Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: 1539’

@pinar_0000

Öyle ki bilincimin bulanıklaştığını, gözlerimin karardığını ve hatta uykumun geldiğini hissettim. Bir yandan hala çekiliyordum. Hatırımda kalan son şeyler ise kızların korkuyla çığlık atmalarıydı. Bilincim tamamen kapandı ve beni derin bir uykunun kollarına teslim etti.

 

Dünya garip bir yer ve sırlarla doluydu. Neyin ne olduğunu anlamadan öylece zamanda savruluyordu insan. Mesela şöyle bir şey düşünün, uzun bir yoldasınız ve zihnimizde düşündüğümüz tenimize değen yağmurun, güneşin sıcaklığı ve dinginliğiyle yürüyorsunuz. Aslında neleri neleri düşünürüz. Zihnimiz o kadar bulanıklaşır ki yürüdüğümüz yolu unutur öylece hayaller aleminde buluveririz kendimizi sonra ayaklarımız bizi bilinçsizce götürür bir yerlere ve bizler onlara itaat ederiz...

 

Kaç saattir uyuyorduk, neredeydik, bize ne olmuştu? Hiçbir şey bilmiyorduk. Yumuşacık bir şeyin üstünde yattığımı farkettim gözlerimi açmakta güçlük çekiyordum ve sırtıma iğne gibi bir şeylerin battığını hissettim. Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda ahşap tavanı gördüm. Yerimden doğrulduğumda kızlar iki tarafımda baygın yatıyorlardı.

 

Elimi bir şeyin ısırmasıyla aslında saman birikintilerinin üzerinde yattığımı fark ettim. Başım hafif dönüyordu olanları hatırlamaya çalışıyordum. Zihnimde son kalan şeyler ise en son bir kapıdan geçmiş ve küçük bir odaya çıkmıştık. Orada bulunan bir başka kapıyı incelerken kapı yavaşça açılmıştı bir ışık hüzmesi gözlerimizi kamaştırırken artık başka bir şey hatırlamadığımı fark ettim. Sonra ise karanlık koca bir boşluk ve ardından şimdi buradaydık.

 

Ayağa kalkmadan kızları uyarmaya çalıştım çünkü burası neresiydi, biz neredeydik? Bilmiyordum.

 

“Kızlar kalkın hadi etrafınıza bir bakın neredeyiz biz?”

 

“Yaa beş dakika daha...” Sena yüzünü buruşturup uykusuna sağ tarafında devam etmek için döndüğünde ben onu kolundan tekrar dürttüm.

 

“Sena saçmalama, ne beş dakikası evde değiliz.” Sena’yı bırakıp Burçak’a döndüm. O hâlâ uyumakta meşguldü. Geçtiğimiz kapıda her ne olduysa bizi çok fena uyutmuştu öyle uyumak ki sanki saatlerdir uyuyor gibiydik.

 

“Burçak sen kalk bari, hadi kalkın ya...” Bu kez ayağa kalktım ve ikisininde kollarından çekiştirmeye başladım. Burçak daha fazla karşı koyamayıp uyandı. Gözlerini ovuşturarak etrafına bakınıyordu. Sena ise nihayet uyandığında üçümüz de nelerin olup bittiğini çözmeye koyulduk.

 

“Amma ağırmış uykunuz.” Diye böbürlenmeye başladığımda söze Burçak devam etti.

 

“Neredeyiz biz burası neresi üstelik beni bu saman yığınına kim yatırdı. Böyle bir yere ben yatmış olamam.” Burçak sinirle söylenirken Sena da ayağa kalkıp etrafı inceliyordu.

 

“Bizi her ne ve kim uyuttu ise normal bir uyku değildi. Üstelik ben bu kadar uykucu bir insan değilim.”

 

Bulunduğumuz yeri size tarif edecek olursam, bir kulübe gibi bir yerdeydik. Ne kütüphaneye ne de en son girdiğimiz kütüphanenin deposuna asla benzemiyordu sanki dışarıda bir yerdeydik çünkü tavana yakın küçük bir pencereden güneş ışığı giriyordu. Etrafımızda ise saman yığını, köşede küçük bir mutfak, ahşaptan yapılma dolaplar, bir adet büyük ve geniş yatak, hasır ipten yapılma eski bir halı... pencereleri bile ahşaptı. Oldukça eski bir kulübenin içindeydik. Buraya nasıl geldik henüz çözebilmiş değiliz ama her ne olursa olsun bu bilmeceyi de çözmek zorundaydık. Aksi takdirde kafayı yiyecektik olanlardan.

