Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm: 1539...

@pinar_0000

Herkes ve her şey yitip giderken bu zamanda, hayallerimiz ile başbaşa kalırız bazen, öyle ki bütün bu dünyadan kendimizi soyutlar, ve yeni dünyamızda bir başımıza kalırız. Uzaklara dalar, öylece düşünürken buluruz kendimizi... bazen denizin dalgasına, bazen güneşin batışına, rüzgarın sesine bırakır ordan oraya hoyratça savruluruz. Bu bizim kendimizle olan savaşımızdı belki de adına her ne derseniz deyin. Ve savaş bittiğinde, yani uyandığımızda her şey de bir şekilde bitmiş olur.

 

“Elif... ne yapıyorsun burada içeri gelsene.” Burçak arkamdan yaklaşıp, yanıma oturduğunda ben ise öylece bahçeyi izliyordum. Sessizce, kendi başıma kafa dinlemeye ya da içindekileri susturmaya çalışıyordum. Kim bilir... derken Burçak benden ses alamayınca konuşmaya devam etti sesi neşeli geliyordu.

 

“Sena’yı bir görsen hemen alıştı ailesine, içeri de beraber sohbet ediyorlar. Ben de yanına geleyim dedim ama...” bir dakika durdu. Elini, çeneme koyup yüzüne döndürdü. Onun bu hareketine can sıkıntısı ile nefes verdim.

 

“Neyin var senin, canın sıkılmış gibi söyle bakayım neye canın sıkıldı senin?”

 

“Yok bir şeyim.” Tekrar aynı yöne döndüğümde Burçak’ın durmaya niyeti yoktu. Belli ki öğrenmeden de gitmeyecekti.

 

“Ne demek yok bir şeyim? Anlat bakayım.” Pes edercesine bir nefes verip başladım anlatmaya, anlaşılan kurtuluşum yoktu. Sena, ailesiyle konuşmasının üstünden yalnızca iki saat geçmişti. Üçü baya bir kaynaşmış ve Sena ailesine yavaş yavaş alışmış onlara bir şans vermenin kimseye bir zararı dokunmayacağını söylemişti.

 

“Evimi özledim ne olabilir ki?” Diyebildim sadece aslında hem evimi hemde ailemi özlemiştim. Üniversite için geldiğimden beri bizimkileri görmemiştim. Sena’yı da ailesiyle mutlu olduğunu gördüğüm de haliyle kıskanmıştım sanırım.

 

“Sadece evini özlediğini düşünmüyorum. Dahası da var gibi.” Bilmiş tavrıyla bana gülümsüyordu. Gözlerimi devirip asıl konuyu anlattım.

 

“Tamam tamam anlatıyorum. Beni bu kadar iyi tanımak zorunda mısın?” Dediğimde gülüşü daha da büyüdü.

 

“Aşk olsun kaç yıllık arkadaşımı tanımayacak mıyım?”

 

“Sena’yı öyle görünce bizimkiler geldi aklıma tabi sonra bir de Umut...” dediğimde gerisini anlamıştı zaten sözümü tamamlamama bile gerek yoktu. O beni hep anlardı. Aslında hayatımız da bizi anlayan, cümlelerimiz yarıda kesildiğinde bile onu hiç kuşkusuz tamamlayabilecek insanlar olunca hayat daha da bir çekilesi oluyordu.

 

“Şimdi anlaşıldı. Sen kıskandın mı biraz Sena’yı?” Dediğinde suratında resmen bir abla edası vardı hani gurubun enleri olurdu ya aynen Burçak da gurubun ablasıydı resmen. Başımı evet anlamında salladığımda ellerini omuzlarımda sardı ve başımı göğsüne bastırdı. Sanırım sarılmaya ihtiyacım varmış.

 

“Oh ben sana kıyamam ama gel buraya... haklısın aslında ben de çok özledim bizimkileri ne yapıyorlardır sence şu an bizi aramaya başlamışlar mıdır?” Ondan ayrıldığım da,

 

“Seninkiler hemen başlamıştır eminim buna ama ben bizimkileri kırk yılda bir aradığım için ki keza onlarda aynı şekilde beni... o yüzden benim yokluğumu henüz fark etmemişlerdir.” Burçak’ın yüz ifadesi az önceki neşeli halini bırakmış yerine üzgün bir ifade koymuştu.

 

“Öyle deme onlar aramasa bile Umut deliye dönmüştür şu an bir de akşam buluşup bir şeyler yapacaktınız.”

