@pinar_0000
|
( 1539... Osmanlı sarayı...)
( Yazarın anlatımıyla...)
Osmanlı Sarayı, tüm ihtişamıyla dillere destan bir düğün yapmıştı. Ardı arkası kesilmez kutlamaları, tüm ahaliye yetecek kadar ziyafet sofraları... Koca İstanbul’da her sokağında, fakirinden zenginine, muhtacından yetimine... Herkesin kapısını çalmıştı. İki düğün birdi o gün. Birisi güneşin ve ayın sultanı, Osmanlı’nın biriciği Mirhimah Sultan’nın düğünü; öte yandan şehzadelerin sünnet merasimi ile payitaht kırk gün kırk gece ardı arkası kesilmez eğlenceleri ve zıyafetleri ile halkı doyurmuş, yetimi giydirmişti.
Hem büyük bir kutlama yapılmış hem de fakir olan herkesin karnı böylece doymuştu.
Fakat bir durum daha söz konusu idi. Herkese büyük bir ahenk ve neşe getiren düğünde sadece bir kişinin yüzü gülmüyordu. Adeta kendine büyük şaşalı bir cenaze merasimi ilan ettiği bu düğün günü, Mihrimah Sultan’ın kaderiydi, en kötü kabusuydu. Uyanmak istiyordu. Uyanıp bu şamataya bir son vermek. Fakat hiçbiri istediği gibi olmadı. O gün nikahı kıyıldıktan sonra gelin alayı ile birlikte daha uzun nice yıllar geçireceği sarayına doğru yola koyuldu. Son bir kez ardına bakmak istedi. Geride bırakmak zorunda kaldığı aşkına, bu sarayda geçirdiği nice güzel yıllarına, son bir kez daha baktı. Daha sonra ona uzanan bir el bütün bu büyüyü bozdu. Bu elin sahibi ise onun kaderiydi. Evlenmek zorunda bırakıldığı Rüstem paşa idi.
Rüstem Paşa, yaşı oldukça geçkin, Mihrimah Sultan’dan ise oldukça büyüktü. Buna rağmen Mihrimah Sultan’ı deliler gibi seviyordu. Bu sebeple; Hürrem Sultan ile işbirliği yapıp devletin bekası ve kendi istikbalini de düşünerek, onunla evlendi. Mihrimah Sultan’ın gözlerinde her gün kendi cenazesini göreceğini bile bile hem de.
Hürrem Sultan ise kendi evlatlarının istikbalini düşünmek zorundaydı. Kendi kızını buna feda edebilecek kadar hem de... Bu sebeple; Rüstem Paşa ile ittifak kurup onu devlette söz sahibi yaptı. Bu sayede en büyük düşmanından kurtulup gün geldiğinde kendi çocuklarından birini tahta geçmesini sağlamaktı asıl niyeti. Başarılı da oldu. Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan ile evlenip sadrazamlık makamına nail oldu.
...
Hürrem Sultan, Hasbahçe de bu kutlu günü büyük bir gururla kutluyordu. Cibinliğin altında ki tahtında oturuyor ve etrafında ki insanlara gururlu bakışlar atıyordu. Bu güzel havanın her zerresini teneffüs ediyor ve tam karşısında sıra sıra kurulmuş yer sofralarında yemek yiyen saray ahalisine büyük bir içtenlikle gülümsüyordu.
Yakınına yaklaşan bir cariyeyi fark ettiğinde elinde tuttuğu bardağı masaya bıraktı. Cariye, önünde selam verdiğinde eliyle işaret etti Hürrem Sultan. Cariye ise büyük bir özenle Sultan’ın kulağına birkaç kelime fısıldayıp geri çekildi. Sultan’ın surat ifadesi değişmişti. Aldığı haber karşısında pek memnun olmamıştı.
