@petekayla
|
17 Ocak 1995 Havanın soğukluğuna inat mahallenin ortasında top peşinde koşturup duruyordu Sarp'la, Caner. Üzerinde kalın montları, ayaklarında yeni alınmış botları. Biliyorlardı ki, ayakkabılarını kirlettikleri için yine annelerinden azar yiyeceklerdi fakat bu pek umurlarında değildi. Nitekim top oynamak en büyük haklarıydı. Tüm arkadaşları cumartesi mahallede top oynarken onlar elbette ki evde oturacak değildi. Kirlenmek, kıyafetlerin ve ayakkabıları umursamadan koşturup durmak, bakkaldan gazozla çikolata almak ve daha çocuklara has ne varsa onları yapmak, her çocuğun hakkıydı. İstinasız her çocuk, özgürlüğünü doyasıya yaşamalıydı. Nitekim bir çocuk, çocuk olduğu kadar güzeldi. Mahallenin ortasında bağrış çağrış top oynayan çocuklar o kadar çok eğleniyorlardı ki, kahkahaları dört bir yanı inletiyor, gülüşleri bu dünyada güzel olan bir şeylerin olduğuna insanı inandırıyordu. Tabii bu mahalleliler için pek geçerli değildi. Kırılan camların haddi hesabı yoktu çünkü. Her defasında illa ki bir cam kırılıyordu ve illa ki bir teyze çıkıp onlara bağırıyor, sonra annelerine gelip kendilerini şikayet ediyorlardı. Edepsizlikle, ahlaksızlıkla suçluyorlardı kendilerini. Oysa ki onlar sadece çocukluğunu yaşıyorlardı, bunun terbiye ile hiçbir ilgisi yoktu. Çocuk afacan olmalıydı, yaramazlık yapmalıydı, ağlamalı, bağırmalıydı çünkü o çocuktu. Ondan büyük adam gibi davranmasını kimse bekleyemezdi. Gürültü çıkaran çocukta değil, sessiz, sakin çocukta sorun vardı. Sessiz çocuk mutlaka iç dünyasında çözemediği sorunlarla baş başa kalırdı zira. Lakin bunun farkında olan insanlar ne yazık ki azdı. En başta şu mahallede neredeyse herkesin bir çocuğu varken kimse çocukları anlamıyordu. Onların başını da Türkan çekiyordu. Mehmet'ten topu alan Caner hızla koşturuyordu ki, topu kale olarak çizilen yere fırlattı ancak top hedeften çok farklı bir yere, Türkan'ın penceresine doğru yol aldı ve sonuç olarak pencere kırıldı. Bütün çocuklar eyvah derken Türkan'ın pencereye çıkıp kendilerine bağırması çok gecikmedi. Tiz sesi mahalleyi bile inletti. Tabii çocuklar onun gazabından korktuklarından kaçtılar. "Terbiyesizler! Utanmazlar! Kaçıncı bu he? Kaçıncı? Ben sizi bir elime geçireyim ne yapıyorum? Görürsünüz siz!" "Türkan," diyerek bağıran kadına seslendi Nermin Hanım. Pazardan dönüyordu ki, pazar arabası ağır olduğu için biraz nefeslenme ihtiyacı hissetti. "Ne oldu, niye avaz avaz bağırıyorsun?" "Görmüyor musun Nermin abla, sizin çocuklar camımı kırdı yine." "Bak şimdi, hangisi peki gördün mü?" "Ayol görsem bacaklarını kırardım. Ben bağırınca kaçtı hepsi." "Neyse neyse canını sıkma halledilir. Sen Sarp'ı gördün mü?" "O da top oynuyordu demin. Kaçmıştır bir yerlere." "Eyvah eyvah babası kesin bu defa kulaklarından tutup tavana asacak. Daha geçen hafta aldık ayakkabılarını, görüyor musun sen yaptığını?" "Elinden geleni ardına koymasın Aziz abi. Ancak o baş gelir zaten bizim veletlerin hakkından." "Neyse neyse ben şu eşyaları eve koyayım da sonra gidip Sarp'ı bulayım. Allah bilir nerededir. Hadi görüşürüz Türkan." Nermin Hanım pazar arabasıyla uzaklaşırken Türkan yeniden bağırmayı ihmal etmedi. "Kahveye de beklerim Nermin abla!" Sarp'la Caner olanları ve olacakları boş vermiş olarak biriktirdikleri harçlıklarla bakkaldan gazoz almış keyifle içiyorlardı. Ocak ayına rağmen koşturdukları için terlemişlerdi fakat hiçbir şey şu keyiflerini bozamadı. İkisi de henüz beş yaşındaydı ancak belki şu hayattan en çok onlar keyif alıyorlardı. Kaldırımda oturup gazoz içip çikolata paylaşmaktan daha güzeli var mıydı ki? Üstleri başları çamur olmuş olsa bile. "Türkan abla bu sefer çok kızdı," dedi Sarp küçük yaşına karşın büyük bir olgunlukla. Caner ise omuzlarını silkti. Türkan ne kadar kızarsa kızsın umurunda değildi. "Ama çok komik bağırdı." İkisi de çocukça bir saflıkla kıkırdadı. Genç kadının bağrışını hatırlayıp tekrar tekrar güldüler. "Yarın seninle pota topu oynayalım mı?" "Pota topu mu?" diyerek şaşkın şaşkın arkadaşına baktı Caner. Daha önce böyle bir oyun duymamıştı. "Evet, topu. Büyük abiler oynuyor ya... Hatta abimin okulunda da görmüştüm. Böyle kocaman bir pota var, oraya top atıyorlar." Basketbolu anlatmaya çalışırken ellerini de havaya kaldırıp potayı gösteriyormuş gibi yapıyordu Sarp. Televizyonda da görmüştü birkaç defa basketbolu ve futboldan daha çok ilgisini çekmişti. Hoşuna gitmişti izlemek, şimdi de oynamak istiyordu. "Basketbol o akıllım, pota topu değil. Babamla gitmiştik izlemeye, çok eğlenceliydi." "Ben de gitmek istiyorum, Adnan amca yine götürür mü bizi?" Dudaklarını büzdü Caner, bilmiyordu ki babası kendilerini basket maçına götürür müydü? Şu sıralar çok işleri olduğunu söylüyordu, öyle ki geceleri eve bile gelmiyordu. Her gece bekliyordu aslında babasını gelir, diye ama gelmiyordu bir türlü babası. Annesi de kendini zorla yatırıyor, babasını beklemesine izin vermiyordu oysa çok özlüyordu küçük çocuk, babasını. Onunla uyumak, mahalledeki diğer arkadaşı Mehmet'in yaptığı gibi babasıyla oyunlar oynamak, birlikte kahvaltı etmek, parka gitmek, koşup zıplamak istiyordu. Lakin babası bunların hiçbirini yapmıyor, son günlerde kendiyle ilgilenmiyordu bile ve Caner içindeki yarım kalmışlıklarla günbegün büyüyordu. Babası var mıydı, yok muydu anlamıyordu fakat bazı şeylerin çocuk olsa bile farkındaydı. Annesi çok üzgündü, onu ağlarken görüyordu ara sıra, görünce ise onu güldürmek için türlü şaklabanlıklar yapıyordu. Annesi gülünce kendi de mutlu oluyordu zira. "Caner! Oğlum neredesin sen? Bir saatten beri seni arıyorum." Necla Hanım çatık kaşları ile oğluna bakarken gerçekten sinirliydi bu defa. Oğlu yine evden kaçıp oyuna dalmıştı çünkü. Oğlunun mahallede oynamasına karşı değildi aslında ama saat kaç olmuştu, akşam ezanı okunacaktı birazdan hem banyo yapması gerekiyordu Caner'in. Gür, siyah saçları yağlanmış, eli yüzü toz toprak olmuştu. Ancak o, banyo yapmamak için evden kaçmıştı. "Anne" "Anne ya, gel bakayım buraya. Eve gidiyoruz!" "Hayır," diyerek ayağa kalktı küçük çocuk. Banyo yapmayı sevmiyordu, kaynar su vücudunu haşlayıp gözlerini yakıyordu ve kendi yine yanmak istemiyordu. "Banyo yapmak istemiyorum." "Caner almayım seni ayağımın altına!" "Yakalarsan alırsın," diyerek koştu Caner, çocukça kahkahalar atarken annesini peşinde koşturmaktan zevk alıyordu. Sarp arkadaşına gülerken Necla hanım sabır diliyordu. Oğlunun elinden ne çektiğini bir kendi, bir Allah bilirdi. Caner'in arkasından bağırsa da, küçük çocuk duymuyordu annesini. İnadı tutmuştu, banyo yapmayacaktı. En sonunda karşısına çıkan Nermin teyzesinin arkasına saklandı Caner. Basma eteğini çekiştirip dururrken "Nermin teyze," dedi yakarırcasına. "Kurtar beni!" Genç kadın dengesini korumaya çalışırken küçük çocuk kendini bir oraya bir buraya çekip duruyordu. Başının döndüğünü hissetti bir an Nermin Hanım. "La havle," diyerek en