Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm:

@pinar_0000

( Umut’un anlatımıyla... 1539... )

 

( Saatler sonra... )

 

Bizi buralara kadar sürükleyen o adamın peşine takılıp limana kadar gelmiştik. Uzaklara baktığımda İstanbul’un o meşhur köprüleri yoktu. Tabi bu zamanda henüz inşaa edilmemişti. Gerçekten inanmıştım artık zaman yolculuğu yaptığımıza, liman boyunca balıkçı tekneleri vardı. Kimisi ağ onarmakla uğraşıyordu. Kimi limandan teknesiyle açılıyordu. Kimisi ise tuttuğu balıklardan mangal yapıyordu. Onların önünden geçtik. Selim ve ben adamın hemen ardındaydık. O ise teknelere baka baka ilerliyor, kendi teknesini bulmaya çalışıyordu.

 

“Ağabeyciğim, biz bu adama güvendik peşine takıldık ama onu sorguya çektik diye bize bir şey yapmasın?” Selim, adamı duymasın diye kısık sesle bana yaklaşmış konuşuyordu.

 

“Merak etme buna cesaret edemez.”

 

“Nereden biliyorsun?”

 

“Bizim ona, onunda bize güvenmekten başka çaresi yok çünkü.” Selim tekrar önüne döndü ve yürümeye devam ettik.

 

“İşte güzeller güzeli teknem ‘Kara Bulut’” adını dahi henüz bilmediğimiz bu adam bir teknenin önünde kollarını açarak durdu. Selim bana bakarak, alaycı bir ses tonuyla,

 

“Kara bulut mu?” Dedi. Gülmemi tuttuğum sırada adam öne atıldı ve tekneyi kontrol etti. Biz ise olduğumuz yerde kalıp onu izledik.

 

“Hiç bir sorunu yok. Gayet güzel bakılmış. Hem de on yıldır burada olmamama rağmen.” Tekrar yanımıza döndüğünde diğer tekneden yaşı henüz ellileri geçkin bir adam yanımızda belirdi.

 

“Oo evlat döndün demek.” Yaşlı adam ile birbirleriin elini sıkıp sarıldılar.

 

“Döndüm dayı. Sen mi baktın Kara Bulut’a ?”

 

“Ben baktım tabi ya, komşumuz burada olmasa bile ben buradayım evelallah.” İkisinin ufak sohbeti sonunda bizi fark edip,

 

“Kim bu garip giyimli kişiler? Arkadaşların mı?” Dediğinde, bizi baya bir süzdüğünü fark ettim. Kendimi kızlar tuvaletinde basılmış gibi hissettim, kimi görsek tuhaf tuhaf bakıyordu.

 

“Ya evet.” Dedi yalan söylediği belliydi.” Arkadaşlar dayı.” Dedi.

 

Kısa bir sohbetten sonra dayı denen adam kendi teknesine geçti. Biz de namı diğer Kara Bulut’a geçtik.

 

“Kara bulut, teknenin adı mı?” Dedi Selim, merakını daha fazla gizleyemeden.

 

“Evet teknemin adı.” Diyerek gülümsedi sonra bize oturmamız için bir yer gösterdi. Tekne bağlı bulunduğu yerde beşik gibi sallanıyordu. Başımı döndürmüştü doğrusu. Daha sonra gösterdiği yere oturduk. O ise içeriden içecek bir şeyler getirdi.

 

“Anlaşılan dayı ben yokken teknede kalmış içecekler hâlâ tazeydi.” Dedi. Adının ne olduğunu bilmediğim kırmızı renkli içkiden bardaklara doldururken. İlk önce Selim’e uzattı bardağı, Selim ise tereddüt eder gibi bakıyordu.

 

“Merak etme, zehir yok içinde kendi bulduğum bir karışım. Tadı güzeldir.” Derken diğer bardağı da bana uzattı. İçimden bir yudum aldım. Evet gayet güzeldi. Tadı da hafif mayhoştu ama aynı zamanda da hafif sekerliydi.

 

“Ee anlat bakalım. Neler oluyor?” Diye söze girdim. Daha fazla uzatmaya gerek yoktu. Tam karşımıza oturdu. İçeceğinden bir yudum aldı ve dudaklarını araladı.

 

“Öncelikle adım Ahmet...” Durdu tekrar bir yudum daha alıp devam etti. “İnanması zor olacak belki ama üzerimde uygulanan bir deney sonrası geleceğe yani neredeyse bir dört yüz küsur yıl öncesine gittim. Sizin zamanınıza...”

 

“Ne deneyi bu?” Dedi Selim,

 

“Genellikle yaşı çok küçük olan insanların üzerinde denedikleri bir çeşit deneydi bu. Yani demek istediğim bu alelade bir deney değildi. Belli ki bir amaçları vardı. Bende zaten bunu ortaya çıkarmak için geri döndüm.”

 

“Ne demek istiyorsun? Açık konuş, yoksa amaçları kötü müydü?” Dedim.

 

“Aynen öyle benim düşünceme göre kötü amaçlı bir deney olduğu oldukça açık. Düşünsenize küçücük çocuklardan böyle bir şey istenir mi?”

 

Durdu derin bir nefes alarak sinirlerini yatıştırmaya çalıştı.

 

“Deneye katıldığım da... Ya da zorla katıldığım da demeliyim.” Kaşlarımı anlamayarak çattım.

 

“Zorla mı?” Dedim.

