@petekayla
|
13 Nisan 2006 "Ee ne yapıyoruz gençlik?" Çantasının tek askısını omuzuna takmış, diğerini indirmişti Caner. Sağ kolunu da Asuman'ın omuzuna dayamıştı. Üzerindeki pembeli okul formasıyla bir öğrenci gibi görünse de yüzünde her zaman ki serseri tavrı vardı. Dalgalı siyah saçları kabarmış olsa da jöle saçlarının sabit kalmasını sağlıyordu. "Sen önce şu kolunu bir indir. Sonra ne yapacağımıza karar veririz," dedi Asuman. Aynı zamanda kendi dediğini kendi yaparak Caner'in kolunu hızla indirdi omuzundan. Gitsin dayanacak başka yer bulsundu beyefendi. "Aman be iyi ki koyduk kolumuzu. Al indirdim işte." "Kusura bakma ya, zahmet oldu." "Hem de çok." Caner dudaklarına çarpık bir gülüş yerleştirdiğinde Asuman ateş topu olmuş mavi gözleriyle dik dik baktı ona. Uyuz şey, ne olacaktı? "Abi tamam başlamayın yine nereye gidiyoruz onu söyleyin," diyerek araya girdi Altay. Beşli olarak çember oluşturmuş lisenin önünde dikiliyorlardı. Cuma günleri okul çıkışı birlikte bir şeyler yapmak en büyük hobileri olmuştu artık. Öyle çok abartmadan bir parka veya küçük bir kafeye giderek oturup sohbet ediyor, arada atışıyorlardı ama her defasında çok mu çok eğleniyorlardı. "Valla her nereye gidersek gidelim benim altıdan önce evde olmam lazım yoksa annem kıyametleri kopartır, biliyorsunuz." Tipik bir Türk ailesine sahipti Oya. Dışarı çıkmak, arkadaşlarıyla takılmak için belli saatleri, zamanları vardı. Eğer eve hava karardıktan sonra giderse muhtemelen evde kıyametler kopardı ki, bunu da yaşamak istemezdi. "Merak etme ben, seni mutlaka eve yetiştiririm." Hakan tatlı bir gülümseme ile bakışlarını Oya'nın yüzünde gezdirirken genç kızın çok başka bir güzelliği olduğunu düşünüyordu. Minyon tipli olmasının yanında omuzlarına dökülen siyah kıvırcık saçları güzelliğine güzellik katıyordu. Ne çok beyazdı ne de çok esmer, ikisinin ortası, buğday tenliydi Oya. Ayrıca minik kahve gözleri de bir ceylanın bakışlarını andırıyordu. Arkadaşının Oya'ya olan bakışlarını gördüğünde bozulsa da belki etmedi Altay. Tatlı bir gülüş yerleştirerek dudaklarına içinde hissettiği duyguları yok saymaya çalıştı. "Korkma be külkedisi bal kabağından arabamız yok belki ama saniyede on metre giden ayaklarımız var." "Uçma istersen Altay." "Gerekirse uçarım da. Kanat takıp kuş olurum seni yine de eve yetiştiririm merak etme sen güzelim." Oya gözlerini devirdiğinde Altay'ın otuz iki diş gülümsemesini görmezden geldi. Her defasında kendine güzelim demesine sinirleniyordu en çok. Nereden güzeli oluyordu ki onun? Eğer Caner araya girmese muhtemelen ters bir şey söylerdi ki Caner buna müsaade etmedi. "Onu bunu bırakın da Sarp'la, Feyza nerede? İki saattir çıkmadılar içeriden." "Edebiyat hocasıyla konuşacaktı Feyza onun yanındalardır," diyerek arkadaşını cevapladı Asu. Fakat Caner yine kendini sinir etmeyi başardı. "Sebep?" "Sana ne?" "Çattık ya. Kızım senin benimle derdin ne?" "Seninle ne derdim olacak be? Bana bulaşma yeter." "Sanki sana bulaşan var. Alt tarafı bir soru sordum." "Tamam uzatmayın geliyorlar işte," diyerek uzun bahçede yürüyen arkadaşlarını işaret etti Hakan. Arkadaşlarının gerginliğinden habersiz hallerinden gayet memnun bir şekilde güle güle, konuşa konuşa yürüyordu ikili. Zaten her ne olursa olsun etliye sütlüye karışmıyorlar arkadaşlarının atışmalarını bir kenara çekilip izliyorlardı aslında. Böylesi çok daha eğlenceliydi. Hem biliyorlardı ki onlar da şakasına atışıyor, gerçek bir kavga etmiyorlardı. Öyle bir şey olsa elbette ki müdahele ederlerdi ama gerek yoktu buna onlar sadece kendi aralarında şakalaşıyorlardı. "Şükür," dedi Caner. "Sonunda çıktınız okuldan. Eğer biraz daha gelmeseydiniz ağaç olarak beni şu bahçedeki ağaçların yanında dikecektiniz." "Abart Caner abart." "Hiçte abartmıyorum kardeşim. Kaç saattir sizi bekliyoruz burada biliyor musunuz?" Bu kez cevap veren Sarp yerine Feyza oldu. Göğsünde kollarını birleştirerek ters bakışlarla baktı arkadaşına. "Kaç saattir bekliyorsun, cidden merak ettim." Feyza'nın sözleri üzerine sahiden parmaklarıyla hesap yapıyormuş gibi bir tavır takındı delikanlı. "Beş dakika oradan desek... On dakika da burada bekledik... iki dakika da şey oldu... Kısacası yuvarlarsak yirmi dakikadan beri ve bu yirmi dakika en çok Oya'nın kaybına. Kız bizimle zaman geçirmek istiyor fakat sizin yüzünüzden vakti kalmıyor." "Senin gevezeliğin de vaktimi fazlasıyla çalıyor." Kaşlarını çattı delikanlı, tatlı bir kızgınlıkla arkadaşına baktı. "Yapma be Oya, ben burada seni düşünüyorum. Sen ne diyorsun." "Yemin ederim gerçekten seni şu lisenin bahçesine ağaç diye dikseydik dünya daha bir güzel yer olurdu. En azından boş boş konuşmak yerine doğaya bir katkıda bulunurdun." Genç kız lisenin bahçesini işaret ederek konuşurken Caner başını yere eğip iki yana salladı. "İtiraf et Asu, sen benle uğraşmak için bahane arıyorsun." Bıraksalar akşama kadar burada atışırdı bu ikili ancak Sarp daha fazla oyalanmak istemiyordu. Hava kararmadan herkesin evine dönmesi gerekiyordu çünkü ve Caner değerli vakitlerini çalmaktan başka bir işe yaramıyordu. "Bence daha fazla vakit kaybetmeden nereye gidiyoruz onu söyleyin. Yoksa hiçbir şey yapamadan hepimiz evlerin yolunu tutacağız." "Aranızda aç olan var mı? Benim karnım açlıktan zil çalıyor da." Caner karnını ovalayarak konuştuğunda herkes bir kez daha gözlerini devirdi. Yemekten başka bir şey düşünse şaşarlardı zaten ona. "Daha demin su böreklerimi arakladın." "Ama çok lezzetliydi Nermin teyzemle Meryem yengemin ellerine sağlık. Ah şimdi size