 

“Baksanıza şuraya...” Burçak ahşap giyinme dolabının önünde kapaklarını açmış içinde ki eşyaları gösteriyordu.

 

“Burada bir sürü kıyafet var, hem de asıl ilginci hepsi teker teker geçmiş yılların modasına ait kıyafetler, ayakkabılar, eşarplar ne ararsan var.”

 

“O zaman burası birisine ait.” Bir saniye düşünüp devam ettim. “Yoksa bizi kaçırdılar mı?”

 

“Saçma saçma konuşma Elif, farkındaysan biz buraya geçit gibi bir şeyden geçip de geldik. Yani yüksek ihtimalle zamanda yolculuk yaptık.” Burcak’ın bu dediğine Sena da bende şaşırmıştık. Biz birbirimize bakarken dışarıdan seslerin geldiğini duyduk.

 

“Birileri geliyor. Saklanalım! Başımıza neyin geleceğini bilmiyoruz.”

 

“İyi de nereye saklanacağız? Küçücük kulübede...” Üçümüz saklanacak bir yer ararken kapıdaki ses giderek yakından geliyordu. Eh nihayetinde Sena yatağın altına, Burçak ve bende giyinme dolabına girmiştik. Kapı açıldı ve içeriye iki kişi girdi. “Lütfen buraya bakmasınlar, lütfen buraya bakmasınlar...” Diye dualar ediyorken Burçak ise bana eliyle sus! İşareti yapıyordu. İçeriye girenlerden biri konuşmaya başladı.

 

“Padişah kızını nikahlayacakmış duydun mu?”

 

“Duydum ya, kızı daha çok küçük diyorlar. “

 

“Öyleymiş öyle...”

 

“Sahi kiminle nikahlayacakmış?”

 

“Geçenlerde üçüncü vezir makamına tayin edilen Anadolu Beylerbeyi Rüstem Paşa var ya onunla nikahlayacakmış.”

 

“Bak sen Rüstem’e koskoca padişahın kızıyla evlenecek ha!”

 

“Öyle vallaha, üstelik nikah şenliğinde padişah hem oğlu Beyazıt hem de Cihangir’in sünnetini de yapacakmış.”

 

“Kırk gün kırk gece davullar çengiler susmaz artık.” Adamlar odadan çıkmış olacaklardı ki bir anlığına ses kesilmiş, ahşap kapı gıcırdayarak kapanmıştı. Odada sessizlik olunca dolaptan çıktık. Sena ise yatağın altından çıkmaya çalışırken kolundan tutup çıkardım.

 

“Duydunuz mu dediklerini?”

 

“Duymaz olur muyuz? Kızlar biz zamanda yolculuk yapmışız. Peki hangi zamana geldik, hangi yıldayız.” Burçak Sena’ya dönüp tekrarladı. “ Sena..? Sen bilirsin ne de olmasa tarihe ilgilisin bir sürü tarih kitabı okuyorsun üstelikte bunun okulunu okuyorsun.” İkimiz Sena’dan cevap gelmesini bekledik. Sena ise bir dakika düşündü ve o korkunç cevabı verdi.

 

“Kızlar korkmayın ama biz şu an 1539 senesindeyiz.” Üçümüz şaşkın şaşkın birbirimize baka kaldık. Sena devam etti konuşmaya,

 

“1539 yılı Osmanlı’nın 10. Padişahı olan Sultan Süleyman han devrindeyiz. Bu devri avucumun içi gibi bilirim daha geçen gün bu devir üzerine hocaya ödev hazırladım. 1539 senesinin yaz aylarındayız büyük ihtimal ve kızı Mihrimah Sultan ve Rüstem Paşa’nın düğün zamanına gelmişiz.”

 

“E şimdi ne yapacağız?”

 

“Asıl soru şu eve nasıl döneceğiz?”

 

Hayatımız film şeridi gibi geçmişti gözlerimizin önünden. Sanki o şeridin üstünde yılmadan ilerliyorduk. Başka şansımız yoktu çünkü, şimdi bu şerit tam tersine döndü ve bizi olağan zamandan tam tersi istikamete götürüyordu. Ne olduğunu artık az çok anlamıştık. Anahtar da bir sır vardı ve bu sır, bu anahtar bizim zaman yolculuğumuzun kapılarını açmıştı.

 

( 2 Saat Sonra... )

 

İki saat boyunca hiçbir şey yapmadan sadece oturup kitabı okuduk eve geri dönmenin yollarını aradık durduk fakat kitap o kadar karmaşıktı ki çeşitli şekiller, bilmeceler, sayılar ve anlamsız sözlerle doluydu. Yani anlayacağınız işimize yarayacak küçücük bir ipucu bile bulamamıştık.