 

“Evet zorla, henüz on üç yaşındaydım. Burada dayı dediğim o adamın yanında çalışıyordum. Bir nevi çıraklık yani, o zamanlarda teknede ağ örüyordum. Dayı ise diger teknede başka bir işle uğraşıyordu. Yanıma ise iki tane adam geldi. Ve ağzıma bir bez bastırıp bayılttılar. Gözlerimi açtığımda hiç bilmediğim bir yerde bilmediğim insanların arasında buldum kendimi benim yaşlarımda hatta benden de küçük bir sürü çocuk vardı. Ellerimiz ve ayaklarımız kelepçeli bir şekilde yatakta uzanmaktaydık. Ağzımızı bile kapaymışlardı. Kafamı kaldırıp bajmaya çalıştığımda hepimiz çember şeklinde dizilmiştik. O an kobay farelerinden bir farkımız yoktu anlayacağınız. Daha sonra içeriye beş ya da altı kişi girdi. Yüzleri maskeliydi. Tanınmamak için taktıklarını düşünüyorum. Bir tanesi yanıma geldi, kulağıma eğilip fısıldadı ve yanıma...”

 

Durdu. İçeriye köprü üstüne girdi. Sadece bir kac Saniye sonra elinde eski, kalın bir kitapla çıktı.

 

“İşte bu... Yanıma bu kitabı koydu. Hiç unutmam bana sadece şunu dedi. ‘Bu kitabı gittiğin yerde bul ve eve dön.’ Sadece bunu dedi ve kolumdan bir iğne yaptı. Aynı şekilde odada bulunan herkese bu iğneyi yaptı. Sonrası zaten muamma, hatırlamıyorum. Kendimi bir yetimhanede ve 2013 yılında buluverdim. Ve tamı tamına on yıldırda orada yaşadım.” Dedi gözlerinden ise duygu dolu bir damla yaş aktı. Aceleyle onu sildi.

 

“İyi ama nasıl yaşadın gelecekte?” Selim bunu dediği sırada önümüze bıraktığı kitabı alıp incelemeye başladım.

 

“İlk zamanlar oldukça zor oldu. Hatta ilk altı ay geleceğe gitmiş olduğumu anlamayarak geçti. Yetimhanede ki insanlar temel ihtiyaçlarımızla ilgilenir gerisine karışmazdı. Daha çok küçük bir çocuk olduğumdan etrafta olan bitenleri algılamakta güçlük çektim. Daha sonra okula kaydettiler beni, oraya ilk başta gittiğimde  sanki başka bir ülkeye geldiğimi sanıp anlamadım. Fakat daha sonra bir gün öğretmen derste tarihlerden bahsettiği bir konu işliyordu. Beni tahtaya çağırdı ve bugün günlerden ne olduğunu sordu. Ben ise sevinmiştim. İlk günden bu kadar kolay bir soru sordu diye, daha sonra tüm sınıfın önünde 9 Şubat 1529 dedim. Tüm sınıf bana öyle bir gülmüştü ki halbuki cevabında çok emindim. Öğretmen bütün sınıfı susturdu ve dedi ki; ‘hayır canım bugün günlerden 20 Aralık 2013’ dediğinde resmen donakalmıştım. Yavaş yavaş kendi sırama geçip oturduğumda yanımdaki çocuğun benimle alay etmesini umursamadım ve hep o anı düşündüm. Bizi bir denek gibi yatırıp iğne vurdukları o anı... Bunu düşününce anlamıştım her şeyi, geleceğe geldiğimi.”

 

Duyduklarımız bizi şoka sokmuştu. Bu devirde bu denli bir teknoloji nasıl mümkün olabiliyordu? Anlamış değilim. Aklıma ise tek bir ihtimalden başkası gelmiyordu. Buraya geldiğimiz de uyandığımız kulübe de kızların elbiselerini gördüğümüz an gözümde canlanınca...

 

“Şimdi her şey rayına oturdu.” Dedim.

 

“Sen nasıl ki deney kurbanıysan bizim kızlar da aynı şeyden muzdarip olmalılar ki...” İki dakika durdum ve düşündüm. Olabilecek bütün ihtimalleri düşündüm.

 

“Biz de, uyandığımız kulübe de hani seni gördüğümüz ilk yer...  işte orada bir gardrop vardı içini açtığımız da haftalardır aradığımız kişilerin elbiselerini bulduk. Demek ki onlarda aynen bu şekilde geldiler.” Dedim söze Selim devam etti.

 

“O zaman ya içlerinden biri bu deneyin kurbanıysa?”

 

“Ya da belki de hepsi...” Dedim büyük bir endişeyle,

 

“O zaman ne yapacağız?” Dedi selim tekrar,

 

“İsterseniz kızları bulmanız da size yardım edebilirim. Sonuçta buraları bilmiyorsunuz. En azından bir dört yüz yıl kadar öncesini...”

 

Ahmet, dediğinde haklıydı. Buralara hem çok tanıdık hem de çok yabancıydık. Öyle bir yere gelmiştik ki kalbim, aklım, ruhum başka bir zamanda başka bir yüzyılda gözlerini açmış yeniden hayat bulmuş gibiydi. Etrafımda ki tüm bu insanlar çoktan ölmüşlerdi. Yani en azından 2023 yılına göre çoktan ölmüşlerdi.

( Elif’in anlatımıyla...)

 

Bu kocaman şehirde, kocaman bir İmparatorluk’un tam ortasındaydık. Etrafta, uzun uzadıya sıra sıra dizilmiş gökdelenler, rezidanslar yoktu. Bambaşka bir dönemdi bu yüzyıl. Her şeyiyle bambaşka... Sevginin ne olduğunu bildikleri, ve sevdiklerini ise iki gözünden sakındığı insanlarla dolu bir yüzyıl. Osmanlı’nın merhameti, Osmanlı’nın asiliği ve büyük başarılarla dolu zaferlerinin tam ortasındaydık. Sultanlarından tutun, padişahına, şehzadelerine ve kapı kullarına ve payitaht halkına büyük bir Adalet, refah ve güven içinde hayatlarını sürdürüyordu bu insanlar. Sanırım böyle bir dönemde yaşamayı isterdim. Eski ben olsa yani buraya gelmeden önceki ben olsa, sanırım asla böyle bir şeyi istemezdi. Ama ben isterdim. Bu dönemi bu insanları... İsterdim.