gidip yemek yemek vardı. Kesin yine Meryem yengem döktürmüştür." Sarp sabır dileyerek Caner'i ensesinden yakaladı atsa atılmaz, satsa satılmaz bir arkadaşı vardı. "Seni bir daha eve alma konusunda tereddütlerim var kardeşim." "Kapıdan kovsan bacadan girerim. Hiçbir kuvvet beni Meryem yengemin yemeklerini yemekten alı koyamaz ki, o da zaten bana kıyamaz. Seni atar beni alır eve." Umutsuzca iç geçirdi Sarp bu çocuk cidden akıllanmazdı. Fakat haksız da diyemezdi ona harbiden yengesinin eli lezzetliydi ve kim olsa buna karşı koyamazdı galiba. "İstiyorsan sen Meryem ablanın yemeklerini yiyebilirsin Caner fakat şu an ben acılı bir döner yeme taraftarıyım. Var mı bana katılan?" Hakan elini havaya kaldırdığında ilk tepki Feyza'dan geldi. Bir başka güzeldi Hatay'ın döneri, şimdi de yemek güzel olurdu. "Ben ama acısız yerim." "Seni de bir acıya alıştıramadık gitti Feyza," dedi Oya belli belirsiz gülerek. Acısız dönerin tadı mı olurdu hiç? Şöyle insanın ağzı burnu yanmalıydı yerken. Omuzlarını silkti Feyza. "Siz çok acı yiyorsunuz ben ne yapayım?" "Karışmayın kıza ya bırakın nasıl istiyorsa öyle yesin." Genç kız, Sarp'la göz göze gelince gülümsedi. Her defasında kendinin yanında olması hoşuna gidiyordu. Onlar bakışmaya devam ederken Altay konuya noktayı koymak istedi. "Şimdi kesin döner mi yiyoruz?" Herkesten evet sesi çıkarken itiraz eden Asu oldu. "Ben yemem," dedi gayet net bir tavırla. "Ama sizle takılırım." "Doğru ya sen vegansın, her defasında unutuyoruz kusura bakma." "Saçmalama Oya, ne olacak. Zaten ben tokum." "Olmaz öyle şey," dedi Caner. "Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Ne yiyorsak beraber yiyeceğiz. Börek yer misin? Poğaça falan?" "Poğaçanın içinde peynir var ve hayvansal hiçbir gıda tüketmiyorum." "Zeytinli ye o zaman." "Poğaçaların içinde süt olduğunu hatırlatırım." "Ohooo sen neyle besleniyorsun? Çocuk gibi onu yemem bunu yemem." "Benim yemek zevkimden sana ne Caner? Ben seninkine karışıyor muyum?" Asu yine çemkire çemkire konuşunca ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaptı delikanlı. Kendinde kabahatti ne diye onu düşünüyordu ki? İsterse zıkkımın dibini yeseydi, kendine neydi? "Etsiz çiğköfte?" Diyerek bu sefer öneride bulunan kişi Altay oldu. Ne uzamıştı şu mesele. Alt tarafa bir yerde oturup iki lokma bir şeyler yiyeceklerdi. Aslında onu da pek sevmezdi Asu, bulgur ve salçayla yapılan tatsız tuzsuz bir şeydi. Fakat daha fazla mızmızlanmak istemiyordu. O yüzden de "Olur," dedi. "O zaman şöyle yapıyoruz," diyerek olayı toparlamak üzere yeniden ortaya atıldı Hakan. "Büyük parka gidiyoruz ve kim ne istiyorsa sipariş veriyoruz, onlar da bize getiriyor okey?" "Okey yerine tamam mı desen Hakan?" Ters bakışların odağı Feyza oldu bu kez ancak Sarp için için güldü arkadaşına. Feyza'nın kelime takıntısı herkesi uyuz etse de kendinin hoşuna gidiyor, istemsizce güldürüyordu kendini. "Senin de şu İngilizce düşmanlığın var ya Feyza." "İngilizce düşmanı değilim Caner. Dil öğrenmek elbette ki güzel, hatta ne kadar çok dil bilirsek o kadar iyi ama yine de bu Türkçe'ye, kendi dilimize ihanet etmemizi gerektirmez. Ana dilimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar da kültürümüzü kaybederiz. Bilmem anlatabildim mi?" "Pardon Feyza," diyerek konuyu kapatmak istedi Hakan fakat Feyza yine itiraz etti. "Pardon yerine affedersin desen daha çok sevinirim." "Peki, affedersin. Oldu mu?" "Teşekkür ederim," dedi genç kız gülümseyerek. Biliyordu, bu huyu arkadaşlarını uyuz ediyordu fakat elinde değildi. Tahammül edemiyordu yabancı kelimelerin dillerine dolanmasına. Bir lisan, bir insan sözüne kesinlikle katılıyordu ancak biliyordu ki bir millet kendi dilinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar özünden uzaklaşırdı. Dil, bağımsızlığın en büyük göstergesiydi neticede. Daha fazla tartışmaya girmeden büyük parka doğru yol aldı yedi kişilik grup. Yakındı bu park okula, yürüyüş mesafesi on beş dakika falandı. Hemen Cumhuriyet Cadde'sinin arkasındaki yokuştan inip dar bir sokaktan geçince direkt karşılarına çıkıyordu. Geçmeleri gereken bir cadde daha vardı yalnızca ki, onu da hemen geçtiler zaten. Bu Parkın asıl adı Atatürk Parkı'ydı tarihi çok çok eskilere dayanmasının yanı sıra fazlasıyla büyüktü. Öyle ki kaç metre olduğunu hesaplamanın mümkün olmadığı gibi, ucu bucağı da yoktu. Arabayla girilmesi yasaktı bu da insanların özgürce dolaşmasını sağlıyordu parkta. Sabahın erken saatlerinde ve akşam üzeri koşu yapanlar, akşamdan sonra da oradan oraya koşturup duran çocuklar, çekirdek çitleyen aileler, arkadaşlar olurdu genelde parkta. Banka oturup sohbet edenler gibi, aile gazinolarında meşrubat içenler doldururdu burayı. Parkın bir diğer özelliği ise koca koca çam ağaçlarıyla dolu olmasıydı. Öyle çok cam ağacı vardı ki, insanın çam kokusuyla ciğerleri açılıyordu buraya gelince ve tabii Asi Nehri'ni görüyor olması, hemen yanında banklarla, masalarla dolu olması da bir artıydı. Öyle lüks yerlerde ya da uzaklar da piknik yapma şansı olmayanların uğrak mekânıydı büyük park. Her ne vakit olursa olsun illa ki masalara oturmuş çay eşliğinde bir şeyler atıştıranları görmek mümkündü. Fakat tüm bu güzelliklerin yanında yine de aileler, genç çocuklarının burada takılmasını istemezdi. Çünkü sevgilisi ile gelenler de vardı ve onların da masum masum takıldıkları pek söylenemezdi. Sarp'la, arkadaşları parka varınca yine ve yine Caner'in gevezeliğine maruz kaldılar. Parkın hemen girişindeki geyik heykelini gören Caner hızla yürüyüp çocukmuş