetini anlatmasına güldü genç kadın. Duyan da sanardı ki başka bir evrende yaşıyordu. "Uzayda yaşamıyorum Sarp, elbette ki biliyorum çeyizi. Sadece bana ilginç geliyor o kadar. Yani neden kızlar eşyalarını herkese göstermek isterler, anlamıyorum. Üstelik bu devirde." "Âdet işte," diyerek omuzlarını silkti Sarp. Elleri her zaman ki gibi ceplerindeydi. Feyza'nın yüzünde bakışlarını gezdirirken bir an onun çeyiz çıkardığını hayal etti ya da edemedi. Feyza'yı o şekilde gözünün önünde bile canlandıramıyordu. Davul, zurna sesi hâlâ kulaklarını doldurmaya devam ederken ikili bakışlarını birbirinden çekmiyor ancak tek kelime de konuşmuyorlardı. Ya da ne diyeceklerini bilmiyorlar öylece birbirlerine bakmakla yetiniyorlardı ki, kapının açılıp Zeyno'yla, Cem'in pijamalarla sokağa fırlaması dikkatlerini dağıttı. Eş zamanlı olarak Meryem'in de sesini duydular. "Cem! Zeyno! Kime diyorum ben acaba? Yavrum okula geç kalıyorsunuz!" İki kardeş annelerini duymaksızın koşarak uzaklaştılar oradan. Amaçları damat beyden para koparmaktı. Sonuçta bir yerde düğün dernek varken harçlık almamak olmazdı. E damat bey de kesenin ağzını açmak zorundaydı. Hem ne diyordu babaanneleri, hamama giren terler. "Şimdi nereye gitti bunlar yenge?" "Nereye olacak damattan para koparmaya," diyerek iç geçirdi Meryem. Sonra gözlerini Sarp'a çevirdiğinde o an fark etti Feyza'yı. Yüzüne tatlı bir gülümse yerleştirdiğinde. "Feyza," dedi. Kusura bakma bizimkilere bakayım derken seni görmedim. Günaydın." "Ne kusuru Meryem abla? Günaydın." "Siz gitmiyor musunuz annemle çeyize?" "Yok, annem ne işimiz var, insanlara yük olmaya gerek yok, dedi. E haklı zaten oğlan tarafıyla uğraşıyorlar bir de biz şimdi zahmet vermeyelim. Kısmet olursa kınayla, düğüne gideriz." Meryem'in söyledikleriyle içinin daraldığını hissetti Feyza. Çeyiz, kına, düğün ve daha şimdi aklına gelmeyen çeşitli âdetler... Yok, yok kendi kesinlikle hepsine katlanamazdı. İnsan gelin mi oluyordu yoksa çin işkencesi mi görüyordu belli değildi. İki kişi evlenmek istiyorsa uygun bir ev bulup eşyalarını yavaş yavaş oraya yerleştirir sonra da bir nikâhla evlenir giderlerdi bu kadar tantanaya gerek var mıydı cidden? Türk milleti ne çok abartıyordu evlilik işini. "Feyza sen de gelirsin değil mi düğüne? Hem daha önce Hatay düğününe gitmemişsindir, değişiklik olur sana." "Gelir yenge ya, gelir." Sarp aniden ortaya atıldığında Feyza'nın yüzüne yine gülümseyerek baktı. Onun adına karar verdiğini bilse de pek oralı olmuyordu. Kendi de düğüne gideceğinden Feyza'nın da gelmesini istiyordu. Onunla bir düğüne gitmiş olurdu, fena mıydı? "Bilmem," demekle yetindi genç kadın. Aslında düğünlerden hiç haz etmezdi, sıkılırdı, boğulurdu o gürültü kendini fazlasıyla rahatsız ederdi. Hoş, şimdiye kadar gittiği düğünler hep sosyete insanlarının düğünleriydi. Yemekli, yabancı müzikli, halay yerine bol bol vals yapılan düğünler. Yine de onlarda bile sıkılmıştı ama. Şimdi de davullu, zurnalı, halaylı bir düğün fikri kendini garip bir şekilde korkutuyordu. "O zaman gelsin de bakarız." "Gelirsin gelirsin, birlikte gideriz hatta," dedi Sarp. Feyza ise gülümsemekle yetindi. Hayır, diyerek kırmak istemiyordu onu. "Neyse Sarp sen şunları bir getirsene üstlerini değişsinler okula geç kalıyorlar." Başını sallamakla yetinip yengesinin sözü üzerine yan sokağa doğru yol aldı Sarp. İki bücürle uğraşmak yine kendine düşmüştü. Sarp'ın gidişinin ardından Feyza da geri evine girdi. Kendi de hazırlansa iyi olurdu. Okula geç kalmak istemezdi zira. Meryem de eve geçtiğinde herkesi kahvaltı masasına çağırdı ancak hâlâ Çiçek uyanmamış, uyanmamak için inat ediyordu. Okula geç kalıyordu, farkında mıydı acaba? Meryem, genç kızın odasına girdiğinde örtüyü üzerinden attı. Başka türlü kaldıramazdı yoksa onu. "Bugün kalkmayı düşünüyor musun acaba?" "Yenge ya," diyerek sızlandı Çiçek örtüyü geri üzerine çektiğinde huzursuzca kıpırdandı yatağında. "Beş dakika daha, lütfen." "Beş dakika diye diye saat yedi buçuk oldu. Kahvaltı mı edeceksin yoksa üstünü mü değişeceksin?" Oflayarak gözlerini araladı genç kız, neden okul sabahın sekizinde başlıyordu ki? Ne olurdu yani dokuzdan sonra başlasa? Uyumak herkesin hakkı değil miydi? Üstelik hocalar için de zor olmuyor muydu erkenden uyanmak? Sahi, acaba Feyza da sabah erken uyanmaktan nefret etmiyor muydu? Bunu ona sorsa iyi olurdu, en azından merakından kurtulurdu. Yengesi söylenmeye devam ederken mecbur kendi de yataktan kalktı. Bugün ayrı bir huzursuzdu çünkü dün akşam regl olmuştu ve şu an kim kendine dokunursa patlayacak bir bomba gibiydi. Ayrıca karın ağrısıyla, mide bulantısı da vardı. O yüzden tek kelimeyle kendini berbat hissediyordu Çiçek. Okula gitmeyebilirdi aslında dönem başladığından beri hiç devamsızlık yapmamıştı ancak şimdiden kullanmak istemiyor, daha önemli günlere saklıyordu devamsızlık hakkını. Siyaha çalan koyu lacivert kumaş pantolondan ve uzun kollu beyaz gömlekten oluşan okul formasını giydi genç kız. Gömleğinin kollarını kıvırdı fakat. Sonra da kahve saçlarını tarayıp eliyle düzenlendi. Hafif bir pembe ruj sürerek dudaklarını renklendirdi. Kirpiklerine de rimel çekti. Bu kadarına da bir şey demeseydi artık hocalar, gidip önce o badana yapan kızlara laf söyleselerdi. Hem zaten iki, üç hoca dışında kimsenin umurunda değildi makyaj yapmaları. O hocalar da kendilerince disiplini sağlamaya çalışıyorlardı ama ne fayda. Okulun disiplini temelden bozuktu. Akkaya ailesi hep birlikte kahvaltıya oturduğunda garip bir sessizlik hâkimdi bu defa masada. Fakat kimsenin suratının çiçek pazarı olduğu söylenemezdi. Neticede erken uyanmayı hangi insan severdi ki? Erken uyanmak enerji falan doldurmuyordu tam aksi sinirleri bozuyordu. Sıcacık yatağından kalkıp işe ya da okula gitmek pek güzel değildi. Dizilerde gösterilen o sahnelerde bir yalandan ibaretti. Gerçekler pazartesi sendromu yaşayan insanlardı. Bunun en büyük örneği de Akkaya'lar