 

“Bu sayfada da bir şey yok.” Sena, can sıkıntısıyla arkasına yaslandığında bende hala bir ipucu bulmak adına sayfaları karıştırıyordum. Burçak ise çoktan pes etmiş bulunduğumuz kulübenin mutfak bölümünü karıştırıyordu. Bir an kafamı kaldırıp Burçak’a baktım.

 

“Burçak ne yapıyorsun orada?”

 

“Yiyecek ya da içecek bir şey var mı yok mu ona bakıyorum. Sonuçta burada ne kadar kalacağımız belli değil.” Burçak tekrar önündeki ahşap dolapları karıştırmaya devam ettiği sırada bende ayağa kalkıp kapıya yöneldim.

 

“Elif nereye gidiyorsun?” Sena arkamdan seslendiğinde onu duymazdan gelip elimi kapı kulpuna atıp bir tur çevirdim. Kapı gıcırdayarak açıldığında, yarı açılan kapının aralığından dışarıyı seyrettim. Dışarı da her tarafı çarşafla kaplanmış kadınlar, başlarında koyu kırmızı fesleriyle dolaşan adamlar vardı bulunduğumuz yer aslında küçük bir kasabayı andırıyordu. Kapıyı kapatıp içeri geçtiğimde Sena artık kitaba bakmaktan vazgeçmiş, Burçak ise bir şey bulamayınca ikisi kulübenin köşesinde bulunan sedire oturmuşlar dolapta buldukları kıyafetleri inceliyorlardı.

 

“Kızlar bir şey diyeceğim?” Yanlarına gelip oturduğum da ikisi de pür dikkat beni dinliyorlardı.

 

“Ben diyorum ki, bu kıyafetleri giyip dışarıya çıkıp etrafı keşfetsek hem belki bir ipucu ya da geldiğimiz gibi bir kapı falan buluruz da eve dinebiliriz.”

 

“Nasıl yani bu paçavralarla mı?” Burçak suratını buruşturup elinde ki elbiseleri gösteriyordu.

 

“Evet canım beğenemedin mi? Bu dönemin modasına uy biraz.” Sena ise hemen arkasından lafını yapıştırınca bu kez ben devam ettim konuşmaya...

 

“İstersen bir üstümüze bak, sende mini elbise, Sena da ise kot tulum var bende ise şort... ve dışarıda ise bildiğin çarşaflı kadınlar var. O yüzden bunları dikkat çekmemek için giymek zorundayız. Demin gelenler gelirse ne olur halimiz, kendimizi nasıl açıklarız biliyor musunuz?” Haklı olduğumu anlayacaklardı ki ikiside elbiseleri tekrar incelemeye başladılar. İkisi siyah, biri kahverengi ve bu döneme ait deriden yapıldığı besbelli olan ayakkabılar vardı. Bunlardan anladığım kadarıyla demin gelen adamlar burada yaşıyor olmalıydı ki bir kaç tanede erkek elbisesi vardı.

 

Üçümüz elbiseleri giyip ayakkabıları da giydikten sonra her birimiz birbirimize bakıp gülmeye başladık. Çünkü o kadar açık kıyafetten sonra çarşaf giymiştik resmen.

 

“Ay inanmıyorum ya hale bak.” Üçümüz birbirimize bakıp gülmeye başladık. Çünkü ilk kez bu kadar kapalı ve tuhaf giyinmiştik. Aslında kendi dönemimizde de böyle giyinenler var onlara bir şey demiyorum tabi ki, bizim güldüğümüz yer tamamen kendimizdik.

Sena, az önce üstümüzden çıkardığımız kıyafetlerimize bakarak,

 

“Ee bunları ne yapacağız?” Dedi. Bir dakika durup, etrafa baktım. Yani bunları tekrar giyemezdik giysek bile bu şekilde insan içine çıkamazdık.

 

“Güzel soru. Bence bunları da dolaba koyalım sonuçta nereden anlayacaklar ki onlar bunları bulana kadar belki de biz çoktan eve dönmüş oluruz.” Yerde ki kıyafetleri toplayıp bir yığın halinde dolabın içine atıp kapısını kapattım. Tam çıkmak üzereyken Burçak, arkamızdan seslendi. Sesi oldukça endişeli geliyordu.

 

“Kızlar...” Dediğinde Sena ve ben ona döndük. “Ya başımıza daha kötü şeyler gelirse ve biz eve dönemezsek.” Hiçbir şey söylemeden Burcak’ın yanına gidip ona sıkıca sarıldım. Bunu gören Sena da arkamdan geldi ve bize kocaman sarıldığında bir kaç saniye öyle kaldık.