sonunda Caner'i durdurmayı başardı. "Ne oluyor oğlum akşam akşam?" "Annem bana zorla banyo yaptıracak ama ben banyo yapmak istemiyorum." "Allah Allah bak sen şu küçük beye. Sabahtan akşama kadar top peşinde koşturup dursun, üstü başı kirlensin ama kendi banyo yapmak istemesin. Başka bir isteğiniz var mı paşam?" "Ay Nermin ay... Bak nefes nefese kaldım," diyerek ikilinin yanına vardı Necla Hanım. Oğlu ne çok koşturup durmuştu kendini. "Banyo yapmamak için evden kaçtı yine." "E sen de bu kadar yumuşak yüzlü olma Necla. Çok yüz verirsen şımarır tabii." Verecek cevap bulamadı Necla Hanım, karşısındaki kadına. Haklıydı bir yerde Nermin, bazen gerçekten çok şımartıyordu Caner'i. "Yürü eve," dedi oğluna. Küçük çocuk ise kaçacak yeri kalmadığını anlayınca omuzlarını düşürüp oflayarak annesinin yanına vardı. Ancak yine de pazarlık yapmayı ihmal etmedi. Madem banyo yapması gerekti o zaman kendinin de bir şartı vardı. "Tamam arabalı yatak alırsan söz banyo yapacağım." "Caner" "Bana ne, arabalı yatak istiyorum ben." "Bakarız," dedi Necla Hanım. İlk defa bunu dile getirmiyordu oğlu, defalarca arabalı yatak istemişti ancak ne yazık ki arabalı yatak alacak durumu yoktu. Şu anda da oğlunun isteğini bir şekilde geçiştirmeye çalışıyordu. "Önce sen bir banyonu yap," diyerek Caner'in elini tuttu yine kaçmasın diye. Ardından tekrar Nermin'e baktı. "Hadi sana da kolay gelsin Nermin. Sonra görüşürüz." "Görüşürüz," dedi Nermin Hanım. Onlar gözden uzaklaşınca da bu sefer kendi Sarp'ı bulmak için yola koyuldu. Bir arka sokakta kaldırımda oturan oğlunu gördüğünde ise "Sarp," dedi kızgınca. Oğlu ayakkabılarını mahvetmişti, oysa daha geçen hafta Aziz'e zorla aldırmıştı o ayakkabıları. Her ay yeni ayakkabı alacak kadar zengin değillerdi. Aldıkları ayakkabı yıllar boyunca giymek zorunda olan insanlardı ancak Sarp kendini de, babasını da hiç dinlemiyor, yeni alınan ayakkabılarıyla top oynamaya devam ediyordu. "Yine mi top oynadın?" "Anne kızma herkes oynuyordu." Sarp masum masum kendini savunurken annesinin sert gözleri içini acıtıyordu. Neden kızıyordu ki annesi top oynadığı için, anlamıyordu. Kötü bir şey mi yapıyordu top oynayarak? "Yürü eve, üstünü başını değiştirir. Birazdan baban gelir, seni böyle görmesin." Aziz zaten kızacaktı Sarp'a o yüzden bir de kendi kızmak istemedi oğluna. Derdi oğlunun top oynaması değildi, sadece ayakkabıları parçalanırsa ona yeni bir ayakkabı alamayacak oluşu üzüyordu kendini ve bunun öfkesini oğluna göstermeyi ihmal etmiyordu. Annesiyle birlikte eve geçtiğinde yine annesinin yardımıyla üzerini değiştirdi Sarp. Sonra da tüplü televizyonda karşısına çıkan çizgi filmleri izledi. Nermin Hanım ise mutfakta yemek yapmaya girişti. Sedat babasıyla birlikte işe gitmişti bugün Cumartesi olduğu için. Evde de o yüzden ikisi vardı. Sarp izlediği çizgi filmde oyuncak basket potasını görünce heyecanla annesine seslendi. Belki annesi kendine bundan alırdı. "Anne," diyerek mutfağa koştu küçük çocuk. Onu çekiştirerek salona getirdiğinde televizyonda çıkan istediği oyuncağı ona gösterdi. "Bana bundan alır mısın?" Televizyona bakarken yutkundu Nermin Hanım, en çok zoruna giden buydu aslında. Bir anne olarak çocuklarına istediklerini alamamak kendini üzüyordu. Sedat'a yeni bir ceket almak için kocasını ikna etmek için çabalarken şimdi bu oyuncağı söyleyemezdi Aziz'e. Yine de "Babana söyleriz," dedi oğluna. Sonra da mutfağa geçip yemek yapmaya devam etti. Sarp ise ağlamaklı oldu, gözleri dolarken omuzlarını düşürdü. Biliyordu ki, babası istediği oyuncağı yine almayacaktı ve yine biliyordu ki, istekleri gerçekleşmeyecekti. Henüz beş yaşında iken belki de anlıyordu Sarp hayatta neyi çok isterse ona sahip olamayacağını. Bugün bir oyuncağı Sarp'a çok gören hayat, yarın neleri elinden almazdı ki. O akşam da hep olduğu gibi yemek sofrasına oturdu Akkaya ailesi. Henüz dört kişilik, çekirdek bir aile idiler. Aziz Bey, Nermin Hanım ve çocukları Sedat'la, Sarp. Öyle vurup kıran, yıkıp geçen biri değildi Aziz Bey ancak otoriter, sert bir adamdı. Sabah erkenden kalkıp dükkâna gider, gün boyu orada çalışıp kazandığı para ile akşam evine dönerdi. Sonra hesap kitap işine oturur ailesiyle pek ilgilenmezdi. Çocukları kendinden bir şey isterse başından savardı onları, işten yorgun argın geliyordu bir de onlarla uğraşacak hali yoktu. Hesap kitap varsa onlarla ilgilenir yoksa maç seyrederdi. Çok geç saatlere kalmadan da yatardı zaten. Ne de olsa sabah erken kalkıyordu. Ne yazık ki, çoğu baba ve eş gibi o da farkında değildi, ailesinin kendinin ilgisine ihtiyacı olduğunu. Bildiği tek şey, geçimlerini sağlarsa iyi bir aile babası olacağı idi, başka türlüsünü hiç görmemişti ki. Uzun boylu, kumral bir adamdı Aziz Bey, kimine göre gerçekten yakışıklıydı ancak ne yazık ki fiziksel özellikleri yetmiyordu onu güzel bir adam yapmaya. Çocuklarıyla ilgilenmeyen bir baba, nasıl güzel adam olur ki? Karısının verdiği bile emekleri görmeyen bir adam yakışıklı olmuş, ne yazardı. Lakin kabullenmişti ailesi onu bu şekilde, özellikle de eşi Nemin Hanım. Kocasını olduğu gibi kabullenmiş, onu hiç değiştirmeye çalışmamıştı. İyi, kötü idare ediyorlardı, niye şikayet etsindi ki? Tamam belki Aziz çatık kaşlıydı, sertti, yumruğunu masaya vuran adamlardandı ama Allah var, kendine bir günden bir güne el kaldırmamış, gidip başka kadınlarla düşüp kalkmamıştı. Milletin kocası neler neler yapıyordu da, kadınlar sesler çıkarmıyordu. Kendi niye ses çıkarsındı, niye kocasını kötü bellesindi ki? Bütün gün sanayide çalışıp eve ekmek getirmek için uğraşıyordu Aziz, kendi de nankörlük edemezdi ya. Yemekten sonra Sedat'la, Sarp odalarına geçtiklerinde Aziz Bey de hesap kitap işine girişti. Nermin Hanım ise çay demledi ardından Sarp için ördüğü kazağın kalan kısmına devam etti. Yün saplı şişleri eline alarak koltuğa oturup örgü ördü. Tabii bu sırada göz ucuyla yokladı kocasını. Biliyordu eşref saati değildi aslında Aziz'in ancak daha fazla bekleyecek zaman kalmamıştı. Sedat her gün üşüyordu okula giderken. "Aziz," dedi yumuşak bir sesle. "Sedat'ın montu küçüldü artık, Sarp'a ancak oluyor. Yeni bir mont almak lazım Sedat'a." Derin bir nefes alarak başını önündeki kâğıtlardan kaldırıp Nermin'e kısa bir bakış attı genç adam. Niye bir türlü istekleri bitmiyordu? Yine de terslemedi karısını. "Ay başı gelsin bakarız." "Ay başına daha ne kadar var. Çocuk okula giderken üşüyor. İnce bir ceketi var, o da ısıtmıyor kendini." "Bende burada para basmıyorum Nermin. Daha geçen hafta Sarp'a ayakkabı aldık." "O farklı bu farklı canım. Ayakkabıdan mont aynı şey mi?" Yüzünü sıkıntıyla sıvazladı genç adam. Neden karısı anlamıyordu kendini? Şu sıralar eli dardaydı, satış yoktu dükkânda, bir sürü de malzeme alarak borca girmişti. Nereden ödeyecekti bunların hepsini. Açık taksit yaptığı müşterileri ay başında vereceklerdi kendine kalan borçlarını o zamana kadar da idare