gibi onun üzerine çıktı. Aslında bu, sadece onun âdeti değil tüm Hataylıların istinasız yaptığı bir şeydi. Büyük Park dendi mi akla ilk gelen bu geyik heykeli olurdu. Heykelin ne zamandan beri oraya dikildiğini ve dikilme amacının ne olduğunu bilmiyordu aslında kimse. Fakat parka gelen herkes geyiğin üstüne çıkıp fotoğraf makineleri varsa mutlaka resim çektiriyordu. Bir gelenek olmuştu artık bu. "Ya şu geyiğin üstünde bir tane bile resmim yok ya. Yanarım yanarım ona yanarım. Ne vardı yani bizim de bir tane fotoğraf makinemiz olaydı." "Çocuk musun Caner ya?" "Ne var Sarp? Bu resmen bir utanç. Doğma büyüme Hataylı olarak bu geyiğin üzerinde bir resmimin olmaması büyük ayıp." "İstersen bir de namus meselesi de. Ne abarttım oğlum ya? İn aşağıya. Çocuklar sana bakıyor." Altay'ın sözlerine karşılık omuzlarını silkti Caner. Gerçekten çok içinde kalmıştı geyiğin üzerinde bir resim çektirememek. Neredeyse tüm Hataylı çocukların fotoğraf albümünde bu geyiğin üstünde çekilmiş bir resmi vardı ama kendinin yoktu. Çünkü imkânı olmamıştı fotoğraf makinesi almaya. "Caner sana söz. Bir daha ki sefere bizim evdeki fotoğraf makinesi getirip bu geyiğin üstünde resmini çekeceğim." İçin için gülerken konuştu Feyza, madem arkadaşının içinde böyle bir ukte kalmıştı kendi de bunu seve seve yapardı. Hem ne olacaktı ki? Eline yapışacak değildi ya fotoğraf makinesi. "Vallahi de." Coşkuyla konuştu Caner, sevinçten dört köşe olmuştu şu an. Harbiden yapar mıydı Feyza bunu? "Tabii ki. Söz dedim ya." Kendine engel olamadı delikanlı hızla geyiğin üzerinden inip koşarak Feyza'nın boynuna atıldı. Bundan sonra biricik arkadaşı Sarp değil Feyza'ydı. "Sen var ya bir tanesin Feyza! Bir tane! En kral arkadaşsın hatta!" "İnan bana sen de öylesin Caner." İçinden gelerek söylemişti bunları Feyza. Gevezeydi, haylazdı, bazen de uyuzun tekiydi, azıcıkta serseriydi ama iyi arkadaştı Caner. Dert ortağıydı bir kere, içlerinden birine bir şey olsa şüphesiz ilk koşan Caner olurdu. Şu kısacık zamanda tanımıştı onu, genç kız. Tanıdığı için de gerçekten memnun olmuştu. Geyik faslı muhabbetinden sonra Asi'yi gören boş bir tahta masa buldular ve hemen oturup kebapçıyı arayıp siparişlerini verdiler. Asu ise arkadaşlarını güvenerek -ki, ne kadar doğru yaptığını bilmiyordu- çiğ köfte siparişi verdi ve bundan pişman olmamayı umdu. Yemekleri gidip restoranda yememişlerdi çünkü açık havada yemek daha güzeldi. Hem bugün hava sıcaktı, insan enerji doluyordu. Kısa sürede gelen siparişlerden sonra büyük açlıkla dönerleri açıp yemeye başladı yedi kişilik arkadaş grubu. Feyza hariç herkes dönerini acılı söylemişti ve ağızları yansa da bundan büyük bir zevk alıyorlar gibiydi. Onları yadırgamıyordu Feyza sadece insan böyle bir şeyden nasıl zevk alabilirdi gerçekten merak ediyordu. "Olur da bir gün bu şehirden gidersem en çok şu döneri özleyeceğim," demesinin ardından ekmeğinden koca bir ısırık aldı Altay. "Bizi bırakmaya niyetlisin yani?" diye sordu Sarp şakayla karışık bir şekilde. Her ne kadar öyle olmasını istemese de bir gün dağılacaklarını biliyordu. Herkes kendi hayatına devam edecekti. Neticede hepsinin farklıydı hayalleri. Altay mesela çekip gitmek istiyordu buradan. Başka bir şehirde başka bir hayat kurmak. Bunu da her defasında dile getirmekten çekinmiyordu. "Gitsem de sizi bırakmam oğlum. En başta şu serseriyi özlerim," diyerek yanında oturan Caner'in başına şaplak attı. "Ee kolay mı benim gibi birini unutmak?" diyerek böbürlendi Caner. Gururu okşanmıştı itiraf etmesi gerekirse. "Değil Caner değil. Seni unutmak mümkün değil." Asu gözlerini karşısında oturan arkadaşına diktiğinde Caner yine serseri bir tavırla gülümsedi. "Kulaklarım doğru mu duyuyor?" "İyi anlamda söylemedim ama sen bilirsin." Genç kızın sözleri üzerine bir kahkaha koptuğunda Asu hiç oralı olmayarak pipetli ayranından bir yudum aldı. Evet, durmadan sataşıyordu Caner'e niye bunu yaptığını kendi de bilmiyordu aslında fakat hoşuna gidiyordu onunla uğraşmak. "Peki o zaman şöyle bir soru sorayım," dedi Hakan. Dönerini bitirmişti çöpleri de poşetin içine koyuyordu. Ela gözlerini tek tek arkadaşlarında gezdirirken en çok Oya'da oyalandı bakışları. "On yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" Muhakkak ki hepsinin bir hayali vardı ancak bunu dile getirmekten korkuyor gibilerdi ya da bu arkadaşlığın bozulmasından. On altıncı yaşlarında böyle sıkı bir dostluk kurmuşken yirmi altıncı yaşlarına geldiklerinde böyle kalabilecekler miydi, merak ediyorlardı. Bu düşünceleri dağıtan yine Caner oldu fakat. "Ben yine burada görüyorum kendimi. Aha şu canım Asi'ye burada bakıp dururken. Mis gibi memleketim varken ne yapayım başka bir şehri?" Her ne kadar Caner'e gülseler de Feyza durgunlaşmıştı. Nedensiz içine bir hüzün çökmüştü ki ses tonunda da belli ediyordu kendini bu durgunluk. "Yine de öyle deme Caner. Hayatın insana ne göstereceği hiç belli olmaz." "Haklısın, mesela Asu'nun on yıl sonra evli ve üç çocuklu bir kadın olma ihtimali var." Gözlerini devirdi genç kız, yine kendine laf atmıştı ya pes. "On yıl sonra senin hâlâ bir baltaya sap olamamış olman benim evlenmiş olma ihtimalinden daha yüksek." Caner ve Asu yeniden atışmaya başlayınca Hakan "Bence," diyerek araya girdi. Gruptaki en aklı başında kişi olarak her defasında olası bir tartışmayı engellemeyi görev edinmişti kendine. "Hepsinden yüksek olan ihtimal Feyza'nın Edebiyat öğretmeni olmuş olması." Masumca tebessüm etti genç kız. Kendinin hayalini hepsi biliyordu, hiçbir zaman zaten çekinmemişti