 

“Evet ya... hepsi yalan oldu. Acaba ne yapıyor şu an kesin soluğu bizim evde almıştır. Sizinle hep orada buluştuğumu bilir.”

 

“Telefonumuz çalışmıyor değil mi?” Buraya geldiğimizden beri bir telefonum olduğunu bile unutmuştum. Ta ki Burçak hatırlatana kadar...

 

“Doğru ya...” dedim ve cebimden hiç çıkarmadığım telefonumu hazır ortalıkta kimse yokken açmaya çalıştım. Ama yok açılmıyordu. Aynı şekilde Burçak da kendi telefonunu denediği sırada onun ki açılmış fakat sinyal yok hatası veriyordu.

 

“Yok, sinyal yok hatası veriyor.”

 

“Normal değil mi? Daha santraller kurulmadı.” Dediğimde ikimiz de birbirimize bakıp güldük.

 

“Kızım sadece santral olsa neyse farkındaysan daha telefon icat edilmedi.” Bu sefer daha büyük bir kahkaha kopardık.

 

“Off her şeyin ilki bizde...” üstüne üçüncü espriyi de batlatıp gulerken akan gözyaşlarımızı elimin tersiyle sildiğimde Sena’nın yanımıza gülerek geldiğini gördüm.

 

“Ooo artık bensiz mi takılıyorsunuz?” Tam karşımızda da kollarını göğsünde kavuşturup, bize sitem dolu sözlerini savuruyordu. Gözlerimi devirip gülümseyerek,

 

“Hiç sensiz olur mu?” Dedim. Burçak da üstüne ekledi.

 

“Ee nasıl gidiyor sizinkiler ile, alışabildin mi?” İkimiz ortayı açıp Sena’yı tam ortamıza oturttuk.

 

“Yani... iyi insanlar bana da şimdiye kadar çok iyi davrandılar. Ve ben ilk defa kendimi ait olduğum bir yerdeymişim gibi hissettim. Daha önce hiç böyle bir his tatmamıştım. Kendimi gerçekten iyi hissediyorum.”

 

“İyi sevindim. Sen mutlu ol da.” Dedi Burçak gülümseyerek. Sonra ben de,

 

“Sena... burada onlar ile beraber mi kalacaksın?” Dediğim de bu soruyu sormamı beklemiyordu ama ben de onu burada bırakıp eve dönmek istemiyordum.

 

“Bilmiyorum. Bunu hiç düşünmedim. Bu yüzden bir ikilemdeyim sanki... şimdi tutupta geri dönsem yıllar sonra bulduğum ailemi sonsuza denk kaybedecektim. Ama burada kalırsam da ilmek ilmek işlediğim hayatımı ve sizi sonsuza denk göremeyecektim.” Burçak, Sena’nın kalbinin üzerine elini koyup,

 

“Sen kimseyi değil burayı dinle, kalbini...” dedi ve elini çekti. Sena aynı yere kendi elini yerleştirip yutkundu. Onun yerinde olmak istemezdim böyle bir ikilemde kimi seçerdim bilmiyorum çünkü.

 

“Neyse kızlar ben içeri geçiyorum geliyor musunuz?” Ayağa kalktı ve iki adım attığında bize arkasını dönerek. Burçak ve bende evet anlamında başımızı salladık. Neredeyse akşam oluyordu. İbrahim amcanın- ona artık amca diyordum çünkü kendisi öyle istiyordu.- daha bir süre burada kalacağını kızıyla fazladan vakit geçirmek istediğini duyunca bizim saray işi çöp olmasa bari diye dua ediyordum ki herşey bir anda aniden gelişti. Hatice teyze her şeyi başından beri anlatmış İbrahim amca her şeyi biliyormuş. Biz içeri geçip akşam yemeğimizi yedikten sonra üçümüzü yanına çağırdı. Biz de derhal yanina gittiğimiz de o sedir de bir ayağını altina yerleştirmiş diğer ayağını dizinden büküp sedir de dikleştirip oturuyordu. Aynı köy ağalarının oturduğu pozisyonda yani.

 

Bizi de oturmamız için işaret ettiğinde sırasıyla Sena ben burçak yan yana oturmuştuk. İbrâhim amcaya en yakınımız Sena idi tabi ki.

 

“Anlatın bakalım. Şu saray meselesi de nedir?” Dediğinde üçümüz birbirimize bakıp önce kim anlatmaya başlayacak diye bakışıyorduk.