şarttı. Ki, alacaklardan bile ancak girdiği borçları ödeyebilirdi. "Dişimizi biraz sıkmamız lazım Nermin, elimiz darda. Sedat sıkı sıkı giyinsin, idare etsin az. Hem bir aya kalmaz havalar ısınır burada." "Aziz..." "Ben yatıyorum, sana hayırlı geceler," diyerek karısının lafını ağzında koydu Aziz Bey. Ardından ayağa kalkıp odasına geçti. Nermin Hanım ise sıkıntı içinde nefesler alıp verdi. Anne olmak öyle zordu ki. Hep endişe ediyordu genç kadın çocukları için. Onları nasıl büyüteceğini, geleceklerini nasıl kuracağını kara kara düşünüp duruyordu. Onları okutmak, kendi elleriyle büyük okullara göndermek isterken şartlar ne yazık ki ortadaydı. Daha yavrularının ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu ki. Biliyordu kolay büyütemeyecekti onları, vereceği nice zorluklar olacaktı ve belki de bundadır ki, gelecekte oğullarını gözünden bile sakınacak, kimseyle kolay kolay paylaşamayacaktı. Zira emekle büyütülmüş erkek çocukları, annelerinin kıymetlileriydi ve onlarla evlenecek kadınlar en az, anneleri kadar kıymet bilmeliydi. Nermin Hanım da elbette ki geçeceği çetin yollardan sonra oğlanlarını her şeyden koruyup kollayacak, onları kolay kolay kimseye vermeyecekti. Nitekim bir anneydi, evlatlarını da gözünden bile sakınması, kimseyi onlara layık görmeyecek oluşu da annelik iç güdüsündendi. Göz göre göre onların canının yanmasına müsaade edemezdi. O yüzden oğullarını kolay kolay kimseyle paylaşamayacağı da muhakkaktı. *** Saat gece yarısını çoktan geçmişti fakat Necla Hanım ışıkları söndürmüş koltuğa oturmuş, kocasını bekliyordu. Biliyordu, Adnan aldatıyordu kendini, onun hayatında başka biri vardı. Lakin susmuştu, susup doğru zamanı beklemişti ki, zaten Adnan'la arasındaki karı koca ilişkisi aylar önce bitmişti. Hâlâ bu evde kendine düşen görevleri yapıyorsa Caner içindi. Oğlu için hayata tutunmalı, güçlü olmalıydı. Bir anne olarak oğlunu büyütmek yegane vazifesiydi. Düşmeye hakkı yoktu, dizlerini döve döve ağlayamazdı. Oğluna çektiği acıları hissettiremezdi. Göğüs germeliydi her şeye, göğüs gerip aslanlar gibi oğlunu büyütmeli, onu güzel bir adam olarak yetiştirmeliydi. Edepli, ahlaklı, kadir kıymet bilen, güzel bir adam olmalıydı Caner. Babasına benzememeliydi asla. Bir kadını ağlatmamalı, ona ihanet etmemeliydi ve bir anne olduğu için de çok görev düşüyordu kendine bu yolda. Ama yapabilirdi, Caner'i kendine yakışan şekilde büyütebilirdi. Sonuçta bir erkeğin hamurunu annesi yoğururdu, kendi de tabuları değil, doğruları öğretecekti oğluna. Doğru bildiği ne varsa, hepsini gösterecekti Caner'e. Kapıyı anahtarla açıp eve girdi Adnan Bey, gözleri oturma odasındaki karısını bulunca ışığı yakıp "Necla," dedi şaşkınca. Onu bu saatte ayakta görmeyi beklemiyordu. Fakat iyi olmuştu, ne de olsa karısıyla konuşacakları vardı. "Neredeydin, diye sormayacağım. Cevabını biliyorum çünkü ama bitti Adnan." "Ne?" diye sordu genç adam hiçbir şey anlamamıştı karısının dediklerinden. "Ne diyorsun Necla?" Yanında duran belgeleri alıp ayağa kalktı Necla Hanım. Kocasının tam karşısında durduğunda elindeki belgeleri uzattı ona. Bir arkadaşının avukat kızı vardı, o ayarlamıştı bu belgeleri. Zor bir karar olsa da emindi, boşanacaktı kocasıyla. Her gece başkasının koynundan gelen bir adamla daha fazla evli kalamazdı. "Senden boşanıyorum." Gözleri evraklarla karısının gözleri arasında gidip gelirken belli belirsiz gülümsedi Adnan Bey. Ben bu evden gidiyorum diyeceği sırada Necla kendine boşanma belgelerini uzatıyordu. Körün istediği bir gözdü, Allah vermişti iki göz. Hayır, kimse kendini bu yüzden suçlayamazdı. Sevmediği bir kadınla ve başındaki şeytan veletle bir ömür geçiremezdi. Hayatını yaşamak hakkıydı, öyle olmalıydı. Sevgilisi Gülbin kendine çok daha iyi bir hayat verebilirdi ki, bunu şimdiden yapıyordu. Her gece onun kollarında Necla'dan hiç görmediği kadınlığı görüyordu ve bu, kendini fazlasıyla memnun ediyordu. "Şimdi imzala şu belgeleri." "Demek biliyorsun. Kocasının o gülüşünden iğrendi genç kadın. Nasıl bu adamla evlenmişti, işte on dokuzunda aklı başında değildi ki, kapılmıştı Adnan'a. Babası bu adam seni üzer kızım, dediyse de dinlememiş, inat ederek evlenmişti Adnan'la. Keşke babasının sözünü dinlemiş olsaydı o zaman bu kadar çok canı yanmazdı. "Her gece nereden geldiğini anlamayacak kadar aptal mı sandın sen beni Adnan?" "Gurur yapıyorsun... Tamam istediğin gibi olsun boşanalım ama nafaka falan bekleme benden." Elindeki belgeleri karşısındaki adamın yüzüne fırlattı Necla Hanım. Kaşları çatık, gözleri öfke doluydu. Onun parasına mı muhtaçtı kendi? Bir mesleği vardı, gerekirse gece gündüz dikiş diker oğluna bakardı. "Senin tek kurşuna bile muhtaç değilim ben!" Öyle öfkeyle bağırmıştı ki, Caner uyanmıştı sesine. Uyanıp yanlarına gelmişti. Bir annesine, bir babasına bakarken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki küçük çocuk "Anne," dedi ürkekçe. "Niye babama bağırıyorsun?" "Yok bir şey oğlum, hadi biz gidip yatalım," diyerek oğlunu elinden tutup geri odasına götürdü Necla Hanım. İçi kan ağlarken Caner'e hiçbir şey belli etmemeye, gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Tek isteği bir an önce Adnan'ın bu evden çekip gitmesiydi. Adnan Bey keyifle gülümserken yerdeki belgeleri alıp imzaladı sonra da masanın üzerine koydu. Hemen de odasına geçip valizini topladı. Evden elbette ki kendi gidecekti çünkü bu ev Necla'nın babasının eviydi o yüzden Necla'yı gönderemezdi. O kadar da olsun, dedi içinden. Gülbin'le kendine yeni bir hayat kuracaktı sonuçta ve bunu düşündükçe keyifleniyordu. Eşyalarını toplamasının ardından kapıya doğru yol aldı genç adam fakat Caner'in sesini duyunca durmak zorunda kaldı koridorda. "Baba," dedi Caner üzgün bir sesle. Babası valizini toplamış nereye gidiyordu ki? Annesiyle kavga ettiği için mi gidiyordu yoksa babası? Minik kalbini korku sararken küçük yeşil gözleri dolmuştu. Babası gelirdi, değil mi? Gelirdi tabii. Sadece... Sadece işi vardı, o yüzden gidiyordu demi? Oğluna döndüğünde derin bir nefes aldı Adnan Bey, içi bir an cız ettiyse de umursamadı. "Ne oldu oğlum?" diye sordu buz gibi bir sesle. "Nereye gidiyorsun?" "Uzaklara." "Uzaklara mı... Neden ki?" "Öyle olması gerekiyor Caner. Hadi sen annenin yanına git, uyu artık. Saat çok geç oldu." Başka bir şey demeden arkasını döndü Adnan Bey, kapıyı açtığında son bir kez oğluna baktı. Sonra da kapıyı bir daha eve hiç gelmemek üzere kapadı. Caner öylece kaldığında ufacık yüreğinde adlarını bilmediği nice duygular yaşadı. Anlamıştı, babası gitmişti, artık gelmeyecekti. Yeşil gözlerinden iki damla yaş düştüğünde hızla annesinin yanına geri gitti. Gizlice yatak odasının kapısını açıp annesine baktı. Ağlıyordu annesi, gözlerinden yaşlar akıyordu fakat kendinin minik kalbi annesini üzgün görmeye dayanmıyordu. Koşup Necla Hanım'ın boynuna atladığında sıkı sıkı sarıldı ona. Yanaklarını defalarca