 

Odamda ki mumu söndürdüm. Elimde tuttuğum parşomen kağıdını bir kez daha okudum yazdıklarıma bir kez daha göz gezdirdim. Daha sonra rula yapıp kırmızı iple ortasından bağladım. Çekmecemi açıp içine diğer sardığım kağıtların yanına bıraktım. Mürekkebe batırılmış kalemi temizleyip yerine kaldırdım. Saraya geldiğimden beri yaşadıklarımı, hissettiklerimi yazıyordum kağıtlara. Belki bir gün kendi zamanına dönersem yaşadıklarımın kanıtı niteliğinde olsun diye...

 

Bir anda kapı zorlanarak açıldı. İçeriye nefes nefese Burçak’ın girdiğini gördüğümde yerimden hızla kalkıp yanına gittim.

 

“Elif!” Dedi. Yutkunarak.

 

“Ne oldu? Ne bu halin?” Nefesini düzenlemeye çalışarak kolumdan tuttu ve panikle bir kapıya bir bana baktı.

 

“Ne oldu anlatsana, korkutma beni.” Derin bir nefes alıp başladı anlatmaya,

 

“Bittik biz bittik.” Dedi. Endişeyle, “Hürrem sultan...” Dedi devamını getirmekte zorlandı.

 

“Gel geç otur şöyle soluklanda öyle anlat. Bir şey mi dedi sana?” İkimizde yan yana sedire oturduk.

 

“Hürrem Sultan’ın cariyesini taşlıkta bizim hakkımızda konuşurken duydum.”

 

“Bizim hakkımızda mı? Ne konuşuyordu?”

 

“Hürrem Sultan, emir vermiş cariyelerine, bizden şüphelendiği bir şey varmış galiba pek duyamadım ama bu tarz bir şey söyledi. Odamızı arayacaklarmış senin haberin olmadan.”

 

“Nasıl yani? Şüphelenecek bir şey yapmadık ki?” Dedim.

 

“Bilmiyorum ama Hürrem Sultan, sanıldığından daha akıllı baksana bir şey yapmamamıza rağmen bizden şüphe etti.”

 

“Haklısın.” Dedim birden aklıma kitap geldi. “Kitap...” Dedim. Endişelenerek...

 

“Kitap’ı saklamamız lazım.” Yerimden kalkıp hızla içeride ki odaya yürüdüm. Burçak da peşimden geliyordu. Sena’nın yatağının altını açıp, kitapı sakladığımız yerden çıkarıp Burçak’a uzattım.

 

“Bu kitapı al ve sakla ne olursa olsun kimseye görünmeden onu saklayacak bir yer bul.” Burçak yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Tabi benden böyle bir manevra beklemiyordu.

 

“Nasıl?” Dedi kafası karıştı. “Nasıl, nereye saklarım? Hem ben burada bir yer tanımıyorum ki, hemen enselenirim.” Haklıydı. Stresten sağlıklı düşünemiyordum. Eğer yakalanırsak bizi zindana atarlar daha da kötüsü belki de idam ederler.

 

“Anahtarlar...” Dedi Burçak endişeyle, “Anahtarlar sen de değil mi?” Dedi.

 

Boynumu tutarak, “ben de merak etme.” Dedim. En azından Anahtarlar Güvendeydi. Çünkü Anahtar bizim buradan çıkış biletimizdi.

 

“Sena nerede?” Dedim etrafta onu göremeyince

 

“Bugün taşlıkta temizlik var bütün cariyeleri toplamışlar Sena ile beni de çağırdılar.” Dedi.

 

“Bence Hürrem Sultan’ın işi bu bizi oyalayıp cariyelerini odama salacaktı. Yakında kesin beni de yanına çağırır.” Panik içinde yatağın kenarına oturdum. Sıkıntılı bir nefes verdim. Şimdi ne yapacaktık hiç bir fikrim yoktu.

 

“Sena biliyor mu peki Hürrem Sultan’ın planını?”

 

“Biliyor. İlk önce onunla konuştum.” Ne güzel normal bir şekilde kimseye yakalanmadan ilerliyorduk. Zaten burada fazla da kalmayacaktık. Buradaki işimiz aslında çoktan bitmişti. Neyimiz varsa toparlayıp saraydan bir şekilde çıkmamız gerekiyordu. Varlığımız her geçen gun birilerinin gözüne batmaya başlamıştı belli ki. Bunada Hürrem Sultan da dahil.

 

“Beni dinle!” Dedim ayağa kalkarak, “Sena’nın yanına git. Kitabı da al yanına elbisenin astarına sakla aman sakın düşüreyim deme! Daha sonra kitabı çaktırmadan Sena’ya ver o bilir nereye saklayacağını.” Dedim. Kalbim stresten sıkışmaya başlamıştı.

 

“İyi de sen ne yapacaksın?”

 

“Ben Hürrem Sultan’ın yanına gideceğim.” Kararlı ve başı diktim.

 

“Ne, bu dahada tehlikeli olmaz mı?” Dediğinde ona dönerek devam ettim.

 

“Hayır, aksine o çağırmadan gitmeliyim ki bizden azda olsa şüpheleniyorsa, bunun yersiz olduğunu böylelikle anlamış olur.”

