Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm:

@pinar_0000

( Umut’un anlatımıyla – 1539...)

 

Etrafını hızlıca kontrol ettikten sonra kendi kendine kısık sesle konuşmaya başladı. Zoraki duyduğum bir kaç kelimesini yakalamıştım.

 

‘’Bekle beni geçmişim, ailem, hayatım geri dönüyorum.’’ Demişti ne olduğunu ne demek istediğini anlayamasam da elinde ki anahtarı kilide koymadan dudaklarına götürüp öptü, zaten kafası karışmışa benziyordu. Daha sonra anahtarı kapının üstündeki kilit yuvasına sokup, iki tur döndürdüğünde kapıyı araladı. Kapı müthiş bir ışık hüzmesi ile açıldığında, Selim de ben de şok olmuştuk. Bizim arasında durduğumuz kapıda iyice açılmış, kabak gibi ortaya çıkmıştık. Daha sonra midemin bulandığını, başımın döndüğünü ve yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Sonrası ise tamamen karanlık... kendimden geçtim. Derin bir uyku hali bütün vücudumu sardı. Parmak uçlarımdaki sinir hücrelerimi dahi hissediyordum. Sonrası ise bilinç kaybı, büyük ve uzun bir karanlık.

 

Uzun süren bir uykudan uyanmış gibiydim zihnim yorgun, bedenim yorgun,  başımda ise müthiş bir ağrı vardı. Gözlerimi hafifçe araladığımda kapıda dikilmiş bize bakan birini gördüğümde doğrulup ona bakmaya çalıştım. Tabii ki onu hemen hatırladım. Az önce beyaz ışıklı kapıdan geçmeye çalışan çocuktu. Benim uyandığımı fark eder etmez kapıyı açtı ve hızlı adımlarla uzaklaştığını izlerken, yerimden kalktım ve;

 

“Dur gitme! Nereye gidiyorsun?” Desemde nafile, çocuk çoktan koşarak uzaklaşmıştı. Arkamı döndüğümde ise Selim, gözlerini ovduğunu gördüm. O da daha yeni uyanmıştı. Peki neredeydik biz? Az önce kütüphanede iken, şimdi ise bambaşka bir yerdeydik. Etrafa bakındığımda ahşaptan yapılma küçük bir kulübede olduğumuzu fark ettim.

 

“Ağabeyciğim, neredeyiz biz ya?” Dedi Selim ayağa kalktı, üzerindeki samanları eliyle temizledi. Ve evet bir saman birikintisinin üzerinde uyuya kalmıştık.

 

“Bilmiyorum, baksana etrafa biz az önce kütüphanede değilmiydik?” Dedim. Selim ise daha yeni idrak etmiş olmalı ki etrafına garip bakışlar atıyordu.

 

“Evet, kütüphanedeydik.” Dedi. Başını kaşıdı ve devam etti. “Hatta bir çocuk vardı depoya giden kapıyı aralamıştı. Galiba ben ondan sonrasını hatırlamıyorum.” Dedi.

 

“Çok emin değilim ama sanırım biz boyut falan atladık. Başka bir açıklama bulamıyorum.” Dediğimde Selim’in surat ifadesini görseniz krize girerdiniz sanırım. Çünkü bana öyle bakışlar atıyor ki ‘ne saçmalıyor bu?’ der gibi bakıyordu.

 

“Ne? İnanmıyor musun bana?” Dediğimde hala aynı bakışlar ile bana bakmakla meşguldü. Devam ettim. “Baksana etrafına kütüphanedeyken içerisi zor ışık alıyordu. Bir de son gördüğümüz kapı depoya çıkıyor olsaydı etrafta bu kadar pencere olur muydu?” Resmen bana açıklama yaptırmasına inanamadım.

 

“Tamam tamam fazla uzatmayacağım. Bu yaşananlar pek de normal değil.” Dediğinde gözlerini dikmiş bir yere bakıyordu. Göz hizasını takip ederek baktığı yere baktığımda, ahşap dolabın kapısının arasına sıkışmış bir kumaş parçası olduğunu fark ettim.

 

“Şunu görüyor musun?” Dedi Selim, ve zaten bende oraya baktığımda benden cevap beklemeden direk odaklandığı yere doğru yürüdü.  Bende arkasından onun ne yaptığına bakıyordum. O ise dolabın kapaklarını açtı. İçinden çıkanları eline alıp bana döndü.

 

“Bunlar Burçak’ın kıyafetleri değil mi?” Dedi. Afalladım, ne demek istediğini anlamadım. Sonra yanına gidip dolapta kalan diğerlerini elime aldığımda, Elif’in bana daha bu sabah attığı fotoğraftaki elbiselerin aynısını olduğunu fark edince daha önce hiç olmadığım kadar gerildim.

 

“Ne yani onları bulduk mu?” Dedim Selim’e şaşkın şaşkın bakarak.

 

“Sanırım...” Diyebildi Selim, cümlenin devamını getiremedi.