öptü. Küçücük elleriyle annesinin gözyaşlarını sildi. "Ağlama anne," dedi çocuksu sesiyle. "Ben seni hiç bırakmayacağım hiç." "Güzel oğlum benim," diyerek oğlunun saçlarını öptü Necla Hanım, gözyaşlarını sildiğinde Caner'i kucağına alıp sevdi. Sonra da gözlerinin içine sevgiyle baktı. "Caner'im," dedi anneliğin vermiş olduğu şefkatle. "Şimdi bana bir söz ver bakayım." "Ne sözü?" "Güzel adam olma sözü... Sen çok güzel bir adam olacaksın... Çok... Söz mü?" "Söz," dedi Caner itiraz etmeden. Annesi madem bir kendinden böyle bir söz istiyordu o zaman kendi de güzel adam olurdu. Hiç kıramazdı ki annesini. Yeniden Necla Hanım'ın boynuna sarılıp sözünü yeniden tekrarladı ve beş yaşında ne olursa olsun güzel adam olacağına dair kendine de söz verdi. "Annemin istediği gibi güzel adam olacağım ben." *** 10 Ocak 2007 "Caner! Oğlum kalksana artık saat kaç oldu!" Aniden odasına dolan güneş ışıklarıyla yatağında ters tarafa dönerek gözlerini sıkı sıkı yumdu delikanlı. Annesinin odaya girip perdeyi açtığını biliyordu ancak uyanmak istemiyordu kendi. Bir hafta sonu öğlene kadar uyuyabiliyordu zaten, ona da karışmasındı annesi. Necla Hanım'ın sesine karşılık arabalı yatağında huzursuzca kıpırdanmaya devam ediyor ki, yaşlı kadın üzerindeki örtüyü çekti. "Kızacağım ama artık Caner. Kalkıyor musun, kalkmıyor musun?" Oflayarak dizleri üzerinde yatakta doğruldu Caner, dalgalı, kabarık saçları birbirine karışmıştı aynı zamanda yüzü oldukça asıktı. Cumartesi günü bile annesi tarafından erken kaldırılıyordu, nasıl mutlu mutlu uyanabilirdi ki? "Anne ne olur bırak biraz daha uyuyayım daha çok erken." "Hadi oradan, erkenmiş, saat on bire geliyor. Hem Sarp'ın maçına geç kalıyorsun." "Maça daha kaç saat var anne ya." "Caner sinirlerimi tepeme çıkarmadan git ekmek al yoksa aç aç gidersin maça, benden söylemesi." Necla Hanım odadan çıkarken ofladı Caner, anlamıştı onun elinden kurtuluşu yoktu bu defa. Saatin gerçekten on bir olduğunu görünce iç geçirdi. Evet bugün Sarp'ın basket maçı vardı. Okullar arasındaki maçın finaliydi. Eğer okul olarak maçı kazanırlarsa artık iller arası maçlara katılacaklardı ve önemli nokta Sarp'tı. Takım kaptanıydı çünkü arkadaşı, bu yüzden takımda da, okulda da önemli bir yeri vardı. Kendi de elbette ki can kardeşini sonuna kadar destekleyecekti fakat tek sorun maçın iki saat sonra olmasıydı ve kendi de iki saate kadar ayılabilir miydi, pek emin değildi. İçi içine sığmıyor, yerinde duramıyordu Sarp. Defalarca basket maçı oynamıştı ancak ilk defa bir final maçına çıkıyordu, heyecanlanması da normal olsa gerekti. Hem kendini heyecanlandıran diğer bir nokta ailesinin de maça gelecek olmasıydı. Final maçı olduğundan okul, ailelerin de gelmesinde bir sakınca görmemişti. Sarp'ta yine bir ilki yaşayarak ailesinin önünde maça çıkacaktı ve onların yüzünü karar çıkarmaya hakkı yoktu. Okulun bir spor takımında olmak bazı masrafları beraberinde getirirdi. Lisanslı ayakkabılar, formalar şarttı ve ailesi bu masrafları zor şartlar altında olsa da karşılamıştı. Sedat, kardeşinin basket sevdasını boş görse de, hevesini kırmamıştı. Elinden geldiğince yanında olmuştu Sarp'ın. Nermin Hanım da tam destek olmuştu oğluna bu konuda. Sarp'ın başarıları elbette gururlandırıyordu kendini. Meryem ise genç çocuğun heyecanına seve seve ortak oluyor, henüz karnında olan oğluna amcasının başarılarından söz ediyordu. Öyle ki, sabahtan beri evin içinde oğluyla konuşarak dolanıyordu. Hamile olarak basket maçına gitmek ona da heyecan veriyordu. Spor çantasının fermuarını kapatıp hazır olduğuna emin olunca kapının çaldığını duydu Sarp. Kapıya baktığımda ise karşısında Caner'i gördü. Tam tahmin ettiği gibi maç için çoktan hazırdı. Öyle ki içeri meşhur marşı söyleyerek girdi. "Hu ha dev adam On iki dev adam Hu ha dev adam On iki dev adam... Her zaman yanındayız Yalnız bırakmayacağız Kalpler seninle bir kez daha Şampiyon olacağız!" Başını eğip bağıra çağıra şarkı söyleyen arkadaşına güldü Sarp. Harbiden zır deli bir arkadaşı vardı. "Caner," demişti ki, Caner onu konuşturmadan abartı bir biçimde coşkuya girerek tüm enerjisiyle Sarp'ı gaza getirdi. "Orta doğu ve Balkanların gelmiş geçmiş en yakışıklı, en çevik, en atik, en sempatik, en çekici basketçisi Sarp Akkaya bu final maçına hazır mısın?!" Güldü Sarp. Şaka bir yana iyi ki böyle bir dostu vardı. "Hazırım kardeşim, hazırım." "Hazırım kardeşim, hazırım... Bu ne oğlum ya, az şöyle coşkulu ol, enerjik ol.. Ne bileyim yani." "Caner," diyerek aralarına girdi Meryem. Elinde su bir tabak dolusu su böreği vardı ki, elbette bu böreklerden Caner'e vermezse içi rahat etmeyecekti. "Su böreği ister misin?" "Buna hayır denir mi be yenge?" diyerek Meryem'e yaklaşıp bir dilim börek aldı delikanlı ardından böreği iştahla yedi. Tam da o sırada tüm ev ahalisi maça gitmek için kapının önünde toplandı. Nermin Hanım oğlunun ağzına okunmuş pirinç tıkarken Sedat kardeşinin omuzlarını destek olmak istercesine sıktı. Çiçek abisinin yanaklarını öperek ona bol bol şans diledi. Meryem ise kaybetse de kazansa da önemli olanın eğlenmek olduğunu söyledi Sarp'a. Sonuçta Sarp gönüllerin şampiyonuydu. Ailesiyle birlikte evden çıktığında arkadaşlarını kapının önünde buldu Sarp. Hepsinin geleceğini biliyordu tabii ancak direkt stada gitmek yerine buraya gelmeleri kendini duygulandırmıştı. Ailesinden nasıl izin almışsa Oya bile gelmişti buraya. Hepsinin gelmesine elbette ki sevinmişti fakat gözlerinin odağı Feyza'dan başkası değildi. Kim bilir nasıl da tartışmıştı babasıyla buraya gelmek için. "Hiç heyecana gerek yok kardeşim, bu maç bizim zaten," diyerek Sarp'ın omuzuna vurdu Altay. "O kendini beğenmiş Ata koleji hiç sevinmesin, Hatay'ı Antakya Lisesi temsil edecek!" "Başka türlüsü mümkün değil ki Asu," diyerek genç kızı destekledi Hakan ve Oya onlara içtenlikle katıldı. Kendi de emindi, Sarp ve takımı bu maçı alıp okulunu gururla temsil edeceklerdi. "Büyük şehirlerde Hatay'ın adı seninle duyulacak Sarp, ben inanıyorum." "İnşallah arkadaşlar, inşallah," dedi Sarp. Onların desteği büyük moral veriyordu kendine. İyi ki böyle güzel dostları vardı. Gözlerinin yeniden Feyza'ya dikince onun da bir şeyler demesini bekledi fakat Feyza sadece sustu. Çok geçmeden de abisinin sesini duydu zaten. "Sarp hadi geç kalıyoruz." "Geliyoruz abi," diyerek bakışlarını Sedat'tan çekip arkadaşlarında gezdirdi delikanlı. Son bir kez Feyza'ya bakmasının ardından "Hadi," dedi. "Gidelim." Hepsi otobüs durağına doğru yürümeye başlarken Feyza milim kımıldamadı yerinden. Sarp'a diyeceği bir şey vardı ve onunla yalnız kalma fırsatı kolluyordu deminden beri. Nihayet herkes dağıldığında Sarp yanından geçip gidecekti ki bileğini tutarak onu durdurdu. "Sarp," dedi telaşla. "Efendim." "Ben... Ben sana bir şey vermek istiyorum," diyerek boynundaki papatya kolyesini çıkardı genç kız. Çekinse de verecekti bu kolyeyi Sarp'a. Elini tutup avcunun