 

Ne kadar kararlıda olsam yinede ondan ufakta olsa tırsıyordum. ‘Korkunun ecele faydası yok.’ Dedim içimden derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Koridora attığım her bir adımda yaşayışımı sorguladım. Kimim ben, ne için yaşıyorum? Neden buradayım? Aklımdan dökülen binbir kelimenin içinde kaybolurken eteklerimi sürüye sürüye sarayın taş duvarları arasından geçip oraya Sultan’ın dairesine ulaştım. Kapısının önünde bekleyen cariyeler geldiğimi haber verdiler. Kapılar tekrar açıldı. Gıcırdayarak açılan kapılardan içeriye girdim. Büyük ve görkemli bir odaya girmiştim. Kahverenginin ağırlıklı olduğu bu oda oldukça ferah görünüyordu. Tam karşımda bana sırtı dönük duruyordu.

 

“Hürrem Sultan’ım...” Diyerek başımı önüme eğdim. O ise bir kaç saniye sonra arkasını döndü ve bana gayet soğuk bakışlar atıyordu. Sonra bana oturmamı emretti. İşaret ettiği yere oturduğumda o da gelip oturdu.

 

“Hayrola, hangi rüzgar attı seni buraya?” Dediğinde soğuk kanlılığımı koruyarak,

 

“Sadece sohbet etmek istemiştim sultanım. Malûm geldiğimden beri sizinle oturup iki çift laf etmek nasip olmadı.” Dedim başım dikti. Korkum uçup gitmişti simdi kendime daha çok güveniyordum. Bana ne yapabilirdi ki elinde somut bir delil yoktu. Kitabı desen bulacağını zannetmiyordum.

 

“Haklısın. Bende seni çağırtacaktım bugün.” Dedi gülümseyerek, Burçak doğru duymuş anlaşılan.

 

“Nasılsınız sultanım? Afiyettesinizdir inşallah.”

 

“İyyim sağ ol. Sen nasılsın, dairende rahat mısın?” Bakışlarında bir ima seziyordum. Yinede duruşumu bozmayıp,

 

“Rahatım sultanım. Sağ olun. Mihrimah Sultan’ımız da muradına eriyor nihayet.”

 

“Hmm evet, ona büyük görkemli bir düğün yapacağım.” Biz konuşurken, kapılar açıldı ve içeriye zümrüt yeşili elbisesiyle Mihrimah Sultan geldi.

 

“Validem...” Diyerek önünde eğildi. Bana dönüp,

 

“Hanzade, burada olduğunu bilmiyordum.” Dedi. Ellerini önünde birleştirmiş dimdik duruyordu.

 

“Biraz evvel geldim. Hürrem Sultan’ımızla sohbet ediyorduk.” Dedim. O sırada Mihrimah Sultan da aramıza katıldı.

 

Uzun uzun sohbet ettik ikisiyle de hatta zaman zaman bilmediğim kelimeler söyleseler de istifimi bozmayıp olabildiğince onlara katılmaya çalıştım. Nihayet onlardan ayrılıp daireme geçtim. İçeriye girdiğimde kızların beni beklediğini gördüm.

 

“Elif, nihayet geldin.” Dedi Burçak ayakta bir oraya bir buraya tür atıyordu. Beni görünce rahat bir nefes aldı.

 

“Ne oldu ne dedi Sultan sana? Yoksa tehdid mi etti seni? Ne zaman geliyor ağalar?” Kaşlarımı çatarak,

 

“Ne ağası?” Dedim.

 

“Bizi götürecek olan ağalar.”

 

“Saçmalama Burçak, sakin ol otur. Bir şey olmadı merak etme, biz konuşurken Mihrimah Sultan da geldi hep beraber sohbet ettik. Asayiş Berkkemal yani rahat olun.” Dediğimde ikiside derin bir nefes aldı.

 

“Bu arada...” Dedim. “Kitabı ne yaptınız?”

 

“Kitap bende... Saklayacak uygun bir yer bulamadım o yüzden yanımda taşıyorum. Eteğimin astarında en güvenli yerin orası olduğunu düşündüm” dedi Sena astarında ki kitap boyunda ki kabartıyı göstererek.

 

Sinir bozukluğu ile güldüm. “Şu halimize bakın ya ben boynumda iki anahtarla gezerim Sena desen astarında kitap taşır. Ne oldu bize böyle ya?” Dedim. Gülerek benim güldüğümü görünce onlarda benimle beraber gülmeye başladılar.

 

“Kızlar.” Dedi Sena, “buradan gidiyoruz.” Dedi gülmesi kesilmiş, gayet ciddi bir sesle,

 

“Nereye?” Dedi Burçak boş bulunarak,

 

“Nereye olursa, bu saraydan hemen yarın gidiyoruz. Ben daha fazla buranın entrikalarını kaldıramayacağım.”

 

Haklıydı. Daha öncede dediğim gibi biz burada ne kadar kalırsak bela da bizi o kadar çabuk bulacak gibiydi. Odamızı aradılar mı bilmiyoruz. Ama şüphe içini yiyip bitiren kurt gibidir. Bir kez içine düştü mü bir daha geri dönüşü yoktur.

 

O geceyi sabah ettik. Yarın için bir plan düşündük. Bir yandanda Sena’nın çantasına benim buraya geldiğimden beri yazdığım bir düzine kağıtları çantaya attık. Bir kaç parça elbise koyduk içine. Nereye gideceğimiz belli değildi. Başımıza her şey gelebilirdi. Burada kaldığım sürece bana bağlanılan bir miktar parayı da harcamayarak biriktirmiştim. Onları da koyduk çantaya son olarak her tarafı kontrol ettik. Yarın bizi nelerin beklediğini bilmiyordum. Tek bildiğim buradan ne kadar çabuk kaçarsak o kadar iyiydi.