 

Çok garip şeyler oluyordu. Önce kızlar kayboldu. Sonra onları aramaya koyulduk derken kütüphanede olabileceklerini düşünüp Selim ile beraber onları aramaya koyulduk. Sonrası ise kütüphanede kızlardan ufakta olsa bir ipucu bulabilmek için arama yaparken tanımadığımız bir adamla karşılaştık. Tanımadığımız bir adam ve onun tuhaf sözleri... Derken bir an hafızamda canlandı o an ve adamın sözleri...

 

“Bekle beni geçmişim, ailem, hayatım geri dönüyorum.”

 

Demişti. Sonra müthiş bir ışık hüzmesi yayıldı açtığı kapıdan, bizide olmak üzere içine çekti. O ışık, o an içine çekiliyormuş hissi gerçekten hayatımda hissetmediğim bir histi. Sonrası ise bilinç bulanıklığı ve akıl almaz karanlık... Şimdi ne olduğunu dahi anlayamadığımız bir kulübenin içinde kızların kıyafetlerini bulmuştuk. Biz onları ararken yalnızca kıyafetlerini bulabilmiştik. İş daha da acayip bir hal almaya başlamıştı anlayacağınız.

 

O dakika kulübede daha fazla durmadık. Dışarıya çıkıp etrafı kolaçan ettiğimizde ise ikinci bir şok dalgası bizleri esir almıştı. Ya uyudukta uyanamadık hâlâ bir rüyanın içindeydik ya da harbiden ölmüş ve böyle bir yere gelmiştik. Aklım ve mantığım beynime oyunlar oynuyordu sanki.

 

Yanlış görmüyorsam, etrafta dolaşan erkeklerin kafalarında fes, sarık vb. Aksesuarlar vardı. Kadınlar ise boydan boya kapalı ve hatta ağızlarını bir bez yardımıyla kapatıyorlardı. Ben şaşkın şaşkın etrafa bakınırken Selim, yanıma geldi ve koluma dokunup,

 

“Ağabeyciğim, biz yanlışlıkla bir dizi setine falan mı geldik. Eğer öyleyse kütüphanenin deposu amma da büyükmüş.” Selim’in saçmalamasına daha fazla dayanamadım.

 

“Saçmalama oğlum, etrafına baksana neresi dizi seti bunun? Hem öyle olsa bile kamera olurdu değil mi?” Dediğimde üstümdeki kiyafetlere bir göz gezdirdim. Herkesin kıyafeti aynıydı bir tek bizimki farklıydı. Ya da biz farklıydık. Ya da.... Ya da... Aklımı kaçıracak gibi oldum. Bu gördüklerime mantıklı bir açıklama arıyordum. Derken Selim tekrar koluma dokundu ve bir yeri işaret etti eliyle,

 

“Şuraya bak biz bu adamı nereden tanıyoruz?” Dediğinde eliyle işaret ettiği yere baktım. Bu adam az önceki adamdı. Kapının önünde duran uyandığımda tepemde dikilip bana bakan ve daha sonra ben uyanınca kapıyı açıp kaçıp giden.

 

“Kütüphanede ki adam...” Dedim.

 

“Ne arıyor burada, kim bu adam?” Dedi Selim. Tabi biz adama dikkatli dikkatli bakınca bizi fark etti ve kaçmaya başladı. O kaçınca bizde arkasından onu kovaladık.

 

Çünkü neredeydik, burada ne yapıyorduk, nasıl geldik? Hiçbir şey bilmiyorduk. Ama eminim ki bu adam bir şeyler biliyordu.

 

O kaçtı biz kovaladık, o kaçtı biz yine kovaladık. Ara sokaklardan geçtik. Hatta bir ara adamı gözden kaçırmamak için hızlandığımda yanlışlıkla bir teyzeye çarptım ve elindeki sepet yere saçıldı. O an ona ne kadar üzülsem de devam ettim koşmaya ama neyse ki arkamdan koşan Selim’in durup teyzeye yardım ettiğini gördüğümde içim biraz olsun rahatlamıştı. O kadar hızlı koşuyordu ki sanki koşmuyor uçuyor gibiydi.

 

“Dur! Sana zarar vermeyeceğim. Sadece konuşmak istiyorum.” Diye bağırdım. Ama o beni dinlemiyordu ve koşmaya devam ediyordu. En sonunda onu gözden kaybettiğimi düşünüyordum ki farklı bir ara sokak dikkatimi çekti. Buradan gidebileceğini düşünerek oraya atıldım.

 

Doğru bir seçim yapmış olmalıyım ki, girdiğim ara sokakta tekrar karşıma çıktı. Hatta şanslıydım çünkü bu sokak bir çıkmaz sokaktı. İşte kurbanım tam karşımda duvarları tekmeleyerek kaçış yolu arıyordu.

 

“Evet, buraya kadarmış. Yakalandın. Şimdi adam gibi beni dinle! Sana zarar vermeyeceğim.” Dediğimde öyle çok nefes nefese kaldım ki artık kalbim ağzımda atmaya başladı. Öyle bir yorgunluk.

 

Adam ise pes etmiş olacak ki nihayet artık konuşmaya başladı. Beni kandırıp arkamdan kaçıp gitmesin diye ona fazla yaklaşmadım. Aramızda neredeyse üç insan boşluğu vardı.