içine kolyeyi bıraktığında "Uğur kolyem," diye mırıldandı. "Yani bana hep şans getirir, sana da şans getirsin." İçi kıpır kıpır olmuş, asıl morali şimdi bulmuştu delikanlı. Kehribar gözleri bile sahiden gülüyordu o an. "Teşekkür ederim." Kaçamak bakışlarla delikanlıya bakarken omuzlarını silkti Feyza. Dudaklarını ısırıyor, yanaklarının kızarmasına engel olamıyordu. "Bir şey değil. Ufak bir kolye sadece." "Feyza" Adını nasıl bu kadar güzel söylemeyi başarıyordu Sarp? Her Feyza deyişiyle yüreğinde onlarca kelebek kanat çırpıyordu sanki. Cesaret ederek delikanlının gözlerinin içine baktığında "Hm," diye bir ses çıkardı yalnızca. Eli ayağa birbirine dolaşıyordu işte Sarp'ın karşısında. "Bu maçı senin için oynayacağım." Nefes alamadı genç kız, zorlukla yutkundu. Hiçbir tepki veremezken Sarp aniden eğilip yanağını öptü. Taş gibi kesildiğini hissetti Feyza, baştan aşağı vücudunu ateş basmıştı. Göz bebekleri büyürken öylece kala kaldı. Sarp'ın yanağına değen dudakları kendini alev alev yakıyordu. Geri çekilince bakışlarını kaçırdı Sarp. Utanmıştı. Feyza'yı öptüğü için utanmıştı. Ama ne yapsın daha fazla tutamamıştı kendini. Öpmek istemişti genç kızı, o güzel yanağına masum bir buse kondurmak. Ne zarar çıkardı ki bundan? "Şey... Gidelim mi artık?" Başını sallamakla yetindi Feyza, şu an başka bir tepki verebileceğini sanmıyordu. Adeta dili tutulmuş, yürüyen bir robot olmuştu. Yanağına değen o ateşli dudakların etkisinden kolay kolay çıkamayacağı muhakkaktı. *** Antakya'nın kapalı spor salonunda oynanıyordu Hatay'ın liseler arası basket maçı. Hava soğuk olduğu için okul yetkilileri burayı ayarlamıştı. Okullarını desteklemek için gelen öğrencilerin yanında, maçta oynayan öğrencilerin velileri de yer alıyordu. Herkesin velisi gelemezdi, stat o kadar büyük değildi çünkü. Final maçı, yine Antakya'nın en eski okullarından biri olan özel Ata Koleji ile Antakya Lisesi arasında gerçekleşiyordu. Devlet okulu olmasından ötürü Antakya Lisesi'nin şansı biraz daha düşük olsa da, o okulun öğrencileri büyük bir tezahüratla destekliyordu maçta oynayan arkadaşlarını. Hepsi bağıra çağıra tezahürat yaparken bunların başını Caner çekiyordu. Henüz takımlar sahaya bile çıkmadığı halde arkadaşlarına coşku vermekte üstüne yoktu. "Hadi hadi," diyerek ellerini çırpıyor bir koç edasıyla arkadaşlarını gaza getiriyor, koltuğunda ayağa kalkarak marşlar söylüyordu. Takımlar sahaya çıktığında ise coşkuyu daha da arttırdı ve en sonunda hedefine ulaşmayı başardı. Takımlar sahaya çıktığında Antakya Lisesi'nin 11/B sınıfı öğrencileri Caner'e uyum sağlayarak onunla birlikte bağıra bağıra marşı yeniden hep bir ağızdan söylediler. "Hu ha dev adam On iki dev adam Hu ha dev adam On iki dev adam!" Ellerini ağzının iki yanına dayayarak en güçlü sesiyle "Antakya!" diyerek bağırdı Asuman o an. Elleri patlarcasına okulunun takımını alkışlarken bağırmaya da devam etti. Arada Sarp'ın ismini özellikle söylüyor, ona bitmek tükenmek bitmeyen bir enerjiyle tezahürat yapıyordu. Bu maçı ne yapıp ne edip kazanmaları gerekiyordu. Doğma büyüme Hataylı olmasa bile Hatay'ı okuluyla birlikte temsil etmek istiyor, bunun düşüncesi bile kendini gururla dolduruyordu. Olacaktı da, Antakya Lisesi bugün bu maçı kazanarak İl finalisti ilan edilecek, ardından diğer büyük maçlara çıkarak Türkiye'de birinciliğe erişecekti. Tüm kalbiyle buna inanıyordu. Maçın başladığı ilk anda, karşılaşmanın oldukça çekişmeli geçeceğini iki takımda anlamıştı. İki okulda oldukça hırslı ve inatçıydı. Bu maçı almak gerçekten önemliydi. Antakya Lisesi'nin öğrencilerinden olan Kerem rakibinin elinden topu kapmayı başardığında arkadaşı Volkan'a attı. Volkan ise topu sektirerek ilerliyordu ki, topu karşı takımdan birine kaptırdı ancak birkaç saniye sonra Sarp rakibinin elinden topu çevik bir hareketle aldığında hiç kimseye fırsat vermeden topu potaya atmayı başardı hem de üçlük olarak. Bu basket sahada Antakya Lisesinin öğrencilerine sevinç gösterisi yaptırırken tribünü de ayağa kaldırdı. Feyza içindeki coşkuya engel olamadan ayağa kalktığında yerinde zıplayıp yanında duran kuzenine sarıldı. Sonra onunla birlikte yeniden tezahürat yaptı. "Sarp!" diye bağırdı iki kız aynı anda. "Göster Antakya Lisesi'nin gücünü onlara!" Maça odaklanmaya çalışsa da bir an için Feyza'nın sesini duyunca ona bakmaktan kendini alamadı delikanlı. Birkaç saniyeliğine onunla bakışıp kendine atılan pası yakaladı ve topu sektirerek ilerledi. Önünü rakibi kestiğinde arkadaşı Volkan'a pas attı. Volkan atılan pası yakaladığında topu boşta olan Mert'e gönderdi. Mert yakaladığı topu yakın olduğu için potaya fırlattı. Top potadan girince ise çığlıklar yükseldi. İkilik atmış olsa da, basket atmıştı Mert ve bu Antakya Lisesine artı puan kazandırmıştı. Dakikalar hızla ilerlerken Antakya Lisesi otuz beş, Ata koleji kırk iki puandı. Evet, ilk dakikalarda atılan iki basketin ardından kolej oldukça hırs yapmış ve öne geçmeyi başarmıştı ama maç henüz bitmiş değildi. Sarp verdiği mücadeleden sonra bir üçlük daha atmayı başardığında yine onun tarafını tutanlar çığlık çığlığa bağırdılar. Öyle ki bu kez Oya sevinçten yanında duran Altay'a aniden sarıldı. Altay bunu beklemediğinden öylece kaldı, işte şimdi sevinci iki katlanmıştı lakin aynı zamanda birinin sevinci yarım kalmıştı. Hakan, Oya'ya sarılmak için dönmüştü ki, onun Altay'ın boynuna atladığını görünce içinde bir şeyler paramparça oldu. Sevdiği kız, başkasının kollarına atlamıştı o an ve o anı görmek içini koca bir kederin sarmasına neden olmuştu. Maç nasıl biterse bitsin, kendi kaybetmişti. Ya da kaybettiğini ilk o an anlamıştı yine de bunu kabullenmesi kolay olmayacaktı. "Hakan neredesin sen? Bizimkiler nasıl basket attı görmedin." Caner kendine seslenirken sessiz kaldı Hakan, ona kısa bir bakış atıp gözlerini birlikte tezahürat yapan Oya ve Altay'a çevirdi. İkisi o kadar mutlu görünüyordu ki... Altay, Oya'nın boynuna kolunu dolamış, birlikte hoplaya zıplaya tezahürat yapıyorlar, ara sıra göz göze geliyorlardı. İçinin böylesine acıdığını hiç hissetmemişti. Birkaç defa yutkunup daha fazla burada duramayacağını, durursa boğulacağını düşündü. Tribünün merdivenlerinden inip salondan çıktı. Hava almaya ihtiyacı vardı. "Hakan'a ne oldu?" diye sordu Asu, Caner'e. Ondan biraz uzakta duruyordu ki, Hakan'ın çıkıp gittiğini görünce merak etmişti onu ve her ne olduysa Caner'in bildiğini tahmin ediyordu. Gözleri Altay ve Oya'nın üzerinde oyalanırken "Bence," diyerek bakışlarını yanında duran Asu'ya çevirdi. "Ne olduğunu ikimiz de iyi biliyoruz." Genç kızın gözleri de Altay'la, Oya'yı bulunca derin bir nefes aldı. Caner'in de her şeyi bilmesine şaşırmamıştı aslında. "Demek sen de farkındasın bazı şeylerin." "Farkında olmaya gerek yok ki her şey apaçık ortada." "Ne olacak peki?" "Ne olacağını hep birlikte göreceğiz." Sıkıntıyla nefes aldı genç kız, Altay, Hakan ve Oya üçlüsünün