 

Ve nihayet sabah olmuştu. Sabahın ilk ışıkları yüzüme vuruyordu. Gece iyi uyuyamamıştım. Gece boyunca Mihrimah Sultan’a ne diyeceğimi düşündüm durdum. Tabi ki bir şey bulamadım. Kizlar desen içeride uyuyorlardı. Kalktım. Perdeleri araladım. Pencereyi açtım fakat demir korkuluklar yüzünden dışarıya başımı uzatmam imkansızdı. Yinede bakmaya çalıştım. Esneyerek dışarıya baktığım da penceremin kenarında küçük kağıt parçası olduğunu fark ettim. Korkuluklara bağlanmış bir şekilde buldum onu, etrafa baktım. Ama kimse yoktu. İpini çözüp aldım onu oradan.

 

Etrafa tekrar baktım. Bunu buraya bırakanı görürüm umuduyla, ama kimse yoktu. Pencereleri kapatıp sedire oturdum. Ruloyu açtım. Tabi ki okuyamadım çünkü Osmanlıca yazılıydı. Bunu okusa okusa Sena okur. Diyerek kağıdı avcumun içine alıp Sena’nın yanina odaya gittim.

 

“Sena!” Bilirsiniz, Sena’yı uyandırmak o kadar zordur ki... Bir türlü uyandıramayınca yatağının yanında duran sürahiyi başından aşağı boca ettim. Anca suyla utanıyordu çünkü.

 

“Ahh! Yine mi?” Söylene söylene uyanmıştı nihayet.

 

“Haha!” Diğer taraftan da Burçak uyanmış, bize gülüyordu. “Yaptın yine yapacağını.”

 

“Ama ne yapayım, başka türlü uyanmıyor.”

 

“Ne oldu yine sabahın köründe?” Dedi. Elinin tersiyle yüzünden damlayan suları silerek.

 

“Bir kağıt buldum. Dışarıda pencerenin kenarına bağlamışlar. Okuyamadım Osmanlıca yazıyordu.”

 

“İşim düştü desene sen şuna.” Dedi gülerek,

 

“Ne yapayım? Osmanlıca bilmiyorum ki ben.”

 

“Tamam peki. Okuyayayım.” Burçak ile ben Sena’nın yanına oturduk. Kağıtta yazılanlara bakıyorduk. Sena gözlerini kıstı ve okumaya çalıştı.

 

“Seni bir saat sonra Hasbahçe’nin arkasında ki çeşmede bekliyor olacağım.

 

Mehmet...”

 

Nasıl yani Mehmet burada mıydı? İyi ama nasıl girmişti ki saraya? Burçak, gözlerini kocaman açarak,

 

“Ne! Mehmet’mi?” Dedi. Üçümüz de anlam verememiştik. Onun buraya neden geldiğini, saraya nasıl girdiğini anlayamamıştık. Mehmet, İbrahim amcanın yanında çalışan bir çıraktı. Biz saraya gelmeden önce at arabasını beraber hazırlamıştık. O sırada ise Burçak ile baya bir yakınlardı.

 

“İyi de ne alaka? Bize bir şey mi söyleyecek acaba?” Dedi Sena,

 

“Bize mi, yoksa Burçak’a mı?” Dedim imalı bakışlarımı Burçak’a çevirerek.

 

“Saçmalamayın kızlar ya? Buraya neden geldiğimizi biliyor. Bizi riske atacak bir şey yapmaz.”

 

( Burçak’ın anlatımıyla...)

Sırtıma pelerinimi atmış, başlığını kafama geçirmiştim. Gören olursa tanınmamak için. Zaten Hürrem Sultan tarafından göz hapsindeydik. Bizi yakalama fırsatını asla kaçırmayacağından emindim. Kimseye görünmeden Hasbahçe’ye çıktım. Etrafa bakındım. Bir sağa bir sola... Derken arka bahçede ki çeşmeyi bulmam biraz zor olsa da sonunda uzaktan fark edebildim.

 

Üstünde salaş beyaz uzun gömleği, altında bol paça bir pantolon olan Mehmet’i gördüğümde onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Saraya gelişimizin üstünden nerdeyse bir kaç hafta geçmesine rağmen onu özlemiştim. Benim hayatımda bu duyguları hissettiğim belki de ilk erkekti.

 

Nihayet bir elimle eteğimi diğer elimle başlığımı tutarak yürüdüm. Rüzgar o kadar sert ediyordu ki başlığımı açmaya yetiyordu. Mehmet, çeşme başında sırtı bana dönük etrafına acele bakışlar atmaktaydı. Beni henüz fark etmemişti.

 

“Mehmet...” Dediğimde heyecanla sırtını bana döndü.

 

“Burçak... Geldin demek.” Dedi. Heyecandan kalbinin hızlandığını hissedebiliyordum. Aynısı da bende oluyordu çünkü.

 

“Nasılsın?” Dedi. Benden bir cevap alamayınca.

 

“Ben iyiyim sen nasılsın?”

 

“İyi bende. Sarayda işleriniz nasıl gidiyor? İnşallah yakalanmadınız.” Bir arkamda duran saraya birde bana baktı.

 

“Şimdiye kadar iyi gidiyordu aslında taa ki Hürrem Sultan’ın şüphelerini üzerimize çekene kadar.”

 

“Neden, bir şey yoktur inşallah.” Dedi korkuyla, sanırım bana... Yani bize kötü bir şey olmasını istemiyordu.

 

“Şimdilik yok ama bizim byradan bir an evvel gitmemiz lazım. Daha da şüphelenmeden.” Dedim. O ise tekrar etrafı kolaçan etti. Bir adım bana yaklaştığında kalbimin sesini duymasından çok korkmuştum. Deli gibi atan kalbim onun ellerimi nazikçe tutmasıyla dahada hızlanmıştı.