olabilirdi. "Sarp," diyerek kardeşine seslendi Sedat. Gür kaşları her sabah olduğu gibi bu sabahta çatıktı, üzerinde de her zamankinden fazla bir gerginlik vardı. Sarp'ın bakışları kendine dönünce onunla göz temasını kurmadan çayından bir yudum aldı. Sonra bardağını geri masanın üzerine koydu. "Cuma aldığımız siparişlere bugün başlayacağız. Hafta sonuna kadar istiyor İbrahim abi ancak yetişir." "Yetişir yetişir de..." Dilinin ucuna gelen kelimeleri söylemiyordu Sarp. Bugün başka bir planı vardı ve planını uygulamak için dükkândan biraz erken çıkması lazımdı. Fakat şimdi bunu abisine diyemiyordu. "Senin bir karın ağrım var, belli. Ne oldu hayırdır, niye kıvranıyorsun?" "Yok abi kıvranmak değil de..." Masada hafifçe öne eğilmiş bir şekilde kardeşine bakarken kaşlarını daha da çattı Sedat. "Ne oldu oğlum, söylesene." "Şey ya... Bugün biraz dükkândan erken çıksam olur mu?" "O niye?" "Bir işim var da." "Ne işi?" Bir an Nermin Hanım başını tabağından kaldırıp gözlerini Sarp'a çevirdiğinde bakışlarını üzerinde dikkatlice gezdirdi. Uzun, beyaz geceliği ile masada otururken başını da bağlamıştı yaşlı kadın. Beyazlaşmış saçları siyah yazmasının altından görünürken esmer yanaklarındaki kırışıklıkları da göze batacak cinstendi. Yaşlanmıştı artık, gençliğindeki hâli kalmamıştı, yorulmuştu ve belki de bundandır ki, baş ağrısı dün gece geçmek bilmemişti. Gerçi hâlâ o ağrının geçtiği söylenemezdi hele de gördüğü o kâbustan sonra. "İş işte," diyerek abisini geçiştirmeye çalıştı Sarp. Annesinin bakışlarını üzerinde hissederken gerilmişti sebepsiz. Belki de annesinin aklındakini anlamasından korkmuştu. "Feyza mı o iş?" Diyerek ortaya atıldı Nermin Hanım. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade hâkimken yanılmadığını içten içe biliyordu. "Yok anne, Feyza nereden çıktı şimdi? Benim Caner'le bir işim var." Evet, Caner'i bahane ederek yalan söylemişti Sarp ama ne olacaktı, kim nereden bilecekti bunu? Caner de kendini birkaç saat idare ederdi artık. Belki henüz arkadaşının kafasındaki planlardan haberi yoktu ancak birazdan olurdu. Sedat her ne kadar buna inanmasa da "Bakarız," demekle yetindi. Ardından işe gitmek üzere ayağa kalktı. Fazla bile oyalanmıştı evde. "Önce bir çıkalım da evden." Başını salladı Sarp, abisinin ardından kendi de ayağa kalktı. Odasından cüzdanını almak üzere de merdivenlere doğru adımladı. Sedat askılıktaki ceketini giyerken Çiçek'in kendine seslendiğini duydu. "Abi," diyerek genç adama doğru yaklaştı Çiçek. Çekiniyordu aslında böyle bir şey söylemeye sonuçta on yedi yaşına gelmişti ve hâlâ abisinden pars istemek zoruna gidiyordu. Fakat yapabileceği bir şey yoktu, harçlığı bitmişti, mecbur Sedat'tan biraz para isteyecekti. "Ne oldu?" "Şey... Şey... Bana biraz para verebilir misin? Bende bitti de." Sıkıntıyla başını salladı Sedat. Ne olurdu kardeşi biraz tutumlu olmayı bilse? Daha geçen hafta ona yeteri kadar para vermişti fakat Çiçek Hanım ha vurup harman savurmuştu anlaşılan o parayı. Yine de ters bir şey demeden cebinden cüzdanını çıkartıp içinden elli lira alarak kardeşine uzattı. "Bu hafta başka para yok ona göre. İdareli harca." Elli lirayı nasıl bütün bir hafta boyunca idareli kullanabilirdi ki Çiçek? Gerçi Sedat abisi için bu büyük bir bonkörlüktü o yüzden itiraz etmeden abisinin uzattığı parayı alıp bu kadarına şükretti. "Peki abi." "Sedat Allah aşkına o para ne yetecek kıza?" dedi Meryem. Zeyno'nun ceketini giydiriyordu bir yandan. Cem de ayakkabılarını giymiş kapının önüne çıkmıştı bile. Bugün kendilerini babası okula bırakacağı için heyecanlıydı. O yüzden bu kadar çok acele ediyordu okula gitmek için. "Yeter yeter," diyerek cüzdanı geri cebine koydu Sedat. Eğer böyle yapmazsa kardeşinin asla tutumlu olmayı öğrenemeyeceğini biliyordu. Meryem, kocasına ters bakışlar atsa da genç adam kendine aldırmadı. Ne olurdu Sedat bir kez olsun kardeşinin artık genç kız olduğunun farkına varsa? "Çiçek ceketini odada unutmuşsun," diyerek tekrardan koridora çıktı Sarp. Ceketi de kardeşine uzatıyordu. Çiçek bir an şaşırdı, bu havada ceket giymezdi, Sarp abisi de bunu bilirdi. "Hava sıcak, cekete gerek yok abi." "Var var, gömleğin ince üşürsün. Al sen ceketini." Kırmak istemedi Sarp'ı, genç kız giymeyecek olsa da ceketi abisinin elinden aldı. Ancak Sarp "Üstüne giy ama," dedi. "Sabahları serin, üşütürsün." Şimdi bu kadar ısrar nedendi anlamamıştı Çiçek yine de itiraz etmeden ceketi giydi. Elini bir an cebine attığında bir kağıt parçası hissetti. Kimseye çaktırmadan o kağıt parçasını cebinden çıkardığında şaşırdı, ciddi ciddi cebinde yüz lira vardı. İçin için gülümserken Sarp'a yeniden gözlerini çevirdi. Kesin o koymuştu cebine bu parayı, yüz liranın havadan gelecek hâli yoktu ya. Sarp ayakkabılarını giyip doğruluğunda kardeşinin güzel bakışlarını görünce gülümsedi sonra da göz kırptı ona. Büyümüştü artık Çiçek, genç kız olmuştu ve ona direkt elden para verirse gururunu inciteceğini biliyordu o yüzden aklına böyle bir yöntem gelmişti. Kardeşi mutlu olduğuna göre de doğru bir şey yapmıştı. Galiba iyi bir, genç kız abisi olmayı başarıyordu. Çiçek yaklaşıp Sarp'a sarıldığında "Teşekkür ederim," dedi. Mutluluğu sadece paranın miktarından dolayı değildi, Sarp gibi düşünceli bir abisi olduğu içindi. Elbette ki onun neden parayı kendine vermek yerine cebine koyduğunu biliyordu. "Lafı bile olmaz, sen çok çalış, üniversiteyi kazan o bana yeter." Abisinin boynundan başını çektiğinde gözleriyle onayladı onu. Eğer olur da üniversiteye kazanırsa gitmesi için ilk Sarp'ın uğraşacağına emindi. Fakat kazanabilir miydi, onu bilmiyordu. "İnşallah abi." Kardeşinin yüzünü avuçlarının arasına aldığında yüzünde gezdirdi bakışlarını genç adam. Bugün sanki bir solgundu Çiçek, rahatsız gibiydi. Kahvaltıda da dikkatini çekmişti bu hâli. "Hasta mısın sen? Yüzün solmuş biraz sanki." "Yok... Yok iyiyim sadece midem ağrıyor biraz. Biliyorsun reflü var bende dün çok