Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm: 2023...

@pinar_0000

Arabayı park edip evin kapısına kadar gelmiştim. Kapının ziline bir kaç sefer bastığımda ne içeriden bir ses geldi ne de kapıyı açan oldu. Bir kaç sefer kapıyı vurdum ama yine açan olmayınca iyice endişelendim. Kapıyı vurmayı bırakıp, pencerelerden içeriyi kontrol ettim. Ama içeride kimse görünmüyordu. Bir kaç seferde seslenmeyi denedim. Ama yok ne bir ses vardı ne de bir görüntü...

 

“Birine mi bakmıştınız.” Tanımadığım sese dönüp baktığımda orta yaşlı bir kadın soran gözlerle beni süzüyordu. Kapının önünde ki merdivenleri bir kaç adımda inip kadının karşısında durdum.

 

“Burada Elif adında bir kız oturuyor da ben arkadaşıyım onun bir kaç gündür haber alamıyorum ondan siz nerede olduğunu biliyor musunuz?” Kadın durdu. Bir eve bir de bana baktı ve devam etti.

 

“En son sabah gördüm. Yanında arkadaşıyla birlikte alale acele çıktılar. Hatta seslendim arkalarından ama duymadılar.”

 

“Peki başka bir yerde falan gördünüz mü hiç.” Umutla kadından alacağım tek bir haberi bekliyordum.

 

“Yok evladım, görmedim.” Arkasını dönüp gittiğinde, sinirle ayağımın ucunda bulunan taşı teptim ve merdivenlerin oraya çömelip oturdum. Elimde ona ulaşabileceğim tek bir şey yoktu. Sadece bir telefon, o da sürekli kapalıydı.

 

Telefonu kaldırdım. Daha sonra Selim’i aradım. Telefon ikinci çalmasında açıldı.

 

“Alo Selim...” dedim. Sıkıntılı nefesimin ardından devam ettim. “Yoklar abi kafayı yiyeceğim ya nerede bunlar ben iyice endişelenmeye başladım.”

 

“Sakin ol ağabeyciğim bulacağız nasıl olsa yer yarılıp da içine girmediler ya.”

 

“Yok ben polise gideceğim.” Dedim ayağa kalktım ve arabaya yöneldim.

 

“Tamam ben de geleceğim orada görüşürüz.” Telefonu kapatıp ceketimin cebine attım. Arabaya binip oradan ayrıldım. Yolda giderken, daha bir kaç dakika öncesine kadar güneşli olan hava bir anda bozmuş yerini kara bulutlar almıştı. Hafiften de yağmur çiselemeye başladığında, son sürat yol yapıyordum. Aklıma nerede olabileceklerine dair en ufak bir ipucu dahi gelmiyordu. Üstüne birde yağmur yağmaya başlamıştı. En iyisi polise gitmek ve bütün olanları anlatmaktı.

 

Yaklaşık yarım saat sonra polis merkezinin önünde arabayı park ettim tam içeri girecektim ki tanıdık bir ses beni buldu.

 

“Umut, ağabeyciğim bekle beraber girelim.” Bu ses Selim’e aitti. O da taksiden inmiş ve bana doğru koşar adım yaklaştığında sırtıma elini koydu. Bana destek olurcasına, sonunda beraber içeri girdik.

 

En yakın polis memuruna gidip olayı anlattık.

 

“Evet aynen böyle oldu memur bey, ben kız arkadaşımı almak için kütüphaneye gittim. Fakat orada yoklardı. Eve gitmiş olacağını düşünerek evine gittim. Çünkü üçü birlikte Elif’in evinde buluşurlardı. Fakat orada da yoklardı. Zaten az öncede bahsettiğim gibi telefonuna bayağıdır da ulaşılamıyor. Bunca zaman kapalı durması bende şüphe uyandırdı.” Bu ve bunun gibi ne biliyorsak Selim de bende anlattık.