 

“Ee hadi anlatın çocuklar.” İbrahim amca sabırsızca söylenirken, ben başladım anlatmaya, uzun uzun her şeyi bir bir anlattım. Buraya geliş sebebimizi, anahtarı, kitabı, geldiğimiz kulutphaneyi ve son olarak haritanın gösterdiği yere yani saraya nasıl girmemiz için tek tek ne gibi bir plan yaptığımı her şeyi anlattım. İbrahim amca ise büyük bir dikkatle beni dinledi. Hatta yukarı doğru diktiği bacağını bile indirdi. Ben bunları anlatırken kızlarda beni destekledi. Ve kararımızda ne kadar ciddi olduğumuzu ona gösterdik. Eh nihayetinde anlatma Faslını bitirdiğim de elini sakallarına sürtüyordu. Önce zihninde bütün bu söylediklerimi tartmaya çalışıyor gibi bir hali vardı Hatice teyze ise kapının yaninda ki sandalyeye oturmuş ellerini önünde birleştirmiş bizi dinliyordu. En sonunda kısa süren düşünceleri bitti ve dudaklarını araladı.

 

“Güzel düşün müşsünüz lakin, oraya gitmek biraz tehlikeli.” Dediğin de bir kez yutkundum.

 

“Neden ki sonuçta kocaman saray güvenlidir illa ki...” Sena araya girmişti bu kez.

 

“Güvenli olmasına güvenli. Lakin benim kastettiğim, içindekiler.” Dediğinde ne demek istediğini anlamamıştım. Aynı hisleri Burçak da yaşıyor olacak ki,

 

“Nasıl yani biraz daha ayrıntı verir misiniz?” Diye sordu.

 

“Haremin işi bitmez kızlar, içeri de kaç tane olduğu belli dahi olmayan sayısız hatun vardır. Biz bunlara cariye deriz. Bir de padişahın haremi vardır ki, bunlar hünkarın zevceleri ve çocukları olur. Bilinen iki tane zevcesi vardır şu anda sarayda ve biz pek tabi halk olarak onları görmeyiz bilmeyiz. Yüzleri padişah dâhi sır gibi saklıdır.” Biz pür dikkat İbrahim amcayı dinlerken sanki karşımda o değil de devrin en büyük alimleri varmış gibi hem ciddi hem de dikkatle bize olanlardan bahsediyordu.

 

“Yani demem o ki, bu yola çıkacaksınız temkinli olmanızda fayda var en ufak bir açığınızda kelleniz gider bilmiş olun.” O kadar soğuk kanlı konuşuyordu ki benim kanım donmuştu. Kelleniz gider lafında hafif irkilmedim değil. Ama her ne olursa olsun eve dönmemiz gerekiyordu. Bunun yolu riskli sonuçlar verecekse de biz bu sonuçlara katlanmalıydık. Sohbetin ise geri kalanı biz saraya gittiğimiz de nasıl bir yol izlememiz gerektiği ile ilgili tüyolar alarak geçti.

 

“Size şimdi bir fayton ayarlamam lazım. Siz zaten Hatice teyzeniz ile elbise falan halletmişsiniz. Hikayeniz de hazır. Lakin unutmayın tek bir yanlışınız da kelleniz gider. Özellikle Hürrem Sultan ve Mihrimah Sultan’a karşı çok dirayetli olmanız şart, ufacık bir açığınızda acımazlar söyleyeyim.” Sonra Sena’ya duygu dolu gözlerle bakıp ekledi. “Zaten kızımı zor bulmuşum tekrar kayıp edemem.”

 

Her şey artık çok netti. Her ne pahasına olursa olsun oraya gidecek bir şekilde eve dönüş yolunu bulup en sonunda da burada ki macera dolu günlerimizi arkamızda bırakacaktık. Ve nihayet evimize kavuşacaktık.

 

Bundan sonra ise her şey olması gereken en hızlı biçimde gerçekleşti. İbrâhim amcanın bir arkadaşı varmış. Ve onun da tabi ki de bir faytonu -at arabası- ona binebileceğimiz derece de düzenlediler bu arada İbrahim amcanın arkadaşı dediğim çocuk ise yaşı henüz yirmi beşler de olduğunu tahmin ediyorum. Biz kızlar arabanın içinde bulunan koltuklara minderleri yerleştirirken o çocuk da Burçak’a çaktırmadan bakarken yakalamıştım. Ama tahmin ederim ki Burçak hâlâ anlamamış olacak ki asla etrafına dahi bakmadan arabanın bir an evvel lüks olabilmesi için hazırlıklara yardim etmekle meşguldü. Bu çocuk ise atların yemini verip eğerlemek ile uğraşıyordu.