 

“Merak etme hiçbir şey olmayacak nasıl ki hep beraber geldi isek yine hep beraber eve döneceğiz.” Sözlerim Burçak’ı rahatlamış olacak ki burnunu çekip dudaklarını araladı.

 

“Söz mü?” Sena ve benim gözlerimin içine bakıyordu.

 

“Söz”

 

“Söz” Sena ve ben aynı anda tam şimdi şu anda birbirimize her ne olursa olsun bırakmayacağımız adına söz vermiştik. Bu kapıdan çıktığımızda nelerle karşılaşırdık başımıza ne gelirdi bilmiyorduk ama tek bildiğimiz bir şey varsa o da birbirimizden asla kopmayacağımız ve bu uğurda birlikte mücadele edip kazanacaktık. Evet bu bir nevi bir savaştı kâh kendimizle mücadelemizdi, kâh anahtarla bir mücadeleydi ya da bu zamanın içinde sıkışıp kalmaktı.

 

Üçümüz kendimizden emin şekilde o kapıyı açıp dışarıya çıkmıştık. Sena da kahverengi bir çarşaf giyinmişti. Burçak ve ben de dolapta bulduğumuz siyah çarşaflardan birini giymiştik ayağımız da ise neyin derisi olduğunu bilmediğimiz ayakkabılarla o ilk adımı atmıştık. Ve evet artık dışarıdaydık. Etrafa attığımız bakışlardan dışarıdaki insanların bizim buralı olmadığımızı hemen anlatıyordu.

 

“Evet kızlar şimdi beni dinleyin önce etrafı gezmemiz lazım sonuçta buraları tanımıyoruz aslında tanıyoruz ama eski halini bilmiyoruz öyle değil mi?” Sena ve Burçak birbirlerine anlamsız bakismalarindam sonra bana döndüler ve Sena konuya girdi.

 

“Peki o halde şu ileride sanırım Pazar var önce oraya gidelim ve hangi yılda olduğumuzu tam olarak öğrenmeye çalışalım.”

 

Sena’nın dediği yere yani pazara doğru ilerledik. Etrafı size iyice bir tanıtacak olursam eğer, etrafta en fazla iki katı geçmeyen konaklar ve kerpiçten yapılma tek katlı evler vardı. Pazara girdiğimiz de ise yine kerpiçten yapılma dükkanlarda insanlar mallarını satıyorlardı. Bildiğiniz dönem filmlerinden fırlamış gibiydi yani hatta daha fazlası... Öte yandan bebeklerini sırtına bir bezle sarıp sarmalayarak dolaşan kadınlar, diğer yandan sırtlarına küfe alıp pazara gelmiş erkekler vardı. Düz bol paça pantolonları üzerinde ise uzun mantoları, kafalarının üstünde ise Osmanlı fesi vardı. Kadınlar ise zaten her yerleri kapalı boydan boya tek parça kıyafetleri vardı. Yani anlayacağınız tam bir Osmanlı halkı vardı karşımızda gerçi bizde onlardan farklı sayılmazdık bizde tıpkı buradaki kadınlar gibi giyinmiştik.

Tezgahların arasında dolanırken çoğunlukla ipek kumaşlar vs, kimi tezgahlarda ahşaptan yapılma taslar, kimilerinde ise bakırdan yapılma eşyalar vardı. Hepsine ilgiyle gözlerimizi gezdiriken satıcıların sesleri ise kulaklarımızı dolduruyordu.

 

“Şu kumaşların güzelliğine bakın, İngiliz tüccarların elinde bile bulamazsınız bunlardan güzelini...”

 

Bir diğer satıcı ise...

 

“Bakırlarım kalaylı düşmanların sözü alaylı, gel alda sende gör bakırın ihtişamını.”

 

Pazar oldukça kalabalık, bir o kadarda eğlenceli komik insanların olduğu bir yere benziyordu. Kızlar bakırlara bakarken ben de kumaşları incelemeye başladım. Ee evin yolunu arıyorsak onlardan biriymiş gibi davranmamız lazımdı aksi takdirde dikkat çekerdik. Biz büyük bir heyecan ve şaşkınlıkla etrafı incelerken karşımızdan 1.60 boylarında üstünde oldukça eski duran elbiseleriyle bir kadın yaklaştı. Bir elinde küçük sepeti vardı diğer eliyle ise ağzına kapattığı peçesini tutuyordu. Kızlarla beraber kadının bize doğru gelişini inceliyorduk. Kadın bir an kafasını kaldırıp gözlerimizin içine sanki uzun zamandır kayıp ahpabını görmüş gibi heyecan ve merakla bakıyordu. Biz ise ne olduğunu anlamaya çalışırken kadın bir anda dibimizde bitti.