 

“Sizi anlıyorum. Ama yirmi dört saati doldurmayan kayboluşlar için bir şey yapamayız. Yirmi dört saati doldurduğunda eğer hâlâ haber alamazsanız. O zaman bir daha denersiniz. İyi günler.” Dedi bizi başından atmak istercesine, memurun bu tavrı beni oldukça sinirlendirdi. Yumruk yaptığım elimi iyice sıktım. Onu burada yerin dibine gömerdim ama dua etsin daha sonra ona ihtiyacım olacak. Umarım ona ihtiyacım olmadan Elif’i bulurdum. Sonunda o lanet memurun yanından ayrıldık. Madem polisten medet yoktu. O halde kendim arayacaktım onları.

 

Selim ile beraber arabaya bindik. Hareket ettirmeden önce öylece oturuyorduk çünkü nereden başlayacağımızı bilmiyordum. Sessizliği bozan Selim oldu.

 

“Şimdi ne yapıyoruz ağabeyciğim, bir planın var mı?” Karşıya bakan gözlerim Selim’in gözlerini bulduğunda sinirle kaşlarım çatık halde ona bakıyordum. Ne yapacağımı bende bilmiyordum.

 

“Bilmiyorum...” diyebildim sadece başka nerede bulacağımı bilmiyorum. Gidebileceği her yeri denedim ama yoktu. Akşam da olmak üzereydi polis merkezine girmeden önce yağan yağmur sakinleşmiş güneş batmadan önceki son demlerini yaşıyordu gökyüzünde. Ve ileri de bir yerde gördüğüm gökkuşağı bana bir şey hatırlattı. Hemen arabayı çalıştırdığımda Selim soran gözlerle beni izliyordu.

 

“Ne oldu bir şey mi buldun, nereye gidiyoruz?” Dediğinde onun sorularını cevapsız bırakarak. Olabilecek en hızlı şekilde sürdüm arabayı.

 

“Abi yavaş nereye gidiyoruz? Bir şey bulduysan bana da söyle!” Ben ise kilitlenmiş gibi sadece yola bakıyor ve arabayı sürüyordum. Kafamda bin bir çeşit düşünce vardı olabilecek ya da gidebileceği her ihtimali düşündüm. En sonunda ise aklıma gelen tek yere geldim tabi ki okula...

 

“Ne yani okul mu, Daha önce nasıl aklımıza gelmedi?” Selim söylene söylene arabadan indi. Ben de indiğimde bahçede oldukça az insan vardı sanırım onlar ikinci öğretim olmalıydı. İkinci öğretim öğrencilerinin dersleri akşam olurda ondan.

 

“Kafam öyle karıştı ki buraya geleceklerini unutmuşum.” Diyebildim sadece, daha sonra vakit kaybetmeden her zaman takıldığımız okulun kantinine baktık orada yoklardı, daha sonra sınıflara çıktık Selim de bende bir o sınıfa bir bu sınıfa baktık ama maalesef orada da yoklardı.

 

“Bir tek bakmadığımız yer tuvalet kaldı.” Dedi selim, ellerini beline koymuş yorgunluktan hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Keza bende öyle, esasında bunca yere baktık bir tuvalet kalsa bile orada olduklarını düşünmüyorum. Ayrıca kızlar tuvaletine nasıl gireriz. Delirmiş olmalı.

 

“Şaka yapıyorsun herhalde, oraya nasıl gireriz.” Koridorun ortasında birbirimize sayıp dökerken ileride sağda ki tuvaletten kızların çıkıp girdiğini görüyordum.

 

“Hayır ağabeyciğim ya şaka yapmıyorum.” Elimi yüzüme götürüp sakinleşmeye çalıştım. Yoksa dahiyane fikirleri beni çılgına çevirecekti.

 

“İyi önden buyurun ama ben girmem ona göre.” Ellerini havaya kaldırdı.

 

“Zaten ben de meraklısı değilim. Ama buna mecburuz.” Dedi. Neye mecbursak, şuan bu yaptığımız oldukça saçmaydı. Ama öyle bir hale gelmiştik ki kızları bulamamanın verdiği çaresizlikten ne yaptığımızı bilmiyorduk. Ben olduğum yerde Selim’in içeri girmesini bekledim. O ise önden ilerleyip kızlar tuvaletinin yanında beklemeye başladı. Göz göze geldiğimiz sırada ‘ne yapıyorsun girsene.’ Diye bir ağız hareketi yaptım. Ama o ise eliyle beklemem gerektiğini işaret etti. Elimi alnıma sertçe bastırdım ve içimden sabır diledim. O ise içeriden ilk çıkan kişiye bir şeyler soruyordu. Hatta beden dilinden anladığım kadarıyla bizim kızların fiziki yapılarını tarif ettiğini söyleyebilirim. Zaten onun içeri gireceğine zerre ihtimal vermemiştim ya neyse...