 

“Seni çok özledim.” Dediğinde boyu o kadar uzundu ki ben onun tam göğüs hizasına geliyordum. Başımı kaldırıp, utanarak gözlerinin içine bakmaya çalıştım.

 

“Sen özlemedin mi?” Dedi bir kez daha,

 

“Özledim... Hem de çok ama neye yarar ki?” Dedim hüzünle başımı eğdiğimde elini çeneme koyup yukarı kaldırdı.

 

“Eğme o güzel başını. Neden böyle dedin şimdi?” Başımı çevirip, elinden kurtardım. Gözlerinin içine tekrar baktım.

 

“Sonumuzu, önümüzü, ardımızı göremiyorum çünkü.” Dedim.

 

“Benim sonumda, önümde, ardımda hep sensin Burçak. Ben şimdiye kadar hep seni aramışım. Kadere bak ki seni bana 400 yıl öncesinden getirdi.” Haklıydı. Bu yüzden imkansızdık işte o buraya aitti. Bense 400 yıl öncesine kendi zamanıma... Aramızda bir dağ yoktu aşmamız gereken, aramızda deniz yoktu yüzüp geçebileceğimiz. Bu yüzden imkansızdık ve korkarım ki imkansız kalacaktık.

 

Dahada yakınlaştık. Dudaklarımız birbirine değmek üzereydi. Bir rüzgar esti. Başlığım artık tutunmak zorunda kaldığı saçlarımdan kayıp gitti. Sarı saçlarım ruzgarda dalgalandı. Tam o an kendimi teslim etmeye hazırlandığım sırada bir çıtırtı duyuldu ileride ki çalılıktan. Kokuyla geri adım attım.

 

“Neydi o?” Dedim. Çalılığa bakarak.

 

“Sakin ol. Bir şey değildir.” Ne kadarda soğukkanlıydı.

 

“Hemen git buradan. Bizi görmesinler.” Dedim elimle onu engellemeye çalışarak.

 

“Ama Burçak, bir daha ne zaman karşılaşırız?”

 

“Bilmiyorum. Ben sana haber vereceğim ama şimdi git lütfen.” Arkama bakmadan, eteklerimi tutarak saraya koştum. Onu ardımda bırakarak olabildiğince hızla koştum. O ise orada öylece kalakaldı.

 

“İnşallah gören olmamıştır. İnşallah gören olmamıştır.” Kendi kendime söylene söylene saraya ulaştım. Nefes nefese etrafıma bakınıp içeriye girdim. Derin bir nefes verdim. Etrafta kimse yoktu. Taşlıkta kızlar her zamanki gibi temizlik yapmakla meşgullerdi. Onları geçip sarayın dar koridorunda yürüyordum. Bir yandanda Mehmet’i düşünmekle meşguldüm. Gerçekten onu bu kadar özlediğimin ben bile farkında değildim. Ta ki onu görene denk...

 

Kolumdan hızla birinin beni çektiğini gördüm. Beni hızla çekip duvara yapıştırdı. Ağzıma elini bastırdı. Nefesim keskinleşti kalbim atışını hızlandırdı. Nihayet yüzünü gördüğüm kişi Hürrem Sultan’ın cariyelerinden biriydi.

 

“Nereye gittiğini sanıyorsun sen?” Dediğinde elinden kurtulabilmek için cebelleştim. Ama nafile o kadar güçlüydü ki ondan kurtulmam imkansızdı. Kulağıma eğildi fısıltıyla bir kaç cümle söyledi.

 

“Sana Hürrem Sultan’ın selamını getirdim. Her şeyi gördüm. Şimdi Sultan’ımıza ne hesap vereceksin bakalım?”

 

Gözlerim korkuyla açıldı. Demek o çatırtının sebebi buymuş. Ben bizi fark etmezler hemen dönerim diye düşünürken onlar zaten beni izliyorlarmış. İşte şimdi çok büyük yanmıştık. Kızlara ne cevap vereceğimi, en önemlisi de Hürrem Sultan’a ne cevap vereceğimi düşünüyordum.

 

Cariye beni yapıştırdığı duvardan aldı. Kolumdan öyle sıkı tuttu ki canım hiç böyle acımamıştı. Ben bir adım önünde o arkamda kimseye çaktırmadan yürüyorduk. Sessizdik. Aramızda fırtına öncesi sessizliği vardı. Ne olacaktı, bana ne yapacaklardı? Düşünmeden edemiyordum.

 

Uzun, dik bir merdivenden çıktık. Sol tarafa baktığımda, taşlıkta cariyelerin bir kısmı yukarıya bakıyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalışan bir kaç meraklı cariye... Sağda ki kapıdan içeri girdik. Biraz yürüdükten sonra Hürrem Sultan’ın dairesinin önündeydik. Kapıda ki cariyeler bizi görür görmez kapıyı açtılar. Ayaklarım yürümekte zorluk çekiyordu. Bir adım daha atıp da şu kapıdan içeri girmeye gücüm yetmedi.

 

“Ne duruyorsun girsene içeri?” Dedi. Kulağımda ki fısıltı. Yutkundum. Bir adım attığımda bir tane harem ağası, bir tanede kalfa vardı içeride. Kalfa, Elif’e yardım eden kalfalardan biriydi. Nefesimi tuttum. Ve Hürrem Sultan’ın tam önünde hürmetle eğildim. Başımı kaldırmadan öylece durdum. O ise sedir de oturmuş pencereden dışarıyı izliyordu. Beni getiren cariye sessiz ortamı bozdu.

