@petekayla
|
Yıllarca yaşıyordu insan dünyada fakat elbet geliyordu hayatın sonu. Ecel ansızın bilinmez bir diyara götürüyor, sevdiklerinden koparıyordu insanı. Geriye de yalnızca ölümsüz hatıralar kalıyordu. Evet, ölmüyordu hatıralar belki zamanla unutuluyordu lakin silinip yok olmuyor, nesiller boyunca anlatılmaya devam ediliyordu. Eski günler derlerdi ya hani, işte onlar da birer hatıraydı aslında. Geçmişte kalan ancak eskimeyen anılar.
Asuman, Caner'le Necla Hanım'ın mezarının başında dua ederken kendini o kadar tuhaf hissediyordu ki. Eski günler gözlerinin önünden film şeridi gibi geçerken bir yandan da yaşlı kadının ölümünü sorguluyordu.
Gerçekten ölmüş müydü o pamuk elli güzel kadın? Gerçekten şimdi bu mezarda yatan o muydu? Caner'in annesi mi? Nasıl buna inansındı? Ellerinden yemekler yediği, o tombik yanaklarını öptüğü, şefkatli kollarında ağladığı kadının ölümünü nasıl kabul etsindi? Yok, inanamıyordu buna Asu, Necla Hanım evindeydi, bu mezarda değil. Yine Caner'in kulağını çektiğine, ona terlikler fırlattığına şahit olmalıydı o evi gidince. Yokluğu değil, bizzat Necla Hanım karşılamalıydı kendini. Yine kollarını açmalı, kendini bağrına basıp sımsıkı kucaklamalıydı. Hoş geldin kızım demeliydi o güzel sesiyle. Öyle olmalıydı. Evet, kesinlikle öyle olmalıydı. Burada mezarın başında Necla Hanım'ın ruhuna Fatiha okumak yerine, onunla kucaklaşmalıydı şimdi. Ölüm kendinden önce gelipte almış olamazdı Necla Hanım'ı.
Bu zamana kadar ailesinden ya da çevresinden birini kaybetmemişti genç kadın. Elbette ki birilerinin ölüm haberini almıştı ancak yakınındaki bir kişinin öldüğüne şahit olmamıştı ve şimdi Necla Hanım ilkti. İlk kez, sarıldığı, öptüğü, sevdiği birinin mezarına geliyordu. Hem şaşkındı hem hüzün dolu. O içten, sevgi dolu kadın gerçekten şimdi bu kara toprağın altında mı yatıyordu? Sahiden kendi, Necla Hanım'ın ruhuna Fatiha mı okuyordu?
Başındaki siyah baş örtüsüyle, elleri açık bir şekilde belli belirsiz dudaklarını oynatırken yaşadığı ana inanamıyordu Asu. Gerçekten Caner'in ölen annesi için dua okuyordu tam şu an. Kabullenmek, inanmak zordu ama gerçek değişmiyordu. Ölüm vardı ve herkesin başına geliyordu, bunu da yaşayarak tecrübe ediyordu.
Ölüme alışılır mıydı? Ya da insan annesinin ölümüne alışabilir miydi? Bilmiyordu Caner, beş yıl geçmesine rağmen alışabilmiş miydi, bilmiyordu. Hâlâ eve gidince, annesi mutfaktan çıkıp kendine hoş geldin diyecekmiş gibi, o yemek kokuları evin dört bir yanını saracakmış gibi, hatalar yaptığında annesi kendine terlikler fırlatacakmış gibi, geceleri uyumayıp uykusuz kaldığı için kendine kızacakmış gibi, sabahları zorla kendini ekmek aldırmaya gönderecekmiş gibi ve her sabah uyandığında annesini yanında bulacakmış gibi geliyordu. Evet, yıllar geçmişti lakin bu mış'lar hiç geçmemişti ve geçmiyordu.
Dışarıdan serserinin teki gibi göründüğünü biliyordu Caner. Kabul ediyordu belki biraz gerçekten öyleydi ancak kimseler bilmiyordu ki gözyaşlarını kahkahalarının arkasına gizlediğini, kimseler bilmiyordu ki acılarından kaçmak için zibidi gibi dolanıp durduğunu. Acıyı anlamayacak olana yarayı göstermenin bir faydası yoktu ve insanlar acıyı anlamaz, yalnızca boş tesellilerle avutmaya çalışırlardı. Hiç kendini üzme, Takdiri ilahi, hepimizin gideceği yer orası, annen çok sıkıntı çekti ama şimdi rahat etti, ağlama, geçecek, yapacak bir şey yok, elden bir şey gelmiyor, zaman her şeyin ilacı ve daha nice aynı sözler... Usanmıştı, bıkmıştı herkesten aynı lafları duymaktan bu yüzden de anlatmamıştı kimseye acısını, göstermemişti yarasını. Gülmüştü, kahkaha atmıştı, hayatı amaçsızca yaşamış, feneri her gece başka yerde söndürmüştü, serseri mayın gibi dolanıp durmuştu yıllarca. Tamam kabul ediyordu, annesini hayatta iken de pek uslu bir çocuk değildi fakat henüz daha beş yaşındayken babasız kalan bir çocuktu. Babasının terk edip gittiği bir çocuk.
Bir insan ne zaman büyürdü? Yasalara göre on sekiz yaşına girince mi yoksa ailesini kaybedince mi? Bunu da bilememişti Caner, hep çocuk kalsa da aslında babasının gidişiyle büyümüştü. Belki beş yaşında öğrenmişti acıya ağlamak yerine gülmeyi. O zamanları az çok hatırlıyordu da, annesi ağlamasın, diye kendi gülmüştü. Annesinin yüzünü güldürmek için türlü şaklabanlıklar yapmış, babasının annesinde açtığı yaraları küçücük yaşında kendi sarmaya çalışmıştı. Biliyordu ki, kendi mutlu olursa annesi de mutlu olurdu ve annesi için hep gülmüş, gözyaşlarını içine akıtmıştı. Hem aslında annesi gülünce kendi de mutlu olmuştu. Zira annesi bir melekti ve meleklere hep gülmek yakışırdı.
Duasını bitirmesinin ardından yere çöktü genç adam, gözyaşlarını aldırış etmeyerek titreyen elini kuru toprakta gezdirdi. "Anne," dedi hüzün dolu sesi ile. Annesine sarılmayı isterken bu kara toprağa dokunmak ne acıydı. Yetmezdi ki kelimeler bu acıyı anlatmaya, yetmezdi ki gözyaşları sel olup taşsa bile içindeki yangını söndürmeye. Annesiz kalmak, tarif edilemezdi ki. Mesela annesi öldükten sonra kimse saçlarını okşamamıştı veya kendi kimsenin dizine kıvrılıp uyuyamamıştı. Annesinden başka kimse üstünü örtmemişti, üşüyor diye pencereyi kapatmamıştı ve en önemlisi her şeyden kaçıp annesine sığınmayı istediği zamanlarda annesini yanında bulamamıştı.
Ölenlerin boşluğunu doldurmaya çalışanlar nafile çabalardı çünkü; Kimse kimse yerini alamazdı, kimse kimsenin boşluğunu dolduramazdı, belki yaralar zamanla kapanırdı lakin izleri asla geçmezdi. O yara orada kalırdı, kalpte, kalbin en derininde, kimsenin de gücü yetmezdi iyileştirmeye ve aslında insan sevdiklerinden hatıra kalan yaraları da severdi. Zira yaralar sayesinde sevdiklerini unutmaz, daima hatırladı. Yaralar olmazsa hatıralar da olamazdı belki de. Belki de yaralardı, hatıraları böyle canlı tutan.