arasında olanlar ve olacaklar kendini geriyordu. Hissediyordu çünkü bu işin sonunda güzel şeyler yaşanmayacaktı. "İşte bu be! Sarp bastır oğlum, acıma!" Sarp'ın basket attığını gören Caner, aniden bağırınca irkildi Asu. Bir kez olsun normal bir şekilde sevinemez miydi bu çocuk. Gözlerini devirdiğinde yanlarına sarışın, kısa boylu bir kızın gelip "Harikasın Sarp!" diye bağırdığını fark etti. Bu kimdi ve Sarp'ın adını nereden biliyordu? "Affedersin," diyerek kızın omzuna vurdu Asu. Kız kendine dönünce kaşlarını çattı. Daha önce bu kızı görmediğine emindi. "Bizim okuldan mısın sen?" "Evet, ben Ayşen 9/C sınıfındayım." "Öyle mi?" diye mırıldandı Asu sonra da pek fazla umursamadı kızı. Ayşen de maçın bir dakikasını bile kaçırmak istemediğinden geri maça odaklandı. Fakat Asu'nun anlamadığı bir şey vardı. Neden yeni yetmeleri bile okul maçına kabul ediyorlardı? Nedendir bilinmez uyuz olmuştu bu kıza ve mümkünse bir daha onunla karşılaşmamayı diliyordu. Eli dörde, kırk beşti maç. Ata koleji farkı gittikçe açmayı başarıyordu ve maçın bitmesine yirmi dakikadan az bir zaman kalmıştı. Ata koleji bir üçlük daha attığında Antakya Lisesi için durum iyice zorlaştı, coşku kayboldu. Taraflar umutsuzluğa kapıldı, Sedat iç geçirdiğinde yılgınlıkla arkasına yaslandı. Biliyordu işte böyle olacağını, kolay mıydı öyle zengin bebelerini yenmek? Keşke kardeşi boş hayaller kurmak yerine biraz gerçekleri görseydi. Ama Sarp'a laf anlatmak ne mümkündü. Meryem kocasının elini tutup umutla baktı gözlerine. "Maç daha bitmedi Sedat." O an Ata koleji bir üçlük daha atınca Sedat iç geçirdi. "Bitmedi ama arada on beş sayı fark var ve sadece sekiz dakika kaldı. Nasıl kapatacaklar bu farkı?" "Kısmet," dedi Nermin Hanım. "Her şey kısmet. Buraya kadar geldi ya Sarp'ım ona şükür." Onların konuşmalarına şahit olurken hayır, dedi Feyza içinden. Öylece pes etmek yoktu. Maç henüz bitmemişti. İçinden geleni yaparak aniden tribünün en önüne fırladığında var gücüyle bağırdı. "Sarp!" Delikanlı, Feyza ile göz göze geldiğinde yutkundu. Onun için oynayacağını söylemişti maçı ama kaybediyorlardı. Kazanmayı hiç bu kadar istememişti fakat şu dakikadan sonra elinden bir şey gelir miydi, pek emin değildi. "Biz buradayız şampiyon! Biz buradayız... Senin yanındayız!" İlk Caner sonra diğerleri Feyza'nın yanına geldiğinde hep birlikte var güçleri ile bağırdılar. Hem Sarp'a hem takımlarına tezahürat yaptılar. Hoplaya zıplaya en büyük Antakya, diye bağırıp çağırdılar. Onlar bu gazı işe yaramış olacak ki, Antakya Lisesi o dakikadan sonra ardı ardına basket atıp aradaki farkı kapattılar. Lakin son dakikada Ata koleji bir ikilik attı. İşte o noktada nefesler tutuldu. Sadece elli saniye kalmıştı ve eğer Antakya lisesi üçlük atmazsa finalist Ata koleji olacaktı. Son saniyeye kadar inanmaktan vazgeçmedi Antakya Lisesi'nin öğrencileri. Haykıra haykıra on iki adam marşını söylerken en büyük Antakya diye bağırıyorlardı. Hakem düdüğü çalmadan hiçbir maç bitmezdi ve hâlâ bir şansları vardı. Rakibinden yakaladığı topu direkt Sarp'a gönderdi Kerem. Arkadaşına güvenmekten başka çaresi yoktu. Sadece yirmi saniye kalmıştı ve Sarp'ın basket atması için dua ediyordu. Sarp hiç zaman kaybetmeden olduğu yerde sıçradı, tüm inancıyla potayı hedef alarak topu oraya gönderdi. Top ağır çekimde hareket edercesine potaya vardı, potanın etrafında dönüp iki saniye kala potaya girdi ve tam o anda da düdük sesi duyuldu. Hakemin basketi kabul edip etmeyeceği merak konusuydu ki, Hakem Antakya Lisesi'nin kazandığını açıkladığında büyük bir coşku koptu salonda. Herkes bağrış çağrış içinde birbirine sarıldı. Kazanmışlardı. Artık Hatay'ı gururla temsil edebilirlerdi. "Kazandık Asu kazandık!" Caner, sevinçle genç kıza sarıldığında Asu da sıkı sıkı doladı kollarını ona. İtiraf ediyordu Caner'in kolları gün geçtikçe bağımlılık yapıyordu kendinde. "Kazandık!" Feyza hissettiği coşkuyla yanında duran kim varsa onun boynuna atlamıştı ki, kapadığı gözlerini açınca Nermin Hanım'a sarıldığını fark etti. Utanarak hızla geri çekildi. Sevinçten içi içine sığmıyor, ne yaptığını bilmiyordu ki. "Nermin teyze ben..." "Çok sevindin sen belli." Kızıyor muydu yoksa başka bir şey mi diyordu anlamamıştı Feyza fakat Meryem'in kendine sarılması ile boş verdi yaşlı kadını. Sarp kazanmıştı ya, önemli olan buydu. "Sarp bu maçı senin sayende kazandı Feyza." Başını çekip masum masum baktı Meryem'e genç kız. Utanarak bakışlarını kaçırdığında gözleri sahada arkadaşlarıyla sevinç yapan Sarp'ı buldu. Sarp ise genç kızın bakışlarını fark ettiğinde ise arkadaşlarının arasından sıyrılıp Feyza'ya doğru birkaç adım attı. Alt dudağını dişledi Feyza ancak bu kez içinden geçeni yapmaya karar verdi. Tribünün merdivenlerinden indi ve bir dakika düşünmeden koşup Sarp'ın boynuna atladı. Bunu bekliyormuş genç kıza sıkı sıkı kollarını doladı Sarp. Feyza da büyük bir sevgiyle kucakladı delikanlıyı. Sıcacık eller saçlarında gezerken kendinin elleri Sarp'ın sırtında dolanıyordu. Öyle güzeldi ki Sarp'a sarılmak, içinde bahar çiçekleri açıyordu sanki. "Tebrik ederim şampiyon." "Sen olmasan asla kazanamazdık Feyza." **** "Ben bunu saymıyorum ama Türkiye'de birinci olduğumuz zaman kutlamanın alasını yapacağız ona göre." "Yaparız Caner yaparız. Hele bizim okul bir birinci olsun Türkiye'de bak gör nasıl dağıtıyoruz ortalığı." Meyve sularını bardaklara doldururken Altay'ın cevabına sırıttı Caner. Maçtan sonra Asu ailesi evde olmadığı için hepsini evine davet ederek küçük bir kutlama yapmak istemişti. Onlar da kendini elbette kırmamıştı. Hatta Caner dünden hazırmış gibi kabul etmişti bunu. Şimdi de herkes kafasına göre takılırken genç kız evde bulduğu ikramlıkları tabaklara koyuyordu. Ancak Caner'in kendine yardım etmesini es geçmek olmazdı. Ondan bu davranışları beklemezdi aslında Asu fakat Caner kendini şaşırtmayı başarıyordu itiraf etmesi gerekirse. Yanında duran delikanlıya kısa bir bakış atıp gözlerini kaçırdı genç kız. Yakışıklıydı... O esmer teniyle, uzun boyuyla, biçimli vücuduyla, siyah gür saçlarıyla oldukça yakışıklıydı Caner. Ayrıca o kendine has odunsu kokusu ister istemez aklını başından alıyordu. Hoşlanıyordu. Karşı koymak için çabalasa da hoşlanıyordu işte Caner'den ve bu hoşlantının boyutu gün geçtikçe artıyordu. Aklını devreye sokmaya çalışsa da kalbinin sesini ne yazık ki susturamıyordu. Caner'in yanında iken bir şeyler oluyordu yüreğine, kuşlar kanat çırpıyordu sanki kalbinde. Hiç bilmediği hisler kendini baştan aşağı kuşatırken kendi o hislerin esiri oluyordu elinde olmadan. Caner de böyle hissediyor muydu kendine karşı? O da böyle duygularında kayboluyor muydu? Bilmiyordu ki, anlamıyordu ya da sadece Caner'e güvenemiyordu. Belki korkuyordu da biraz. Caner'in basit bir gönül eğlencesi olmaktan korkuyordu . "Söyle." "Ne?" Elindeki meyve suyu kutusunu orta tezgâhın üzerine koymasının ardından sırıtarak bakışlarını