 

“Ah canım yavrum!” Yaşlı kadın elindeki sepeti olduğu yere bırakıp Sena’ya kocaman sarıldı. Burçak ve ben ne olduğunu anlamayarak onlara bakakaldık derken Sena kadını iterek,

 

“Teyzeciğim ne oluyorsunuz? Beni biriyle karıştırdınız herhalde.” Kadın büyük bir kahkaha ile lafını tekrarladı. “Canım yavrum bu sensin işte annen seni nerde olsa tanır.”

 

“Anne mi?” Üçümüz birbirimize bu soruyu sorduğumuzda, kadın Sena’yı bırakmamak da ısrarcı gibiydi. Sena ben bildim bileli yetimhanede büyümüş ve hayatı boyunca da anne baba hasretiyle yanıp tutuşan bir genç kızdı hele ki bu devirde böyle bir şeyle karşılaşmamız oldukça garipti.

 

“Teyzeciğim lütfen bırakır mısınız beni?”

 

“Nasıl olur bu..? Ne kadar büyümüş serpilmişsin öyle.”

 

“Birine benzettiniz herhalde.”

 

“Hayır Aybüke’m sensin bu işte, annen seni gözlerinden tanır güzel yavrum.” Sena şok içinde bir kadına bir bize bakıyordu. Hatta içinden ‘bu deli kadından kurtarın beni.’ Diye yalvardığına emindim. Sena’yı bir kenara çekip kadının karşısına geçtim ve kimden bahsettiğini anlamaya çalıştım.

 

“Teyzeciğim, birine benzetmiş olabilir misiniz acaba? Çünkü biz buraların yabancısıyız ve sizi ilk kez görüyoruz.”

 

“Haşa birine benzetemem. O benim yıllar önce kaybettiğim kızım.” Ya bu kadın hakikaten deliydi ya da birine benzetiyordu. Çünkü bu olanlar akla mantığa uyan şeyler değildi. Düşünsenize, yüzyıllar sonrasından geçmişe geliyorsunuz ve hiç görmediğiniz bir kadın karşınıza çıkıp ‘ben senin annenim!’ diyor. Sizce bunun mantık neresinde?

 

“Bakın şu ilerideki bahçede biraz oturalım size her şeyi anlatacağım. Bütün suallerinize cevap vereceğim.” Kadın bunu dediğinde aslında pek gitmek istemesem de en azından onu bir kez olsun dinlemek ve asıl niyetinin ne olduğunu anlamak istedim.

 

“Kızlar iki dakika konuşalım mı?” Sena bizi kenara çekerken kadın arkamızda kalakaldı. O, yere düşürdüğü sepetini tekrar koluna takıp üstünü düzeltti ve bizi beklemeye koyuldu. Biz de Sena’yı dinliyorduk.

 

“Kızlar ben diyorum ki belli ki bizden para falan isteyecek ama çekiniyor zaten pek sığ bir yerde değil gösterdiği yer, iki dakika konuşmaktan zarar gelmez bence siz ne düşünüyorsunuz?”

 

“Aslında ben de senin gibi düşünüyorum. Dediğin gibi bizden para isteyeceğe benziyor.”

 

“İyi de olduğumuz yere baksanıza bizde para ne gezer varsa o versin bize.” Burçak yine bizden farklı olduğunu ispat edici konuşmasını yapmıştı ve çoğunluğun, yani Sena ile benim onayımla tekrar kadının yanına döndük onunla konuşmayı kabul ettiğimizi söyleyip gösterdiği yere yani bahçedeki ahşaptan bankların yolunu tuttuk.

 

“Acaba kim bu kadın?”

 

“Bilsem söylerdim herhalde?” Burçak ve Sena birbirleriyle didişirken kadın önden oturma alanlarına yanaşmış ve oturmuştu bile sepetini ise tam yanı başına koyup ellerini bacaklarının üstünde kavuşturup bizimde oturmamızı işaret etti. Sonrası ise o anlattı biz dinledik. Kadın tahammülsüzce biz hiçbir şey sormadan direk konuya girdi. Sanki uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibiydi.

 

“Bakın kızlar size anlatacaklarıma belki inanmayacaksınız deli saçması diyeceksiniz ama nafile...” Kadının konuşma tarzı gerçekten de bizim zamanda yolculuk yaptığımızın ispatıydı çünkü bu zamanların aksanıyla ve kelimeleriyle konuşuyordu. Öyle ki bazı kelimelerini anlamasakta yine de araya girmeden onu dinledik.