 

Bu sırada içeri minder almaya giden Burçak’ı kolundan yakaladım ve gözden kaybolmak adına içeri çekiştirdim.

 

“Elif ne yapıyorsun, bıraksana kolumu.”

 

“Gerçekten görmüyor musun?” Dedim gözlerini kırpıştırıp,

 

“Neyi?” Dedi.

 

“Dışarıda ki çocuğun deminden beri seni süzdüğünü...” diyiverdim. Bir çırpıda

 

“Hangi çocuk...”

 

“Burçak, anlamamış gibi yapma İbrahim amcanın getirdiği çocuk işte.”

 

“Yok canım bana neden baksın. Yanlış anlamışsındır.” Burçak’ı bildim bileli hiç sevgilisi olmamıştı. Flört olarak takılsa dahi ilerisi bir türlü gelmemişti. Şimdi buna inanmaması gayet doğaldı.

 

“Bak dikkatimi çekerim. Dışarıya çıkınca çocuğa bir bak eğer hala sana bakıyorsa ben haklıyım. Bakmıyorsa da sen.” Dedim ve onu orada kafası karışmış olarak bırakıp, iki minder alıp dışarıya çıktım. Tabi bir yandan da gözüm onlardaydı. Burçak elinde tuttuğu kumaşlar ile kapıda belirdi önce benim nerede olduğumu görmek ister gibi bana baktı. Hemen ardından zaten hali hazırda gözleri Burçak’ın üstünde olan o çocuğa döndüğünde de, haklı olduğumu Burçak da görmüş oldu. Sonra hızlı adımlarla çocuğun yanından kıvırcık sarı saçlarını savurup geçti.

 

Çocuk ise büyülenmiş gibi bakıyordu. Tabi sürekli bakmıyordu doğal olarak önünde ki işi yapıyor çok az bir zaman Burçak’ı kontrol ediyor. Sonra tekrar işine odaklanıyordu. Burçak kumaşı koymak için yanıma geldiğinde kulağına eğilip fısıldayarak,

 

“Haklıydım.” Dedim büyük bir gururla o ise suratını buruşturdu alay eder gibi ama bir yandan da bu durum onun hoşuna gidiyordu ki kısa bir zaman sonra o da çocuğa bakmaya başladı bizimki her ne kadar utancından bakışlarını kaçırsa dahi... ister misiniz kendi zamanımızda bulamadığı o büyük aşkı burada bulsun. Eh ne güzel valla Sena ailesi burada diye kalır. Burçak aşık oldu diye kalır ben de artık tek başıma ararım evin yolunu...

 

Saat daha sabahın erken saatleriydi. Ama arabanın dekorasyonunu bitirmiştik nihayet. İbrahim amca, Hatice teyze ve o çocuk bu arada sürekli o çocuk diyorum ama çocuğun adı Mehmet imiş. İbrahim amca, ona seslenirken duydum. Sena ben ve burçak içeride onlara şerbet hazırlıyorduk soğuk soğuk İçsinler diye. Tabi benim aklım Burçak ve Mehmet’deydi. Sena’ya da durumu anlattığım da o da çok şaşırdı.

 

“Anlamıştım ama ben bu çocukta bir şey olduğunu böyle manalı manalı bakışlar falan...” Sena, Burçak ile dalga geçerken, bir kol hareketiyle Sena’yı dürttüğünde dayanamayıp ben de atıldım.

 

“Çocuk aşık oldu demek ki ablası bak bak nasıl da utanıyor.” Sena ile ben aramızda gülüştük. Burçak da hemen ardından dudaklarını araladı.

 

“Siz geçin dalganızı, gidemeyip de burada kalırsak ne olacak asıl onu düşünün.”

 

“Ne güzel işte gelecek de bulamadığın aşkınla burada evlenirsin.” Deyip güldüm.

 

“Neyse neyse hadi şu şerbetleri içeri taşıyalım.” Dedi. Sena elindeki son şerbet bardağını tepsiye koyarken.

 

“Bence Burçak götürsün.” Dediğimde bir yandan da Burçak’taydı gözüm. Sena ise soran gözlerle bakarken ne demek istediğimi kısa zamanda anlayıp tepsiyi Burçak’ın kollarına koyuverdi.