zaten bunu söylemekten. "Umarım cidden bunu başarabilirim." "Başaracağına eminim." Bakışlarını Sarp'a çevirdiğinde onun o kehribar gözlerindeki inaç parıltılarını gördü Feyza. Öyle inanarak bakıyordu ki, kendine Sarp içinde bir yerlerde çiçekler açıyordu sanki. Güzeldi, Sarp'ın bakışlarını içini titretecek kadar güzeldi. "Valla ben o konuda seni anlamıyorum Feyza. Ömrümüzün yarısı zaten okulda geçiyor. Sen bir de ömrünün diğer yarısını da okulda geçirmek istiyorsun. Sıkılmadın mı okullardan? Ciddi soruyorum bak." "Okula laf olsun diye değil gerçekten öğrenmek için geldiğin zaman sen de sıkılmayacaksın Caner, inan bana." Feyza'nın sözleri üzerinde yeniden gülüştü gençler. Caner ise başını iki yana salladı, gelen vursun giden vursundu zaten. Merak ediyordu, kendi olmasa kimle uğraşacaklardı? "Sen de bunu dedim ya, helal olsun sana Feyza. Oysa sen benim en iyi arkadaşımdın." "Bak bak nasıl da hemen alınıyor," dedi Sarp. Arkadaşına gülmeye devam ediyordu. "Düşene bir de sen vur Sarp. Helal kardeşim helal." Caner'in çocukça tavırlarına gülmemek gerçekten elde değildi. Küstüm diyen çocuklardan farkı yoktu cidden. Öyle ki herkes uzunca bir süre konuşmayacağını düşündü ancak yanıldıklarını az sonra anlayacaklardı. "On yıl sonra ben nerede olacağım bilmem de Caner'in değişmeyeceğine kalıbımı basarım," dedi Oya. Kendi de duramamıştı işte arkadaşına laf atmadan. "Sahiden sen kendini on yıl sonra nerede görüyorsun Oya?" Gözlerini sol yanında oturan Altay'a çevirdi genç kız. Fakat garip bir şekilde sağ tarafındaki Hakan'ın bakışlarının da üzerinde dolaştığını hissediyor gibiydi. Buna aldırmadan Altay'ın yeşil gözlerine bakarak dudaklarını büzdü. "Bilmem," dedi düz bir sesle. "Belki hâlâ annemle babamın yanında olurum." Öyle büyük hayalleri, hedefleri yoktu Oya'nın. Küçük dünyasında kendine verilen imkânlarla yetinmiş, daha fazlasını da istememiş, öyle bir hırsa da kapılmamıştı genç kız. Muhtemelen liseyi bitirdikten sonra karşısına çıkan, ailesinin uygun gördüğü biriyle evlenirdi. O kadar borcun içinde ailesi kendini üniversiteye göndermezdi ki çünkü. "Belki de yeni limanlara yelken açarsın Oya belli mi olur? Mesleğini elini almış, kendi ayaklarının üzerinde duran bir kadın olursun." Feyza'ya çevirdi bakışlarını genç kız. Tam karşısında oturuyordu o da. Keşke hayat, arkadaşının gördüğü kadar toz pembe olsaydı ancak değildi. Mutlak gerçekler mevcuttu çünkü hayatta. "İmkânsız Feyza. Kardeşlerimin, evin masrafları o kadar çok ki üniversiteyi ben ancak rüyamda görürüm ama sen ve Asu benim için de okuyun olur mu?" "Oya içimi baydın yemin ederim," diyerek ortamdaki dramı dağıtmaya çalıştı Asu. Elleriyle kendini havalıyordu bir yandan. "Kızım yetmiş yaşındaki gibi ne bu karamsarlık? Bak on yıl sonra sen ben ve Feyza o dükkân senin bu dükkân benim diye diye gezip duracağız. Ellerimizi kollarımızı alışveriş poşetleriyle dolduracağız. Her gün de gidip şöyle kendimize bakım yaptıracağız. Kuaförlerden, güzellik salonlarından çıkmayacağız. Bol bol da gezeceğiz. Gidilmedik tek bir yer bile bırakmayacağız. Demi Feyzoş?" Kuzenine gözlerine devirdi Feyza. Asuman'ın da işi gücü alışveriş ve gezmekti. Başka bir şey düşünmezdi kesinlikle. "Hah senden de ancak bu beklenirdi zaten," diyerek olaya yeniden dâhil oldu Caner. "Rahatsız mı oldun canım?" Canım kelimesini elbette ki imalı bir şekilde söylemişti Asu ve delikanlı da bunun farkındaydı. "Niye rahatsız olacakmışım, ne halin varsa gör. Bana ne?" "İki dakika birbirinizi yemeden duramıyor musunuz siz arkadaşım?" Hakan bıkkınlıkla konuşurken onların bir türlü anlaşamadığını soruyordu kendi kendine. Kedi köpekten farkları yoktu kesinlikle. "Yok Hakan yok onlar birbirlerini yemek için bu dünyaya gelmişler," diyerek güldü Sarp. İkisinin de ateş saçan gözlerine maruz kalsa da umursamadı. Haksız değildi kendince. Asu ve Caner, ateşle barut gibiydi. İkisi bir araya gelince büyük bir patlama olması an meselesiydi. "O yüzden sen onları bırak, sen kendini nerede görüyorsun kendini on yıl sonra, onu söyle." Bir an için delikanlının bakışları yeniden Oya'yı buldu fakat bu saniyeler sürdü sadece. İçinde başka duygular gezse de bastırdı hislerini. Daha kendine bile itiraf edememişti ki aslında duygularını. "Bilmem bir bakarsın büyük bir iş adamı olmuş olurum. Altımda son model bir araba, en lüks yerden bir ev. Düşünsenize bir paraya para demeden gezip eğleniyoruz, orası senin burası benim diye diye dolaşıyoruz. Çok güzel değil mi? Yine böyle yedi kişi olarak, birbirimizden hiç kopmamışız, hep birlikte kalmışız. Hayali bile güzel be!" "Hem de çok," diye mırıldandı Sarp fakat bakışları Hakan'da değil yanında oturan Feyza'da geziyordu. Onun hep yanında kalması nasıl güzel olurdu. "Peki ya sen Sarp? Sen kendini on yıl sonra nerede görüyorsun?" Altay'ın sorusuna Sarp'tan önce Caner atıldı hem de coşkuyla. "Dur kardeşim sen zahmet etme ben söyleyim." Arkasına yaşlandı delikanlı ve arkadaşının ne diyeceğini merakla bekledi. "Üstünde Hatayspor'un formasıyla İstanbul'daki ya da işte diğer şehirlerdeki büyük statlarda basketbol oynarken." "Bir kere de abartma be Caner." "Niye be oğlum? Bugüne bugün okul takımındaki yıldızsın sen. Bir seçmelere katılsan havada kaparlar seni." Sarp iç geçirdiğinde Caner umutla konuşmaya devam etti. "Bakın şimdi bir hayal edin. Sarp Hatayspor'un basket takımında bugün de maçı var ama burada değil, İstanbul'da ve kazanırsa kupayı alacak çünkü takım kaptanı. Biz de heyecanla gidiyoruz, altımızda son model bir araba, göğsümüz kabara