 

En sonunda istediği cevabı almış olacak ki yanıma gülümseyerek geldi.

 

“Ne oldu oradalar mıymış.” Dediğimde tam karşımda durup,

 

“Yok ağabeyciğim ya içeri de sadece kendinin olduğunu ondan başka birinin olmadığını ve tabir ettiğim şekilde birini de daha önce görmediğini söyledi.” Sinirden yumruk yaptığım elimi havaya kaldırdım tam ona vuracaktım ki kendimi durdurdum.

 

“Lan o zaman neden gülerek geliyorsun deli misin sen? Bende oradalar sanıp sevinmiştim.”

 

“Ne bileyim ağabeyciğim kız çok güzeldi de ondan şey yaptıydım.” Karşımda labuali konuşması beni deli etmeye yetiyordu.

 

“Hani sen Burçak’ı seviyordun?” Dediğimde bir şey söylemeden elleriyle anlamsız bir işaret yaparak geçiştirdi. Kendime tekrar sabır diledim ve okuldan uzaklaştık.

 

Elif’in, Burçak ve Sena’dan başka bildiğim başka arkadaşı yoktu. Hep üçü birlikte takılırlardı. Zaten Sena, guruba sonradan dahil olmuştu. Tekrar arabadaydık. Elif’i bir kez daha ümitle aramaya başladım. Ve artık duymaktan uzandığım ses artık kulaklarımı tırmalıyordu.

 

“Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.”

 

Can sıkıntısı ile nefes verdim. Telefonu cebime koydum. Selim de aynı şekilde Burçak’ı neredeyse yedi yüz elli defa arıyordu. Yine aynı ses telefon ahizesinden duyduğum da tüylerim diken diken oldu.

 

“Yok Burçak’a da hâlâ ulaşılamıyor.” Dedi telefonu kapatıp cebine koyarken. Tabi o sırada aklıma en kötü ihtimal gelmişti.

 

“Ya başlarına daha kötü bir şey geldiyse, ya şuan onları kurtarmamızı bekliyorlar ise?” Dedim endişeyle...

 

“Benimde aklıma gelmiyor değil.” Yolun kenarında arabada öylece duruyorduk. Nereye gittiysek elimiz kolumuz boş döndük. Nereye başvurduysak olmadı, kapılardan dönüp geldik. Bu kez gerçekten elimiz kolumuz bağlı idi. Ailesi telaşlanmasın diye onlara daha bir şey söylememiştim. Ama onlar da yakında bir tuhaflık olduğunu anlayıp kızlarını aramaya başlayacaklarından emindim. En azından onlar daha fazla işkillenmeden bulsak çok iyi olacaktı.

 

1539...

 

Sadece şunu diyebilirim, garip bir his olsa gerek doğduğundan beri sarayda yaşamak, hele ki sultan olarak geldiysen bu dünyaya... altınlar, gümüşler, zümrütler, yakutlar önüne serilir. Hizmetine cariyeler verilir. Sarayda sözün geçer. Emrettiğin her şey anında yapılır. Ellerini bile sen yıkamazsın hizmetinde ki cariyeler yıkar. Elbiselerini bile kendin giymezsin onu da hizmetinde ki cariyeler yapardı.

Hatta ve hatta kendin yıkanmak yerine onlar seni de yıkarlar. Uzun gür saçlarına işlemeli taçlar, tokalar takarlar, her sırasında pek çok çeşit bulunan mücevherler takarlardı. Aslında bakarsanız özenmemek elde değil.

 

Fakat kötü yanları da vardır sultan olmanın, yaşınız henüz on yedi iken sizi başka bir adamla hatta belki de hiç sevmediğiniz biriyle aynı hayatı paylaşmak zorunda bırakılmak gibi Mihrimah Sultan da bu sultanlardan biriydi. Evleneceği kişiyi sevip sevmediğini henüz bilmesem de bence o da zorlanıyordu evlenmek için...