 

“Siz ne kadar kötüsünüz.” Dudaklarını büküp bize söylenirken Sena ve gülümsüyorduk. Ama nedense hiç de itiraz etmeden tepsiyi dikkatli bir şekilde yanlarına götürdü. Mutfağın penceresinden onları izliyorduk. Burçak, tepsiyi sırasıyla once İbrahim amcaya sonra Hatice teyzeye tuttu. Onlar ise şerbetlerini alıp iş hakkında konuşurlarken sıra Mehmet’e gelmişti. Burçak tepsi de kalan son bardağı da alması için ona uzattığında Mehmet’in çaktırmadan da olsa Burçak’a baktığını gördüm. Burçak’ın ise resmen yanakları kızarmıştı utancından.

 

“Bak bak nasıl kızardı hemen.” Kıkırdadım. Burçak, ise bardağı verip hızlı adımlarla içeri girdi. Tepsiyi tezgaha bırakıp sandalye çekip oturdu. Kendimize ayırdığımız şerbetlerimizi içerken, Burçak’la daha fazla dalga geçmeyi bırakıp saraya gidince ne yapmamız gerekeceğinden konuştuk.

 

“Bir şey soracağım? Saraydakilerin Mihrimah Sultan’ın kuzenini daha önce görmediklerine emin miyiz?” Diye sorduğumda Sena cevapladı.

 

“Tabi ki eminim. Bir rivayete göre Sultan’ın kuzeni aslında düğünden sonra hatta epey bir zaman sonra saraya geldiği bilinir. Ya da gelemediği mi demeliydim. Aynı bizim planımızda ki gibi Hanzade hanımın arabasının önünü haydutlar keser ve bütün mal varlığına el koyarlar kadını ise alıkoymuşlar diye okumuştum.”

 

“O zaman bizim işimiz kolay, daha önce yüzünü dahi görmedilerse saraya girmemiz kolay olacaktır.” Dedim. Bundan sonra pek bir şey kalmamıştı. At arabamız hazırdı, giyeceğimiz elbiselerimiz dahi hazırdı. Fakat düğüne ise sadece dört gün kalmıştı. Biz ise düğüne iki gün kalımı sarayda olmamız gerekiyordu. Bunun nedeni ise düğün bittikten sonra sarayı terk etmemiz lazımdı. Orada bir saat daha fazla kalmak demek foyamızın ortaya çıkması demekti. Zaten bu devre ait pek bir şey bilmiyorduk. Üstüne bir de yalanımız ortaya çıkarsa bu devirde ölmemiz bile muhtemeldi.

 

Önümüzdeki iki gün su gibi geçti. Biz de o sırada gerekli hazırlıkları tamamladık. İbrahim amca ve Hatice teyzeden saray hakkında, bildikleri kadarıyla, bize bilgilerini verdiler ki oraya gidince afallamayalım diye. Bu iki gün içinde güzel haberler de oldu. Mesela Burçak ile Mehmet gibi... İki günde birbirlerini ısındılar, buradaki insanların deyimiyle, pek muhtemel bir muhabbetle birbirlerine bağlandılar. Burçak mutluydu önemli olan da buydu zaten o mutluysa biz de mutluyduk Sena ise ailesiyle beraber biraz daha fazla vakit geçirdi. O da bizimle geleceğinden ne kadar çok onlarla beraber vakit geçirirse kârdır diye düşündüm. Bana gelince, ben her zamanki gibiydim Hatice teyzeye yardım ettim. Pazara beraber gittik bahçe işleriyle uğraştık derken zaman bir türlü geçti.

 

Tabii bir yandan da aile özlemim ve de Umut’a olan özlemim bir hayli artmıştı. Bir türlü onları düşünmeden edemiyordum. Acaba ne yapıyorlar şu an? Gerçi Umut’un ne yaptığını kesinlikle biliyordum da neyse... Asıl benim merak ettiğim ailemin beni arayıp aramadığıydı. Beni birazcık olsun önemsiyorlarsa beni mutlaka arayacaklarını düşünüyordum.

 

Ve işte o gün gelmişti. Üç küçük bohça yapıp, Mehmet’in de yardımıyla arabaya yerleştirdik. Tek tek herkesle vedalaşıp arabaya geçtik arabamızın şoförü ise İbrahim amcaydı. Biz binmiştik ama Burçak, Mehmet’ten ayrılıp bir türlü gelmek istemedi ama sonunda Mehmet onu ikna etti ve o da onunla vedalaşıp arabaya bindi. Hatice teyzenin elinde bakırdan yapılma çiçek motifleri ile bezeli, sürahi de ki suyu elinde tutuyordu. İbrahim amca atlara komut verip, gayet hareket etmiştik. Arkamdaki perdeyi aralayıp Hatice teyzeye baktığım sırada elindeki büyük sürahideki suyu arkanızdan dökmüş ve el sallıyordu.