 

“Ne istiyorsun benden?” Dedi sinirli bir ses tonuyla ve  o da en az benim kadar yorulmuştu. Nefes nefeseydi.

 

“Önce beni dinleyeceğine söz ver.” Dedim. Tamam kabul ediyorum. Kim olsa söz vermez hatta beni alt edip kaçma derdindedir büyük ihtimalle ama yapacak bir şeyim yok şuan. Durdu etrafına bakındı tekrar, son kez kaçmak için bir delik aradı fakat bulamayınca derin bir nefes alıp verdi. Sanırım pes etmişti.

 

“Umut!” Kendi adımı duyduğumda bir anlık odağımı kaybettim ve sese doğru kulak kesildim. Sesin nereden geldiğine bakmaya çalıştığım sırada, adam beni atlatıp arkamdan kaçtı. Ve koşarak uzaklaştı. Ben de hızla arkasından koştum. Fakat yetişemedim. Gözden çoktan kaybolmuştu. Çaresizlik içinde bir oraya bir buraya bakındım ama nafile onu bulamadım. İşin kötü yani Selim’i de kaybetmiştim.

 

Ağır adımlarla yüksek duvarların arasında yürüyordum. Etrafta bulunan bir kaç insan bana garipser gibi bakıyorlardı. Zannedersem üstümdeki kiyafetlere bakıyorlardı. Çünkü onlardan farklıydım.

 

“Ağabeyciğim, bunu mu arıyordun?” Dediğinde, önünden geçmekte olduğum bir Han’dan geliyordu bu ses. Sesin sahibini tabiki tanıyordum. Bu ses Selim’e aitti.

 

“Selim, onu yakalamışsın.” Dedim içeri girerek. Selim adamı yakalamış, yakalamakla kalmamış bir tane direğe onu bağlamıştı.

 

“Nasıl ağabeyciğim, hediyeni beğendin mi?” Dedi gülümseyerek, ben de kendimi tutamayıp gülümsediğim sırada adamın ağzında bir de pez parçası olduğundan konuşamıyordu.

 

“Nasıl yaptın bunu?” Dedim. O ise kendinden emin ve havalı bir şekilde,

 

“Meslek sırrı.” Dediğinde gülmemek için zor tuttum kendimi.

 

“Neyse her ne yaptıysan çok iyi olmuş. Bize neler olduğunu ancak bu lavuktan öğrenebiliriz.” Dedim adamın önünde eğilip,

 

“Söyle şimdi bize... Bu etrafta dolaşan garip giyimli insanlar kim, biz o kulube de nasıl uyanabildik, yoksa bütün bunlar senin başının altından mı çıktı? Anlat!” O sırada adamın ağzındaki bezi çözdüm. Adam dudaklarını birbirine bastırdı. Sinirliydi ama eli kolu bağlıydı. Yani istesede kaçamazdı.

 

“Bak söyle! Sana zarar vermeyeceğiz. Tek istediğimiz sorularımıza doğru cevaplar vermen.” Dedi Selim, adam gerçekten fazla uzatmadı ve dudaklarını araladı.

 

“Ellerimi çözün size her şeyi anlatayım.” Dedi gayet donuk bir sesle, Selim ve birbirimize baktık. Sonra ise,

 

“Yok ya, çözelim de yine kaçmaya çalış öyle mi?” Dedi Selim, haklıydı ona nasıl güvenecektik.

 

“Selim haklı, seni çözmeyeceğiz ve sen de her şeyi anlatacaksın. Aksi takdirde seni burada böylece bırakıp gideriz bize göre hava hoş, sen bilirsin.” Dediğimde söylediklerimde gayet emindim. Adamın ise bakışları yumuşadı sanırım dediklerimizi ciddiye almaya başlamıştı. Önce can sıkıntısı ile nefes verdi ve tekrar konuşmaya başladı.

 

“Tamam tamam siz kazandınız. Ama her şeyi anlattıktan sonra beni çözeceğinize söz verin.”

 

“Söz!” Dedi Selim bende ardından,

 

“Söz!” Dedim ve adam başladı anlatmaya, önce sorduklarıma cevap verdi.

 

“Bu arada onlar garip giyimli insanlar degil sizsiniz garip olan.” Dediğinde kaşlarımı çattım anlamayarak, Selim ise adamın suratına bakıyordu yine o meşhur bakışı “ne diyor bu?” Der gibi.

 

“Ne demek o?” Diye sordum. Adam devam etti cümlesine,

 

“Siz şuan gerçekten nereye geldiğinizi bilmiyor musunuz?” Dedi. Uzattıkça bir tane tekme vurma isteği gelsede şuan onun konuşmasına mecburduk. O yüzden dokunmayacaktım.

 

“Dalga mı geçiyorsun bizimle, bilsek sana neden soralım?” Selim’in bu dediğine sonuna kadar katılıyordum. Adam boğazını temizledi ve bu kez gerçekten konuşmaya başladı.

 

“Biz şuan da 1539 yılındayız.” Dediğinde Selim büyük bir kahkaha attı.

 

“Haha güzel şakaymış, tamam şimdi gerçekleri söyle bize, hadi uzatma.”