baharatlı yedim de dokundu galiba." Regl olduğunda her zaman bu yalanı söylerdi genç kız, abilerine. Regl elbette normal bir şeydi fakat yine de abilerinin drurumunu bilmesine gerek yoktu. Başını sallamakla yetindi Sarp ancak Çiçek'in bu yalanını yememiş, neyi olduğunu anlamıştı. Tanıyordu artık bu küçük cadıyı, kardeşinin neye ne tepki vereceğini, hangi durumda nasıl davranacağını iyi biliyordu. Bu yüzden de onun üzerine gitmedi. Fakat eve dönüşte yapacaklarına bir yenisini daha ekledi. Bugün Feyza gerçekten okula geç kalmıştı o yüzden arabasını hızlı kullanıyordu. Ana caddeye çıktığında yeşil ışık yandığı için frene basmadan devam etti ki, karşısına aniden genç bir çocuk çıktı. Yaşının on dört, on beş olduğunu tahmin ediyordu, daha fazla göstermiyordu kesinlikle fakat çocuk o kadar dikkatsizdi ki, karşıdan karşıya geçerken arabalara aldırış etmiyor, trafik lambasına bile bakmıyordu. Son anda durmasa çarpacaktı Feyza ona, neyse ki milim mesafe kala frene basmıştı ama genç çocuk ne kendine çarpacak olan arabayı, ne de çalan kornaları umursuyordu. Hiçbir şey olmamış gibi hızlı hızlı yürüyordu yalnızca. "Sizin aklınız nerede oğlum ya?" diye kendi kendine mırıldandı Feyza. Hayır anlamıyordu bu çocuklar nasıl bu kadar dikkatsiz olmayı başarıyordu? Gerçi suç onlar da değildi, anne babalarındaydı acaba hiç trafik kuralları ile ilgili uyarıyorlar mıydı çocuklarını? Hoş, onlar bile uyuyor muydu acaba o kurallara? Biraz sakinleşip yeniden gaza bastı genç kadın o genç çocuğun kendine ne kadar ihtiyacı olduğunu bilmeden. Kaldırımda aldığı ekmeklerle kafasını kaldırıp kimseye bakmadan ilerliyordu Emre. İstemiyordu insanların kendine acıyan gözlerle bakmalarını, istemiyordu o bakışlar altında bir günahın tohumuymuş gibi hissetmeyi. Babasının oğlu olduğunu hatırlamayı. İstemiyordu işte herkes tarafından bir kez daha dışlandığına şahit olmayı. İstemiyordu annesi hakkında ileri geri konuşanları duymayı. On beş yaşında olmasına rağmen kalın tuğlalar ile ördüğü kalesinde yalnızlığı ile çok mu çok mutluydu kendi. Kimse olmasa da olurdu, yalnızlığı kendine yeterdi bir de bilgisayarındaki sanal dünyası. Kısa boylu, şişman, siyah saçlı fakat beyaz tenli, koyu kahve gözlü biriydi Emre. Yakışıklı sayılmazdı hatta kilosundan ötürü çirkin bir çocuk nitelendirilebilirdi ancak güzel ruhu ölmüş bir çocuktu o. Bu mahallede herkesin dışladığı, arkasından atıp tuttuğu kadının, Leyla Akar'ın oğluydu ve belki de daha anne karnında düştüğünde başlamıştı onun imtihanı. İyi bir insandı aslında annesi, en azından kendi için öyleydi. Kendi için çabalayıp durur, babasının yokluğunu hissettirmemek için uğraşırdı. Emre bunun farkında olsa da içten içe annesinin yardım elini bile tutmak istemezdi. O yalnızlığıyla mutluydu çünkü. Dış dünyadan soyutlandığı, kendine ait bir dünya kurduğu odasında ve şu anda da bir an önce eve varıp yine odasına, her şey kaçıp sığındığı yere gitmek istiyordu. Niye annesi bu sabah ekmek almak için bakkala kendini göndermişti ki? Eve vardığında annesinin kahvaltı hazırladığını gördü Emre. Bunu umursamadan ekmekleri masanın üzerine bırakıp odasına geçti. Bilgisayarın başına oturduğunda özel olarak indirdiği oyunlardan birini açtı. Tüm dikkatiyle de oyunu oynamaya koyuldu. Ta ki annesinin sesini duyana kadar. "Emre!" Duymadı genç çocuk annesini, kahvaltı etmek istemiyordu canı. Ekmeği de annesi istedi diye almıştı. Yoksa kendinin tek lokma yiyecek iştahı bile yoktu. "Emre," diyerek odanın kapısını açtı Leyla. Bakışlarını oğlunun üzerinde gezdirirken gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Ne yapacaktı bu çocukla hiç bilmiyordu. Bir anne olarak o kadar çok yorulmuştu ki aslında. "Kahvaltı hazır diyorum duymuyor musun beni?" Annesine cevap vermedi Emre, her zaman ki takındığı tavırdı bu. Leyla konuşur ama kendi annesini takmazdı. Onu duymazdan gelerek oyun oynamayı sürdürürdü. "Okula geç kalıyorsun." Yine ve yine sessizlik. Cevap vermek şöyle dursun genç çocuk dönüp annesine bile bakmıyordu. Ne olur kendini rahat bıraksa? Böyle mutluydu niye bunu anlamamakta bu kadar ısrar ediyordu? "Emre seninle konuşuyorum, duvarla değil!" "Konuşabilirsin ama ben seni duymuyorum." "Emre," diye bağırdı genç kadın lakin o an çalan kapı daha başka bir şey demesine engel oldu. Sabah sabah kim gelmişti ki? Kapıya vardığında kapıyı açınca karşısında Başak'ı gördü. Onu görünce bir an ne tepki vereceğini bilemedi Leyla. Oğlunun arkadaşıydı, en azından Başak öyle olduğunu iddia ediyordu. Aynı okulda, aynı sınıftalardı ve Emre kendinden ne kadar uzak durursa dursun Başak onunla konuşmayı bir şekilde başarabiliyordu. Hatta belki de bunu başaran tek kişiydi Başak. "Başak" "Merhaba Leyla teyze. Emre hazır mı? Birlikte okula gideriz diye düşündüm de." Sıcak bir gülümseme kondurdu Leyla dudaklarına, Başak'a karşı olumsuz bir duygusu yoktu aslında. Yalnızca Türkan'dan dolayı kızın buraya gelip gitmesini istemiyordu. Çünkü Başak, Türkan'ın kızıydı ve o kadının kendine karşı nasıl bir gözle baktığını, mahallede adını çıkardığını biliyordu. Elbette Başak'ın bunda bir suçu yoktu ancak yine de başında bin tane dert varken bir de Türkan'la uğraşmak istemiyordu işte. "Evde canım ama daha hazır değil. Sen git istersen okula geç kalma." "Olsun beklerim ben," diyerek gülümsedi Başak. Buğday tenli, orta boylu, ela gözlü, gözlüklü, çilli, tatlı bir kızdı. On beş yaşındaydı o da, dokuzuncu sınıfa yeni başlamasının yanında ergenliğe de yeni girmiş sayılırdı. Annesiyle birçok konu da çatışmasının yanında babasıyla hatta abisiyle bile anlaşamazdı. Kendine göre hepsi geri kafalıydı çünkü. Evet maalesef kendinin de geri kafalı bir ailesi vardı. Leyla, kızın inatçı olduğunu bildiğinden onu içeri davet etti. Emre'yi almadan gitmeyeceğini biliyordu. Emre annesinin zoruyla okul için hazırlanarak odasından çıktı ve iki lokma da olsa bir şeyler atıştırdı. Ardından da Başak'la birlikte evden çıkıp otobüs