kabara da giriyoruz stada. Tribünde en önde oturuyoruz ve boğazımız patlayıncaya kadar Sarp, bastır oğlum diye tezahürat yapıyoruz. Bizim şampiyon da geliyor gaza atıyor ardı ardında basketleri ve bakıyoruz şampiyon Hatayspor. Kupayı da veriyorlar Sarp'a. O da kaldırıyor büyük bir gururla. Sonra da Meryem yengem kutlama şerefine masayı düzüyor..." "Yuh! Oğlum şu hayalde bile yemek düşünüyorsun. Pes!" Hakan yüksek sesle konuşunca parktaki yaşlı teyzelerin bakışlarına maruz kalsa da pek umursamadı. Bir anda elinde olmadan öyle çıkmıştı işte sesi. "Bari insan restorana falan gidip kutlama yapıyoruz der." "Elli restorana değişmem ben, Meryem yengemin yemeklerini." Caner'in kurduğu hayale karşın sessizliğini koruyordu Sarp. O kadar çok isterdi ki aslında tüm bunların gerçek olmasını fakat imkânlar izin verir miydi, bilmiyordu. Feyza bakışlarını delikanlıda gezdirirken iç çekti. Nasıl da güzel olurdu ama Sarp'ın şampiyon olması. Bir an gerçekten o anı hayal etti. Sarp'ın arka arkaya basketler attığını sonrasında final maçını kazınıp kupayı almasını ve havya kaldırmasını. Kesinlikle çok yakışırdı bu, ona. "Ama yine de çok istiyorsanız restorana da gideriz. Demi kardeşim?" Caner, arkadaşının omuzuna elini attığında Sarp belli belirsiz gülümsedi. Belki bir gün gerçekten Hatay'ı temsil eden ünlü bir basketçi olurdu. Hem belki o zaman Ethem Bey de kızmazdı Feyza'yla arkadaşlık etmesine. Bakışlarını yeniden yanında oturan genç kıza çevirince daldı gitti toz pembe düşlere. Feyza'nın kendine tezahürat yaptığını hayal etti, onun için oynardı ki o zaman. Onun için kazanırdı ki o maçı. Kendinin en büyük moraliydi çünkü Feyza. O yanında olunca her şey aşar, her şeyi yapardı. Çünkü Feyza yanında olunca kendini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu. Güç veriyordu genç kızın varlığı kendine ve kendi ondan aldığı gücü çok mu çok seviyordu. Her ne kadar Feyza, bunu bilmese de. O gün yalnızca toz pembe hayaller kuran Sarp değildi. Diğerleri de küçük ya da büyük hayaller kurmuşlardı gelecekten habersiz. Oysa bilmiyorlardı ki, bir gün darmadağın olacaklarını, bilmiyorlardı ki, birbirlerinden kopacaklarını, şimdi burada masum düşlerinden bahsederken ileride yalnızlığı tadacaklarını. Bilseler belki de en çok birbirlerine sahip çıkmayı isterlerdi. Bir arada yine böyle gülerek, kahkahalar atarak konuşmayı, atışmayı, şakalar yapmayı. Ancak gençlik bir kuştu işte, herkesin avucundan uçup gittiği gibi onların avuçlarından da uçup gitmişti, bir daha geri gelmemek üzere. *** Onlarca uygarlığın geçip gittiği, yüz yıllar boyunca farklı farklı ırklara, devletlere ev sahipliği yapmış olan Hatay. Her bir ilçesinde, her bir köyünde insanların özgürce yaşadığı küçük fakat bir o kadar da sıcak kent. Huzurun, barışın, kardeşliğin simgesi, medeniyetler şehri. Nasıl da güzeldi her bir karış toprağıyla. Nasıl da güzeldi içinde barındırdığı farklılıklarıyla. En başta şu Antakya'nın merkezi olan köprübaşı insanı tatlı bir coşkuyla dolduruyor, masum bir heyecan veriyordu insana. Asi köprüsünün mavi ışıkları geceyi aydınlatıyor, coşkun kalabalık gelip geçiyordu durmadan. Ortadaki döner kavşağın at üstündeki Atatürk heykeli nasıl güzel duruyor ve hemen yanındaki ay yıldızlı, kırmızı bayrak Antakya'nın deli rüzgârıyla nasıl da güzel dalgalanıyordu. Feyza başını kaldırmış oraya bakarken zaferin gururunu bir kez daha derinden hissetti. Ne demişti Mustafa Kemal, Hatay benim şahsi meselemdir. Yine onun sayesinde dahil olmuştu ya bu güzelim şehir anavatana, onun sayesinde özgürlüğü tatmıştı ya bu kent. Böyle bir adama ne kadar hayran olsa azdı. Heykeli bile insanın gururla dolmasını sağlıyordu. Nice şehirler gezmiş, nice ülkelere gidip gelmişti genç kadın fakat hiçbirinde bu atmosferi bulamamıştı. Bambaşka bir havası vardı Antakya'nın, insanın içini ısıtan sıcak, huzurlu bir hava. Şu her şeye inat ters Asi köprüsü nerede vardı ki en başta? İstanbul Boğazı, İzmir Kordon'u kadar gösterişli olmasa da hakkında söylenen efsaneler yeterdi. Ta Suriye'den akıp buralara kadar geliyordu bu ters akan su. Boşuna Asi dememişlerdi bu nehre, inatçı bir şekilde ters tarafa doğru akıyordu çünkü, tüm doğrulara rağmen kendi bildiğini okuyor gibiydi. Gecenin karanlığı meydanı sarmışken sokak lambaları aydınlatıyordu her bir yanı. Antakya'nın tam kalbiydi burası. Nice olaylara şahitlik etmişti kim bilir. Kim bilir kaç âşık gezmişti burada el ele, kim bilir kaç çocuk korkarak yürümüş, kim bilir kaç arkadaş buluşmuştu şu köprüde. Bir an buruk bir şekilde gülümsedi Feyza ve o an anımsadı arkadaşlarıyla birlikte burada dolu dizgin gezdikleri zamanı. Rüzgâr tenine nüfuz ederken kollarını birbirine doladı genç kadın. Sonra da gözlerini kapatıp anın tadını çıkardı. Özlemişti, gerçekten özlemişti Antakya'yı sanki kavak yelleri yeniden başında esiyordu şimdi. Yeniden hissediyordu kaybettiği duygularını. Hatırları daha net canlanıyor, kendi tekrar tekrar yaşıyordu o zamanları. Kararını vermişti, Hatay kesinlikle bir hatıra şehriydi. "Üşüdün mü?" Feyza gözlerini açıp yanında duran Sarp'a tatlı bir tebessümle baktı. Her insanın şüphesiz bir memleketi olurdu ve her insan genelde doğum yerini memleket olarak nitelendirirdi fakat kendi Hataylı olmamasına rağmen bu şehri memleketi gibi benimsemişti. Çünkü burada geçmişti en güzel yılları, burada bulmuştu en içten insanları, hiç unutmayacağını dostlarıyla burada tanımıştı. Tüm bunlar yetmez miydi bir şehre memleket demeye? Yeterdi elbette, kendi de memleketine kavuşmuş olmanın mutluluğunu