 

“Gerçekleri söylüyorum zaten bir müsade edersen.” Dedi. Adamın ses tonu gayet ciddiydi. Bunu fark eden Selim’in de gülmesi yarıda kesildi ve onu dinlemeye devam etti.

 

“Biz, yani siz, bizler... Şuan anlaması eminim ki güç geliyor ama gerçekten yıllar 1539’u gösteriyor. Zamanda yolculuk yaptık. Beni fark ettiğiniz an ben sizi çoktan kapının ardında beni gözlediğinizi fark etmiştim. Ama umrunda değildi. Tam on yıldır bu anı beklemiştim. Ve sonunda olmuştu işte evime ve kendi dönemime geri döndüm. Burada olan birazcık size oldu ama...” Dediğinde, duyduklarımın birer rüya olmasını istedim.

 

“Nasıl yani on yıldır bu anı mı bekledin?” Dedi Selim,

 

“Bakın şimdilik buraya kadar bilseniz iyi olacak.”

 

“Ne diyorsun sen, ne demek bütün bunlar, biz anlattıklarından hiçbir şey anlamadık ki?” Dedim sinirle

 

“İsterseniz bunları burada konuşmayalım.  Benim bir teknem var, tabi hâlâ aynı yerinde duruyorsa, orada size başından itibaren her şeyi anlatırım.” Dediğinde Selim ve ben birbirimize soran gözlerle baktık. Gitmeli miydik, yoksa gitmemeli miydik?

 

 

 

( Elif’in anlatımıyla...)

 

Büyük bir bilinmezliğin tam ortasındaydık. Evet kelimenin tam anlamıyla bir bilinmezlik... Güvenebildiğimiz tek kaynakta bu kitaptı. Fakat şimdi bir tekerlemeyle geldiğimiz bu yerde, o tekerleme silinmiş, âdeta yok olmuştu. İşte şimdi gerçekten ne yapacağımızı bilmiyorduk. Hatice Teyze yanımızda olsaydı bize yol gösterirdi. Çünkü saraya gelmemizi sağlayan tek kişi de Hatice Teyze idi.

 

“Şimdi ne yapacağız?” Diye sordu Sena, bende bilmiyordum ki ne yapacağımızı. Biraz düşünüp akıllıca karar vermeliydik. Hedefimizde tek bir şey vardı. Mihrimah Sultan’ın düğün günü gelmeden eve dönmenin bir yolunu bulmak ya da düğünden hemen sonra sarayı terk etmekti. Zaten şimdiye kadar bulamadıysak şimdiden sonrada bulamayacakmışız gibi görünüyordu. Her ne olursa olsun tek hedefimiz eve dönmek olmalıydı.

 

Sena, kitabın diğer sayfalarını çevirdi ve okumaya başladı. Bütün sayfayı dilinin döndüğünce okumaya çalıştı. Kitap aksanlı ve garip bir Osmanlıca ile yazıldığı için bazı kelimelerini anlamak zordu.

 

“Bir şey bulabildin mi?” Diye sordu Burçak.

 

“Okuyorum daha ama bir şey bulabilir miyim bilmiyorum.” Dedi.

 

Ben ise sıkıntı içinde bir oraya bir buraya yürüyordum. Sarayın bu sakinliği ve sessizliği oldukça rahatsız ediciydi. Sonuçta düğün arifesindeydik. Her yerde bir cümbüş bir kargaşa bir koşturma olması gerekmez miydi? Dedim kendi kendime.

 

“Siz de fark ettiniz mi?” Diye sordum kızlara, onlar ise kitaba gömülmüş bir şey bulmaya çalışıyorlardı.

“Ne gibi?” Dedi başını kaldırıp bana bakan Burçak.

 

“Sarayın bu kadar sessiz olması normal mi?” Dedim.

 

“Ne bilelim, daha önce hiç sarayda kalmadım.” Dedi Burçak, gayet emin ses tonuyla.

 

Sena, bir anda kitabın sayfalarından birisini birbirine yapışık buldu. Bunu fark edince yanına gidip oturdum ve sayfaları hep birlikte ayırmaya çalıştık.

 

“Bu sayfalar neden yapışık?” Diye sordum.

 

“Hiç önceden yapışık sayfaya rastlamamıştım kitapta.” Dedi Sena hemen ardından Burçak,

 

“Durun sakince ayırmaya çalışalım. Yırtılmasın.” Hep birlikte sayfaları birbirinden ayırmaya çalıştık. Sena sayfanın üstünü tuttu. Ben altını derken Burçak’da kitap kaymasın diye kitabı tutuyordu.

 

Sonunda sayfalarda bir aralık oluştu oluşmasına ama bir ışık hüzmesi belirdi. Yapışan sayfaların arasından.

 

Bu ışık bana haftalar önce kütüphanede ki kapıdan yayılan ışığı hatırlattı. O güçlü ışığın bizi nasıl içine çekişini hala hafızamda taşıyordum. Aynı ışık şimdi sayfaların arasından yayılıyordu. Oda hafif loş olmasına rağmen sayfalar birbirinden yavaşça ayrıldıkça dahada arttırıyordu gücünü ve odayı aydınlatmaya yetiyordu.