durağına doğru yol aldı. Lise, mahalleden bayağı uzak olduğu için otobüsle gidiyorlardı okula, ikisinin de servisi henüz yoktu. Çocuklar evden çıkınca bankaya gitmek üzere hazırlandı Leyla. Evet, bir bankada memur olarak çalışıyordu. İyi ki işi vardı da en azından para sıkıntısı çekmiyordu. Yoksa hâli kim bilir ne olurdu. Otuz sekiz yaşında, genç olmasına rağmen ruhu yaşlanmış bir kadındı Leyla. Beyaz tenli olarak güzel bir kadındı belki ancak daha şimdiden çökmüştü. Saçları beyazlaşmaya bu yaşında yüz tutmuş, göz altlarında torbalar meydana gelmiş, güzel yüzü solmuştu. O güzel yeşile çalan ela gözlerinin ışıltısı kaybolmuştu. En önemlisi de gücü tükenmişti, oğlu için ayakta kalmaya çalışsa da bir dokunuşta yıkılıp gidecek kadar harabeydi. Henüz yirmi üç yaşındayken bir adamı sevmiş, deli gibi ona âşık olmuştu Leyla ama bilememişti o adamın hayatı kendine zehir edeceğini, bilememişti o adam yüzünden böylesine kahrolup kendini bile tanımayacak hâle geleceğini. Masum bir aşkla severken Rıza'yı nasıl bilebilirdi ki bunların olacağını? Onunla nikâh masasına oturduğunda nereden bilebilirdi ki cehenneme adım attığını? Evet, derken ölüm fermanını imzaladığını? Bilememişti, bilse zaten her şeye o zaman engel olurdu. Evlenmez, kendi hayatı için, daha iyi bir yere gelebilmek için mücadele ederdi. Lakin cahilliğin en büyüğünü yaparak evlenmişti Rıza ile. Anlamamıştı o adamdan koca da, baba da olmayacağını. Keşke anlasaydı, anlasaydı da en azından Emre'ye bu kadar acı çektirmeseydi. Şef garson olarak çalıştığı restoranda, patron kızıyla kendini aldatmıştı Rıza sonra da onun sayesinde dolandırmıştı restoranı ve kendi öğrenir öğrenmez kocasını polise ihbar etmekten hiç çekinmemiş, bizzat kendi elleriyle, Rıza'yı polise vermişti Leyla. Hiçbir zaman da pişman olmamıştı. Tek üzüldüğü nokta, oğlu Emre'nin adına böyle bir leke gelmeseydi. Babası yüzünden hırsızın oğlu olarak evladının adı çıkmıştı. Kendinin çıktığı gibi. Herkes kendine kötü gözle bakarken annesi bile yanında olmamıştı ve belki de en çok canını yakan buydu. İyi halt ettin kocanı içeri attırdın, bak şimdi oğlunla bir başına kaldın da, milletin ağzına laf verdin, iyi oldu sana, hak ettin, demişti Şengül Hanım. Leyla ise sadece alayla gülmüştü. Annesi bile böyle düşünüyorsa el âlem denen unsurun arkalarından atıp tutmasına şaşırmamak gerekirdi. Ki, kendi de şaşırmıyordu artık hiçbir şeye sadece uzak duruyordu insanlardan. Oğlu gibi kendi de soyutlamıştı mahalleden ve ne tuhaftır ki, kimseye selam bile vermediği için, soğuk nevalinin teki olarak yargılanmıştı bu defa insanlar tarafından. Fakat umurunda bile değildi bunlar. İsteyen istediği şekilde konuşsundu, kimseye kendini açıklama niyetinde değildi. Bunu yaparak onlara istediklerini vermeyecekti. Türkan ellerindeki market poşetleriyle eve girdiğinde oğlu Kemal'in hâlâ uyuduğunu gördü. Özel bir sitede geceleri güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu Kemal bu yüzden sabah eve gelince öğlene kadar yatıyordu. Ah, keşke oğlu doğru dürüst bir gündüz işi bulsaydı da bu işkenceyi çekmeseydi ama hepsi o gelini olacak Nazan yüzündendi. Niye oğluna uyup gidip babasından istemişti o kızı? Gözü yükseklerde olan biri oğlunu böyle harcardı işte. Aylar geçmiş olmasına rağmen oğlunun o kızla nişanlanmış olması hâlâ içini sinmiyordu. Keşke oğlu da görseydi de Nazan'ın gerçek yüzünü nişanı bozsaydı ama Kemal bir sevdanın peşine kapılmış gidiyordu. Marketten aldıklarını yerleştirirken kapının çaldığını duydu Türkan. Kapıyı açtığında ise karşısında Şennur'u gördü. Kendinden beş, altı yaş küçük kapalı bir kadındı o da. Aynı zamanda da yan komşusuydu. "Şennur hayrola sabah sabah?" "Ay sorma Türkan abla," diyerek içeri girdi Şennur dedikodu yapmaya geldiği hâlinden belliydi. "İçeri geçelim de anlatayım sana." Şennur'un ne diyeceğini merak ettiğinden onu hemen içerindeki odaya aldı Türkan. Yan yana oturduklarında "Anlat bakayım," dedi. "Ne oldu bitti de sen soluğu burada aldın?" "Ay senin kız yok mu Başak, yine onu o Leyla karısının oğlu Emre'yle görmüşler." "Ne!" diye bağırdı Türkan aniden sonra da kaşlarını çattı. Kızı niye sözünü dinlemiyordu ki? Elli kere demişti Başak'a o çocukla görüşmeyeceksin diye ama kızı kendi bildiğini okuyordu, öyle mi? "Benim Başak'ı, o çocukla mı görmüşler?" "He valla birlikte yolda yürüyorlarmıştı. Ay Türkan abla benden duymuş olma bak bu kız senin başını yakacak. Ben şahidim sen kaç defa o çocukla görüşme dedin ama yok seni dinlemiyor hiç." "Ben sana göster miyiz Başak? Sen böyle ana sözü dinlemiyorsun ya bak bakayım ben seni bundan sonra kapı dışarı çıkarıyor muyum? Beni böyle el âleme rezil ediyorsun ya gününü görürsün sen." "Ne desen ne söylesen haklısın Türkan abla," diyerek arkasına yaslandı Şennur. Başında çiçekli bir yazma vardı ve yazmasının iki ucu boynundan sarkıyordu. O uçları biraz daha çekerek baş örtüsünü düzeltti. Ardından da Türkan'ın eline hafif bir şekilde vurdu. "Zaten şu mahallede bir sen bir de Nermin abla çocuklarınızdan böyle çekiyorsunuz. Onun da kızı bir yandan, küçük oğlu Sarp bir yandan... Çıldırtıyorlar kadıncağızı." "Nermin ablaya ne olmuş?" diye merakla sordu Türkan. Onlar hakkında bilmediği ne vardı? "Ay ne olacak Türkan abla hani bu Sarp liseden bir kodaman kızına tutulmuştu ya, işte o kız öğretmen olup buraya gelmedi mi, sonra taşındı ya Nermin ablagilin tam karşısına." "Ah onu hiç sorma Şennur, Nermin abla dert olmuş zaten. Oğlumun başını yakacak deyip duruyor. Haklı, o kızdan hayır mı gelir hiç?" "Sarp'a ayıp ama yani o kız için anasını böyle üzüyor. Ama ben neyi anlamıyorum biliyor musun Türkan abla? Hayır onca zaman sonra mı geldi bu kızın aklına Sarp? Bu kadar yıl neredeydi? Şimdi birden bire ortaya hop diye çıkması pek hayra alamet değil ben diyeyim." "Allah bilir ya orasını. Ne oldu Sarp böyle aklına düşüverdi kim bilir. Ya kızın babası? Sen hatırlar mısın, bu kızın babası zamanında