yaşıyordu işte. "Böyle bir havada üşünür mü hiç?" Gerçekten de güzeldi hava, rüzgâr sert bir şekilde esiyordu ancak bu insanı sıcak bir huzurla dolduruyordu. Feyza gibi köprünün demirlerine yaslanmış bir şekilde dururken hâlâ son üç günde yaşadıklarına inanamıyordu Sarp. Feyza dönmüştü, öğretmen olarak atanmıştı, ev tutmuştu, şimdi de birlikte köprünün tam ortasında yan yana duruyorlardı. Hayal falan görmüyordu değil mi? Ya da bir rüya değildi değil mi yaşadıkları? Birazdan sabah olmayacak, kimse kendini uyandırmayacaktı değil mi? Gerçekti tüm bunlar. Evet, gerçekti sonuçta hiçbir rüya böyle sahici olamazdı. "Biliyor musun, o kadar şehir gezdim ama şu atmosferi hiçbir yerde bulamadım Sarp. Ne yurt dışında, ne de başka bir yerde. Bambaşka bir havası var buranın, insana huzur veren bir havası." "Sahi," dedi Sarp gözlerini, Feyza'nın esmer yüzünde gezdirirken. Asi'nin mavi ışıkları genç kadının yüzüne yansıyor, güzelliğine güzellik katıyordu. Doğduğundan beri binlerce kere gidip geldiği şu köprü Feyza'nın gelişiyle daha da mı güzelleşmişti ne? "Ne yaptın buradan gidince, nereye gittin mesela? Hangi şehre ya da ülkeye?" Etrafını incelemeyi bırakıp Sarp'a çevirdi gözlerini Feyza. Yıllar sonra ilk defa böyle çok yakınlardı birbirlerine ve kendi daha da yakından genç adamın yüzünü inceleme fırsatını buluyordu. O an Sarp'ın sol yanağındaki tatlı gamzeyi yeniden fark etti mesela. Seneler geçse de o gamze güzelliğini korumuştu. Tıpkı Sarp'ın içindeki masum çocuğu koruması gibi. "İtalya'ya gittik Roma'ya," diyerek uzun bir konuşmaya başlamış bulundu genç kadın ancak anlatacaklarından dolayı sıkıntılı bir hali var gibiydi. Gözlerini önünden geçip giden insanların üzerinde sabit tutarken kelimelerin dilinden dökülmesine izin verdi. "Babam orada İtalyanlarla iş yaptı. Turizm falan. Birlikte otel açtılar hatta oteller. Ataman oteller zincirine orada devam etti anlayacağın. Buraya da zaten tarihinden dolayı gelmek istemişti zamanında. Kültürü merak edilen bir şehir çünkü, ama olmadı. Babamın umduğu gibi gitmedi işler burada. Her ne kadar köklü bir tarihe sahip olsa da yeterince insanların ilgisini çekip turizmde yükselmiyordu Hatay. Çok nadir geliyordu turistler ve bu da babamın işine gelmedi. O yüzden de babam yabancı ortak arayışlarına girdi ki İtalyanlarla anlaştı. Roma'da onlarca otel yaptılar birlikte. Fakat bu kadarla da kalmadı, restoran işine de girdi babam. Beş yıldızlı oteller, restoranlar Ataman soyadıyla açıldı hep. Plaketler, başarı ödülleri hep bize hediye edildi. İtalya'da öyle bir üne sahiptik ki... Herkes tanıyordu bizi." Bunları övüne övüne değil, sıkıntıyla anlatıyordu Feyza. O şaşaalı hayattan hiç haz etmiyormuş gibi. Etmiyordu da zaten aslında çünkü biliyordu ki, yaşadığı hayat sahte bir gösterişten ibaretti. Etrafında onlarca, yüzlerce insan olmuştu ama kim gerçekten kendine lisedeki arkadaşları kadar candan davranmıştı? Hiçbiri. Hepsi yapmacık tavırlar sergileyip durmuştu ve o yapmacık tavırlar midesini fazlasıyla bulandırmıştı. Gökdenlerde, parlayan ışıkların altında, fazlasıyla abartılı şık kıyafetlerin içindeki bedenleri son derece güzel fakat ruhları bomboş insanların arasında olmak kendini rahatsız edip durmuştu yıllarca. O insanların ruhları esir olmuştu birkaç kağıt parçasına. Her şeyin değeri paraydı onlara göre ama öyle değildi, olmamalıydı. Paranın alamayacağı pek çok şey vardı çünkü. En başta özgürlük. Evet, zenginliği sonuna kadar tatmıştı genç kadın ama özgür olamamıştı. Çünkü insan paraya esir oldukça özgürlüğünü kaybediyordu. En azından kendi için öyle olmuştu. "Babam bana bir varismişim gibi davrandı her zaman. Ondan sonra tüm işlerin başına geçecek kişi bendim ama ben bunu istemiyordum çünkü sıkılmıştım o şaşaalı ama anlamsız hayattan. Özgür olmak istiyordum, prangalarımdan kurtulmak. İtalya'da babamın baskısıyla iyi bir eğitim aldım. İşlerin başına geçtiğimde donanımlı olmamı sağlayacak bir eğitim ama bu sırada edebiyatı da ihmal etmedim çünkü benim vazgeçilmezim buydu. Edebiyat. Bir tutku bu benim için. Asla bitmeyecek, bir ömür sürecek bir tutku. Babam da bunu anlayınca daha doğrusu ben her gün ayrı bir olay çıkartırken daha fazla dayanamadı ve benim dört yıl sonra İstanbul'a dönmeme razı oldu. İstanbul'a geldiğimde İstanbul üniversitesinde hemen Edebiyat fakültesinde okumaya başladım. Dört yıl içinde de bitirdim sonra atanmayla falan uğraştım ve işte şimdi buradayım. Babam buraya hele de bir meslek lisesinde öğretmenlik yapacağımı duyunca kıyametleri koparsa da ben başardım. Hayallerime ulaşmayı başardım Sarp ve bu o kadar güzel ki. Ben başardım diyebilmek, insanın kendiyle gurur duyması, muhteşem bir his. Babam ne dedi biliyor musun bana? Koskoca Ethem Ataman'ın kızı basit bir meslek lisesinde öğretmenlik mi yapacakmış? Daha nelermiş? O kadar otel, restoran dururken benim basit bir öğretmen olmama ne gerek varmış? En çokta canımı bu yakıyor aslında, babamın beni hiç anlamayacak oluşu. O benim hayallerine değer vermedi, vermeyecek çünkü hayatta sadece onun doğruları var, değişmeyecek mutlak doğruları... Fakat ben babama boyun eğmedim ve istiyorum ki benim gibi olan nice insan hayallerine ulaşsın, vazgeçmesin hiç kimse. İşte bu yüzden öğretmen oldum. Çocukların, o kaderlerine terk edilmiş gençlerin umutsuz hayatlarına dokunabilmek, hayalleri gerçekleştirmenin mümkün olabileceğini göstermek için. Bir gün onların da ben başardım demelerini duymak için." Hayran hayran dinledi Sarp, genç kadını. O o kadar özel bir öğretmendi