Ayağa kalktı. Onunla birlikte saray halkı da elinde ki yiyecekleri sinilere koyup selam durdular. Sultan ise görkemli kaftanının eteklerimi savurarak yanlarından geçip saraya, dairesine yöneldi. Siniri gözlerinden okunan Sultan, nihayet kendi dairesine büyük bir hışımla girerken orada onu bekleyen ağayı gördü,
“Derhal söyle! Nereye ve nasıl gittiler?” Karşısında bulunan Ağa, ellerini önünde birleştirmiş başını kaldırmadan, korkudan tir tir titriyordu. Korkudan tek kelime dahi edemedi.
“Sana söylemeni emrettim. Neredeler?” Dediğinde Sultan’ın sesi odanın içinde yankılandı. Ağa ise korkudan kekeleyerek nihayet konuşmaya başladı.
“Sultan’ım, zannedersem gelin alayı ile beraber çıkmış olmalılar. Sarayın her yanını arattım. Her taşın altına baktım lakin yoklar.” Sultan, sinirle odada voltalar atıyordu.
“O üçünü derhal yakalayıp ayaklarıma getiriyorsunuz. Kimin nesi olduklarını anlayamadan bırakacağımı mı sandılar?”
Emri verdiğinde ağa ne yapacağını bilemeden derhal baş selamı verip bir hışımla odadan çıktı. Kapı ağalarına haber salıp süvarileri meydana saldı. Dört bir koldan Burçak, Elif ve Sena’yı aramaya başladılar.
Hürrem Sultan, kızların bir açığını yakalamıştı. Ve neler döndüğünü anlamadan ise elinden kaçırmıştı. Şimdi ise her tarafta onları arıyordu. Elif’in aslında Hanzade olmadığını öğrenmişti. Ona bunun hesabını sormalıydı ve soracaktı.
Hanzade, Mihrimah Sultan’ın kuzeniydi. Elif ise bunu bildiği için ve saraya girip kendi zamanlarına geri dönebilmek için bu sıfatı kendi leyhin de kullandı. Zaten çıkış yolunu bulamadan düğüm çözülmüş ve saraya girerek başlarını aslında ne gibi bir belaya soktuklarının farkında bile değildiler.
( Elif’in anlatımıyla...)
Ne kadardır bu halde yürüyorduk? Neredeydik, nereye gelmiştik? Hiçbir fikrimiz yoktu. Ormanın derinliklerinde öylece yürüyorduk. Eteklerime yapışan dikenlerle, çamur ile savaşıyordum. Kızlar da keza aynı durumdaydılar. Saraydan konvoyun peşine takılıp ayrılalı tahminimce iki saat olmuştu. Fakat biz hâlâ ormanın içindeydik. Bir türlü gideceğimiz yere varamamıştık. Kim bilir belki de hiç bilmediğimiz ve evimizden kilometrelerce uzak bu zamanda kayıp olmuştuk.
“Bir adım dahi atmaya taakatim kalmadı.” Diyordu arkamdan eteklerini tutup çamurun içinde yürümeye çalışan Burçak.
“Al benden de o kadar.” Diye devam etti Sena. Üçümüz de berbat halde idik. Şu an için asıl amacımız Sena’nın annesi yani Hatice Teyze’nin evini bulmaktı. Hatice Teyze’yi bulup olanları ona anlatmak idi.
“Kızlar dayanın biraz daha...” Dediğime kendim bile inanmıyordum.
Üstümüzde ki elbiselerin ağırlığı bir yandan, susuzluk ve yorgunluk bir yandan vuruyordu. Pazar yerine inebilsek aslında gerisi kolay olacaktı. Hatice Teyze ile pazara çıktığımız zaman evin yolunu ezberlemiştim. Yani Pazar yerine inebilirsek ondan sonrası kolaydı.
Bu hâlde bir müddet daha yürümeye devam ettiğimiz sırada ilerde bir çeşme olduğunu fark ettim. O an sevinçten dans etmek istedim ama yorgunluk ve susuzluk o kadar bastırıyordu ki...
“Kızlar benim gördüğümü sizde görüyor musunuz?” Dedim.
“Sanırım evet!” Dedi Burçak, hemen ardından Sena tamamladı.