 

Sayfalar birbirinden her ayrılışında dahada artan ışık hüzmesi artık gözlerimizi kamaştırıyordu. Dayanamayıp ayağa kalktık hepimiz ve gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Çünkü ışık gözlerimi adeta yakıyordu. Kitap, Sena’nın kucağından yere düştü. Sayfalar artık birbirinden ayrıldı ve ışık dahada güçlü parladı. Gözlerimi aralayıp neler olduğuna bakmaya çalıştım.

 

“Kızlar ne oluyor yine ya?” Işıktan bir şey göremesem de sesinden anladığım kadarıyla Burçak’tı bunu diyen.

 

“Anlamıyorum yine mi başka yere ışınlanacağız.” Bu sesin sahibi de Sena’dan başkası değildi?

 

“Sıkı tutunun kızlar bu kez bir yere gitmeye niyetimiz yok.” Dediğim sırada yatağın demirine tutunuyordum. Kızların ne yaptığını pek görmesem de ışık bütün odayı aydınlattıktan sonra bir anda yok oldu. Gözlerimi araladığımda ışık hüzmesi gitmiş, kitap öylece açık bir halde yerde duruyordu. Kızlar desen bir yerlere tutunmuş gözleri kapalıydı.

 

“Tamam geçti kızlar açın gözlerinizi.” Yavaş yavaş gözlerini açtıklarında hepimiz afallamıştık.

 

“O neydi şimdi? Bir yere de gitmedik. Ne oldu?” Sena’nın art arda sorguları onun ne kadar korkmuş olduğunu gösteriyordu.

 

“Bir an aklım çıktı. Başka bir yere gönderecek diye.” Dedi Burçak,

 

“Tamam sakin olun, bakın sayfalar birbirinden ayrılmış. Ama bir dakika...” Dedim. Kitabın yanına yere çömeldim üstünde duran anahtarı elime aldım.

 

“Bu anahtarda neyin nesi böyle?” Dedim. Anahtarı süzerken,

 

“Elif, sendeki anahtar değil mi bu?” Sena’nın dediği üzerine elimi boynuma götürdüm. Boynumdaki ipi dışarıya çıkardım. Ve ucunda takılı olan anahtarı gördüm. Simdi elimizde iki tane anahtar olmuştu.

 

“Şuna bakın iki tane oldular.” Dedi Sena,

 

“Evet gerçekten, bu nasıl oldu? Sena sen kitapta bu anahtarı hiç fark etmedin mi?”

 

“Hayır tabi ki hep açıp bakıyorum. Şimdiye kadar hiç rast gelmedim.”

 

Bir elimde zaman yolculuğu yapmamızı sağlayan ve hep boynumda taşıdığım anahtar vardı. Bir elimde ise şimdi o ışık hüzmesi ile bu sayfaların arasından gelen ikinci bir anahtar vardı.

 

“Kızlar, korkarım ama bu bir işaret yani eve dönmek için bir işaret olmalı. Başka bir kapıyı açan başka bir anahtar.” Dedi Burçak, evet doğruydu. Eğer bir Anahtar varsa kesinlikle onu açan başka bir kilit ya da bir kapı olmalıydı. Galiba artık ne yapmamız gerektiğini biliyorduk. Bir kapı daha vardı ve her ne olursa olsun bu kapıyı bulacak ve artık evimize dönecektik.

 

( 1 gün sonra... )

 

Dün olanlar hala hafızamdaydı. Düşündükçe içim bir tuhaf oluyordu. Elimizde bir tane anahtar varken şimdi anahtar sayımız ikiye çıkmıştı. İlk Anahtar bizi buraya getirmişti, bu devire... 1539 yılına, ikinci anahtarın ise bizi nereye getireceği belli değildi. Belki de en kötü ihtimale bile hazırlıklı olmalıydık. Fakat ne olursa olsun ikinci anahtar öylesine çıkmamıştı karşımıza, tesadüf değildi.

 

“Ne düşünüyorsun?” Düşüncelerim arasında kaybolduğum sırada beni oradan çekip çıkaran Burçak olmuştu.

 

“Dün olanları düşünüyorum ve bundan sonra olacak olanları.” Dedim. Bugün Mihrimah Sultan’a kına gecesi düzenlenecekti. Sarayda bir curcuna bir koşturma hakimdi. Aslında bir yandanda Mihrimah Sultan’ı düşünüyordum. Kınası yakılacaktı. Ne hissediyordu, ne haldeydi? Merak ediyordum.

 

“Merak etme bir yolunu buluruz.” Dedi Burçak,

 

“Ben bir Mihrimah Sultan’ın yanına gideyim. Ona da canım sıkılıyor sonuçta istemediği bir adamla zorla evlendirilmek üzere.” Dediğim sırada Burçak’ın omzuna dokundum. Ve kapıyı tıklattım. Dışarıda duran iki tane kapı cariyesi kapıları açtı.