ki, insanın öğrenci olup saatlerce onu dinleyesi geliyordu. Kim Feyza'nın anlattığı dersten sıkılırdı ki? Böyle tatlı tatlı konuşunca insan saatlerce dinlemek istemez miydi onu? Hafif bir şekilde Feyza'nın kenardaki demirlere dayamış olduğu eline dokundu genç adam. Dudaklarına tatlı bir tebessüm yerleştirmişti. "Sen harika bir öğretmensin." Belli belirsiz gülümsedi Feyza, kehribar gözler yıllar önceki gibi içini okşuyordu. "Daha değil Sarp, daha yolun çok başındayım. Benim de hâlâ öğrenmem gereken birçok ders var. Geçmem gereken sınavlar olduğu gibi." "Benim tanıdığım Feyza tüm derslerden üstün başarıyla geçer." "Benim de tanıdığım Sarp her zaman böyle tatlı yalanlarla hocaları kandırır." "Ne yalanı mı gördün şimdi?" Omuzları silkti Feyza, sıcak gülüşü yaramaz bir yüz ifadesine bırakmıştı yerini. "Lisede derslerden hep bir bahaneyle kaytardığını unutmadım. Hocam projeyi yapamadım çünkü annemgil düğüne gitti ben de kardeşime baktım. Hocam araştırmayı getiremedim bugün çünkü yeğenim doğdu, amca oldum. Hocam o testleri çözemedim çünkü annem hastaydı. Daha saymanı ister misin?" "Bir kere onların hiçbiri yalan değildi." Sarp ciddiyetle konuşurken Feyza onu alaya almaya devam ediyordu. O zamanları birlikte yaşamamış olsalar belki de inanırdı dediklerine. "Tabii tabii. Annen her gün başka bir düğüne gidiyor, yengen her gün doğum yapıyordu. Yahu Cem doğdu, üç ay boyunca o yüzden ders çalışamadığını söyledin. Sorarlardı sana niye verdiğim dersleri yapmadın? Cevap, yengem doğum yaptı hocam." "Evde her dakika ağlayan bir bebek varken ders çalışmak kolay mı sanıyorsun?" Keyifli bir gülümseme vardı Sarp'ın yüzünde. Yıllar önceki konuları böyle şakayla konuşmak hoşuna gitmişti. "Çalışmamak için bahane arıyordum demiyorsun da. Üniversiteye de kesin tembelliğinden gitmemişsindir," dedi Feyza bir anda boşta bulunarak. Fakat sözlerini söylemez pişman oldu. Hatta bir an öylece kaldı. Niye bu kadar ileri gitmişti şimdi? Sarp'ın yüzü düşerken, gülümsemesi soldu. Sesi düz bir hâl daha doğrusu kırgın bir şekil aldı. Elinde olmadan yutkunurken yine de bozuntuya vermemek için çabaladı. "Üniversiteye imkânlar izin vermediği için gidemedim yoksa kazanmıştım." Üzgünce gözlerle baktı Feyza. İçinde kırgınlık yer edinmişti. Kendine olan kırgınlığı. Biliyordu ki, Sarp'ın en büyük hayali ünlü bir basketçi olmaktı fakat kendi engel olmuştu buna. Herkes hayallerini gerçekleştirsin isterken en yakın arkadaşının hayallerini yıkmış, yerle yeksan etmişti. Suçluydu, hem de fazlasıyla. Çok zarar vermişti çünkü Sarp'a. "Kusura bakma bir an öyle ağzımdan çıktı." Sessiz kaldı genç adam çünkü içi gerçekten burkulmuştu. Ukte kalan hayaller her daim ince bir sızı bırakıyordu, kendinin de içinde kalmıştı işte o sızı. Fakat daha fazla Feyza'nın üzgün haline dayanamadı. Yapılı dudaklarına yeniden içten bir gülümseme yerleştirdiğinde başıyla arka tarafı işaret etti. "Hadi," dedi sevimli bir tavırla. "Döner yiyelim. Eminim özlemişsindir Hatay'ın dönerini." Genç kadının yüzündeki hüzün silindi, içini yeniden sevinç sardı. Belki başkası olsa yüzüne bile bakmazdı ama Sarp buradaydı, yanındaydı. Kendini hiçbir şekilde suçlamıyor, sanki o olanlar hiç olmamış gibi davranıyordu. Çünkü o çok başka bir adamdı, biliyordu Feyza. "Ama acısız." Omuzlarını kaldırıp indirdi Sarp. "Sen nasıl istersen." Birlikte köprünün karşısına geçip dönercilerin en meşhur olduğu Saray Cadde'sine doğru yol aldı ikili. Yaya yoluydu Saray Cadde'si, arabayla girilmesi yasaktı. Bu da özgürce insanların dolaşmasını sağlıyordu. Bir yanda dönerciler vardı bir yanda lüks giyim mağazaları. Mağazalar yedi, sekiz gibi kapansa da dönerciler geç saatlere kadar açıktı çünkü her zaman cıvıl cıvıldı burası. Özellikle gençlerle doluydu. Dumanı tüten dönerlerin kokusu iştah açarken cadde boyunca yukarı asılmış mavi beyaz ışıklar gecenin karanlığını aydınlatıyordu. Sokak şarkıcıları da burayı mesken tutmuştu ayrıca. Her telden şarkıyı gitarla çalmalarının yanında sesleri caddeye bambaşka bir renk katıyordu. Antakya'nın kalbi köprü, köprünün kalbi Saray Cadde'siydi kısaca. Sarp ve Feyza caddenin sol kenarındaki en ünlü dönercinin önünde duran masaya oturduklarında garson da hızla gelip siparişlerini aldı. Bu caddede dışarıda dururdu dönercilerin masa ve sandalyeleri, galiba lezzetti de buydu. Açık havada, bir sokak şarkıcının söylediği şarkıyı duyarken yemek yemek bir başka güzeldi neticede. Garson siparişleri getirdiğinde iştahla yemeye başladı ikili. Feyza bir ısırık almıştı ki dönerden gözlerini kapadı. Lezizdi. Tek kelimeyle, bu döner harikaydı. Çıtır çıtır, salçalı ekmek iştah açıyor, iyice pişmiş, soğanla karışık parça parça etleri yemek büyük bir zevk veriyordu. Dünyanın başka hiçbir yerinde böyle bir lezzet yoktu kesinlikle. "İşte bunu gerçekten özlemişim." "Bir de acılı yesen," diyerek dönerinden bir ısırık aldı Sarp. Annesi olsun, yengesi olsun hep bol acılı yaparlardı yemekleri. Kendi de küçük yaşta alışmıştı acı yemeye ve belli bir zaman sonra gerçekten zevk almıştı bundan. Acı harbiden tat veriyordu yemeklere. "Ben böyle iyiyim." Feyza dönerinin kağıdını biraz daha açarken peçeteyle ağzını sildi. Sonra bir lokma daha ısırdı dönerinden. Isırdığı lokmayı çiğnerken bir an durup karşısındaki adama baktı. Sahiden bilmiyordu aslında bunca zaman boyunca onun ne yaptığını ve öğrenmek istiyordu, merak ediyordu doğal olarak. "Sarp" Lokmasını yuttuğunda "Efendim?" dedi genç adam. Sonra bir ısırık daha aldı elindeki etle dolu ekmekten. "Sen neler yaptın? Yani