 

Burada bu evde geçirdiğim birkaç günü gerçekten unutmayacaktım. Zihnimin bir köşesine kazınmıştı adeta, bu devirdeki insanlar öylesine güzel öylesine iyi kalplilerdiki keşke kendi devrimiz yerine burada yaşasaydım diyordum bazen. Pek tabii bu mümkün değildi. Biz oraya 2023’e aittik bunu hiçbir şey ve hiçbir kuvvet değiştiremezdi. Zaten biz de şu anda saraya bunun için gidiyordum günümüze dönebilmek için...

 

“Bu araba ne kadar çok sallıyor içim dışıma çıktı vallahi.” Sena kendi kendine söylenirken Burçak ise hüzünlü hüzünlü dışarıyı izliyordu ormanlık yoldan geçtiğimiz için perdeleri açmıştık normalde perdeyi açmak yasakmış çünkü arabanın içinde kimin olduğu gözükmemeliymiş. Sanırım bunun nedeni ya kadın olduğumuz için ya da olası bir hırsızlık vakasını önlemek içindi bilmiyordum.

 

“Farkındaysan at arabasındayız normal arabalar kadar olmayacaktı elbette sık dişini biraz az kaldı.” Dediğimde söylediklerim pek işe yaramamış olacak ki kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Gözlerimi Sena’dan ayırıp Burçak’a döndüm.

 

“Burçak neyin var senin evden ayrıldığımızdan beri ağzını bıçak açmıyor.” Güçlü bir nefes vererek gözlerini kırpıştırıp bana döndü.

 

“Ne olsun daha, tam hayatımın aşkını buldum derken şimdi ondan tekrar ayrıldım.” Dedi ellerini kucağında kavuşturmuş önüne bakıyordu. Teselli etmek için Sena’nın yanından kalkıp Burçak’ın yanına oturdum elimi omzuna koydum ve devam ettim.

 

“Üzülme hayat bu, belki tekrar karşılaşırsınız.” Dediğime kendim bile inanmadım ama ne diyeceğimi de bilememiştim.

 

“Sence bu mümkün mü? Eve dönmenin yolunu bulduğumuzda eve döneceğiz ve onu sonsuza dek kaybedeceğim belki de.” Haklıydı elimi omzundan çekip önüme döndüm. Bir şey söyleyemedim, o da az önce bakmaya devam ettiği pencereye döndü ve dışarıyı seyretmeye daldı.

 

Geçtiğimiz yol Toprak yoldu atların ayak sesini duyuyordum. Araba hafif sallanarak ilerliyordu. Yollarda ara ara durup İbrahim amca bir şey var mı diye bizi kontrol ediyordu sonra binip tekrar devam ediyorduk. Yolumuz uzundu aslında kısaydı ama at arabasıyla gittiğimiz için yol biraz uzuyordu haliyle. Evden çıkmadan önce Hatice teyzenin bize hazırladığı erzak çantasından sandviçleri çıkartıp Sena ve Burçak’a uzattım. Burçak yemek istemedi ama ısrar ettim sonra ısrarlarıma dayanamadı ve eline aldı. İki dakika sonra durduğumuzda ise İbrahim amcaya da diğer sandviçi uzattım. Bir süre burada mola verdik. İbrahim amca sandviçini yedikten sonra atları yemledi. Ufak tefek ihtiyaçlarımızı gördükten sonra yola tekrar koyulduk. Saray’a ise haberimiz çoktan ulaşmıştı nasıl derseniz anlatayım.

 

İbrahim amcanın çok kuvvetli tanıdıkları vardı. Bunlardan birkaçı sarayda çalışıyordu. Onların aracılığıyla mektubu yani Mihrimah Sultan’ın kuzeninin geleceği haberini sultan’a ulaştırdılar. Yani biz daha saraya varmadan önce bizim adımıza hazırlıklar çoktan yapılmış olmalıydı. Hatta bir karşılama töreni bile bekliyordum şahsen. Bunu ise izlediğim bazı dizilerden biliyordum. Tabii ki dizilerin çoğu gerçek hayatı asla vermiyordu ama yine de birçok tarihi olayı dizilerden öğrenmiştim.