 

Yine aynı enerjiyi veren soğuk duvarların ve ancak şamdan ile aydınlanabilen koridorda yürüyordum. Bu kez cariyelerim yoktu tek başımaydım. Galiba bu saraya geldiğimden beri ilk defa tek başıma çıkmıştım. Mihrimah Sultan’ın odasının ne tarafta olduğunu aşağı yukarı biliyordum. Eteklerimi tek elimle tutarak yürümeye başladım. Bu döneme ve bu kıyafetlere alışmam zaman alıyordu. Uzun uzun ve kabarık elbiselerle o kadar uzun zaman geçiriyorduk ki... Oldu olacak yatağa da bu elbiselerle girecektik neredeyse.

 

Kapısında iki tane cariye vardı beni görünce gülümsediler. Cariyelerden biri başını kaldırmadan konuşmaya başladı. Ben ise kapının tam önünde duruyordum.

 

“Hanzade hanım, geldiğinizi Sultan’ımıza haber vereyim.” Diyip kapıyı açıp içeriye geçti. O gelene kadar kapının önünde öylece bekledim. Diğer cariye ise başını eymiş tek bir kelime dahi etmiyordu. Ne garip, aynı robot gibiler. Ben kendi kendime oyalanırken diğer cariye dışarı çıktı.

 

“Buyurun, sultanımız sizi bekliyor.” Kapıyı açtılar ve ben içeriye girdim. Sol taraftaki sedirlerde oturmuş. Bana olabildiğince iyi görünmek adına gülümsüyordu.

 

“Sultanım...” Diyip önünde saygıyla eğildim. “Sizi ziyaret etmek istedim. Tabi müsaitseniz.” Dediğim sırada başımı kaldırdım ve bakışlarımı üzerinde gezdirdim.

 

İçinde fırtınalar kopsada, büyük bir hüznün gölgesinde de olsa ihtişamından ve asaletinden hiçbir şey kaybetmemişti.

 

“Gel Hanzade, otur lütfen.” Dedi yanını göstererek, bende eteklerimi tutup önümde ki tek basamaklı merdivenden çıkıp yanına geçtim ve oturdum.

 

“Nasılsınız? Hüzünlü gördüm sizi.” Dedim bunlar gerçek hislerimdi. Her ne kadar ona kuzeniyim diye yalan söylemiş olsamda ona gerçekten çok üzülüyordum. Çünkü onu tarih kitaplarında okuduğum da oldukça kültürlü, zeki, alabildiğine zengin ve döneminin en güzel en zarafetli sultanıydı kendisi... Acaba diyorum bazen fal bakma bahanesiyle ona makus talihini anlatsam içi biraz olsun rahatlarmıydı.

 

Çünkü, okuduğum kadarıyla şimdi evlenecek eşi Rüstem Paşa’nın ölümünden sonra ona eşinin mal varlığı kalacaktı ve neredeyse ailesinde ki bütün sultanlardan daha zengin olacaktı ve hatta Rüstem paşa ile evlenmesinden sonra divanda büyük oranda söz sahibi olacak ve babası Sultan Süleyman bile bazı konularda, buna devlette dahil, ona akıl danışacağı tarihçiler tarafından tasdiklenmişti.

 

Ama benim bu bilgileri vermem geleceği değiştirir mi emin değilim. Dediğim gibi ona fal yoluyla bunları söylesem bana inanır mı acaba?

 

“İyi olmaya çalışıyorum. İstikbal de beni ne bekler bilmiyorum.” Dedi ve uzaklara daldı.

 

“Haddim değil biliyorum lakin. Neden bu denli istemiyorsunuz. Gönlünüzde biri yoksa Rüstem Paşa’ya bir şans verseniz. Belki de zannettiğiniz gibi biri değildir.” Pencereye diktiği gözlerini birden bana çevirdi. Söylediklerim yüzünden bana kızacak gibiydi ama sonra bakışları yumuşadı ve,

 

“Gönlümde birinin olmadığını nereden biliyorsun?” Dediğinde birinin olduğunu biliyordum zaten sadece onun itiraf etmesini bekledim.

 

“Öyleyse kim bu şanslı bey.” Beni yadırgamamaları için onların lisanında konuşmaya çalışıyordum. Ne kadar yapabiliyorum muamma ama...

 

“Bir asker kendisi...” Dediğinde o malum dizi canlandı hafizamda bence sizde neyden bahsettiğimi biliyorsunuz? Ama tarih dizilerle yorumlanmaz.

 

“Bir asker mi? Saray dışına çıkmadığınızı zannediyordum. Nasıl oldu bu?” Bir yandan korkmam normal mi? Sultan’ın karşısındaydım ve ona çok cesur sorular soruyordum. Bence gayet normaldi.

 

“Tabi ki çıkıyoruz. Hatta çoğu zaman alışverişe bizzat kendimiz çıkıyoruz.”

 

“Nasıl yani emrinizde ki insanlar sizin yerinize halletmiyor mu?” Buldum tabi gerçek bir Sultanı soru yağmuruna tutarım.

 

“Hayır canım. İstersek biz de istediğimiz vakitte çıkabiliriz. Lakin tedbili kıyafetle...” Dedi. Doğru tabi koskoca sultan da olsa onu halktan biri tanıyor olabilirdi. Ve ona kötü bir şey yapabilirlerdi.