"Ben geldim ama bu sefer yalnız değilim. Sana... Sana Asu'yu getirdim. Biliyorum çok beklettik seni fakat yeni döndü Asu, döner dönmez de seni görmek istedi. Biliyor musun, beni senin yanına göndermek niyetinde Asu. Olsun, bana hava hoş, ne de olsa sonunda sana kavuşmak var. Hatta, diyorum ki keşke elini biraz çabuk tutsa da bir an önce senin yanına gelsem, bak yemin ederim sırf bu yüzden ona minnettar olurum. Hem de ebediyen."
"Kadının mezarında saçma saçma konuşma istersen," diyerek araya girdi Asu. Yanaklarını ıslatan gözyaşlarına ağlamaklı sesi eşlik ediyordu. Zaten yeterince canı yanıyordu bir de Caner sinirlerini iyice bozuyordu. Öyle ki şu an ona elinin tersiyle çarpmak istiyordu.
Omzunun üzerinde ayakta dikilmeye devam eden kadına baktı Caner. Dudaklarında hüzünle alay karışımı bir gülüş vardı. Gözleri nemli, yanakları ıslaktı, arada bir burnunu çekmesi ağlamamak için verdiği çabayı kanıtlıyordu.
"Yalan mı, beni bir kaşık suda boğmak niyetinde değil misin?"
"Daha çok elimin tersiyle çarpmak niyetindeyim."
"Ha bana kıyamıyorsun yani."
"Biraz daha saçmalarsan öyle bir kıyacağım ki," diyerek yere çöktü Asu. Ters bakışlarını Caner'den çekip musalla taşına diktiğinde burnunu çekti. Necla Zorlu yazıyordu orada, ne garip, ne acıydı bu ismi mezar taşında görmek. Canı daha çok yanıyor, pişmanlığı kat be kat artıyordu. Bu kadar geç kaldığı için, bir kez bile Necla teyzesini arayıp sormadığı için, Caner'e olan kininden onu da unuttuğu için öyle çok pişmandı ki. İçinden bir sürü keşke geçerken keşkelerin ne denli faydasız olduğunu anlıyordu.
Elini korka korka toprağa uzattığında bir damla gözyaşı yanağını ıslattı. Konuşmak için dudaklarını araladı lakin konuşamadı, boğazı düğümlendi, dili lal oldu. Sessizdi aslında en şiddetli acılar, insanın boğazına keskin bir bıçak gibi dayanır, nefesini keser, çığlıklarını sustururdu. Hıçkıramazdı bile insan, hüngür hüngür ağlamak isterken sessizliğinde boğulurdu. Tıpkı Asu'nun boğulduğu gibi.
"Necla teyze," diyebildi genç kadın titrek sesiyle. Eli toprakla buluştuğunda gözlerini kapatıp boğazını yakan ufak bir hıçkırığı serbest bırakmayı başardı.
"Özür dilerim... Bu kadar geç kaldığım için çok özür dilerim. Hayal kırıklığına uğrattım seni, biliyorum. Her ne olursa olsun kapım sana açık, demiştin. İstediğim zaman seni arayabileceğimi, bir telefon kadar uzağımda olduğunu söylemiştin ama ben... Ben bilemedim Necla teyze..."
Gözyaşları hızlanırken birkaç defa daha hıçkırdı genç kadın. Konuşmak, Necla Hanım'a içini dökmek isterken kelimeler boğazında düğümleniyor, koca bir yumru gibi oraya oturuyordu. Gerek özlem gerek acı ya da eski günlerin buruk hatırası... Mezarın başına gelince öyle çeşitli duygular yaşıyordu ki insan, ne hissettiğini bile bilemiyordu. Özlem mi daha çok yakıyordu yoksa kaçırılmış zamanların hüznü mü? Bilmiyordu, şu an neden böyle acı çektiğini, hıçkıra hıçkıra ağlamak istediğini bilmiyordu. Fakat bir şeyi daha öğreniyordu, ölüm insanı alıp götürmekle birlikte geride kalanların omuzlarına büyük hesaplaşmalar bırakıyordu. Bunun doğru tarifi, vicdan azabıydı galiba. Evet vicdan azabı. Belki de insanı böyle acıya boğan en çokta vicdan azabıydı ve o azap tüm duyguların en şiddetlisiydi.
"Yeniden seni görmeyi o kadar çok isterdim ki, yeniden pamuk ellerini öpmeyi, sana sarılmayı ve senin yemeklerini yemeyi... Neden böyle yaptım, neden seni bir kez olsun aramadım bilmiyorum ama... Ama şimdi bunun için o kadar pişmanım ki... Biliyorum faydasız yine de... Yine de pişmanım işte..."
Konuşmaya devam ederken elini tutan eli hissetti Asuman, bakışları Caner'le birleşen ellerini bulduğunda nemli gözlerini yanındaki adama çevirip kaşlarını çattı. Elini çekebilirdi aslında fakat yapmadı çünkü Caner'in yeşil gözlerinde saklı o küçük çocuğu gördü. Yaralı, acılı, o küçük çocuğu...
"Annem sana kırgın gitmedi."
"Caner..."
"Pişmanlık," dedi genç adam ardından elini uzatıp Asu'nun yüzündeki bir damla gözyaşını sildi. Gözlerini kapadı Asu, neden bunlara izin verdiğini bilmiyordu ya da bir tepki verecek gücü kendinde bulamıyordu.
"Hiç geçmeyen koca bir yara."
Elini indirip gözlerini mezar taşına çevirip derin bir nefes aldı Caner. Çok pişmanlıkları vardı, hangi birini saysa bilmiyordu ve annesinin mezarına gelince hepsini yeniden hatırlıyordu. Keşke annesini hiç üzmese, kıymetini bilseydi, keşke onun istediği gibi aklı başında bir adam olabilseydi, keşke anne sözü dinleyip bazı şeylerin değerini kaybetmeden anlasaydı.
"Ama biliyorum annem beni hep sevdi, her ne yaparsam yapayım affetti beni. O bana kırgın gitmedi. Evet, bunu inanmam çok uzun zaman aldı ancak o benim annem ve anneler, çocuklarına küs kalamazlar. Belki kızarlar, belki bazen kulaklarını çekerler, belki bazen kırılırlar ama eninde sonunda affederler. Öyle değil mi?"
Başını sallamakla yetindi Asu gözleri hâlâ nemliydi. "Peki ya vefasız kızlarını da affederler mi?"
Yeniden gözlerinin odağı Asuman'ın gözleri olunca hüzünle gülümsedi genç adam. Annesi ile Asu arasında gerçekten anne, kız ilişkisi vardı, annesi Asu'yu kızı yerine koymuş, kızı gibi sevmişti. Buna karşılık Asu da, annesini, ikinci annesi gibi benimsemişti. O zaman iki sevdiği kadının birbirine bu kadar içten bağlı olması o kadar hoşuna gitmişti ki. Keşke eşekliğin en büyüğünü yapıp Asu'yu kaybetmeseydi. Asu arkasına bile bakmadan çekip gitmişse, bir daha hiç dönmemişse ve bir kez olsun kimseyi arayıp sormamışsa yine kendinin yüzündendi. Bu pişmanlığı yaşaması gereken kişi kendiydi, Asu değil.