 

Ve sultan olmanın belki de en kötü yanını söyleyecek olursam kendileri hariç sevdiklerinin ölümünü bizzat yaşamak olurdu. Mesela kardeşleri yani şehzadelerin taht için katledilmek zorunda kaldıkları gibi çünkü daha bu zamanlarda tahta yalnızca bir tane şehzade geçebilirdi. Tahta geçen şehzadenin ise ilk emri kardeşlerinin katline ferman vermek oluyordu ne yazık ki bütün bunlardan önce hünkar babalarının ölümü idi. Sonuçta hünkar ölürse ancak taht oğullarından birine geçerdi. Bu yüzden bir Sultan’ın en acı kaybıdır babasının ve kardeşlerinin ölümünü görmek, tabi validesini söylemiyorum bile bir anne olarak onun acısı daha büyük olacaktır.

 

Bütün bunları düşünürken, Mihrimah Sultan’ın yanında, cariyelerimiz arkada tabi Burçak ve Sena da dahil, yürüyorduk. Tüm bu düşünceler resmen gözümün önünden film şeridi gibi akıp geçtiğinde Nihayet Mihrimah Sultan’ın dairesine ulaşmıştık. Kapı da ki cariyeler bizi görür görmez sanki aynı şeyi yapmaya programlanmış robotlar gibi kapıyı açtılar.

 

Kapı açıldığında büyük, aydınlık ve ferah bir oda karşıladı bizi kapıdan girdiğimiz de ben büyük bir hayranlıkla etrafı süzüyordum. Burçak ve Sena’nın aynı şeyleri yaptığını gördüm. Kapıdan girer girmez tam karşıda üstünde cibinlik olan çift kişilik büyük bir yatak karşıladı. Yatağın ise sağ tarafında duvar ile aynı renkte olan şömine vardı yaz ayında olduğumuzdan henüz kullanılmıyordu. Başımı ise sol tarafta bulunan ve tam altı adet saydığım pencerelerin altında bulunan sedir gibi olan ama daha çok ayakları olmayan ve birbirlerine bitişik koltukları gördüm tabi hemen orta yere oturmuş olan Mihrimah Sultan, sabırla benim etrafı süzmemi bitirmeyi bekliyordu.

 

“Dairemi sevmiş olmalısın.” Dedi. Oturduğu yerde sağ elini diğer elinin üstüne koymuş oldukça dik oturuyordu. Ve bana gülümsedi. Ben ise hayran bakışlarımı kendine getirerek,

 

“Affedin sultanım dalmışım. Uzun zaman oldu saray ne kadar değişmiş.” Küçükken buraya geldiğimi bildiğinden çaktırmamaya çalışıyordum.

 

“Vakit ne çabuk geçiyor öyle değil mi?” Ben olduğum yerde etrafa bakınırken devam etti. “Gelsene uzakta durma.”

 

Eteklerimi düşmemek için tutup önümde bir basamak olan merdiveni çıktım ve yanına gösterdiği yere oturdum. Şimdi odanın manzarası daha bir belirgindi. Gözlerimi kızların üzerlerinde gezdirdim. Onun da benim gibi iki tane cariyesi vardı. Ve bu cariyeler onlardan daha sönük ve cansız kıyafetler giyiyorlardı. E tabi sultan gibi işlemeli, mücevherli şeyler giyemezlerdi. Bir de Burçak ve Sena’ya baktım. Biz sarayı fazla bilmediğimiz için baya bir özenmiştik. Hatta onlarda aynı benim gibi abartılı giyindiklerinden oldukça dikkat çekiyorlardı.

 

“Nasıl buldun, beğendin mi sarayı?” Dedi. Mihrimah Sultan, hala o dimdik duruşunu bozmadan oturuyordu. Ben de dik durmaya çalışıyordum ona ayak uydurmak için ama tabi ben de müthiş bir duruş bozukluğu olduğu için ne kadar dik durmaya çalışsam da iki dakika sonra kendimi istemsiz bırakıyordum.