 

“Bundan on üç yıl önce ülkemizde büyük bir deney yapıldı. Bu deneye daha çok yoksul kısım katıldı. Bunun nedeni ise deney karşılığı çocuklarını veren ailelere para yardımı yapılmasıydı biz ise o dönemler çok yoksulduk. Hoş şimdide çok farklı sayılmayız ama... Biz de o deneye çocuğunu veren ailelerden biriydik. O kadar yoksulduk ki bu yardıma ihtiyacımız vardı. İlk de bize dedikleri şey tamamen bir kaç yıl sürecek ve hemen ardından ailelere çocuklar geri verilecek dendi. Lakin öyle olmadı.” Daha fazla tahammül edemeyetek araya girdim.

 

“İyi de bu ne deneyiydi? Sizi bu kadar zor durumda bırakacak kadar...” Kadının o kocaman gözleri yaşarmış ve bizlere özellikle de Sena’ya gözlerini gezdirerek boğazını temizleyip devam etti.

 

“Bu deneyde özellikle yedi yaşını doldurmuş kız erkek her çocuk alınıp özel bir sıvıyla bedenleri uyutulup geleceğe göndermekti. Keza deney başarılı da oldu. Geri dönmeleri için uyutulmadan önce boyunlarına bir Anahtar kolye takıldı. Bu kolye sayesinde geri dönebileceklerdi. Sadece yapmaları gereken gittikleri yerdeki özel mülkü bulmak ve orada ki kapıdan bu anahtar sayesinde geçip geri dönmeleriydi. İlk başta her şey iyi sonuçlandı. Gidenler hakikaten de geri dönmeyi başardı. Lakin tek bir kişi hariç...”

 

Kadın anlatırken o kadar duygulandı ki ağlamaya başladı Sena, dayanamayıp kadının elinden onu destekler gibi tuttu ve gözlerinin içine bakıp “ devam edin sonra ne oldu?” Dedi. Kadın tek elini kaldırıp Sena’nın başını okşayıp devam etti.

 

“Sonrası ise o geri dönemeyen zamanda kaybolan çocuk sendin güzel yavrum, annen seni yıllarca bekledi. Bir umut geri dönersin diye bekledi. Lakin sen geri dönemedin biz de seni artık öldü zannettik. Kaç kez kadı’lara şikayet ettiysem de biz yoksuluz diye bizi hep hor gördüler ve derdimize derman olamadılar. Tam umudumu yitirmiştim ki sen çıktın karşıma işte dedim geldi. Benim kızım döndü.”

 

Kadın Sena’ya tekrar sıkı sıkı sarılıp ağlamaya başladı. İnanmakla inanmamak arasında kalmıştım. Bu olanlar doğruysa bu zamanda bu kadar ilerlemiş olamazlardı herhalde yani zaman yolculuğu yapılabilecek kadar ilerleyemezlerdi.

 

“Şimdi siz benim yalan söylediğimi düşüneceksiniz. Haklısınız da ‘kim bu kadın ne diyor bu?’ diyeceksiniz. Lakin Aybüke’m, sen benim kızımsın anlattıklarımın hepsi doğru.” Sena kadının kollarından ayrılıp ayağa kalktı derin bir nefes alıp bir iki adım ileriye gidip durdu. Geri bize döndüğünde gerçekten olanlardan etkilenmiş duruyordu. Sonra bizim yanımıza gelip,

 

“Kızlar kadın doğru söylüyor olabilir mi?”

 

“Saçmalama Sena, bu imkansız ve deli saçması, buna inandığını söyleme sakın!” Bu kez araya ben girmiştim.

 

“Ama doğru olabilir. Baksana kadın anahtar diyor, kapı diyor bence bir doğruluk payı olmalı.” Burçak bana dönüp,

 

“Sende mi Elif”

 

“Evet ben de! Ve daha fazlası olmalı sonuçta biz buraya o kapıdan geçip geldik hatta o anahtarla açtık kapıyı büyük ihtimalle dahası da var.”

 

“Ay inanmıyorum size ya resmen inandınız.” Sena ayağa kalkıp Burçak’ın üstüne yürüdü.

 

“Hayır yani sen niye inanmadın ki? Baksana anahtar diyor, kapı diyor, zamanda yolculuk diyor. Bence bir dinleyelim zaten hal hareketlerinden gösterir asıl niyetini.”

 

“Peki peki tamam dediğiniz gibi olsun.” Sena kadına dönüp daha fazlasını öğrenmek için söze girdi.