"Annem sana hiç kızmadı ki, seni affetsin."
"Yine de..."
"İçin rahat olsun annem gerçekten sana gönül koymadı, inan bana."
***
"Ne?" diyerek başını Caner'e çevirdi genç kadın. Az önce mezarlıktan çıkmışlar köprüye doğru yol almışlardı. Çarşıda Feyza ile buluşacaktı ve çarşı, mezarlığa uzak olduğu için yürümek yerine Caner'in kendini köprüye bırakmasını tercih etmişti. Ayaklarının yürümekten şişmesini istemezdi ne de olsa.
"Beş dakikadır yoldayız ve susuyoruz farkında mısın?"
"Pardon da başka ne yapalım, yolun ortasında kalkıp göbek mi atalım?"
Bir an yoldan gözlerini çekip Asu'ya baktığında iç çekti genç adam. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur lafını kim demişse, çok doğru demişti. Asu o lafın canlı örneği idi zira.
"Sadece normal iki insan gibi konuşabiliriz diyorum."
"Seninle muhabbet etmek isteyen yok," diyerek gözlerini elindeki telefona çevirdi bir kez daha.
"Az önce yaşadıklarımıza rağmen mi?"
Hırsla telefonu kapattı genç kadın. Hemen de her şeyi nasıl üstüne alınıyordu beyefendi.
"Mezarlıkta olanların senle bir ilgisi yok. Sadece Necla teyzenin ölümüne üzüldüm o kadar."
"Necla teyze dediğin kadın benim annem."
"Ne yazık ki öyle."
"Ne yazık ki mi?"
"Evet, ne yazık ki o kadının senin gibi bir oğlu var."
Arabayı süratle kullanırken aniden durdu Caner ve Asu'yla birlikte sırtını koltuğa çarptı. Nabzı hızlı hızlı atarken, nefesleri düzensizdi. Öfkenin tüm izleri yüzünde yerini alırken çatık kaşları ile yanındaki kadına döndü. En zayıf noktası annesiydi ve Asu kendini nereden vuracağını iyi biliyordu.
"Canımı yakmaktan zevk alıyorsun demi?"
Zerre kadar etkilenmedi Asu, Caner'in serseri tavrından. Kendine sökmezdi bu öfkeli adam ayakları. Dik duruşundan ödün vermeyerek gereken cevabı söylemekten çekinmedi.
"Zamanında senin aldığın gibi."
"Asu!" "Ne!"
"Senin canını yakmaktan zevk almadım ben ama sen bunu anlamamakta ısrar ettin!"
"Tabii ki almadın! Tabii ki beni basit bir iddia uğruna harcarken eğlenmedin! Tabii ki serseri arkadaşlarınla arkamdan atıp tutmadın! Beni nasıl kandırdığını alay edercesine onlara anlatmadın!"
"Bunların hiçbirinin olmadığını sen de biliyorsun!"
"Bildiğim tek şey senin tanıdığım en büyük yalancı olduğun!"
"Benim de bildiğim tek şey ne, biliyor musun Asu? Senin bir kez bile arkana bakmadan çekip gittiğin!"
"Kolay geliyor demi hatalarından kaçıp başkalarını suçlamak?"
"Ben hatamdan kaçmadım. Yanlışımı kabul ettim ama sen beni hiç dinlemedin! Özür dilememe bile izin vermedin!"
"Bazı yanlışların özrü olmaz Caner, sen bunu anlamadın."
"Kim bilir belki de sana kolay gelmiştir kaçıp gitmek."
"Yediğin o kadar halttan sonra yanında mı kalsaydım?"
"Sadece özür dilememe izin verseydin."
"Sen özrü dilemeyi bile hak etmedin!"
İkilinin gözleri savaş ilan ederken nefesleri birbirine karışıyordu ki kısa bir sessizlik oldu arabanın içinde. Bu belki bir meydan okumaydı belki geç kalınmış bir yüzleşme ancak ismi ne olursa olsun yine yarım kalmıştı bazı şeyler çünkü söylenmemiş daha çok söz vardı ve o sözler söylenmeden hiçbir şey tamamlanmayacaktı.
Çalan telefon sessizliği bozdu, genç kadın gözlerini yeşil gözlerden çekip telefonuna dikti. Feyza'nın aradığını görünce iç geçirdi. Caner yüzünden kuzenini unutmuştu. Telefonu açıp kulağına dayadığında "Feyzoş," dedi. "Okuldan çıktın mı?"
"Çıktım, Kurtuluş Caddesindeyim."
"Tamam ben de birazdan oradayım."
Telefonu kapatıp çantasına koyduğunda tek kelime etmeden kapıyı açıp arabadan indi Asu. Caner bağırsa da duymadı, kendi başına yolunu bulabilirdi. Antakya'nın içinden bir yerden bir yere gitmek için Caner'e ihtiyacı yoktu. Kesinlikle yoktu.
"Nereye? Asu nereye gidiyorsun?"
Genç kadının peşinden koşarken sabır diliyordu Caner. Gerçek bir baş belasıydı Asu ve kendi her seferinde onunla uğraşmak zorunda kalıyordu.
"Asu!"
Birkaç adım atmıştı ki Asu, kolu Caner tarafından tutulunca durdu. Ona doğru döndüğünde kolunu hızla çekti. "Ne!"
"Öylece çekip nereye gidiyorsun acaba?"
"Nereye gidiyorsam gidiyorum sana ne!"
"İyi, buyur git o zaman!"
"Senin iznine ihtiyacım yok, gidiyorum zaten!"
Umursamaz tavrını takınarak omuzlarını silkti genç adam. Madem Asu'nun istediği buydu, kendi de engel olmayacaktı. Tek başına gitmek istiyorsa niye zorla peşinden koşsundu ki?
"Güle güle."
Bir şey dememek için kendini zor tuttu Asu son kez karşısındaki adama öfkeli bakışlar atıp önüne döndüğünde iki, üç adım attı fakat durdu sonra. Mezarlık kompleksi yıllar önce olduğu gibi ıssız sapsız bir yerdi. Etrafta binalar olsa da sessizlik ürkütücüydü. Hadi ama, dedi içinden gündüz vakti mezarlıktan Kurtuluş Caddesine gitmek bu kadar zor olmamalıydı. Ancak yol neresiydi, hangi sokaktan çıksa ana caddeyi bulurdu? Aradan on yıl geçince unutmuştu Antakya'yı ve konum bilgisi neredeyse sıfırlanmıştı. Unutkanlığına lanet ederek arkasını döndü. Bunun gurur kırıcı olduğunu biliyordu lakin başka çaresi yoktu.
"Bildiğin bir taksi numarası var mı?"
Bıyık altından güldü Caner, işte tam da buna u dönüşü derlerdi. Ellerini ceplerine geçirmiş, arabaya yaslanmış bir halde dururken "Yok," dedi. Öyle rahat ve öyle eğlenen bir ifadesi vardı ki, Asuman bir yumruk çakmak istedi o sırıtan suratına.
"İyi, ben kendim bulurum."
"Başarılar."