 

Kendimi geldiğimden beri tedirgin hissediyordum. Nasıl etmeyeyim ki bir döneme damgasını vuran, Osmanlı’nın en önemli sultanlarından biriyle yan yana oturuyordum. Dokunsa ağlayacak gibiydim. Ama yine de bu hissettiklerimi dışarı vurmamaya çalışarak, yüzüme güzel bir gülümseme yerleştirmiş sultan ile sohbet etmeye başlamıştık.

 

“Çok beğendim sultanım. Saray oldukça büyük ve güzel.”

 

“Dur daha hiçbir şey görmedin.” Dedi gülümseyerek, kısa ve öz konuşuyordu yani şimdilik, sonuçta tanımadığı bir insanla yani benimle ne konuşabilirdi ki..?

 

“Dairen hazır olunca gidip dinlenirsin. Yol yorgunusun, lakin önce yemek yiyelim acıkmışsınızdır.” Acıkmışsınızdır dediğine göre Burçak ve Sena’yı da yemeğe davet ediyordu sanırım. Sonuçta ben cariyeler ile sultanların aynı masada yemek yemediği biliyordum. Ama yine de bu benim hoşuma gitmişti. Ben burada oturuyordum. Onlar orada hâlâ o kadar yorgunluğa rağmen ayaktalardı.

 

“Sağ olun sultanım.” Dedim.

 

“Eee anlat bakalım, buraya gelmeden önce neredeydiniz, neler yapıyordunuz?” İçimden aha şimdi sıçtım diyordum. Osmanlı zamanın da şehirlerin hatta ülkelerin adı bile farklıydı. Sena’ya ve Burçak’a soran gözlerle baktım ama onlarda endişe ile bana bakıyorlardı yine de çaktırmadan aklıma tarih kitaplarında okuduğum ilk yerin adı geldi.

 

“Saraya gelmeden önce Vietnam da idik. Lakin sonra Kırım’a geçtik. Orada bir müddet bulunduktan sonra sizin evleneceği haberini duyunca daha fazla dayanamayıp saraya bir mektup gönderip buraya gelme kararı aldım.” Dediğimde içimden derin bir nefes verdim.

 

“Demek Kırım, rahmetli büyük validemin memleketidir orası... Kırım hanının kızı oluyordu kendileri.” Dedi ve uzaklara daldı. Babaannesinden bahsediyordu.

 

“Allah rahmet eylesin.” Dedim bütün merhametimle, o da kendini toparlayıp devam etti. O sırada yemeğimizi getiren cariyeler yer masasını kurmuş ve yemekleri yerleştiriyorlardı.

 

“Büyük validem öleli altı yıl oldu. Torunları arasında en çok beni severdi. Belki de tek kız torunu ben olduğum içindir bilmiyorum.” Konuşma istediğim gibi gidiyordu. Şimdiye kadar pot kurmamıştım ve onu şüpheye düşürecek bir şey de yapmamıştım.

 

“Üzülmeyin ne olur, eminim yukarı da bir yerlerde sizi izliyor ve evleneceğiniz için gururlanıyordur.” Dedim. Ama o bakışlarını bana çevirip yüzünde nedenini bilmediğim bir öfkeyle karışık hüzne döndü.

 

“Evlenmek mi? Cenaze demeliydik.” Dedi ve sonra önüne döndü. Biliyordum, her sultan gibi o da bu evlilik için zorlanıyordu.

 

“Niçin öyle dediniz? Yoksa evlenmek istemiyor musunuz?”

 

“İstemiyorum tabi ki, beni sevmediğim biriyle sırf siyasi nedenlerden dolayı evlendiriyorlar.” Dediğinde kaşım hava kalktı. Şaşırdım siyasi bir sebepten ötürü insan neden kızının hayatını yakardı ki.

 

“Bunu yapmanızı hünkar babanız mı istiyor?” Tekrar gözlerini gözlerime dikti.

 

“Hayır, validem istiyor.” Dediğinde devam ettim.

 

“İyi de neden?” Deli cesareti vardı bende sanırım ne kadar çok soru sordum öyle sana ne deyip kellemi almasına şu kadar kaldı. Sonuçta o bir sultandı yapar mı yapar.