mahalleyi basmıştı da Nermin ablaya oğlun, kızımdan uzak duracak, diye bağırmıştı. Şimdi nasıl oldu da kızının tekrar Antakya'ya, bu mahalleye gelmesine izin verdi aklım almıyor benim valla." "Hatırlamaz olur muyum Türkan abla? Yüreğimiz ağzınıza gelmişti o zaman. Demiştik hatta bu adam mahalleyi başımıza yıkacak. Allah vere de yine aynı şeyler olmasın." "Sus kız, ağzından yel alsın," diyerek kulağını çekip arkasındaki duvara yumruğunu vurdu Türkan. Hakikaten o zamanlar tüm mahalle o kadar çok korkmuştu ki Ethem Ataman'dan, Feyza'yı ne zaman Sarp'ın yanında görseler ona kötücül bakışlar atmışlar, Sarp'ı kınamışlardı. Mahallenin çocuğuydu çünkü Sarp, burada, bu sokaklarda büyümüştü ama o, hepsinin başına bela olan bir kızı gözlerine soka soka mahalleye getirmeye devam etmişti. Şimdi de o kız hiçbir şey olmamış gibi gelmiş, mahalleden ev tutmuştu. Olacak iş miydi bu hiç? Türkan ve Şennur kahve içip dedikodu yapmaya devam ederken Nazan da geldi. Genç kadının amacı nişanlısını görmekti ki, Kemal hâlâ uyuyordu. Buna rağmen de müstakbel kaynanasına onu uyandırmasını söyledi. Saat kaç olmuştu, bu kadar uyku ona yeterdi. Ayrıca bugün birlikte çarşıya gideceklerdi, düğün yakındı ve evin eksiklerini halletmeleri gerekiyordu. Orta boylu, kıvırcık saçlı, beyaz tenli bir kadındı. Siyah saçları kısacıktı fakat bu kendine yakışıyordu. Gözleri de koyu kahveydi öyle ki, siyaha bile çalıyordu. Güzeldi belki ancak ne yazık ki hayattaki tek ideali dillere destan olacak bir düğün yapmak, en pahalı, en lüks mobilyalar alarak evini düzmek, davullu, zurnalı herkesin ağzını bir karış açık bırakacak çeyiz çıkarmaktı. Aynı zamanda tüm bunları instagramda paylaşarak hava atmakta hedeflerinin arasındaydı. Mutluluğu gösterişte, şatafatta, mobilyalarda, sahte yapmacık instagram paylaşımlarında arıyordu Nazan ve bunların mutlu olmaya yeteceğini sanıyordu. Lise mezunu olmasına karşın bir işte çalışmıyor, koca parası yemenin kendini daha çok tatmin edeceğine inanıyordu. Bir gün yanıldığını anlar mıydı, meçhuldu. "Kemal diyorum ki düğünümüzü Harbiye'de yapalım. Bahçeli restoranlar var ya orada. Onların birinde işte, yemekli olsun. Zaten yazın yapacağız, kır düğünü gibi olur ne dersin?" Kemal daha yeni uyandığı için duyduğu sözleri idrak edemiyordu ki, annesi kendinden önce davrandı. "Harbiye'de düğün öyle mi? Kızım babanın cebinden çıkmıyor ha bu paralar." "Anne," dedi genç adam uyarı dolu bir sesle lakin Türkan kendini duymadı bile. "Hiç bana anne deme oğlum. Duymadın mı, senin nişanlın Harbiye'de düğün istiyormuş." "Evet, istiyorum ne var? Bir kere evleniyoruz sonuçta değil mi aşkım? Şöyle anlı şanlı bir düğünümüz olmasın mı?" diyerek kollarını Kemal'in omuzuna dayadı. Hayran hayran da çocukluğundan beri âşık olduğu o kahve gözlerin içine baktı. "Tövbe tövbe," diyerek sanki yanlış bir şey görmüş gibi başını çevirdi Türkan. Ne edepsiz olmuştu bu kız. "Nazan olsun olsun da şimdi çok masraf gider." "Gitsin," diyerek omuzlarını silkti genç kadın. "Bir daha mı evleneceğiz Kemal? En özel gecemiz şöyle doya doya yaşamayalım mı?" "Yaşamayın efendim. Yaşamayın. Senin o istediğin düğün kaç para tutar haberin var mı?" Sabır dileyerek gözlerini geri kaynanasına çevirdi Nazan. Yaşlı cadı, ne olacaktı, her şeye maydonozdu işte. "Kaç para olursa olsun Kemal'im bana yapar. Demi aşkım?" "Oğlum bir şey desene nişanlına saçma sapan konuşup benim asaplarımı bozuyor yine." Delici gözleriyle karşısında oturan Türkan'a bakarken "Kemal!" dedi Nazan sert bir sesle. "Annene söyler misin sen nişanlının ayağının altına dünyaları bile serersin." "Hadi oradan benim oğlum senin oyuncağın mı?" "Kemal annene bir şey diyecek misin yoksa ben gereken cevabı vereyim mi?" "Bir de sen oğlumu bana karşı mı dolduruyorsun, terbiyesiz!" Kemal içinden eyvah derken gözlerini kapadı. Kavga geliyorum demezdi işte. Böyle pat diye oluverirdi her şey. Nazan hızla ayağa kalktığında nişanlısının tam karşısında durdu. Dolu dolu gözlerle ona bakarken burnunu da çekti. "Annen bana terbiyesiz, diyor. Duyuyor musun Kemal?" "Nazan," diyerek ayağa kalktı genç adam. Gözlerini nişanlısının arkasındaki koltukta oturan annesinde gezdirirken "Anne," dedi. "Allah aşkına yapmayın. Ağzımızın tadı bozulmasın." "Ben ne yapıyorum Kemal? Söylesene ben ne yapıyorum? Bir düğün istedim Harbiye'de, onu mu çok gördün bana?" "Nazan konu o mu şimdi?" "Ya konu ne oğlum?" diyerek Türkan da ayağa kalktı. Çatık kaşlarıyla oğluna bakarken sesi gayet sertti. "Anne bak..." "Hiç bana anne falan deme Kemal! Ben seni bir kızın parmağında oyuncak ol diye doğurmadım!" "Ben de senin oğluna kalmadım!" diyerek kaynanasına döndü Nazan. Buraya kadardı, kendinin de sabrı taşmıştı. "Bir elimi sallasam ellisi be!" "Nazan!" "Bana Nazan falan deme Kemal!" Genç kadın tekrardan nişanlısına döndüğünde geri adım atmamakta kararlıydı. "İlk önce sen annene benimle nasıl konuşması gerektiğini öğret sonra gel bana bağır!" Nazan çantasını alıp giderken Türkan bana bir şeyler oluyor, diyerek koltuğa çöktü. Kemal bir annesine bir kapıdan çıkıp giden nişanlısına bakarken ne yapacağını şaşırmıştı. İki arada bir derede kalmıştı. Oysa ki ne annesine ne Nazan'a ters tek bir laf bile söylememişti fakat yanan yine kendi olmuştu. Ne güzel ama! Nazan kapıdan çıktığında nereye gideceğini iyi biliyordu. Şu mahallede kendini anlayan, dinleyen, dilediği gibi dertleşebileceği tek biri vardı ve kendi de o kişinin evine doğru yol aldı. Beş dakika sonra varmak istediği yere varınca kapıyı hızla çaldı. Tabii bu sırada gözyaşları yanaklarını ıslatıyor, hıçkırıklarını boğazını yakıyordu. En sonunda kapı açıldığında nihayet görmek istediği kişiyi gördü, hiç tereddüt etmeden de onun boynuna atılıp hıçkıra hıçkıra ağladı. "Meryem abla." "Nazan," dedi genç kadın şaşkınlıkla. Kendine sarılan kıza kollarını doladığında kafasında neler olduğu olduğuna dair teoriler kurdu. "Ne oldu sana böyle?" "Ne olacak