Sinirden tepine tepine bağırabilirdi o an genç kadın. Bu kadar uyuz olmayı nasıl başarıyordu Caner, gerçekten merak ediyordu. Tekrardan etrafına bakındığında bir taksi görmeyi umdu fakat ne gelen vardı ne giden. Keşke sabah internet paketi bitmiş olmasıydı o zaman internetten bir taksi çağırabilirdi lakin şansı yine yaver gitmemeye yemin etmişti. Otobüs durağındaki otobüsü görünce koşup ona yetişmeyi düşündü bir an ama otobüs kartının olmadığı aklına geldi. En azından kötü günler için bir otobüs kartı almayı edebilseydi keşke, hep dedikleri gibi dünyanın gerçekten bin türlü hâli vardı. Yeniden gözlerini Caner'e çevirdiğinde dudaklarını dişledi ve bugünkü keşkelerine bir yenisini daha ekledi. Keşke başka bir çaresi olsaydı ama yoktu.
"Caner"
"Hı?"
"Beni Kurtuluş'a bırakır mısın?"
***
Caner'in abartılı tavrına göz devirdi genç kadın, bir kere de bir şeyin suyunu çıkarmasaydı.
"Ama biz Roma'da değil, Türkiye Cumhuriyeti'ndeyiz. Burası da Herod değil, Kurtuluş Caddesi."
"Olabilir," diyerek anahtarı kontaktan çıkarıp cebine attı genç adam sonra da gözlerini Asu'nun gözlerine dikti. "Fakat bu caddenin tarihini değiştirmez."
İç geçirmekle yetindi Asu, bugün yeterince Caner'le uğramıştı ve daha fazlası için hâli yoktu. Çantasını alarak arabadan indiğinde caddeye şöyle bir göz attı. O muhteşem tarihi doku on yıl sonra bile büyüsünü koruyordu, abartısız yüz yıllar önce yapılmış, iki, üç katlı, avlulu, küçük, şirin evler cadde boyunca devam ediyordu. Zaten Kurtuluş öyle büyük bir alan değildi, dar sokakları, ufacık kaldırımları ile bilinirdi. Fakat burayı önemli kılan şüphesiz tarihi idi. Caner'in dediği gibi zamanında eğlence yeri olarak kullanılmıştı burası. Şaraphaneler, şimdiki ismiyle gece kulüpleri, barlar hep buraya açılmış, büyük imparatorlar eğlenmeye ve belki de gece kadınları ile kaçamaklar yaşamaya hep Kurtuluş'a gelmişti. Ve tüm bunların ötesinde, Kurtuluş'u değerli kılan en büyük etken dünyada meşalelerle aydınlatılan ilk cadde olmasıydı. Eğlencesine düşkün Antakya halkı böyle bir yeri elbette ki karanlıkta bırakmamıştı. Belki üstünden asırlar geçmiş, nesiller değişimiş, farklı farklı dinler Antakya'da yaşanır olmuştu lakin halk hep aynı kalmıştı. Biliyordu Asu, şimdiki Antakya halkı da eğlenmeye pek bir meraklıydı. Düğünlerin davullu, zurnalı olmasından belliydi bu.
"Burayı hatırladın mı?" diyerek hemen arkasındaki mekânın başıyla işaret etti Caner. Geçmiş günlerin buruk hatırası vardı bu kez gülüşünde.
Arkalarında kalan yerin tabelasına gözlerini çevirdiğinde midesinin bulandığını hissetti Asu. Affan Kahvesi yazısını görmek bile tiksinmesine neden oluyordu. Tamam tarihi bir mekân olabilirdi ancak içerisinin farelerle dolu olduğu gerçeği de vardı. Nasıl unutabilirdi ki, Caner'e uyup Haytalı denen o tatsız tuzsuz şeyi yemek için ta okuldan buraya yürüdüğünü ve aynı zamanda içeri girince kendini farelerin karşıladığını hatta ve hatta saçında farenin gezdiğini. O gün yaşadıkları, en kötü anılarında yer alıyordu, Caner'le yaşadığı her şey gibi.
"Mümkünse hatırlamak bile istemiyorum."
Ufak bir kahkaha attı genç adam, Asu'nun o günkü çığlıkları şimdi yeniden inletiyordu kulaklarını.
"Hadi ama bu da bizim bir anımız."
"Haklısın, yaşadığım en kötü anı."
"Dua et, bundan daha kötü bir anın olmamış."
Genç kadın cadde üzerinde yoluna devam ederken Caner de peşinden adımlıyor, lafını söylemekten geri durmuyordu.
"Aslında seninle yaşadığım hangi anı daha kötü bilemiyorum."
"Birlikte çok anı biriktirdiğimizi inkâr etmiyorsun yani?"
Sabır dileyerek arkasını döndü genç kadın Caner'in sevimsiz yüz ifadesini kaçıncı kez görüyordu bilmiyordu lakin o sırıtan suratının ortasına yumruğu gerçekten geçirebilirdi artık.
"Hep biliyordum, biliyor musun?"
Bir adım atarak Asu'yla arasındaki mesafeyi kapadı Caner. Gözlerini bir kez daha okyanus gözlere dikti.
"Neyi?"
"Anlama kıtlığın olduğunu."
"Lafı çeviriyorsun çünkü inkâr edemiyorsun."
"Neyi?"
"Yaşadıklarımızı."
Yüz ifadesi ciddi bir hâl alırken yutkundu Asu, verecek bir cevap bulamadı bu kez. Öylece Caner'in yüzüne baktı, her bir anı yeniden gözlerinde canlandı. Karşısındaki adamın iması sevgili olmalarından çok öteydi, gözleri neyi kast ettiğini apaçık anlatıyordu, bu bakışları görünce de kendini yeniden pişmanlık ele geçiriyordu. Caner doğru söylemişti mezarlıkta, pişmanlık geçmeyen koca bir yaraydı ve ne tuhaftır ki, en büyük pişmanlığı Caner'di.
"Biliyor musun, kaç zaman geçerse geçsin, ne kadar kötü olay yaşarsam yaşayayım, sen en büyük pişmanlığım olarak kalacaksın. Hiçbir şey, beni senin kadar pişman etmeyecek!"
Eğlenmiyordu bu defa genç kadın, gözleri dolu doluydu, elbette Caner'in karşısında ağlayacak hâli yoktu ancak o yeşil gözler en büyük hatasını kendine hatırlatıyor ve canını bir kez daha yakıyordu. Kendi de engel olamıyordu dolan gözlerine. Bir damla gözyaşı yanağını ıslattığında hızla arkasını döndü, daha fazla bu adamın karşısında durmak istemiyordu.
"Asu!" diye bağırdı genç adam öylece kaldığında. Asu'nun kendine sinirlenmesi, bağırması hoşuna gidiyordu ancak kırılması canını yakıyordu ve şu an biliyordu ki, Asu kendine ne kızgındı, ne öfkeli yalnızca kırgındı. Ona yetişmek için birkaç adım attığında Asu hızla kendine döndü. Gözlerindeki kırgınlık metreler öteden bile belli oluyordu.
"Sakın!" dedi genç kadın dişlerini sıkarken. "Sakın peşimden gelme!" Sonra da arkasını dönüp yürüdü, Caner'i bir kez daha gerisinde bırakarak.