bu kadar senede hiç mi değişen bir şey olmadı hayatında?" Yeniden durgunlaşsa da aldırmadı Sarp. Alaycı bir tavır takındı. "Zeyno doğdu, ben de kız amcası oldum işte ama bu daha çok hoşuma gitti biliyor musun? Cem bazen çekilmez oluyor. Tamam bazen Zeyno'nun da cadılığı tutuyor ama kız çocukları daha tatlı bence." Gülümsemekle yetindi Feyza. "Öyledir," dedi içtenlikle fakat öğrenmek istediği bu değildi. Sarp'ın neler yaptığıydı. Mesela biri olmuş muydu hayatında hiç? Ya da şimdi biri var mıydı? Gerçi kimse olsa annesi onu evlendirme çabalarına girmezdi değil mi? Neden bunları düşündüğünü bilmediği gibi bunların kendini ilgilendirmediğini de biliyordu. Sarp ne yaşamışsa yaşamıştı, kendini alakadar etmezdi. "Peki Zeynep dışında başka bir şey olmadı mı hiç hayatında? Hani başka bir iş ya da herhangi bir şey?" Ağzındaki lokmayı zorla yuttuğunda döneri tabağa bıraktı genç adam. Sıkıntıyla ellerini silerken başını iki yana salladı. "Olmadı Feyza. Ben hep olduğum gibi kaldım. Değişmedim, değiştiremedim bazı şeyleri. Aşamadım bazı sınırları. Kabullendim, razı oldum. Neden diye sorma, çünkü ben de bilmiyorum." Suçlulukla kaşlarını çattı genç kadın, ne diye iki de bir Sarp'ın canını sıkıyordu? Galiba onun da bir şeyleri aşmış olmasını istemişti içten içe fakat unutmuştu herkesin ağzında altın kaşıkla doğmadığını. Sarp'ın imkânları hep kısıtlıydı, biliyordu. Ayrıca ailesini de her şeyden çok düşünüyordu. Belki istese gerçekten hem okuyup hem çalışabilirdi lakin o, ailesinin yanında kalıp ailesine destek çıkmayı istemişti. Tüm yükü abisinin omuzlarına atmamayı. Sarp'ı liseden beri tanıdığı için iyi biliyordu onun hayatını. "Canını sıkmak istememiştim." "Canımı sıkmak mı? Sen istesen bile bunu yapamazsın ki." İnsanın içini ısıtacak bir şekilde gülümsüyordu Sarp. Öyle tatlıydı ki Feyza o gülüşü nasıl özlediğini bir kez daha fark ediyordu. Bakışlarını kaçırdığında dönerinden bir ısırık daha aldı. O sözler üzerine ne diyeceğini bilememişti. Aralarında yeniden sessizlik hâkim olurken genç adam da dönerini yemeye devam etti. Kalan azıcık parçayı da hemen bitirdi ancak Feyza fazlasıyla doyduğunu hissederek dönerini bıraktı. "Eğer biraz daha yersem mide fesadı geçireceğim." "Daha hiçbir şey yemedin ki, olduğu gibi duruyor döner." Arkasına yaslanıp bir yudum su içti genç kadın. "Çok bile yedim." "Anlaşıldı sen unutmuşsun Hatay'da nasıl yemek yendiğini ama merak etme ben sana hatırlatırım." "Seni şişko yapacağım diyorsun yani?" "Hayır, sadece yemek zevkini öğreteceğim diyorum." Birlikte yeniden güldüklerinde Sarp'ın bakışları dönerle, Feyza arasında mekik dokudu. Yemek bırakmayı sevmezdi, içi el vermezdi. Hem ayrıca şu güzelim döneri bırakıp kalkmak olur muydu? "Şimdi kesin yemiyor musun döneri?" "Iıı, fazlasıyla doydum." "O zaman senin yerine benim yerim," diyerek tabağı önüne çekip döneri eline aldı Sarp ve hiç iğrenmeden Feyza'nın yarım bıraktığı döneri iştahla yedi. Genç kadın, Sarp'ın döneri bu denli sevmesine mi yoksa kendinin ısırdığı bir şeyi yiyor olmasına mı şaşırdığını bilemedi. Cidden hiç iğrenmemiş miydi? Sonuçta ağzına değmişti ekmek. Fakat Sarp buna rağmen zevkle yiyordu döneri. Sonunda döneri bitirdiğinde elini ağzını tekrardan sildi Sarp. İşte şimdi doymuştu. Feyza'nın ısırdığı döner daha bir lezzetli gelmişti kendine. Karşısındaki şaşkın bakışlarını görse de görmemezliğe gelip su içti. Hoşuna gitmişti Feyza'nın o bakışları. "Kalkalım mı artık?" diye sordu Feyza. Saat geç olmuştu, on ikiyi geçiyordu hatta, yarın da erken saatte girmesi gereken dersler vardı. O yüzden de biraz dinlense iyi olurdu zira bugün yorulmuştu. "Olur, kalkalım. Sen bekle ben geliyorum." Feyza ilk başta ne olduğunu anlamasa da Sarp'ın masadaki fişi aldığını görünce olayı çaktı. Hesabı kendi ödemeye gidiyordu. Hızla ayağa kalkıp "Sarp," diyerek kolunu tuttuğunda aniden kendine döndü genç adam ve bu da burun buruna gelmelerini sağladı. Aralarında hiç mesafe yoktu ki, ikisinin de kalp atışları hızlandı. Feyza hâlâ Sarp'ın kolunu tutarken genç adam teninde küçük bir kıvılcımın oluştuğunu hissetti. Gözleri, ela gözlerle buluştuğunda aklı başından gitti. Kül olmuş duygular yeniden yanar mıydı? Yanıyordu işte. Mucize gibi Sarp'n yüreğini tekrardan sarıyordu o ateşler. Feyza nefesinin kesildiğini hissetti bir an, Sarp'ın kehribar gözleri içini titretiyor, midesini gıdıklıyordu. Arka arka yutkunurken kendini kontrol almaya çalışarak gözlerini kapatıp elini çekti. Ne diyeceğini hatırlamaya çalıştı. Boğazını temizleyerek "Şey," dedi. "Hesabı tek başına ödemene izin vermem, biliyorsun." Feyza'nın sözlerini algıladığında gerçek dünyaya dönüş yaptı Sarp. Devre dışı kalan aklı tekrardan yerine geldi. "Hayır, olmaz. Ben seni buraya getirdim hem ayrıca senin dönerini de ben yedim sayılır. O yüzden ben ödüyorum." "Sarp lütfen..." "Asıl sana lütfen, bu gecelik benden olsun. Bir daha ki sefere de senden olur tamam?" Bu anlaşma makul geldi genç kadına ama önce Sarp'tan bunun için söz almalıydı. "Söz mü?" "Söz." "Peki o zaman." İstediğini almış olarak gülümsedi Sarp. Hesabı ödemek üzere de içeri girdi. Feyza onu kapının önünde beklerken telefonunun çaldığını duydu. Çantasından telefonu çıkarıp ekrana baktığında gördüğü isimle dondu, göz bebekleri büyüdü. İçindeki tüm güzel duygular yerini korkuya, paniğe bıraktı. Oysa ki, ekranda yan yana dizilmiş beş harf vardı yalnızca. İlker O an anlıyordu ki genç kadın her ne kadar sınırları aştım dese de aşamamıştı. Geçmiş, karanlık bir gölge gibi peşindeydi hâlâ. |
0% |