 

Anahtarı ilk bulduğum günü hatırlıyorum da, anahtarın geçmişe açılan bir kapı olduğunu bilseydim gelmeden önce mutlaka iyi bir araştırma yapıp öyle gelirdim. Ya da düşündüm de geçmişe açılsaydı ve ben bunu bilseydim acaba yinede gelir miydim? Zannediyorum ki kesin gelirdim sırf meraktan... çünkü okuyoruz ve görüyoruz ki geçmişte birçok olayın döndüğünü ve Osmanlı Devleti’nin çok büyük bir devlet olduğunu biliyordum zaten ve buna rağmen ben kesinlikle yine de gelirdim. Bir şekilde geri dönmenin yolunu bulurdum nasıl olsa, şimdi de olduğu gibi... bunun için saraya gidiyorduk öyle değil mi? Eve dönebilmek için...

 

Şu an biz Topkapı Sarayı’na gidiyorduk. Benim açımdan zamanın durduğu, bütün entrikaların döndüğü, sırların sır olmakla beraber hüküm sürdüğü, büyük gösterişli altın bir kafesti orası.

Topkapı sarayı’na günümüzde bir kez gitme fırsatında bulunmuştum. Daha bahçesine girdiğimden itibaren beni öylesine büyülemişti ki... bahçesi büyük, geniş ve yemyeşildi. Sanki hâlâ o zamanlardaymışız da zaman hiç dönmemiş bu zamana kadar gelmemiş aradan neredeyse 500 sene hiç geçmemiş de hala o senelerdeymişiz gibiydi. İçeriye girdiğimde ise o filmlerde gördüğüm her sahne gözümün önünde canlanmıştı ve içimi çok tuhaf bir his kaplamıştı adeta hala o dönemlerdeyiz ve şu kapının arkasından Bir Sultan ya da bir padişah çıkacak da geliverecekmiş gibiydi.

 

Hayat ne garip, bundan 400 yıl önce yani günümüzde bir müze halinde orayı gezmeye gittiğimde, her odanın boş, koridorların ıssız ve içerisinde minyatür heykellerin olduğu bir saraydı. Şimdi ise ta kendisine gerçeğine ve kendi zamanında bütün yaşanmışlıklarıyla orada bir müddette olsun bulunmaya, yaşamaya gidiyorduk. Bunun anlamının ne demek olduğunu biliyor musunuz? Sanırım ben de daha gidene kadar bunu ne demek olduğunu tam anlayamayacağım. Ancak oraya gittiğimde bu büyülü dünyanın kapılarını aralayacaktım.

 

Saatler sonra o gösterişli büyük kapının önündeydik. Nihayet uzun yolculuğumuz bitmiş, sarayın kapısının önüne gelmiştik. Dakikalar sonra fayton durdu. Sanki yüksek bir yerden atlamış gibi bir ayak sesi duyduğumda, İbrahim amcanın attan indiğini düşündüm. Perdeyi hafif araladım etrafa bakmak için ve tabii görünmemek için kendimi sakladım. İbrahim amca, kapıda dikilen iki muhafız ile konuşuyordu. Hava ise oldukça aydınlık, güneş yakıp kavuruyordu ortalığı. Biz ise arabada sıcaktan pişmiştik. Sena, Hatice teyzenin ona hediye ettiği yelpazesini çıkarmış serinlemeye çalışıyordu. Ara arada bizim yüzümüze de tutmayı ihmal etmiyordu.

 

“Kendimi büyük bir kazana atılmış ve pişiriliyor gibi hissediyorum.” Dedi yelpazesini daha da güçlü sallayarak.

 

“Geldik neyse ki... ya kızlar ben acayip heyecanlıyım.” Dedi Burçak da,

 

“Ben de çok heyecanlıyım. Foyamızı ortaya sererim diye çok korkuyorum heyecandan.” Dediğimde ellerim titriyordu. Aslında buraya kadar her şey normaldi ama şimdi o büyük sarayın tam önünde içeriye girmek üzereydik. Ve heyecandan bayılmak üzereydik.

 

“Merak etme biz yanındayız. Yalnız değilsin.” Dedi Burçak onun sevgi dolu sesi ikimizinde heyecanını almaya yetiyordu. İçimizde en umursamaz davranan ise Sena idi. Acaba benim yerime onu mu Hanzade hanım yapsaydım.