Habib-î Neccar Camii'sinin önünde dururken bu görkemli yapıya hayranlık dolu gözlerle bakıyordu Feyza. Camii hakkında anlatılan rivayetleri çok hatırlamasa da, Antakya'da henüz Hristiyanlık yaygın iken Camiinin inşaa edildiğini ve Anadolu'da inşaa edilen ilk Camii olduğunu biliyordu. İçeride, yedi kat merdivenin aşağısında ise şehit düşen Neccar'ın türbesi bulunuyordu. Bazıları gelir, türbede dilekleri için dualar ederdi, önemli bir zattı nitekim Neccar, kuranda İslam savaşçısı olarak gönderildiğine işaret edilen kişiydi ve böyle mühim bir şahsın türbesi yine en gözde ibadethânelerin bulunduğu yerdeydi, Hatay'da.
"Hatay'ın gerçekten medeniyetler şehri olduğunu anlamak için şuraya gelmek yetiyor. Baksana bir tarafta Anadolu'nun İlk camiisi, bir tarafta Hristiyanların kilisesi. Bir tarafta Kuran, bir tarafta İncil sesleri... Ne muhteşem, demi?
"Öyle," demekle yetindi Asu, Feyza, kendinin geldiğini fark etmişti. Lakin kendi kuzeninin anlattıklarını anlamdıramayacak kadar yorgundu. Caner her zaman olduğu gibi keyfini kaçırmayı başarmıştı.
Asuman'a baktığında kaşlarını çattı Feyza, ne olmuştu şimdi ona?
"Senin neyin var?"
"Caner, desem yeter mi anlatmaya?"
İç geçirdi Feyza, kim bilir yine ne olmuştu ikisinin arasında. Keşke kuzenini tek başına Necla Hanım'ın mezarına göndermeseydi, kendi de yanında olsaydı ancak okula gitmesi gerekiyordu sabah. Asuman da beklememiş, Caner'le mezarlığa gitme konusunda inat etmişti.
"Ne dedi yine?"
"Boş ver, konuşmaya değmez. Hadi biz Zeyno için hediye bakalım," diyerek Feyza'nın koluna girdi Asu ve onunla birlikte çarşının yolunu tuttu. Bugün Zeyno'nun doğum günüydü ve asıl o yüzden çarşıya çıkmışlardı. Zeynep'e hediye almak için. Doğum günü kutlaması akşamdı, Meryem de elbette ki ikisini davet etmişti.
İki kuzen Antakya çarşısına vardıklarında yıllar önceki o çoskulu kalabalık yeniden karışıladı kendilerini. Yan yana dizilmiş çeşitli dükkânların arasında dolanırken, o meşhur kalabalıkta kaybolmamak elde değildi. Hangi gün olursa olsun illa ki bayram günüymüş gibi kalabalık olurdu Antakya'mın çarşısı. Kimi sırf gezmek olsun diye, kimi gerekli ihtiyaçlarını almak için, kimi de arkadaşıyla kahve içmek için gelirdi çarşıya. Çarşının her yerinin birbiri bağlantılı olmasının yanında her bir sokağın adı farklı farklıydı. Halk kendi diline göre konum bildirirdi burada. Saka Hamamı, en çok uğranılan hamamdı ve çoğu yer, o hamam baz alınarak tarif edilirdi. Hamamın arkası, deyimi meşhurdu özellikle, oradaki dükkânlarda daha ucuz miktarda eşya bulmak mümkündü çünkü.
Köprüden başlayıp, eski otogarın oraya kadar uzanırdı çarşı, aynı zamanda farklı yönlerdeki Kemalpaşa'yla, Kurtuluş Caddesi'ni de içine alırdı. Öte yandan Antakya Sokakları olarak bilinen yeri de. Saray Cadde'si, Eski Antakya Sokaklarıyla birleşirken, o sokaklardan Kurtuluş'a çıkmak mümkündü. Kemalpaşa ise tam çarşıyla, Kurtuluş'un kesişim noktasındaydı. Ve ayakkabıcılar çarşısının sonundaki tarihi uzun çarşı, orası tüm bu yerlere göre daha sakin olmakla birlikte tarihinin Fransız dönemine kadar dayandığı söylenirdi. Öyle ki, Uzun çarşının zeminindeki taşlar Fransızlar'dan kalmaydı. Yürümeyi biraz zorlaştırsa da yüz yıllar boyunca tarihi yapıyı bozmamak için oraya da kimse dokunmamıştı.
Aslına bakılırsa çarşı adı altında toplanan bu yerlerin kaç kilometre olduğu net olarak bilinmiyordu lakin halk çarşıya kadar gelmişken deyimini kullanarak her bir yeri karış karış gezerdi, daha önce defalarca gezmelerine rağmen.
Antakya'daki çarşı kültürü başka hiçbir yerde yoktu şüphesiz. Öyle lüks mağazalar değil, esnafın açtığı küçük dükkânlardan alışveriş yapmak daha bir zevk verirdi Hatay halkına. Pazarlık denilen olgu belki de en çok burada gelişmişti, maksat ayağınız alışsın, deyimi de esnaflarda çokça kullanılırdı. Babalar pazarlık yaparken çocuklar umutla beklerdi esnafın indirim yapmasını. Kıyafetin yanında okul alışveriş de kırtasiyeden değil, çarşıdan yapılırdı çoğu zaman. Formalar, çantalar, renkli renkli kalemler, defterler, okul için alınan yeni ayakkabılar ne de heyecan verirdi miniklere, annelerinin, babalarının ellerinden tutup okul alışverişi için çarşıya gelmek ne de zevkliydi onlar için... Ya çeyizler, genç kızların, kadınların bitmek bilmeyen düğün telaşları... Bir gelenekti Antakya'da nişan çarşısı... Evlenecek olanlar mutlaka aileleriyle birlikte çarşıya gelir, ev için ne lazımsa alırdı. Perdeler, çarşaflar, yastıklar, mutfak eşyaları ve daha niceleri... Bir de asla es geçilemeyecek olan bayram çarşısı... Halk mutlaka bayramdan birkaç gün önce çarşıya gelir, bayram için alışveriş yapardı. Kimi kıyafet alırdı, kimi bayram şekeri, kimi de bayram yemekleri için malzeme. Evet, bayram yemekleri, Antakya'da olmazsa olmazdı. Güllaç ve Ekmek kadayıfı başta olmak üzere çeşitli tatlılarla, yemekler yapılır, bayramda gelen misafirlere ikram edilirdi.
Bitmezdi işte Antakya'mın telaşları, çarşının kalabalık olmasının hep bir sebebi vardı. O atmosfer hep bir başka güzeldi, çarşıda seyyar satıcıların sattığı simitler bile. Sonra her bir yanı saran kömbe kokusu, fırın kasap olarak iş yapan dükkânlardaki et yemekleri, vakti geldiğinde çarşının içindeki camilerde okunan ezanlar, namaza yetişmeye çalışan insanlar, akşam saatlerinde eve dönmek için verilen çabalar... Anlatmak yetmezdi, yaşamak gerekti, Antakya'yı tanımak için karış karış gezmek.
"Zeyno'ya ne alıyoruz var mı aklında bir şeyler?"
İnsanların içinde kuzeniyle kol kola yürürken etrafına göz atıyordu Feyza. Kıyafet almak istemiyordu, daha farklı bir şeyi hediye etmek istiyordu Zeynep'e ama aklında pek bir fikir yoktu. Oyuncak oynayacak yaşı da geçmiş gibiydi zaten evcilik oynayan kız çocuğu pek kalmamış gibiydi bu devirde. Daha çok teknolojiye yönelmişlerdi ve kendi teknolojinin küçük yaşta gereğinden fazla kullanılmasına karşı olduğu için teknolojik aletleri aklının ucuna bile getirmiyordu. Pahalı olsun diye değil, gerçekten kıymeti olsun diye bir şeyler almak istiyordu Sarp'ın yeğenine.