cadı kaynanam yaptı yine yapacağını." "Türkan abla mı?" "Başka cadı var mı mahallede?" Derin bir nefes aldı Meryem, anlaşılan yine hareketli bir gün kendini bekliyordu. Nazan'ı içeri almasının ardından kahve yapıp getirdi ona. Kahvenin biraz olsun onu yatıştırmasını umuyordu ki, Nazan şu an değil kahve, sakinleştirici alsa bile sinirleri yatışmazdı. Kırgındı, öfkeliydi, üzgündü, sinirliydi, Türkan kendine o kadar laf söylerken Kemal'in ağzına açıp annesine tek bir söz bile söylememesi zoruna gidiyordu. Kendi Kemal'in nişanlısıydı ve seferinde Kemal kendini böyle ezdirmesini kabul edemezdi. "Haksız mıyım Meryem abla? Sen söyle. Çok mu şey istedim? Alt tarafı dedim ki, Harbiye'de yapalım düğünü ama hemen bir laf saymalar, benim oğlum senin oyuncağın mı, demeler. Ya ben bir kere evleniyorum ya! Bir kere! Güzel bir düğün benim de hakkım değil mi? Zaten gelinliği Samandağ'ından alalım, dedim onu bile kabul etmedi Türkan cadısı. Ya benim evlenirken istediğim hiçbir şey olmayacak mı ya? Hayatımda sadece bir kere yaşayacağım en özel gece için çok mu bu kadarı Meryem abla? Millet neler neler yapıyor ama bir ufacık bir şey isteyince hemen laf! Kemal de annesinin ağzının içine bakıyor, o ne derse tamam, diyor. Ben nişanlısı mıyım yoksa dış kapının dış mandalı mı, belli değil!" Gerçekten hep söylenen afakanların kendini bastığını hissetti Meryem. Bu kızdaki çeneye maşallahtı yani. Nasıl bu kadar hızlı konuşabiliyordu, hayretti. Alnına dayadığı ellerini indirdiğinde "Nazan'cım," dedi gülümseye çalışarak. "Önce bir nefes mi alsan?" Bir kez daha hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Nazan. Meryem ona yine peçete uzattığında evde yedek peçetenin olup olmadığını düşündü. Zira Nazan evdeki bütün peçeteleri sömürecek gibiydi. "Nazan," diyerek kadının gözlerinin tekrardan gözlerinin kendine dönmesini sağladı Meryem. Samimi olmaya gayret ederek onun elini tutup şu kadar yıl içinde evliliğinde edindiği tecrübeleri Nazan'la paylaştı. "Elbette sen bir kere evleniyorsun, her şeyin en iyisini, güzelini istemekte en büyük hakkın ama bütün bunlardan önemli olan ne, biliyor musun?" "Ne?" "Sevgi ve saygı. Evliliğin temelini bunlar oluşturur. Evet, Türkan abla bazen lafını, sözünü bilmiyor ama sen, ona uyarak kendi seviyeni düşürme. Sana kendini ezdir demiyorum, asla da demem ancak kendine olan saygın için kendine yakışan şekilde davran. Türkan ablayla arandaki sorunları Kemal'i araya sokarak çözmeye çalışma bunu yaparsan Kemal'i kaybedersin. Sen nasıl ki annenle, Kemal arasında kalmak istemiyorsan Kemal'de seninle, annesi arasında kalmak istemez." "Ama Meryem abla..." "Biz insanları hayvanlardan ayıran en büyük özelliğimiz aklımızın olması. Aklımızı kullanarak kiminle nasıl konuşmamız gerektiğini biliriz. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Kavgayla, gürültüyle hiçbir sorun çözülmez inan bana. Anneler oğullarına daha düşkün olurlar, oğullarını paylaşmak istemezler. Babaların kızlarını paylaşmak istemediği gibi. Bu yüzden evlendikleri zaman oğullarının eşlerine biraz öfkeli olabilirler. Bu doğru bir şey değil kesinlikle ama nesillerdir engellenemeyen bir iç güdü. Türkan abla da bir oğlan annesi, Kemal'i paylaşmak istemiyor o kadar. Ona kendini sevdirmek zorunda değilsin, böyle bir mecburiyetin yok ancak güzel güzel konuşarak, ona derdini anlatarak bazı sorunları belki çözebilirsin. Denemekten bir zarar gelmez. Ne dersin?" Nazan, Meryem'in söylediklerini kafasında düşünürken Meryem biraz olsun onun yumuşadığını görüyordu. Yangına körükle gitmek yerine uzlaşmacı yolu tercih eden bir kadın olmuştu her zaman. Şimdi Nazan'a gaz verip Türkan'a karşı onu doldursa iyi bir şey yapmış olacaktı, hayır. Belki de Nazan kendinden aldığı akılla düşünmeden nişanı bozacak, ömür boyu pişmanlık duyacağı bir şeyi yapacaktı ve bundan sorumlu kendi olacaktı. O zaman ara bozan kişi olmak hoşuna mı gidecekti, asla. Her zaman anlaşmayı sağlayan bir yol vardı, sadece bazen o yolu göstermek gerekirdi. Kendi de şu an o yolu gösterdiğine inanıyordu, doğru bir şey yaptığına inandığı gibi. Kapı çaldığında genç kadın ayağa kalkıp kapıya baktı. Karşısında ise Kemal'i gördü. Yüzünde mahcup bir ifade vardı. Nazan'a karşı kendini suçlu hissettiğini görebiliyordu Meryem. "Hoş geldin Kemal." "Hoş buldum Meryem abla. Şey Nazan burada mı?" Gözleriyle onayladı Meryem, genç adamı ardından geri içerip Nazan'a seslendi. "Kemal kapıda, seni bekliyor." "Meryem abla..." "Hadi Nazan hadi. Çocuk buraya kadar gelmiş şimdi onu göndermen olmaz. Gidin konuşun, ne derdiniz varsa çözün. İncir çekirdeğini doldurmayacak nedenler yüzünden birbirinizi kırmayın evlilik arefesinde." Meryem'in talimatına uyarak ayağa kalkıp kapıya doğru adımladı Nazan. Genç kadın da onu yolcu ederken Kemal'i de elbette ki uyardı. "Bu seferlik bir şey demiyorum ama eğer bir daha Nazan'ı üzersen inan karşında ilk beni bulursun Kemal." "Merak etme Meryem abla," diyerek Nazan'ın elini tuttu genç adam. Nişanlısının kızarmış gözlerine bakarken gülümsedi. "Ben Nazan'ı başımın üstünde taşıyacağım." Kollarını göğsünde birleştirmiş kapıda dururken sessizliğini korudu Meryem. Galiba iyi bir şeyler yapmayı başarmıştı. Onlar uzaklaşırken kapıyı kapatacaktı ki, Nazan'ın sesini duyunca durdu. "Meryem abla!" Genç kadının kendine efendim, der gibi baktığını görünce gülümsedi Nazan. "Teşekkür ederim." Nazan'ı başıyla onaylamakla yetindi Meryem sonra da kapıyı kapatıp sırtını kapıyı yasladı. Gözleri kaynanasının odasını bulduğunda acaba, dedi içinden. Bir gün annesi gibi sevdiği Nermin Hanım'la, Feyza'nın arasındaki buzları eritebilir miydi? Bilmiyordu ama zamanı gelince bunun olması için çabalayacaktı. Hem kendine Feyza'dan daha iyi elti bulacak değildi ya. *** "Sizin güzel hatırınız için beş bin Derya Hanım. Özel yapım, oturumu çok rahattır. Elimizdeki en kaliteli ürünlerden biridir." Sarp kibar bir şekilde müşterilerine ürün tanıtımı