“O bir çeşme mi? Hem de suyu akan.” Sena’ya yorgunluktan zoraki güldüğüm sırada çeşmenin yanına koştuk.
İlk başta gördüğümüz şeyin serap olduğunu düşünsem de her hâliyle tamamen gerçekti. O an kızlarla kana kana içtik. Adeta içtiğimiz su değildi de ilk kez çok güzel bir şeyin tadına bakıyormuşuz gibiydik.
Suyu içip yola devam ettik. Yanımızda koyabileceğiniz bir şişe olmadığı için doyasıya içmiştik. Daha nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk. Belki de çok farklı ya da daha da uzağa gidiyor bile olabilirdik. Sadece yürüdük karşımıza neyin çıkacağını bilmeden sadece yürüdük.
Rüzgar ise hafiften esiyordu. İki saat önce yağmur hafiften atıştırmıştı. O yağmurda toprağın ıslanması ile yürüyüşümüz daha da zorlaşmış olsa da yine de devam ettik. Güneş ise batmak üzereydi. Güneş batmadan en azından Pazar yerine ulaşmamız lazımdı.
Saatler ilerledi. Güneş yerini gökyüzüne, batmadan önceki kızıllığına, bıraktı. Biz ise aynı şekilde hâlâ yürüyorduk. Ormanda başımıza bir şey gelebilir korkusuyla adımlarımızı tedirgin atsak da başka çaremiz, gidecek bir yerimiz yoktu. Bu yüzden durmaksızın ilerledik.
Sanırım saraydan çıkmadan önce plan yapsak iyi olacaktı. Saraya gelirken her şey daha kolaydı. At arabasıyla gelmiştik ve yolun bu kadar uzun olabileceğini hiç düşünmemiştim. Ya da belki de kaybolduk ve bunun farkında değildik.
Derken, uzaklardan gelen bir sese kulak kabarttıım. Olduğum yere çivilenmiş gibi kalıp sesin geldiği yöne doğru gözlerimi kısarak bakmaya çalıştım.
“Kızlar duyuyor musunuz?” Dediğimde, ikisi de arkalarını dönüp önce bana sonra sesin geldiği yöne bakıyorlardı.
“Evet duyuyorum.” Dedi Sena, ardından Burçak ise;
“Bu ses at sesi olmasın?” Dedi.
Evet uzaklardan gelen bir at sesiydi. Sadece kişneme sesi duyuyorduk. Bizden oldukça uzakta olmalıydı.
“Kızlar saklanın! Bu ses hayra alamet değil.” Dedi Burçak, bir hamle yaparak, bulunduğumuz patika yoldan sağa ağaçların daha sık olduğu yöne saptık. Ormanın derinliklerinde derin çalılıkların ardına saklanıp öylece sesi dinledik. Nefesimizi dahi tutmuştuk. Sena’ya baktığımda ellerinin titrediğini gördüğüm de yanına yanaşıp ellerini tuttum. Sakinleştirmeye çalıştım. Bunu yapmasan bizi ele verirdi. Çok tedirgin, çok korkmuştu.
Sesler giderek artmaya başlamıştı. Git Gide daha yakından gelen bu sesler, tek bir attan değil bir kaç tane attan geliyordu. Üstelik hızla koşarak daha da yakınımıza geldiklerinde, at kişneyerek durdu.
Çalının yaprakları arasından olan bitene baktığımda, yaklaşık üç tane at, atın üzerinde kılıç kuşanmış askerler vardı. Bizim bulunduğumuz yerin biraz ötesinde durdular.
Korkudan tir tir titreyen bedenimi sakinleştirmeye çalıştım. Kızlar ve ben çalının arkasında resmen robot gibi hiç kımıldamıyorduk. Askerlerden biri yere indi ve etrafa göz gezdirmeye başladı.
“Ne tarafa gidiyoruz. Burada değil gibiler.” Dedi atın üzerinde hala duran askerlerden biri, yere inen etrafa bakan asker ise yanıtladı.