"Senin aklında bir şey var mı?"
"Öğretmen olan sensin ve bir çocuğa ne alınır, sen daha iyi bilirsin."
Nasıl da hemen topu kendine atmıştı ama Asuman, ona bakarak iç geçirdiğinde karşı dükkânda öten muhabbet kuşları gözüne çarptı. Galiba Zeynep'e ne hediye alacaklarını bulmuştu.
"Haklısın Zeynep'e ne alacağımızı biliyorum."
***
"Abi," dedi Sarp uyarı dolu ses tonu ile. Neden bu kadar duygusuzdu abisi, neden sözlerinin Zeyno'yu nasıl kırdığını görmüyordu? Sabahtan beri hevesle doğum günü için hazırlık yapıyordu Zeyno. İçinde yeni bir yaş alacak olmanın heyecanı vardı ancak Sedat, kızının heyecanına ortak olmuyor, söylenip duruyordu. Anlamıyordu Sarp, abisine babalık nasip olmuşken, Allah ona pırlanta gibi iki evlat vermişken, abisi nasıl oluyor da onların kıymetini bir türlü bilemiyordu? Böyle özel günde bile nasıl Zeyno'nun hevesini kursağında bırakıyordu? "Ne?"
"Saat daha sekiz birazdan gelirler
Ayakta duran kardeşine ters bakışlar gönderdi Sedat, konu Feyza'ydı ya, gerekirse sabaha kadar beklerdi. Günden güne kardeşinin daha çok Feyza'yla arasının sıkı fıkı olduğunu fark ediyor, bundan da hiç hoşlanmıyordu. Kıza bir şey dediği yoktu fakat geçmişte yaşananların bir daha tekrarlanmasını istemiyordu.
"Kızım sen de onları ne diye davet ettiysen, biz aramızda kutlar, geçerdik yaş gününü."
"Anne," dedi Meryem bıkkınlıkla aynı zamanda kaşı, gözüyle yanında asık suratıyla oturan kızını işaret etti. Ne hevesi, ne heyecanı kalmıştı Zeyno'nun, söylenen sözlere alınmakla birlikte babasıyla, babaannesinin doğum gününü böylesine önemsiz görmesine üzülüyordu. Doğum günüydü bugün, en özel günlerinden birisiydi lakin şimdi yalnızca kırgınlık vardı hislerinin arasında. Fırfırlı pembe elbisesi ile yüzü beş karış asık koltukta otururken masanın üzerinde duran doğum günü pastasına bakıyordu. Söz vermişti Feyza öğretmeni, gelecekti ve kendi o gelmeden pastasını kesmeyecekti.
"Feyza öğretmen gelecek! Söz verdi!"
Çocukça bir inatla bağırdı küçük kız. Belki de en çok kendi kendini inandırmaya çalıştı Feyza'nın geleceğine.
"Tabii ki gelecek," diyerek ayakta durmaktan vazgeçip yeğeninin önüne çöktü Sarp. Zeyno'nun tel tel örgülü saçlarını geriye atarken inançla gülümsedi. "Hatta beş dakika sonra burada olacak, inan bana."
"Gerçekten mi?"
"Gerçekten."
Zeyno yeniden umutlanırken tam o an kapı çaldı. Herkes sahiden Feyza'yla, Asu'nun geldiğini zannederken gelen Caner'di. Elindeki koca paketle, sevimli yüz ifadesi ile içeri girdiğinde beklediği neşeli ortamı bulamadı genç adam. Zeyno'nun bile yüzü asıktı. Caner'i çok sevse de beklediği kişi o olmadığı için mutsuzdu Zeyno. Caner abisinin hediyesini teşekkür ederek aldığında paketten çıkan barbie evine bile sevinemedi. Amcasının dediği gibi beş dakika geçmişti lakin Feyza öğretmeni gelmemişti ve gelmeyecekti de galiba.
"Sabaha kadar bekleyecek halimiz yok kızım, üfle artık pastanı."
"Sedat lütfen," dedi Meryem, görmüyor muydu Zeyno'nun ne kadar üzgün olduğunu?
"Babam haklı anne," dedi küçük kız kırgın ses tonuyla. "Feyza öğretmen gelmeyecek. Beş dakika da geçti hem."
Zeyno'nun kendine olan kaçamak bakışlarını yakaladığında iç geçirdi Sarp. Gözlerini kapıya çevirdiğinde Feyza'nın neden gelmediğini sorguluyordu. Arayıp ulaşmaya çalışmıştı aslında ona fakat telefonu kapalıydı. En az yeğeni kadar kendi de üzgündü. Özel bir günde Feyza'yı aralarında görmek istiyordu.
Masaya doğru adımladı Zeynep, masanın önünde durduğunda pastayı üflemek için pozisyon aldı ancak pastayı tam üflemek üzere iken çalan kapı durdurdu kendini. Dudaklarına umutlu bir gülüş yerleştiğinde çığlıkları evi inletti.
"Feyza öğretmen geldi! Feyza öğretmen geldi!"
Koşa koşa kapıyı açtığında karşısında bu kez beklediği kişiyi gördü Zeyno. Söz verdikleri gibi gelmişlerdi işte Feyza öğretmeniyle, Asu ablası.
"Zeynep," dedi Feyza gülümserken. "Özür dileriz seni biraz beklettik."
"Önemi yok," diyerek araya girdi Sarp. Kapıyı tutuyor hayran hayran Feyza'da gezdiriyordu gözlerini. "Geldin ya o yeter."
Genç adamın sözleri farklı bir ima taşıyordu aslında. Belki bilinçli söylemişti bunları Sarp belki içinden geldiği için ancak Feyza anlamıştı sözlerdeki anlamı. Sarp'ın gözleri her şeyi anlatmaya yetiyordu.
"Feyzoş," dedi Asu ardından kaş göz işareti yaparak elindeki kutuyu gösterdi. Feyza ise kendini toparlayarak açık kapıdan içeri girdi sonra da yere çömelip elindeki kutuyu Zeyno'ya uzattı.
"Elimde olsa Mercan'ı geri getirirdim ama ne yazık ki bunu yapamam. Yine de eğer kabul edersen Asuman ablanla yeni bir arkadaş vermek isteriz sana."
Gözleri heyecan ve merakla parlarken Feyza'nın uzattığı kutuyu eline aldı küçük kız. Annesinin yardımıyla kutuyu açtığında kafesteki muhabbet kuşunu görünce çığlık çığlığa bağırdı. Kuş... Evet Feyza öğretmeni kendine bir kuş hediye etmişti, hem de öyle güzeldi ki, minicikti, ufacıktı ve gökyüzü kadar maviydi. Kanatlarıyla, sırtında dalgalı beyaz çizgiler olsa da göğsü gök mavisiydi. Kesinlikle çok mu çok tatlıydı. Bu hayatında aldığı en güzel doğum günü hediyesi olabilirdi.
Hem Feyza'ya, hem Asu'ya sarılıp defalarca teşekkür etti Zeynep. Mercan'ı asla unutmayacaktı, Feyza öğretmeninin dediği gibi o hep anılarında yaşayacaktı ama Mercan gibi yeni bir arkadaşı olmuştu, kendi de buna gerçekten sevinmişti.