 

“Teyzeciğim, biz sana inanıyoruz. Ama sana bir sorumuz olacak?”

 

“Elbette!” Kadının yüzünde ki masum gülümseme bile bu kadının aslında yalanla işinin olmadığını gösteriyordu. Yani en azından Sena ve ben buna inanıyorduk. Aramızda tek inanmayan varsa o da Burçak’tı.

 

“Yalnız burada olmaz sizi evim de ağırlayayım.” Sena hiç bize sormadan atlayıverdi.

 

“Olur tabii.” Kadın sepetini tekrar koluna takıp önden önden ilerledi. Burçak ise Sena’nın koluna çimdik atıp onu durdurdu.

 

“Ne evi saçmaladın iyice kim bilir eve gidince bize ne yapacak?”

 

“Amma da korktun Burçak ya, yaşlı başlı kadının bize ne zararı olabilir ki.”

 

Burçak da sonunda pes etti ve biz kadının peşine düştük. Her şey iyi hoştu ama Sena da bir terslik vardı. Normalde böyle şeylere hayatta inanmamasına rağmen bu kadına hemen inanmış ve ne derse desin tamam diyecek bir kıvama gelmişti. Herhalde zamanda yolculuk yapmamış olsaydık Sena’nın tavırlarından bu kadının onun gerçek annesi zannedecektim.

 

Biraz yol yürüdükten sonra kadının evine nihayet ulaşmıştık. Yol boyunca tek bir kelime bile etmeden kadını takip ettik. Size evi tarif edecek olursam eğer, tek katlı kerpiçten yapılma duvarları olan bir evdi. Dış pencerelerinde ise revzen kullanılmıştı. Kadın evinin kapısının önünde durup bize döndü. Yüzünde ise en sahici gülümsemesi ile,

 

“Hadi kızlar buyurun eve geçelim.”

 

Üçümüz birbirimize soran gözlerle baktık eve girip girmeme konusunda pek kararlı sayılmazdık. Derken Sena’nın öne atılıp kadının arkasından gidişini izledik Burçak’la,

 

“Bu kız gerçekten iyi mi? Henüz tanımadığı bir kadının arkasından böylece gidilir mi?” Burçak haklıydı, aslında Sena’nın bu tavırlarını henüz ben de anlamış değildim. Burçak’a verecek cevap bulamadan arkalarından bizde eve girdik. Evin daha girişinde, sol tarafta uzun ahşaptan bir tezgah, evin bir duvarını kaplamıştı tezgahın hemen karşısında ise betondan yapılma büyükçe bir lavabo yer alıyordu bu ikisinin ortasında ise küçük revzan pencere vardı. Bu hol oldukça ufaktı ama uzunluğu neredeyse dört metre kadar vardı. Evin içi ise iki odadan oluşmaktaydı giriş kapısında hemen karşıda ki odaya girdiğimizde odanın tam orta yerine kurulu olan soba henüz yanmıyordu. Eh zaten yaz ayında olduğumuzdan yanmaması doğaldı. Kapıdan girdiğimde sağ tarafda ahşap kapısı olan büyük ve genişçe bir dolap vardı doğrusu bu kadar büyük ve geniş dolapta ne olduğunu merak etmiştim. Karşıda bulunan sedirlere geçip Sena’nın yanına oturduk. Kadın ise az önce bahsettiğim mutfakta bize içecek bir şeyler hazırladığını bardakların sesinden anlamıştım. Sena, etrafa uzun zamandır görmediği bir yeri nihayet görmüş olmakla büyük bir heyecan vardı sanki içinde Burçak ise etrafı inceliyordu ben ise tam ortalarında oturuyor ve dolaba dikkat kesilmiştim. Sarımsı kahverengi tonlarında bu geniş dolapta acaba ne saklıyorlardı.

 

Biz etrafa meraklı gözlerle bakarken kadın bakırdan tepsisiyle odaya girdi. Tepside ise üç tane bakır bardaklar vardı.

 

“Alın bakalım. Size buz gibi ayran yaptım. İçin soğuk soğuk.”

 

Önce tereddüt etsem de yinede kibarlık etmek için uzattığı bardağı aldım. Kadın tepsiyi tam ortamızda tutmuştu. Üçümüz de aynı anda aldığımız bardaklardaki ayranlarımızı önce Sena içmeye başlamıştı. Burçak ise yüzünü buruşturuyordu. Burçak tam bir first lady idi. Bu döneme kesinlikle uyuşmuyordu. Tıpkı kahvenin yanında verilen poğaça gibiydi ikiside birbirinden alakasız şeylerdi.