“Ormanı karış karış aramalıyız. Fazla uzağa gitmiş olamazlar.” Dedi. Kimden bahsediyordu.
“Ya onları bulamazsak?” Dedi. Atın üzerinde olan askerlerden bu kez ikincisi.
“Onları bulamadan dönersek Hürrem Sultan kellemizi alır. Burada daha fazla durmayalım.” Dedi. Atına atlayıp “Gidelim!” Diye emretti üçü birden dört nala önümüzden geçip gittiler.
Askerlerin aradığı kişiler muhtemelen bizdik. Çünkü emri veren Hürrem Sultan idi. Muhtemelen bizi sarayda bulamayınca askerlerini aramaları için gönderdi.
“Kızlar, şu anda ileride bir yol görüyorum. O yoldan sonra ağaçlar azalıyor sanırım pazara inen yer olabilir.” Dedi Burçak ayağa kalkmış o yöne bakarak.
“O zaman gidelim. Burada daha fazla durursak askerler bizi bulacak.” O sırada ayağa kalkmaya çalışan Sena,
“Ya anneme -Hatice Teyze- ulaşamadan askerler bizi bulursa?” Dedi.
“Merak etme.” Dedim. Omzuna elimi teselli manasında koyarak, “Askerler bizi bulmadan biz Hatice teyzeyi bulacağız.”
Burçak’ın gösterdiği yoldan ilerledik ve dediği gibi ağaçların azaldığını gördük. Birkaç saat daha yürüdükten sonra bu kez Pazar yerinin sesleri kulağımıza gelmeye başlayınca derin bir oh! Çektim. Nihayet dedim, nihayet geldik.
“Oh! Nihayet geldik.” Dedim kızlara bakarak.
“Çok uzun bir yoldu ama başardık. Pazar yerine ulaşmayı başardık.” Dedi Burçak sevinçle, Sena ise az önce olanları düşünüyor olsa gerek ki sessizdi. Az önce askerlerden biraz korkmuştu. Bunu gözlerinde görebiliyordum.
Önümüzde ki yüksek tepeyi de aşıp ileride Pazar yerleri kurulan yüksek çadırları gördük. İnsanlar yine Pazar alışverişi yapmaktaydılar. Bir sürü tüccar mallarını satmak için yüksek sesle mallarını pazarlıyordu. Yavaş yavaş yürüyüp içlerine karıştık. Yüzümüzü peçeyle, başımızı ise pelerinimizde ki başlıkla örtük.
Biliyorsunuz ki bu dönemde şeriat ile yönetim vardı. Kadınlar, açık saçık gezmiyor. Vücutlarını örten kat kat entariler giyiyorlardı. Biz de saraydan çıkmadan önce düğün için giydiğimiz kaftan ve üzerine geçirdiğimiz pelerin vardı. Tabi bir tık kaftandan dolayı olsa gerek, ağırdı.
Ne tesadüfdür ki Hatice teyzenin üzerimize elbise diktirmek için getirdiği terzinin önüne çıkmıştık. Sanırım şanslı günümüzde idik. Tam dükkana girip Hatice teyzeyi soracaktık ki davul sesi duyup kapının önünde kala kaldık.
“Duyduk duymadık demeyin, saraydan üç kadın kaçmıştır. Yaşları yirmilere yakın bu üç kadın Sultan’ımızı kızdıracak vukuat da bulunmuşlardır. Bu sebeple yakalanmaları emrolunur. Gören duyan var ise kadıya bildirmeleri gerekmektedir.”
İki adam meydanın ortasında hem davula vurup hem de anons ediyordu.
“Kızlar bunlar bizi mi kastediyor?” Dedi. Sena soran gözlerle,
“Sanırım evet.” Dedi Burçak.
O an ne yapacağımızı bilemedik. Etrafımızdaki insanlara korku dolu gözlerle bakıyorduk. Hatice teyzeyi bulma umudumuz an be an kayboluyor, askerlerin bizi yakalama ihtimali gözümde canlanıyordu. |
0% |