İlerleyen dakikalarda iyi ki doğdun nidaları eşliğinde pastayı üfledi Zeyno ardından annesinin yardımıyla pastayı kesti. Çiçek ortama müzik kattığında doğum günü daha keyifli bir hâl aldı. Elbette ki böyle bir gün müzik olmadan kutlanamazdı.
"Çok uzun zaman olmuş biliyor musun?"
Gözlerini yanında oturan Feyza'ya çevirdiğinde elindeki meyve suyundan bir yudum aldı Sarp.
"Neye?"
"Doğum günü kutlamayalı."
"Zeyno'yla, Cem olmazsa inan ben de ınuturdum doğum gününün ne olduğunu."
Yeğeni karşısında hediyelerine hevesle bakarken belli belirsiz gülümsedi Sarp. Çocukken sahip olamadığı ne varsa Zeyno'yla, Cem sahip olsun istiyordu. Kendi çocukken hiç kutlanmamıştı doğum günü, o özel gün için davet verilip hazırlık yapılmamıştı, önem verilmemişti doğduğu güne lakin şimdi kendi, kendine verilmeyen o önemi yeğenlerine vermek için çabalıyordu. Sevgisiz büyümüş bir çocuk olmasına karşın, sevgiyi en dibine kadar yaşatmak istiyordu Cem'le, Zeyno'ya. Bu bir amcalık vazifesinden çok daha fazlası, yaşadıklarını onlara yaşatmama uğraşıydı. Yeğenleri daima mutlu olsun, küçücük yaşlarında hüzün, keder nedir bilmesinlerdi.
"Doğum günleri çocuklar için daha bir özel."
"Ve her özel gün gibi birlikte olunca güzel."
Sarp'la göz göze geldiğinde yutkundu Feyza. Neden onun her cümlesinde, bakışında bir mana arıyordu? Ya neden gözlerine ne zaman baksa öyle donup kalıyordu? Peki ya gülüşü... O gülüşü nasıl oluyor da her seferinde elini ayağını birbirine dolaştırıyordu? Neydi Sarp'ı farklı kılan? Neydi ona hep böyle çekilmesine sebep olan? Evet, inkâr etmiyordu Sarp'a çekiliyor, ondan etkileniyordu. Duygularının farkındaydı ancak yanlış olduğunu da biliyordu. Keşke her şeyi halletmiş olsaydı belki o zaman duygularını bastırmak zorunda kalmazdı.
"Amca kuşun ismi ne olsun?"
Zeyno yanlarına geldiğinde Feyza boğazını temizleyerek gözlerini kaçırdı. Böyle bir ortamda olunca bazen herkes duygularını anlayacakmış gibi hissediyordu. Belki de o yüzden Kasım ayının soğukluğuna rağmen ateş basmıştı kendini.
Genç kadının utangaç hâline belli belirsiz güldü Sarp. Gözleri ilk Zeyno'yu sonra kuşu geldiğinden beri elinden bırakmayan Caner'i buldu.
"Bilmem sen ne istersen o olsun."
"Feyza," dedi Caner. "Bu kuş dişi mi, erkek mi? Ona göre isim koyalım."
"Sana ne oluyor acaba?"
Asu'nun ani çıkışı üzerine gözlerine ona çevirdi genç adam. Şimdi ne demişti de Asu yine böyle bir tepki vermişti? Alt tarafı kuşun cinsiyetini sormuştu.
"Zeyno'ya aldık biz kuşu, sana değil. İsmini de bırak çocuk koysun."
"Belki Zeyno benimle birlikte isim koymak istiyor."
Öfkeli gözlerini Caner'den çekip şaşkın gözlerle kendine bakan kıza çevirdi Asu. Hiddeti elbette ki Zeyno'ya değildi ancak sözlerini hırsla söylemekten geri durmadı.
"Zeyno, ablacım sakın böyle bir hata yapma tamam mı? Sakın!"
Hiçbir şey anlamıyordu Zeyno, bir Caner'e bir Asu'ya bakıp duruyordu ki yardımına Feyza hocası yetişti. "Asuman," dedi genç kadın, aynı zamanda gözleriyle etrafı işaret etti. Misafirlikte, Akkayaların evinde olduklarını hatırlatmaya çalıştı bakışlarıyla.
Bir an etrafa bakındığında Nermin Hanım'ın ters bakışlarıyla, Sedat'ın sabır çektiğini gördü. Meryem ise oğlunun üzerini siliyordu. Kareli gömleğine pasta dökmüştü çünkü Cem, Meryem de pasta lekesini temizliyor, gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Lakin aynı şeyi Çiçek için söylemek mümkün değildi. Asu ve Caner'in minicik bir kuş üzerinde bile atışmasına kıkırdamadan, edemiyordu genç kız. Hele de Asu'nun yanında otururken.
"Çiçek gülme."
Gözlerini elindeki telefondan çektiğinde dudaklarını ısırdı Çiçek, Asu ablasının komik yüz ifadesini gördüğünde daha çok kıkırdadı.
"Çiçek!"
"Tamam, tamam gülmüyorum," dedi genç kız sonrasında tekrar telefona gömüldü ancak dikkati telefondan çok, ortamdaki muhabbetteydi.
"Feyza," diyerek ayağa kalktı Sarp. Caner'in yanına varıp omzundaki kuşa işaret parmağını uzattı ve mavi kuş gayet uysal olarak Sarp'ın parmağına atladı. Öyle evcildi ki, hiç saldırganlık yapmıyor, uzatılan parmakları gagasıyla ısırmaya çalışmıyordu. Feyza'nın aldığı kuştan da bu beklenirdi zaten.
"Cidden bu kuş dişi mi, erkek mi ona göre isim bulalım."
"Erkek ve henüz üç aylık."
"Tüh," diyerek yeniden araya girdi Caner. "Dişi olsaydı adını Asuman koyalım, diyecektim."
"O neden?" diye sormadan yapamadı Asu. Eğer Caner ters bir şey diyecek olursa herkesin içinde kalkıp onu boğma ihtimali yüksekti.
Dudaklarına çarpık bir gülüş kondurdu Caner, yüzünde gayet eğlenen bir ifade vardı. "Gökyüzü kadar güzel olduğu için."
Ne tepki vereceğini, ne diyeceğimi bilmedi Asu. Fakat bildiği bir şey varsa o da Caner'in kalp hırsızı olduğuydu. Hem de yalancı bir kalp hırsızı. Keşke şimdiki aklı, lisede olsaydı da, onun bu laflarına o zaman da inanmasaydı.
"Haklısın kardeşim," diyerek olaya el koydu Sarp. Kuşu bir parmağından diğer parmağına alırken gözleri Feyza da oyalanıyordu. "Kuş gökyüzü kadar güzel ve ismi de ona yakışmalı. O yüzden ben diyorum ki, Bulut olsun adı. Ne dersin Zeyno?"
"Olur!" dedi küçük kız sevinçle, amcası harika bir isim bulmuştu kuşuna. Mavi kuşu eline aldığında sırtında yavaş yavaş elini gezdirdi. "Bulut olsun ismi, gökyüzü gibi."
"O zaman," diyerek ayağa kalktı Meryem. Kızının elindeki kuşu aldığında sevgiyle baktı Bulut'a. "Ailemize hoş geldin Bulut."