genç kıza çevirdi Caner. Bal gibi de hoşlanıyordu işte Asu kendinden. Yoksa neden deminden beri kendine baksındı ki? "Bir şey diyeceksen diyorum söyle." "Yok bir şey söylemeyeceğim," diyerek hızla önündeki tabağı alıp salona doğru adımladı Asuman. Hislerini belli etmekten öyle korkuyordu ki... Evinde mutfakla salonun bitişik olmasına ilk defa o an şükretti. Caner'le yalnız kalmamış oluyordu çünkü böylece. Diğerlerinin yanına vardığında ikramlıkları sehpaların üzerine koydu. Tabii Caner'in bakışlarının üzerinde dolandığını da hissediyordu. Asu'nun arkasından bakarken güldü Caner. Utanmıştı Asu ve bu utanç öyle çok yakışmıştı ki. ona... İç çekti delikanlı, seviyordu bu kızı işte. Duygularının gayet farkındaydı ve en kısa zamanda Asu'ya da itiraf edecekti. Doğru zamanın gelmesini bekliyordu yalnızca. Bir iddiaya girmiş olabilirdi ancak sadece o iddia için değil, Asu'yu sevdiği için onunla bir şeyler yaşamak istiyordu. O iddiaya da Asu'nun kendini sevdiğini herkese kanıtlamak için girmişti. Lakin Asu'yu bu iddia yüzünden kaybedeceğini nereden bilebilirdi? "Şimdi bir dahaki maçlar ne zaman? Yani il finalisti olduğunuza göre büyük şehirlere gitmeniz gerekecek demi?" Bardağını önündeki sehpaya geri koydu Sarp. Gözlerini yanında oturan Feyza'ya çevirdiğinde gülümsedi. Kendinin gitmesinden korkar gibiydi genç kız. Oysa kendi Feyza olmadan hiçbir yere gitmezdi. Hocayla konuşur ne yapar ne eder Feyza'nın da gelmesini sağlardı. "İkinci dönem gerekli görüşmelerden sonra bizi bilgilendirecek Yiğit Hoca." "Vay be kardeşim sayende Hatay'ı temsil edecek okulumuz." "Diğerlerinin çabasını es geçmek olmaz Altay. Biz bir takımız ve hep birlikte kazandık." "Şu mütevaziliği bi bırak Sarp ya. Oğlum sen olmasan hiçbiri bir şey yapamazdı," diyerek Oya'nın oturduğu koltuğun koluna yerleşti Caner. Bir yandan muhabbette dahil olup diğer yandan meyve suyunu yudumlamayı ihmal etmiyordu. "Demi arkadaşlar?" "Yine de haksızlık etmeyelim şimdi Volkan da Sarp kadar iyi oynadı. Yaptığı smaçlar bayağı sayı kazandırdı." Kaşlarını çatıp yerinde rahatsızca kıpırdandı Altay. Çaprazında oturan Oya ile göz teması kurduğunda gözlerindeki öfkeyi saklayamadı. "Bu kadar çok mu beğendin Volkan'ı?" Gözlerini devirdi genç kız, dediğinden bunu mu anlamıştı sahiden? Tam bir şey diyecekti ki Asu'nun yanında oturan Hakan araya girdi. Elbette ki Oya'yı kıskanmıyor değildi ancak onu kıskanacağı kişi Volkan değil, Altay'dı. Bu yüzden de Altay'a gereken cevabı vermekten çekinmedi. "Beğenmişse beğenmiştir sana ne?" "Hayır, sen şimdi niye araya giriyorsun ben onu anlamadım." "Kıza gereksiz yere hesap soruyorsun da ondan." "İşte bu, diyorum," diyerek elindeki bardağı sehpanın üzerine bıraktı Altay. Ne olacaksa olsundu artık, kaçak göçek savaşmaktan bıkmıştı çünkü. Oya her şeyi öğrenirse öğrensindi. Evet öğrensindi ki, ona bir karar versindi. Oturduğu yerde öne doğru eğilerek Hakan'ın kara gözlerinin içine baktı. "Seni niye bu kadar ilgilendiriyor?" "Ha gereksiz yere hesap sorduğunu kabul ediyorsun yani?" "Beyler," diyerek uzayıp giden sessizliği bozdu Caner. Biliyordu ki, eğer biri ortama el atmazsa bugün başladığı gibi güzel bitmeyecekti. Hızlıca ayağa kalktığında yüzüne sahte bir maske takınarak her zaman ki şebekliğini sergiledi. "Olmuyor böyle ama, biz burada İl finalisti olmuşuz siz ne yapıyorsunuz şimdi? Sarp'a ayıp yani." Altay ve Hakan iki düşmanmış gibi birbirine bakarken Caner nafile çabaladığını anladı. İkisi de her an patlayacakmış bir volkan gibiydi, ne yapsa, ne etse yumuşatamayacaktı onları. Yine de şansını denemekten çekinmedi. "Asu," dedi Oya'ya bakarak. Ne yere bakan yürek yakan olduğunu cidden anlamamış mıydı? "Kumanda nerede? Bir müzik açalım da keyfimiz yerine gelsin." Caner'in dediğini yaparak ortamı neşelendirmek için bir müzik kanalı açtı genç kız. Hareketli bir parça çalarken dans havasına girmişti bile. Arkadaşlarını tek tek ayağa kaldırmaya çalışırken Sarp ve Feyza onu kırmadı. Oya ise hiç o havada olmadığından somurtkan bir suratla yerinde oturmayı tercih etti. Bir Hakan'da bir Altay'da gözlerini gezdirirken yüreğindeki hisleri görmezden geldi. Bir şeyleri anlıyordu elbette fakat kabullenmek istemiyordu çünkü eğer kabul ederse Hakan için vicdan azabı çekecekti. Kendinden bile gizlemeye çalışsa da yapamıyordu. Altay kendinden izin almadan yerleşiyordu kalbinin derinliklerine. Onun o ela gözleri dokunuyordu yüreğinin en saklı odalarına. Altay'la göz göze gelince öyle bir sıcaklık hissediyordu ki içinde, tarifi yoktu. O bakışlar kendini alıp göklere çıkarıyordu adeta. Tüm bu hisler ilk olduğu gibi özeldi de ve Oya bu özel hislerini Altay'a karşı hissettiğini biliyordu ancak bu hislere gölge çekmesinin nedenlerinden biri de Hakan'dı, her ne kadar kendi içinde bunu inkâr etse de. Görüyordu genç kız, Hakan'ın da kendine karşı duyguları vardı yoksa neden devamlı Altay'la atışıp dursundu ki? Ama yoktu işte yüreğinde Hakan'a karşı o özel hisler. Sarp gibi, Caner gibiydi Hakan kendi için. Onları nasıl seviyorsa, Hakan'ı da öyle seviyordu. Dostluktan öte değildi Hakan'a karşı hissettiği duygular. Hayır, değiştirmekte istemiyordu bunu Altay'a olan duygularından memnundu zira fakat Hakan'ı kırmaktan korkuyordu. Sonuçta arkadaştılar ve kendi arkadaşını üzmek istemiyordu. Belki de biraz da o yüzden uzak duruyordu Altay'dan. Şarkılar değişirken slow bir müzik başladı o anda ve erkekler elbette ki kızları dansa kaldırdılar. Sarp karşısında duran Feyza'ya elini uzattığında itiraz etmeden onun elini tuttu genç kız. Delikanlının omuzlarına ellerini dayadığında bakışlarını kaçırdı. Bakamıyordu işte. Sarp'a bu denli yakın iken cesaret ederek o kehribar gözlere bakmıyordu fakat kendinin aksine Sarp bir an olsun çekmiyordu gözlerini üstünden. Gözlerini çekmediği gibi ellerini de bedeninde çekinmeden gezdiriyordu. Belini saran elleri fazlasıyla yakıyordu kendini, Hayır bundan şikâyetçi olduğunu söyleyemezdi sadece içine daha hiç tatmadığı duygular yer edinmesini sağlıyordu bu sıcacık eller ve kendi Sarp'ın hissettirdiği bu duyguları seviyordu. Onunla yaptığı her şeyi sevdiği gibi. İçinden geçen duygulara engel olamayarak Caner'in dans teklifini kabul etti Asu. Delikanlının elini tutarak kendini özgür bırakıp hislerine uyum sağladı. Caner'le birlikte dans ederken yalnızca o içini okşayan yeşil gözlere odaklandı. Nefesi kesilir gibi oldu bir an, yapamıyordu işte Caner'e karşı koymayı başaramıyordu. Kalbi böyle tatlı tatlı atarken kendi esir oluyordu bir çift zümrüt göze. Genç kızın bakışlarını gördükçe gülmeden edemiyordu Caner, Asu'yu etkisi altına almak hoşuna gidiyordu. Güzeldi. Güzeldi işte Asu'yla bir şeyler yaşamak ve inanıyordu ki, bunların dahası da olacaktı. Oturmaktan sıkılıp ayağa kalktı Altay, Oya'yı elini uzattığında Oya'nın bakışları, Altay'ın gözleri ile eli arasında gidip geldi. Kalbi hızla atarken dudaklarını