yaparken güler yüzlü olmayı ihmal etmiyordu. On yıldan beri satıcı olarak öğrendiği bir şey varsa o da kesinlikle alıcıya karşı tatlı bir dil kullanmaktı. Suratsız davranmanın sadece müşteriyi kaçıracağını tecrübe etmişti artık. Derya krem rengi koltuk takımına pek içine sinmeyen bir şekilde bakarken nişanlısı Cahit fiyatını uygun bulmuş olacak ki tekli koltuğun üzerine oturmuş koltuğun gerçekten rahat olup olmadığını kontrol ediyordu. Fakat kendinin gözü fazlasıyla kaliteli ve şık duran siyahla, bordo kumaşla renklenmiş, zarif koltuk takımında kalmıştı. O koltuk takımının pahalı olduğunu tahmin ediyordu yine de sormak istedi. "Ya bu koltuk takımı ne kadar?" "On numara seçim yaptınız efendim," diyerek aniden atıldı Caner. Biraz laf cambazlığı ile bu koltuk takımını Derya'ya satabilirdi. Biraz pahalıydı belki ama olsun sonuçta insan bir kere evleniyordu değil mi? Her şeyin iyisi de kadının hakkıydı elbette ki. Sarp elini alnına vurduğunda başına ne geleceğini kara kara düşündü. Umuyordu ki, bu çift buradan nişanlı olarak ayrılabilsin. Caner'in kaş yapayım derken göz çıkardığı çoktu çünkü. Mobilya satmaya çalışırken insanların kavga etmesine sebep olduğunu defalarca kez kendi gözleriyle görmüştü. Ah abisi keşke iş çıkışı gitseydi malzeme almaya da o ilgilenseydi müşterilerle. Bu konuda ikisinden de tecrübe sahibi olduğu bir gerçekti nihayetinde. Çekyatı biraz öne çekerek malın ne kadar sağlam olduğunu kanıtlamaya çalışarak defalarca çekyatı açıp kapadı Caner. "Bakın o kadar kaliteli ki, bu şekilde defalarca kapatıp açın hiçbir şey olmaz. Altı da sandıklı, istediğiniz kadar eşya koyabilirsiniz içine. O kullanmaya kıyamadığınız çeyiz bardaklarınızı, tabaklarınızı ya da dolabınıza sığmayan kıyafetlerinizi veya yorganlarınızı, yastıklarınızı aklınıza ne gelirse efendim. Bu kadarla da bitmedi ama. Şu ayakları görüyorsunuz değil mi? İşte siz evi silerken koltuk itme çekme derdi de olmaz. Geçirin paspası altına tüm kir, toz süpürün gitsin. Bel ağrısına, fıtığına artık son. Siz alın bu takımı alın Derya Hanım bir ömür eşinizle birlikte mutlu mutlu yaşayın." Genç kadın hayran hayran Caner'in anlattıklarını dinlerken Cihat çatık kaşlarla bakıyordu ona. Bu kadar övmüştü iyi güzel ama kim bilir parası ne kadardı? "Ne kadar peki? Sen önce onu söyle." "Güzel abicim her şey para değil hallederiz elbet. Önce sen," diyerek Cihat'ı koltuğa oturttu Caner. Rahat bir şekilde yayılmasını da sağladı. "Otur şöyle bir rahatına bak. Ayaklarını da şöyle uzat hah bak ne kadar güzel oldu. Şimdi bir düşün yorgun argın işten gelmişsin oturuyorsun böyle, ayaklarını uzatıyorsun. Alıyorsun eline televizyon kumandasını açıyorsun bir maç, yengem de bir güzel çay demliyor mis gibi hayat. Daha ne?" Gerçekten o an huzuru hissetti Cihat ancak bu birkaç saniye sürdü çünkü Derya, Caner'in anlattığı hayale itiraz etti. "Bir dakika bir dakika niye maç? Dizilerim var benim. Onları izlemesem hayatta olmaz." Sarp olası bir kavgayı engellemek için bir şey diyecekti ki, Caner kendinden önce davranıp Derya'ya yaklaştı. Lafı nasıl çevireceğini iyi biliyordu. "Yengecim önce Cihat abi alsın koltuk takımını sonra sen yine izlersin dizini." Derya ikna olmuş bir şekilde başını sallayınca nişanlısının yanına oturdu. Sarp ise arkadaşının yanına yaklaşıp küçük bir uyarıda bulundu. "Ateşle oynuyorsun farkında değilsin." "Kardeşim sen rahat ol. Bana bırak," diyerek Sarp'ın omuzuna vurdu Caner. Sonra dudaklarına muzip bir gülüş yerleştirerek tekrar genç çiftin karşısında yerini aldı. Aynı zamanda onların tartışmasına dikkat kesildi. "Evet aşkım sen böyle rahat rahat oturup maçını izlersin. Ben de sana çay demlerim, meyve soyarım. Ne diyorsun alalım mı bu koltuk takımını?" Cihat gözlerini geri Caner'e çevirdiğinde bu kez koltuk takımının fiyatını öğrenmekte kararlıydı. "Fiyatı ne kadar fiyatı? Onu da bir söyle sen." Tatlı gülüşünden ödün vermedi Caner. Gayette makul bir fiyatmış gibi koltuk takımının ederini tatlı tatlı söyledi. "On bin." "Ne! "Ama sizin güzel hatırınız için dokuz bin." Cihat sanki ateşe değmiş gibi hızla kalktı koltuktan. Kaşlarını çattığında sert bakışlarla baktı karşısındaki adama. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" "Yok abicim esteğfurullah..." "Yürü Derya gidelim yoksa elimden bir kaza çıkacak." "Ama aşkım..." diye sızlanmayı sürdürdü genç kadın ancak nişanlısı kendine sert gözlerle bakarken mecbur onun peşinden adımladı. İkisi dükkânın çıkışına doğru ilerlerken hâlâ Caner'in sesini duyuyorlardı. "Abicim tamam sekiz bin beş yüz olsun!" Genç çift dükkândan çıkıp giderken Sarp gülerek arkadaşının yanına yaklaşıp omuzuna vurdu. "Caner satış işlerine müdahale etme kardeşim." "Ya ben ne yaptım şimdi? Sedat abi demedi mi, bu koltuk takımını on binden aşağı vermeyin, diye? Ona rağmen ben bin beş yüz lira indirim yaptım ama yine kabak benim başıma patladı arkadaş! O kadar da maç dedim, çay dedim ama yok. İnsanlar iyice cimri olmuşlar." "Neyse neyse sen onu bırakta bugün beni iki üç saat idare edeceksin." "Hayırdır ne için?" "Feyza," dedi Sarp gülümseyerek. Şu dünyada hiçbir şey saklamayacağı biri varsa o da Caner'di. Aralarında kan bağı olmasa da kardeşiydi Caner ve her şeyi bir tek onunla paylaşırdı. "Feyza'yı Harbiye'ye götüreceğim. Tabii gelirse. Daha söylemedim, haberi yok." "Oğlum Harbiye'de ne yapacaksınız? Ben anlamıyorum ne var orada bu kadar? Herkes oranın âşığı. Gidin bir deniz kenarına. Deniz havası alın, içiniz açılsın. Hem en iyi romantik anlar deniz kenarında yaşanır, benden söylemesi." "Ne romantizmi Caner?" derken koltukları geri yerine yerleştiriyordu genç adam. "Biz sadece arkadaşız." "Ne?" diyerek güldü Caner. Sarp gitsin annesine söylesindi bu yalanları. "Arkadaşsınız öyle mi?" "Evet," dedi Sarp normal bir tavırla. Sonra da koltuğa oturup iki dakika kendine dinlenme süresi tanıdı. "Arkadaşız tabii. Ne oldu tuhaf mı geldi?" "Tabii tabii arkadaşınız. Feyza'yı