"Bir dakika ciddi ciddi Bulut Akkaya mı oldu bu kuşun ismi?"
Kendi söylediğine kendi güldü Çiçek. Ailesinde bir kuş eksikti zaten, o da gelmiş tam olmuştu.
"Beğenemedin mi Çiçek Hanım?" Diye sordu Sarp. Çiçek ise sessiz kaldı ancak Caner ortaya yine fikir atmadan duramadı.
"Aklıma ne geldi biliyor musun kardeşim? Bulut'a bir kız alalım, yalnız kalmasın, günahtır."
Ters bakışlar gönderdi arkadaşına Sarp. Zaten aklına başka bir şey gelse şaşardı.
"Caner"
"Ne? Sıkılmasın diye dedim. Yanında bir dişi olsa fena mı olur?"
"Kuşu kendin gibi zannetme istersen."
Asu yeniden söylediği sözlerle Caner'in gözleri odağı haline geldi. Genç adam bir şey demek üzerine dudaklarını aralamıştı ki, bu kez aralarına giren Zeyno oldu.
"Asu abla," dedi küçük kız merakla. Onların konuşmalarındaki anlamları anlamasa da Asu ablasının, Caner abisini sevmediğini anlamıştı ve bunu dile getirmekten çekinmedi. "Sen Caner abiyi niye sevmiyorsun? Ben çok seviyorum. Çikolata gibi, çok tatlı Caner abi."
Ufak bir kahkaha atıp Zeyno'yu kucakladı Caner. Yanağına da sevgi dolu bir öpücük bıraktı. "Kız var ya, seni anan iyi ki doğurmuş."
Gülmeden edemedi Meryem, harbi çatlaktı bu çocuk. "Bu iyi ki doğdun demek mi Caner?"
"Öyle de denebilir yengecim."
"Zeyno," dedi Asu. "Fazla çikolata yemek karın ağrısı yapar, aklında bulunsun güzelim."
Yine hiçbir şey anlamadı Zeynep, şimdi ne demek istemişti Asu ablası? Caner ise burukça gülümseyip küçük kızı kucağından indirdi.
"Ben bir hava alsam iyi olacak kardeşim."
"Dur," dedi Sarp, arkadaşının gerçekten kötü olduğunu anlayınca. "Ben de geleyim."
İkisi birlikte salondan çıkıp giderken Asu arkalarından bakmakla yetindi. Tuhaf hisleri yine sarmıştı kalbini. Yine kayboluyordu duyguları arasında. Neden Caner'in canını acıtmak isterken kendini kötü hissediyordu? Oysa zamanında Caner kendini canını acıtırken hiçte üzülmemişti.
"Caner abiden bu kadar nefret ediyorsan
"Ne?" diyerek Çiçek'e çevirdi bakışlarını Asu. Bu ne demekti şimdi?
Çiçek telefonu indirip Asu'nun gözlerine bakıp oradan geçen hislerini anlamaya çalıştı.
"İnsan sevdiği kadar nefret eder, diyorum. Eğer sen bu kadar nefret ettiysen çok sevmişsindir."
"Caner sana ne anlattı bilmiyorum ama ben sana söyleyim. Caner benim umrumda bile değil."
Rahat bir şekilde arkasına yaslanıp telefonunu karıştırmayı sürdürdü genç kız. On yedi yaşında olabilirdi lakin tecrübe yaşa bakmıyordu. Gerek arkadaşlarından gerekse yaşadığı ilişkiler dolayısı ile böyle konularda uzmanlaştığını iddia edebilirdi.
"Eğer umrumda olmasa onunla uğraşıp durmazdın."
"Çiçek"
Tekrardan rahat bakışlarını Asu'ya çevirdi Çiçek. Evet öfkelenmişti Asu ablası çünkü kendi ona doğruları söylemişti
"Efendim?"
"Sen çok biliyorsun anlaşılan."
"Ne yalan söyleyim, öyle," diyerek göz kırptı Çiçek. Ardından da tabağındaki cipslerden birisini ağzına atıp tekrar telefonuna gömüldü. Asu ise onun dediklerini boş vermeye çalıştı ancak ne kadar başarılı olduğu tartışılırdı.
Gecenin devamında doğum günü kutlaması bitti. Asu'yla, Feyza da evine döndü, yorulmuşlardı bugün ve dinlenseler iyi olurdu. Feyza pijamalarını giyip yatağa geçtiğinde Asu yaklaşık yarım saat boyunca lavaboda oyalandı. Gece bakımlarını yapmasının ardından bitki çayı içti. Evet, yorgundu fakat kendini bir türlü uyku tutmuyordu. Mutfaktaki masada oturmuş telefonda bir şeylere bakarken kuzeninin sesini duydu.
"Uyku mu tutmuyor?"
"Görünüşe bakılırsa seni de tutmuyor."
Sandalyeye oturduğunda masanın üzerinde duran sürahiden bardağa su doldurdu Feyza. Bir yudum su içtiğimde bardağı geri masaya bıraktı. Nedensiz bir sıkıntı vardı içinde bu gece, çok uykusu olmasına rağmen uyuyamamış, bir o yana bir bu yana dönüp durmuştu.
"Evet, tutmadı bilmiyorum içimde bir sıkıntı var sanki."
"Galiba o sıkıntıdan bende de var," dedi Asu. Derin bir nefes aldığında açtığı filmi kapatıp sırtını duvara yasladı. Ayaklarını da toplayıp karnına çekti. "Feyzoş" "Hm?"
"Sana da hep şey gibi geliyor mu, her şey çok daha farklı olabilirdi gibi."
"Belki de sadece," dedi Feyza yorgun bir sesle. Gözleri bardaktaki suda oyalanıyor parmağını bardağın çevresinde gezdiriyordu. "Olması gereken olmuştur."
Bir an göz göze geldiklerinde birbirlerini o kadar iyi anladılar ki, anlamaktan kaçtılar. Zaten ansızın çalan kapı da dikkatlerini dağıtıp ikisini de tedirgin etti.
"Bu saatte kim gelir ki?"
"Bilmem, öğreniriz şimdi," diyerek ayağa kalktı Feyza.
Kapının önüne vardığında komşulardan birinin gelmiş olabileceğini düşündü genç kadın. Saat kaç olursa olsun her an komşuları kapıyı çalabilirdi burada. Lakin kapıyı açtığında öylece kaldı, babasını görse bu kadar şaşırmazdı. yüzü kireç gibi bembeyaz oldu, kalbi korkuyla attı. Karşısındaki adamın ismi dilinden dökülürken bundan sonra olacakları düşünmek bile istemedi.
"İlker"
Genç adam içeri girerken dudaklarına ukala bir gülüş kondurdu. Sonunda yeniden görmüştü Feyza'yı.
"Ne o, beni gördüğüne sevinmedin mi?"
Bir kez daha yutkunduğunda diliyle dudaklarını kullanarak konuşmayı başardı Feyza. Sesinin yüksek çıkması için çabaladıysa da, daha çok şaşkınlık ve korku taşıyordu ses tonu.
"Senin burada ne işin var?"
"Ne demek, ne işim var? Nişanlımı özledim elbette."
Gözlerini kapadı, kapının kolunu kıracakmış gibi sıktı genç kadın. Korktuğum başıma geldi, derlerdi ya aynı o durumu yaşıyordu şu an. Herkesten sakladığı gerçek ansızın kapısını çalmıştı. |
0% |