 

“Peki bu asker ile nasıl tanıştınız.” Birden gözleri parladı. Anlatmak için sabırsızlanıyordu.

 

“Dışarıya ne zaman çıksam ya validem ile birlikte ya da cariyeleri peşime takarak çıkabiliyordum. Güvenlik için. Lakin ilk defa hepsini atlattım ve özgürce Payitaht’ın sokaklarında dolaştım. Sonra bir şey oldu.” Deyip duraksadı. Uzaklara bakıyordu. Sanki o anı hatırlamaya çalışıyor gibiydi.

 

“Onu gördüm. Üzerinde asker formasıyla emrindeki diğer askerlere emirler veriyordu. Ben ona baktığım sırada beni fark etti. Ben ona o bana bakıyorduk. Sonra ben biraz tenha kalabalıktan uzak dar bir sokağa girdim. Onun arkamdan geleceğini biliyordum. Ve öyle de oldu. Arkamdan geldi. Bana, ‘hanımefendi, mendilinizi düşürdünüz.’ Dedi.

 

Anlamadım ilk başta, meğerse arkamdan geliş sebebi buymuş onu gördüğüm yerde mendilimi düşürmüşüm bilmeden.  O gün mendilimi aldım bana tekrar bir şey daha sordu. ‘Nerelisiniz? Sizi daha önce buralarda hiç görmedim.’ Dedi ben de ona, ‘buralı değilim çok uzak diyarlardan geldim.’ Dedim. Sonra mendilimi avucuna sıkıştırıp arkamı döndüm tam gidiyordum ki tekrar sesini duydum.’ Tekrar karşılaşalım.’ Dedi.”

 

“Tekrar karşılaştınız mı peki?” Dedim. O ise bakışlarını daldığı uzaklardan bana çevirdi.

 

“Hayır, bir daha hiç karşılaşmadık. Zaten olanlar oldu. Evlendiriliyorum. Hem de zorla, bir kaç kez ona mektup yazıp gönderdim. Lakin ondan hiçbir cevap gelmedi.”

 

“Hiç mi cevap yazmadı size.”

 

“Hayır, tek bir tane bile mektubu gelmedi belki de nerede yaşadığımı bilmediğinden gönderemedi. Lakin emrimde ki ağaya iyice tembihledim. Mektubu doğru kişiye göndermesi için hatta eliyle teslim ettiğini söyledi. Ondan bana dönüş sağlayabilirdi. Lakin yapmadı.”

 

“Bence mantıklı bir açıklaması vardır.”

 

“Belki de yinede bir umut hep ondan mektup bekledim. Lakin o bırak mektupu pusula dahi göndermedi.” Dedi. Pusula; bir nevi not kağıdı yerine kullandıkları kelime. Küçük küçük notlar yazıp küçük bir rula haline getirip verdikleri bir kağıt parçası.

 

“Bakın ne diyeceğim. Size el falı bakayım mı ne dersiniz?” Mihrimah Sultan bir anlığına şaşırdı.

 

“El falı mı? Nasıl bakacaksın ona sen? Bakabiliyor musun ki?” Dedi.

 

“Evet tabi ki bakabiliyorum.” Aslında fal sayılmazdı. Sadece gerçek tarihçilerden öğrendiğim Mihrimah Sultan hakkında bir kaç ufak bilgi...

 

“Hazırsanız başlayayım.” Dediğim sırada ilkte biraz tereddüt etse de yinede avucunu açtı ve elimin üzerine koydu. Bende sağ elimle onun tek elini tuttum. Avcunu açtım ve sanki faldan çok anlıyormuşum gibi diğer elimin işaret parmağını avcunun içinde daireler çizerek gezdirdim. Bir yandanda gözlerimi kapadım.

 

“Rüstem paşa ile sizin tam üç tane çocuğunuz olacak.” Dediğimde şaşırdı. Doğruymuş sanırım bu devirde sultanların fala inandığı.

 

“Sahi mi, başka ne görüyorsun?” Dedi heyecanla,

 

“Bir kızınız iki tanede erkek çocuğunuz olacak. Hmm, burada büyük bir şey görüyorum. Tamı tamına dört yüz gemi yaptırıyorsunuz. Babanız için.”

 

“Ne gemisi? Ben o kadar zengin değilim ki.”

 

“Merak etmeyin çok kısa bir zamanda çok zengin olacaksınız. Hatta diğer sultanlardan daha da zengin. Hatta bu servetle külliyeler yaptırıyorsunuz. Hatta sizin adınızı taşıyan Mirhimah sultan camii yaptırılacak. Büyük güzel bir hayat süreceksiniz sultanım neredeyse elem keder çekmeyen zengin ve lüks bir hayat süreceksiniz. Bütün ömrünüz boyunca.” Dedim ve dahada ileri giderdim ama artık ölümüne inmek onu tekrar üzer diye daha fazla bir şey söylemedim.

 

“Yani ben Rüstem Paşa ile her halükarda evlenmek zorundayım öyle mi?” Ellerini çekti dizlerinin üstüne koydu.