 

“Sultanım, istediğiniz cariyeyi getirdim.” Dediğinde dönüp suratına baktım. Bana cariye denmesinden hiç hoşlanmamıştım. Oysa kendi zamanımın rock starı olma hedefim varken şimdi düştüğüm şu duruma bak. Daha düne kadar odamda kendi bestelerimi yazıp onları gitarımla buluştururken şimdi ise bir Sultan’ın karşısında ona boyun eğiyordum.

 

Sultan bakışlarını pencereden alıp bana çevirdi. Tekrar başımı eğdim.

 

“Yaklaş!” Dedi. Ses tonu öyle gür oyle cesur çıkıyordu ki kimseden korkmayan ben bile bundan korkmuştum. Çünkü başıma bu dönemde her şey gelebilirdi. Belki de dakikalar sonra başımı vücudundan bile koparabilirlerdi.

 

Bir adım atıp, önümde ki iki basamaktan çıkıp ortada ki masanın önünde durdum. Hürrem Sultan ayağa kalktı. Eliyle bir işaret yapmış olacaklar ki odada bulunan herkes bir anda dışarı çıkmaya başladı. Arkamda olanla bakmak için başımı çevirdim. Herkes çıkınca tekrar önüme döndüm.

 

Hürrem Sultan, dimdik karşımda dikiliyordu. Etrafımda dönerek bir kaç adım atıp tekrar ayni yerine geçti. Ben ise kendimi o kadar savunmasız hissediyorum ki...

 

“Kaldır başını, gözlerime bak!” Başımı kaldırıp dediğini yaptım.

 

“Neredeydin sen?” Dedi. Evet, çok güzel benim itiraf etmemi bekliyordu.

 

“Bahçeye çıktım. Biraz hava almak için.”

 

“Demek bahçeye çıktın. Öyle mi?” Dedi bir şey diyemedim.

 

“O halde, başka bir adamla ne konuşuyordun?” Dediğinde başımdan aşağı kaynar suların döküldüğünü hissettim. Üretecek yalan kalmamıştı. Her şeyi dosdoğru anlatsam bile başıma ne geleceğini bilmiyordum.

 

“Bak, Burçak... Hanzade bizim kanımızdan, bizim canımızdan sense bir cariyesin onun cariyesi. Mutlaka mantıklı bir açıklaman vardır.” Yutkundum. Demek ki yalan söyleyecektim. Çünkü baska bir açıklamam yoktu.

 

“Sultanım ben...” O sırada Kapı açıldı ve içeriye Hanzade yani Elif girdi. Onu gördüğüme o kadar mutlu oldum ki. Rahat bir nefes aldım. Aceleyle bir bana bir Hürrem Sultan’a baktı. Benim tam ardımda durup selam verdi.

 

“Sultanım...” Deyip eğildi.

 

“Hanzade... Ne işin var burada?”

 

“Sultanım, açıklayabilirim.” Dedi. Sesi oldukça tedirgin geliyordu.

 

“Seni dinliyorum. Olanları duymuşsun anlaşılan umarım mantıklı bir açıklaman vardır.”

 

“Sultanım, ben şey... Sultanım aslında Burçak’ı ben gönderdim. Yani dışarıdan alınması gereken bir takım eşyam vardı. Bu sabah bir mektup geldi. Eşyalarımın geldiğine dair. Ben de cariyem Burçak’ı gönderdim. Alması için lakin yakalanınca yanlış anlaşılma olmuş. Ne olur kusuruma bakmayın. Onun bir suçu yok.” Dediğinde bu denli otomatik yalan söylemesine şaşırdım. Ben o gelmeden önce bütün gerçeği söyleyecektim.

 

“Demek öyle...” Dedi yanımdan geçip Elif’in yanına gitti. “Ne eşyasıymış bu hem de bir yabancıdan. Saraya yabancıların girmesi yasak, bunu anlatmadılar mı size? Zira bir de utanmadan bir erkekle konuşturmuşsun cariyeni bu ne demek oluyor biliyor musun?”

 

“Biliyorum sultanım ne olur bağışlayın. İstemeden oldu. Bir daha olmayacak.” Sultan durdu. Biraz düşündü. Ve devam etti.

 

“Eğer bir daha olursa sonuçlarına katlanırsınız. Bu kez affetmem zindana atılırsınız. Ve bir daha böyle bir durum olduğunda evvela bana geleceksiniz.” Özellikle son cümlesini üstüne basa basa söyledi.

 

“Şimdi yıkılın karşımdan düğüne kadar gözüme gözükmeyin.” Biz korkuyla, önünde eğilip hızla odasından çıktık.

 

“Dedikleri kadar varmış. Hürrem Sultan gerçekten korkunç biriymiş.” Dediğimde Elif ile beraber kendi dairemize dönüyorduk.

 

“Az daha yakalanıyorduk Burçak, ya sen nasıl dikkat etmezsin. Haberi alır almaz koştum.”

 

“Zaten sen gelmeseydin her şeyi söyleyecektim.”

 

“Ne...” deyip durdu. “Nasıl yani her şeyi?”

 

“Evet her şeyi, Mehmet’in neden geldiğini, her şeyi...”

 

“Sen kafayı mı yedin. Eğer gelip seni kurtarmasaydım şimdi hepimiz zindandaydık ya da belki de çoktan ölmüştük.” Elif bana sinirlenmişti. Ama ben haklıydım. Tamam buraya ne amaçla geldiğimiz belliydi. Ama amacımıza da ulaşamadık ve büyük bir vakit kaybı olmuştu bizim için. Buradan gitmediydik her ne pahasına olursa olsun.

 

( Elif’in anlatımıyla...)