dişledi. Hayır, demek istemiyordu fakat çekinceleri vardı işte. "Lütfen," dedi delikanlı umut dolu gözlerle. Oya daha fazla dayanamadı ya da Altay'ı kırmak istemedi. Uzatılan eli tutup ayağa kalktığında bir an için Hakan ile göz göze geldi. O korktuğu vicdan azabı içinde yer edinirken Altay belini kavradı. Böylece Oya gözlerini Hakan'dan çekip Altay'ın gözlerin odakladı ve ona uyum sağlayarak minik adımlarla adımladı. Altay'ın kolları arasında olmak aklını başından alıyor, yüreğini hoplatıyordu ancak biliyordu ki, duygularının önüne geçmesi gerekti. Hakan bir yana, ailesi varken Altay'la birlikte olmayı düşünemezdi. Eğer ailesi bir öğrenirse hayatı zindan olurdu fakat yine de en azından birkaç dakika da olsa yok saymak istediği duygularını yaşamak istiyordu. Oya ile Altay'ı daha fazla sarmaş dolaş görmeye dayanmayarak salondan çıktı Hakan. İçinde öyle bir yıkım vardı ki, kelimelerle anlatamazdı. Sevdiği kızı, arkadaşının kollarında görmesinin acısını nasıl anlatabilirdi? Nasıl ifade edebilirdi yüreğindeki hissettiği bu dayanılmaz sancıyı? Seviyordu. On yedi yaşında olmasına rağmen büyük bir aşkla seviyordu Oya'yı. Onun elini tutmak, sımsıkı sarılmak istiyordu ona. Kolları arasına alıp bağrına basmayı arzuluyordu Oya'yı ama o... O... Neden... Neden Altay'a karşılık veriyordu? Neden kendine değil de Altay'ı görüyordu? Ondan ne farkı, ne eksiği vardı? Hayır tam aksine Altay'dan bir eksiği yoktu, ondan fazlası vardı. Altay gibi bir ayyaşın oğlu değildi en başta. Düzgün bir ailenin çocuğuydu kendi, Altay'ın babası gibi her gece ev zil zurna sarhoş gelmiyordu babası. Kendi de babasından öğrenmişti ya güzel sevmeyi, kadına değer vermeyi. Evet, güzel seviyordu kendi Oya'yı, ona dair masum hisler besliyordu içinde ama Altay böyle sevmiyordu Oya'yı, adı kadar emindi Oya onun için bir hevesten daha fazlası değildi. Altay bilmezdi sevmeyi, kendi gibi güzel sevemezdi Oya'yı. Yakardı onun canını, bilmezdi ki o masum meleğin kıymetini, incitirdi. Oya çok incinirdi. Engel olamadı Hakan gözlerinin dolmasına, erkek olabilirdi ama duyguları vardı. Genç bir kıza karşı derin duyguları. Ve o genç kız için günler boyunca ağlayabilirdi Hakan, aşk için gözyaşı dökmek kendini utandırmazdı ki. Asıl seven erkek ağlardı, sevmeyi bilen erkek sevdiği kız için gerekirse gece gündüz ağlardı. Tıpkı kendinin seneler boyunca ağlayacağı gibi. "Hakan" Asu'nun yanına geldiğini fark ettiğinde kendini toparlamaya çalıştı delikanlı. Gözlerindeki ıslaklığı silip "Ben," dedi titrek bir sesle. "Ben gitsem iyi olur. Kusura bakma olur mu?" Asu itiraz edecekti ki Hakan buna müsaade etmeden vestiyerden ceketini alıp kapıdan çıktı. Genç kız öylece kaldığında ne yapacağını bilemedi. Hakan'ın arkasından gitmek isterdi aslında ama ev sahibiydi bir yerde ve içeride arkadaşları vardı. O yüzden gitmesi olmazdı. Derin bir nefes aldığında kurdukları bu güzel dostluğun bozulacağını içten içe biliyordu. "Ne oldu?" Caner'in sesini duyunca ona doğru döndü Asu "Hakan," dedi huzursuzlukla. "Gitti." "Olacağı buydu. Altay'la, Oya'yı o halde gördükten sonra." "Caner bir şey yapmamız lazım yoksa her şey gittikçe çok fena karışacak." Başını iki yana salladı delikanlı. İşte bunun için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Aşktı bu, dermanı olmayan hastalıktı. "Ne senin elinden ne benim elimden bir şey gelmez Asu." "Oya," dedi genç kız telaşla. Belki de onunla konuşmalıydı. Bir şeyleri görmesini sağlamalıydı. Belki o zaman biraz olsun bir şeyler düzelebilirdi. "Onunla her şeyi açık açık konuşacağım." Geri içeri girecekken Caner bileğini tutunca durdu genç kız. "Asu," dedi delikanlı sıcacık bir sele. Öyle ki yaşanılan her şeye rağmen Asu'nun aklı başından gitti. Bir kez daha yeşil gözlerin etkisiyle yutkundu. Nabzı hızlanırken öylece kaldı Caner'in karşısında. Bu gözler efsunluydu kesinlikle yoksa böyle büyülenmiş gibi hissetmezdi. "İkimizin de yapabileceği bir şey yok. Her ne yaşanacaksa yaşanacak." "Caner..." Delikanlı Asu ile arsındaki mesafeyi kapadığında Asu istemsizce geriye doğru adımladı. Sırtı duvarla buluştuğunda ise yeniden yutkunma ihtiyacı hissetti. Caner'le arasında hiç mesafe yoktu ve bu, kalbinin göğüs kafesini dövmesine neden oluyordu. "Bazen hiçbir şeye karşı koyamayız Asu, kendimize bile." Sessiz kaldı genç kız, o an ya dili olduğunu unutmuş ya da dilini yutmuştu yoksa süt dökülmüş kedi gibi kalmazdı Caner'in karşısında. Hiçbir şey yapamıyor, diyemiyordu. Bundan nefret etse kalbi her geçen saniye daha hızlı atıyordu. İlk defa ne hislerine ne de Caner'e karşı koyamıyor ne olacağını öylece bekliyordu. Delikanlı, Asu'nun suskunluğundan ve kaçmamasından cesaret alıp yüzünü avuçları arasına hapsetti. Gözleri çilek kokulu dudakları bulduğunda daha çok yaklaştı Asu'ya. Başparmağını alt dudağında gezdirip gülümsedi. "O yüzden karşı koymak yerine akışa bırakalım kendimizi." Yine bir şey diyemedi Asu, anlamıştı Caner'in niyetini. Öpecekti Caner kendini ve buna karşı koymayacaktı bu defa. Kalbi böyle emrediyordu çünkü. Kendinin de gözleri delikanlının dudaklarını bulduğunda yeniden yutkundu. "Caner," diye mırıldandı belli belirsiz. Caner bir kez daha gülümsedi ardından Asu'nun dudaklarına eğildi ancak isteğini gerçekleştiremedi. Çünkü filmlerin en güzel sahnesinde çalan kapı kendilerinin anını da böldü. "Kapı çalıyor." "Boş ver, çalsın." "Caner kapı çalıyor. Annemler gelmiş olabilir." Asu kollarının arasından çıkınca gözlerini sinirle kapadı Caner. Neden bir türlü öpemiyordu Asu'yu? Tamam ilk öpücüğü olmayacaktı belki ama ilk defa bir kızı böylesine öpmeyi arzuluyordu ve Asu ilk defa kendine izin vermişti. Bu fırsat bir daha eline geçer miydi, emin değildi. Genç kız kapıyı açtığında karşısında gördüğü sima bu kez korkuyla yutkundu. "Esma teyze," dedi tedirginlikle. Bugünün güzel bitmeyeceğini tahmin etmeliydi aslında ne de olsa her mutluluk, mutsuzluğu da beraberinde getirirdi. Karşısındaki kıza çatık kaşları ile bakarken onun kendine eve davet etmesini beklemedi. İçeri dalıp ilk defa gelmesine rağmen salonu hiç zorlanmadan buldu Esma Hanım. Aynı zamanda da kızını Altay'ın kolları arasında dans ederken gördü. "Oya!" Esma Hanım'ın sesi Antakya'yı inletirken Oya olduğu yerde sıçradı. Arkasını döndüğünde annesi ile göz göze geldi ve o an hayatının bittiğini anladı. Biliyordu annesi kendini bu halde gördükten sonra asla affetmezdi. "Anne" "Sen bittin Oya! Duydun mu beni, sen bittin!" Annesinin bağrışıyla gözlerini çaresizlikle kapadı Oya. Sadece birkaç dakikalığına duygularını yaşamak istemişti ama bir kez daha anlıyordu ki, böyle bir hakkı yoktu. Sevmek ve sevilmek kendinin hakkı değildi. Yasaktı kendine böyle hisler, yasak olmak zorundaydı yoksa hayatı cehenneme dönecekti. Ki, şu andan itibaren dönmüş bile sayılırdı. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken tek bir duası vardı. O da okuluna devam edebilmek. |
0% |