 

“Evet sultanım, lakin Rüstem paşa ile evliliğiniz sizin kaderinizi iyi anlamda değiştirecek, devlette söz sahibi olacaksınız ve hatta babanızın danışmanlığını yapacaksınız.”

 

“Babam çoğu şeyi valideme danışarak yapar. Yoksa valideme bir şey mi olacak?” Dediğinde büyük sıçtığımı fark ettim. Daha da ileriye gitmeyecektim. Ama neyseki şöyle toparladım.

 

“Bunu ben bilemem sultanım gaybı yalnızca Allah bilir. Ben sadece gördüklerimi söylerim.” Galiba inanmıştı.

 

Daha fazla konuşmadık. O, akşamki kına için hazırlanmaya gitti. Ben ise daireme geri döndüm kızlara ise uzun uzun bütün olanları anlattım. Yani Mihrimah Sultan ile neler konuştuğumuzu ve ona gelecekten nasıl bahsettiğimi falan anlattım. Ve sonra bizde hazırlandık yani Sultan’ın kuzeni olarak sadece ben hazırladım. Kızlar ise cariyelerim olduklarından günlük ne giyiyorlarsa onları giydiler.

 

Cariyeler taşlığına doğru yola koyulduk ben önde Sena ve Burçak arkamda hep birlikte kınanın olduğu yere doğru yani cariyeler taşlığına gitmekteydik. Saray amma da kalabalıklaşmış. Mihrimah Sultan’ın bütün akrabaları gelmişti. Halaları, kuzenleri ve bir sürü arkadaşı da onu bu gününde yalnız bırakmamışlardı. Taşlığın devasa kapısı bu kez ardına kadar açıktı. Ve içeriden gayet hoş müzik sesleri geliyordu. O dönemin müzik aletleri ile ve özenle eğitilmiş çalgıcı kadınlardan oluşan bir ekipte yerini almıştı. Ortada ise bir sürü cariye dans ediyordu. Ya da onların değimiyle raks ediyorlardı. Mihrimah Sultan’ın halaları ise yerlerini almış yemeklerle donatılmış yer masalarının etrafına geçmiş eğlencenin tadını çıkarıyorlardı. Ve tabi ki Hürrem Sultan kızım evleniyor diye baş köşeye oturmuş göğsünü gere gere ve yüzünde gururlu gülümsemesi ile etrafa ışık saçıyordu. Hürrem Sultan’ın yanında ise kırmızı renkli ve değerli taşlardan yapılma elbisesi ile başında ki kırmızı duvağının önünü açarak oturan Mihrimah Sultan vardı.

 

Yüzü asla gülmüyordu. O değilde Hürrem Sultan’ın kınası varmışcasına o daha neşeliydi kızından. Beni gören Mihrimah Sultan gülümsedi ve bana işaret ederek yanına gelmemi buyurdu. Ben ise itaat ederek yanına gidip eğildim.

 

“Hürrem Sultan’ım, sultanım...” Herkese saygıyla selamladıktan sonra

 

“Sizi kuzenim Hanzade ile tanıştırayım.” Dedi Mihrimah Sultan,  beni halalarına göstererek, evet onlar sarayda kalmadıkları ve hepsi evli olduğu için onları görmemiştim.

 

“Saraya hoşgeldin Hanzade...” Dedi hepsi teker teker... Bense onlara eğitilmiş gibi selam vermekle meşguldüm bana bir yer açtılar ve oraya oturdum.

 

O gece kına takıldıktan sonra Sultan Süleyman hareme inerek kızı Mihrimah Sultan’ı tebrik edip hediyesini taktı.

Hediyesi altından bir setti. Kolyesiyle, bileziği ve küpesiyle göz kamaştırıyordu. Hediyesini taktı. Alnından öptü kızının ve sımsıkı sarıldı ona herkes bende dahil eğiliyorduk. Ben sadece bir anlığına başımı kaldırıp şahit olmuştum olanlara, takacağını taktı diyeceğini dedi ve bir rüzgar gibi esip çıktı taşlığın kapılarından.

 

Ben padişahı gördüğümde hele de canlı canlı karşımda hatta bir adım uzağımda gördüğümde tüylerim diken diken olmuştu. Bu hisleri tadabilmek ve tarihi yakından görebilmek beni o kadar mutlu etmişti ki tarihe olan ilgim buraya geldiğimden beri dahada artmıştı. Benden dahada fazla ilgi duyan Sena ise bayılma tehlikesi geçirdi. Koskoca Kanuni’yi karşısında görünce...  Neyseki Burçak onu sakinleştirdi. Yani velhasıl kelam buraya geldiğimde lanet okuyan ben şuan iyi ki böyle bir şey başıma gelmişte bu gibi bir deneyimi bizzat görerek yaşamış oldum. Demek ki neymiş başımıza kötü bir şey bile gelmiş olsa bunda da bi hayır olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıymışız. Yakınmamalı ve ‘bu neden benim başıma geldi?’ demek yerine ‘vardır bunda da bir hayır.’ Deyip yolumuza bakmalıymışız. Benim bu gece çıkardığım en büyük ders buydu.

 

Loading...
0%