da on yıl boyunca bekleyen bendim zaten." "Caner" "Ne Caner?" diyerek Sarp'ın karşısındaki koltuğa oturdu genç adam. Ciddi bir tavır takınarak öne eğilip dirseklerini dizlerine dayadı, ellerini kavuşturdu. "Lisede sizi konuşmayan yoktu oğlum. Onu bırak sen bunca zaman beklemedin mi bu kızı? Dönüp tek bir kadına bile bakmadın. Yok muydu senden hoşlanan, vardı. Mahallenin tüm kızlarının sana dibi düşüyordu. Sen bir yürüyordun sokakta bütün kızların ağzı açık kalıyordu ama sen birine bile yüz vermedin. Niye, Feyza için. Yalan mı? Söyle Sarp yalan mı?" "Onun Feyza'yla ilgisi yoktu." "Ya neyle ilgisi vardı?" Bir an ne diyeceğini bilemedi Sarp, belki Caner doğru söylüyordu fakat nedense bunu itiraf etmek istemiyordu. "Bir şeyle ilgisi yoktu. Sadece öyle gerekiyordu." "Öyle gerekiyordu, böyle gerekiyordu. Bahane bulamıyorum demiyorsun da." "Caner" "Ney Caner? Ney? Abi sen Feyza'ya kör kütük âşıktın, hâlâ da öylesin. Onca zaman sonra geldi diye sevinçten dört köşe oldun. Şimdi niye kaçıyorsun, bunu anlamıyorum." "Kaçtığım falan yok kardeşim. Bak buradayım. Hadi şimdi gevezeliği bırakta işimize gücümüze bakalım." Sarp ayağa kalkıp imalathaneye doğru yol almıştı ki, Caner arkasından bakarken başını eğip iki yana salladı. Sonra kendi de ayağa kalktı. Aniden de içinden geçenlerin dilinden dökülmesine izin verdi. "Ben çok pişmanım biliyor musun?" Geri ona doğru döndüğünde anlamaz bakışlarla baktı Sarp. Şimdi ne demek istemişti Caner? "Evet, ben çok pişmanım abi. Asu'yu kaybettiğim için eşekler kadar pişmanım. O uçağı durduramadığım, Altay kadar cesur olup sevdiğim kızın kolundan tutup gitmesini engelleyemediğim için çok pişmanım. Asu bir daha dönmeyecek. Asla dönmeyecek. Ben bir daha onu hiç göremeyeceğim. Bir daha ona hiç sarılamayacağım, dokunamayacağım. Böyle bir şansım olmayacak. Hak ettim mi, ettim, Asu gitmekte haklı mıydı, haklıydı ama Feyza değildi. O sadece mecburdu. Kızı suçlamıyorum yanlış anlama. Şartlar öyle gerektirdi, biliyorum. Fakat şimdi geri döndü Feyza ve sizin bir şansınız var. İşte o şansın kıymetini iyi bil kardeşim. Yoksa bir gün gerçekten çok geç olabilir, sen de ne kadar pişman olursan ol, fayda etmez." Bazen insan içinde kendinden bile sakladıklarını hiç beklenmedik bir zamanda itiraf ederdi. Bazı yaraların izi kaç zaman geçerse geçsin geçmezdi çünkü ve o yara izini hiç ummadık ufacık bir şey tetikleyebilirdi. Caner'in yarasını da Feyza'nın dönüşü yeniden açmıştı. Daha doğrusu genç adam yarasının hiç geçmediğini, kabuk bağlamadığını geçte olsa şimdi fark etmişti. Galiba sadece o yarayı kaşımamıştı ancak kaşıyan bir şeyler olmuştu işte. Kaşınınca da hatırlamıştı Caner o yaranın varlığını ama ne fayda, dediği gibi son pişmanlık bir işe yaramıyordu. Giden gitmişti, bir daha hiç geri gelmemek üzere. Kendi de hiç kapanmayacak olan bu yarayla yaşamak zorunda olduğunu biliyordu. En acısı ise yaranın tam kalbinde olmasıydı. Sözlerinin ardından yarım kalan işleri bitirmek için içeri girdi Caner. Sarp hâlâ olduğu yerde dururken gözlerini kapatıp arkadaşının söylediklerini düşündü. Haklıydı. Caner gerçekten haklıydı. Bir gün her şey geç olabilir ve hayatın kendine sunduğu bu şansı hakikaten kaybedebilirdi. Bunu yaşamamak için de hızlıca telefonuna sarıldı. Kaybetmeyecekti. Bu defa ne olursa olsun Feyza'yı kaybetmeyecekti. Telefonu kulağına dayadığında Feyza'nın derste olmamasını umdu Sarp. Onu ders anlatırken rahatsız etmek istemezdi. Telefon birkaç çalıştan sonra açıldığında adını en güzel söyleyen kadının sesini duydu. "Sarp" "Feyza aradım ama umarım derste değilsindir." "Yok, yok merak etme derste değilim. Yani şey teneffüs zili yeni çaldı. Hem zaten derste olsam açmazdım. Dersi bölmesin diye sessize alıyorum da telefonu. Neyse sen ne diyecektin?" "Şey diyecektim ben ya," diyerek alnını kaşıdı Sarp. Feyza'yla konuşunca hep böyle davranıyordu nedense. "Eğer okuldan sonra bir işin yoksa birlikte Harbiye'ye gidelim mi? Özlemişsindir, diye düşündüm. Hani şelaleler, Defne ağacı falan var ya, yeniden görmek istersin belki?" "Bilmem ki... Yani boşum aslında bir işim yok. Olabilir tabii." "Tamam o zaman dersin bitince seni almaya gelirim. Olur mu?" "O-Olur, olur da, kapının önüne gelme. Buradaki olayları biliyorsun. Fatih Cadde'sine gelince bana haber ver, ben oraya gelirim." "Peki," demekle yetindi Sarp. Feyza'nın bahsettiği olay, kızların okul çıkışı saatinde okulun etrafını erkeklerin doldurmasıydı ve Feyza haklı olarak o şekilde bir örnek olmak istemiyordu öğrencilerine. Aynı zamanda okuldaki hocalar tarafından yanlış anlaşılmakta istemiyordu. Her ne kadar gerçekten aralarında bir şey olmasa da insanlar laf söz çıkarmayı pek bir seviyordu. "Kaç gibi geleyim?" "Bugün okulda işim uzun. Çıkış saatinde gelebilir misin?" "Elbette." "O zaman görüşürüz." "Görüşürüz." Telefonlar kapandığında Sarp şapşal telefona bakmaya devam ediyordu ki aniden Caner'in sesini duydu. "Kağıt kebabı." "Ne?" Caner kasanın çekmesinde duran tamirat malzemelerini almasının ardından Sarp'a çarpık bir gülüşle baktı. "Feyza'ya diyorum kağıt kebabı yedir. Harbiye'de güzel yaparlar." Güldü Sarp, arkadaşının gerçekten aklı fikri yemekteydi. "Öneri için teşekkür ederim kardeşim." "Rica ederim," diyerek omuzlarını kaldırıp indirdi genç adam. Sarp arkasını dönüp içeri girerken aklına yeni gelen fikirleri de söylemeyi ihmal etmedi. "Kaşarlı tavukta olabilir ama o da güzeldir. Ha tereyağlı hummus söylemeyi de unutma. Tarator da güzel gider yanına. Bir de süzme yoğurt söylersen Feyza'nın midesi bayram eder. Acı yese cevizli biber de derdim ama yemiyor ne yapalım. Yine de kıymayla köfte fena olmaz. Sen bir de oruk getirt masaya tam olsun. Onu gerçekten özlemiştir kız." Sarp, ona son kez gülerek baktığında yarım kalan işleri tamamlamak üzere içeri girdi. Caner ise arkadaşının mutluluğuyla yetiniyordu o an. En azından Sarp mutluydu ve mutluluk paylaştıkça güzeldi, değil mi? |
0% |