 

“Evet kızlar bir plan yapmalıyız ve bu saraydan gitmeliyiz.” Yine aynı şekilde üçümüz benim odamda toplanmış plan yapıyorduk. Bu kez ki planımız tutmalıydı. Öncekinde direkten döndük ama bu kez olmalıydı.

 

“Peki plan ne?” Dedi Burçak, Ben tam bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladığımda Sena, sözümü kesti.

 

“Benim aklımda bir plan var ama siz ne dersiniz bilmiyorum.” Dediğinde, sorgulayarak bakıyordum gözlerinin içine,

 

“Neymiş?” Dedi Burçak

 

“Bence gitmek için acele etmeyelim. Eğer acele edersek yakalanırız hem zaten yarın Mihrimah Sultan’ın düğün günü onu yalnız bırakmayız.” Dedi gözlerimin içine bakarak, “özellikle de sen Elif...”

 

Haklıydı. Beni kardeşi gibi görüyordu. Annesi Hürrem Sultan’ın aksine Mihrimah bana güveniyordu. Eger şimdi gidersem onu yarı yolda bırakmış olurdum.

 

“Haklısın da düğünden sonra nasıl gideceğiz?” Dedim.

 

“Orası işin en kolay tarafı, tarihimizde Hanzade hanımın yani Mihrimah Sultan’ın kuzeni saraya düğünden sonra geliyor diye biliniyor. Eğer bu doğruysa bizim o gelmeden gitmemiz gerekiyor bu bir... İkincisi biz daha saraya geldiğimiz ilk gün Mihrimah Sultan’a düğünden hemen sonra gideceğimizi söylemiştik.”

 

“Tabi ya...” Dedi Burçak, heyecanla ayağa kalktı. “Sultan zaten bizim düğünden sonra gideceğimizi biliyor. Bunu nasıl unuttuk. Kaçmak yerine normal bir şekilde saraydan uğurlanabiliriz.”

 

İkisi de son derece haklıydı. Buraya gelmeden önce, Mihrimah Sultan’a düğünden sonra gideceğiz diye söylemiştik.

 

“O halde kızlar, yarın için elbise bakalım.” Dedim ellerimi çırparak. O gün Hürrem Sultan’ın gözüne gözükmedik. Olabildiğince odamızdan da çıkmadık. Hatta bir ara Mihrimah Sultan kendi geldi yanıma onunlada oturup bir şeyler içtik ve yarın hakkında konuştuk. Zaman yaklaştıkça icindeki huzursuzluk hissinin daha da arttığını söyledi. Onu teselli ederek her şeyin, falında da çıktığı gibi, güzel olacağını söyledim.

 

Ve işte o büyük gün gelmişti. Sarayın kapıları sonuna kadar halka açılmıştı. Harem tarafı hariç Hasbahçe de düzenlenen merasime bütün payitaht katılabiliyordu. Hatta iki düğün bir aradaydı. Mirhimah sultan ve Rüstem Paşa’nın düğünü yanı sıra, Hürrem Sultan’ın şehzadeleri Bayazıt ve Cihangir’inde sünnet düğünleri yapılacaktı. Dışarıyı bir görseniz bayram yeri gibiydi. Öyle kalabalıktı ki... Haremlik ve selamlık olarak ayrılmıştı Hasbahçe. Bir tarafında kadınlar bir tarafında erkekler vardı. Mirhimah Sultan’nın dairesinden olan biten görünüyordu. Nihayet o göz kamaştırıcı maviliğiyle kaftanını giymişti. Annesi Hürrem Sultan ise yüzünü mavi bir örtü ile kapatmıştı kızının. Nihayet hazırdı. Son kez bana baktı. Gülümsedim ona her şeyin güzel olacağına dair gülümsedim. O ise benden aldığı enerjiyle dairesinden çıktı.

 

Önce babası Sultan Süleyman’ın elini öpmek için dairesine gitti. Vedalaştılar. Kızına yaptığı güzel gerdanlığı narin boynuna taktı. Sonra tekrar öptü alnından ve tekrar çıktık. Bu kez dışarıya Hasbahçe’ye...

 

Hasbahçe’ye çıktığımız da gelin alayına dahil olduk. Sarayın sultanları da ben de dahil olmak üzere yüzlerimizi peçe ile gizledik. Sonuçta dışarıya çıkıyorduk.

 

Daha sonra bembeyaz bir at gördüm. Güzel tüllerle süslenmiş bembeyaz bir at. Mihrimah Sultan’ı ata bindirdiler. Bir tarafında eşi Rüstem Paşa, diğer tarafında en büyük ağabeyi Mustafa... Hep birlikte sarayın çıkış kapısına kadar yürüdük. Mirhimah Sultan, atı ile birlikte saraya çok yakın olan başka bir saraya yola çıktı.

 

Biz de kalabalığı fırsat bildik. Eğer gelin alayı ile birlikte saraya geri dönseydik. Hürrem Sultan ile baş başa kalacaktık. Madem Mihrimah Sultan da evlenip gitti. Artık sarayda olmamızın bir manası kalmamıştı. Kızların ellerinde küçük bohçalar vardı. Fazla bir şeyimiz yoktu zaten almamız gereken o yüzden küçük birer bohça yapıp çıkış kapısından, Mihrimah Sultan’ın yeni sarayına giden alaya katıldık. Yüzümüzü peçe ile gözlediğimizden kimse bizim olduğumuzu fark etmedi bile doğruca yürüdük kalabalıkla birlikte ormanlık yolda daha sonra ilerden toprak yola saptıklarını görünce biz de çaktırmadan diğer tarafa olabildiğince hızla koştuk.

 

Bizi kovalayan yoktu. Bizi fark eden de yoktu. Saraydan ise oldukça uzaklaşmıştık. Yani bu demek oluyordu ki artık özgürdük.

Loading...
0%