 

“Sena, ne kadar sakinsin acaba benim yerime sen mi kuzeni Hanzade hanım olsan?” Dediğimde yelpazesini kapattı ve ellerini sallayıp,

 

“Yok yok ben böyle bir sorumluluğu kaldıramam.” Dedi. Burçak ve ben gülüştüğümüz sırada fayton bir anda hareketlendi. Perdeyi aralayıp baktığım da büyük devasa kapı gıcırdayarak açıldı. İşte o ezber bozan güzelliğiyle Topkapı sarayı tam karşımızda ve bu kapının ardında bütün ihtişamıyla bizleri selamlıyordu. Kalbim pır pır atarken derin nefesler aldım. Sarayın avlusundaydık. Bir müddet daha gittik ve İbrahim amcanın atlara verdiği komut sesiyle atlar kişneyerek durdu.

 

Saniyeler içinde İbrahim amca kapı tarafında bulunan yaklaşık 50 santim ahşaptan yapılma kapıyı açıp içeride kapıyı boylu boyunca kapatan kalın perdeyi araladı. Bizlere göz kırptığı sırada bize geldiğimizi ve inmemiz gerektiğini belli etti ya da ben öyle anladım ilk önce perdeyi bizim geçebileceğimiz biçimde iyice açtı. Daha sonra bana elini uzattı ve önümde eğildi. İbrahim amcanın önümde eğildiğini görünce bende içimden ‘aman estağfurullah İbrahim amca.’ Diyesim gelsede hemen ardında görünen saray halkı beni bu düşüncemden vazgeçirdi.

 

Kalbim resmen atmayı durdurdu. Çünkü onu gördüm. En önde tüm asilliği ve bir döneme damgasını vuran güzelliğiyle ay gibi parlıyordu. Dikkatlice İbrahim amcanın elini tuttum ve iki basamaklı merdiveni indim. İki adım atıp ileride durdum. Şimdi selam vermem gerekiyordu. Mihrimah Sultan’ın önünde hürmetle dizlerimi kırıp eğildim. Beni görünce o güzel ay gibi parlayan yüzü gülümsedi.

 

“Hoşgeldiniz Hanzade Hanım, sarayımıza şeref verdiniz.” Dediği sırada bir kez yutkundum. Ufak bir baş selamı vererek,

 

“Hoşbulduk sultanım, bahsedildiği kadar güzel ve zarifmişsiniz.” Dedim gayet kibar bir üslup ile, tabi o sırada içimden pot kırmamak için verdiğim mücadelenin haddi hesabı yoktu. Tabii birde onların dilinde konuşmak beni öldürüyordu. Kendi dilimden kelimeler ağzımdan kaçacak diye resmen gerim gerim gerilmiştim. Mihrimah Sultan ardımdan inen Burçak ve Sena’ya soran gözlerle baktığında hemen onları da tanıttım.

 

“Burçak ve Aybüke benim nedimelerim olurlar yıllardan beri benim hizmetimdeler sultanım, sizin için bir mahsuru yoktur inşallah.” Dedim. Sena’yı ise Aybüke diye tanıtmanın sebebi, Sena isminin pek bu devre uygun bir isim olmadığını düşündüm. Hem zaten Hatice teyze de ona bu şekilde hitap ediyordu. Kızını deney için vermeden önce ona bu ismi koyduğundan. Bu sırada ise az önce ettiğim söz için ‘biraz büyük laf ettim mi acaba?’ diye düşündüğüm sırada Mihrimah Sultan’ın dudağı yukarı kıvrıldı ve ben rahatladım.

 

“Tabii ki bir mahsuru yok. Gelebilirler. Dilerseniz daireme geçelim. Kızlar siz de Hanzade hanımın odasını hazırlayın.” Eteklerini savurup kızlara emirler verip birlikte dairesinin yolunu tuttuk.

 

Geçtiğim yerler adeta cennet gibiydi. Mis gibi kokan laleler ki bilirsiniz Osmanlı’nın simgesidir laleler ve sultanların lale şeklinde bronşları vardır bu broşlar onların hanedandan biri sayıldıklarını ifade ederdi. Hatta Mihrimah Sultanda da bir tane görmüştüm.

 

İbrahim amcanın faytonuyla beraber saraydan çıkışını gördüm. Büyük kapı tekrar ardından kapandığında içim garip bir his ile dolmuştu hayatımız sanki üç kademede ilerliyordu. İlk kademe 2023 de yaşadığımız hayattı. İkinci kademe, zaman yolculuğu yapıp Hatice teyze ve İbrahim amcanın yanında geçirdiğimiz kademeydi. Üçüncü kademe ise şimdi başlıyordu. Sarayda kısa süreli yaşamımızdı. Umarım her şey bizim açımızdan temiz ve gürültüsüz geçer, tez vakitte eve dönüşümüzün yolunu bulur, tekrar kademe de başa dönebilirdik.

 

Loading...
0%