 

Ben ise Sena’ya bakıyordum. Sena ise ayranı tek seferde içip tepsiye bıraktı. Sena’da bir değişiklik olmadığını görünce bende bir yudum aldım. Bakmayın öyle hiç, sonuçta tanımadığım bir insanın evindeyim ve onun ikram ettiği bir şeyi içiyorum tabi ki tereddütlü olacağım. Ayranlarımızı içtikten sonra kadın sağ tarafımızda bulunan pencerenin altında ki sedire oturup bağdaş kurmuştu bile. Sena’ya öylesine bir özlemle bakıyordu ki bu kadına artık acımaya bile başlamıştım. Sena da zaten bugün bir tuhaftı acaba kan mı çekiyor diye düşünürken bu düşünceden hemen vazgeçtim çünkü böyle bir şey imkansız olmalıydı.

 

“Ee anlatacak mısınız artık neler olduğunu ve bizim neden buraya geldimizi?” Burçak artık dayanamayarak sorularını ardı ardına yapıştırmıştı. Kadın ise oturduğu yerden kalktı ve heyecanla hızlı hızlı yan odaya geçtik. Dakikalar geçmedi ki kadın elinde bez bir çantayla geri döndü.

 

“Onlar nedir öyle?” Diyiverdim. Kadın tekrar aynı yerine oturup hiçbir sey demeden çantadakileri çıkarmaya koyuldu üçümüz birbirimize bakarken anlam vermeye çalışıyorduk çünkü kadının bir açıklama yapmaya niyeti yok gibiydi.

 

“Bak kızım...” Dedi Sena’ya gösterip,

“Bu kitabı bu anahtarı hatırlıyor musun?”

 

Kadının gösterdikleri bizim kütüphanede bulduğumuz kitabın bire bir aynısıydı. Anahtarı söylemiyorum bile çünkü anahtar resmen bizim elimizde ki anahtarın aynısıydı. Ben anahtarı görür girmez boynumdan çıkarıp,

 

“Bunu mu diyorsunuz?” Dedim. Kadın büyük bir heyecanla elimde ki anahtarı alıverdi ve kendinde olan anahtarla yan yana koyup büyük bir heyecanla devam etti sözlerine,

 

“Evet tabi ya, bu işte en büyük ispatı, iki anahtar da aynı pek âlâ bu kitaptan sizde de var mı?” Sena, kulübede bulduğu bez, geniş çantanın içine koyduğu kitabı çıkarıp kadına uzattı.

 

“Bak yavrum, ikisi de aynı bundan güzel ispat olur mu hiç?” Sena, kadının elinde tuttuğu kitaplara ve anahtarlara bakakaldı.

 

“Sahiden de aynı, peki siz nereden buldunuz bunları?”

 

“Size dedim ya, bundan on üç yıl önceki deneyde bunlardan bize de verdiler olası bir faciada bunları delil olarak kullanırım diye saklamıştım. İyiki de saklanmışım.” Sena olanları sindirmeye çalışırken kadın tekrar etti.

 

“Şimdi inandın mı bana?”

 

Kendi kendime şunu düşündüm ne garipti aslında her şey bizim dönemimizde olsa bir DNA testi verir, kimin ne olduğu anında ortaya çıkardı oysa bu dönemde DNA testinin D’si bile bulunmamıştır daha işte insanlarda ellerinde olan şeyleri bir delil olarak kullanarak bulmaya çalışıyorlardı. Bu devirde insanlar gerçeklere nasıl inanıyorlardı aklım almıyordu. Zaten şimdiye kadar olanlara da pek aklım almıyordu ama neyse...

 

“Yani şimdi siz benim annemsiniz öyle mi?”

 

“Evet kızım ben senin annenim ve senin zamanın, evin, yurdun burası. Sen buraya aitsin aslında geldiğin yer senin yuvan değil! Senin atan burada, senin annen burada, baban burada güzel yavrum sen burada olmalısın.”

 

Sena’nın kafası öylesine karışmıştı ki bunu gözlerindeki şaşkınlıktan anlayabiliyorduk. Onada hak veriyordum sonuçta şimdiye kadar yetimhanede büyümüş annesinin babasının aslında yüzyıllar öncesine ait olduğunu bilmeyerek bizim zamanımızda nasıl yaşamıştı bilmiyordum. Tek bildiğim şey sanırım artık annesini bulmuş olmasıydı evini yurdunu bulmuş olmasıydı peki ya şimdiden sonra neler olacaktı? Sena bütün bunları sineye çekip artık burada mı yaşayacaktı, yoksa bizimle beraber eve mi dönecekti?

 

1539 mu..? Yoksa 2023 mü..?

 

Loading...
0%