 

“Şehzadelerin akıbeti için, benim Rüstem paşa ile evlenmem sarmış. Validemi dinlemeyip babamla konuştum lakin sözünü çoktan vermişti. Benim bu lakırtılarımı dinleyen yoktu tabi.” Hakikaten üzülmüştüm onun adına keşke elimden bir şey gelse ama tarihi değiştiremezdim. Değiştirmeye kalksam bile buna gücüm yetmezdi.

 

“Keşke elimden bir şey gelse.” Dediğimde elini elimin üstüne koyup gülümsedi. Şefkatle bende diğer elimi onun elinin üstüne koydum.

 

“Düşünmen yeter...” dedi. Sonra kendini toparladı ve cariyelerine bakıp,

 

“Kızlar siz çekilebilirsiniz.” Dediğinde yüreğim hopluyordu. Çünkü Burçak ve Sena’nın da gittiğini gördüm. Mihrimah Sultan hemen ardından şöyle dedi.

 

“Siz ikiniz hariç, Burçak ve Aybüke...” dediğinde derin bir nefes alıp verdim. Onlarda arkalarını dönüp gidiyordu. Sultan’ın seslenişiyle durdular ve bize döndüler.

 

“Sizlerde yoldan geldiniz lütfen sofraya buyurun.” Ben bu sultanı sevmeye başlamıştım sanırım çok iyi arkadaş oluruz onunla,

 

Sofraya oturduk. Yani yere, yer masasını görünce aklıma Hatice teyze geldi. O da bize ne güzel yer sofraları kuruyordu. Sanırım ben onlara kısa zamanda alışmıştım.

 

Sofra da bir kuş sütü eksikti. Osmanlı’nın o eşsiz lezzetler ile dolan sofrasında oturup bir gün yemek yiyebileceğimiz kimin aklına gelirdi ki.

 

“Burçak ve Aybüke, ne zamandan beri berabersiniz Hanzade ile.” Yemeğini yerken bir yandan da bizim ile sohbet etmekten geri kalmıyordu. Aksi sıkıcı olurdu sanırım. Burçak’ı beklemeden büyük bir heyecanla Sena yani Aybüke atıldı.

 

“Sultanım bizler aslında köleydik. Yani bir vakitler bizimde bir ailemiz vardı anne, babanız, kardeşimiz vardı. Lakin bir gün köyümüzü basıp genç kızları köle pazarına sattılar. Günlerdir aç susuz köle pazarında satılmayı bekledik. Lakin daha sonra Hanzade hanım, pazarda buldu bizi, acıdı halimize bizi hizmetine aldı. O gün bugündür hizmetindeyiz. Sağ olsun o olmasaydı biz kim bilir kimin elinde heder olmaya devam edecektik.” Dediğinde ayağa kalkıp onu alkışlamak istedim. Keza Burçak bile hayran kalmıştı onun bu denli güzel bir yalan uydurması karşısında, bir an gerçekten inanacaktım.

 

“Çok üzücü gerçekten, lakin merak etmeyin validem bu konuya el attı tez vakitte köle pazarı diye bir şey kalmayacaktır Allah’ın izniyle.” Dediğinde, biz bunların çoktan gerçekleşmiş olduğunu annesi Hürrem Sultan’ın gerçekten köle pazarlarını kaldırıp yerlerine imalathaneler, aşevi yaptırdığını biliyorduk. Ama onun bu konuşmasından dolayı henüz o yıllarda olmadığımızı anladım.

 

“Valideniz Hürrem Sultan neredeler? Onunla da tanışmak isterim.” Dedim.

 

“Kendileri hünkar babamla birlikte ava çıktılar bir kaç vakte kadar burada olurlar.” Dedi büyük bir ciddiyetle.

 

Dakikalar sonra o mükellef sofradan kalkıp yine aynı yere sedirlere oturduk. Bu kez Burçak ve Sena da bugünün hatırına bizimle oturdular. Ardından kapı tıklandı ve kapının iki yanında bulunan cariyeler yine aynı programlama ile kapıyı açtılar. İçeriye cariye olduğunu kıyafetinin sadeliğinden anladım. Tam karşımıza gelip hürmetle eğilerek selam verdi.

 

“Sultanım, emrettiğiniz gibi daire hazır.” Dedi. Direk göz teması kurmuyordu. Bakışları yerdeydi. Sultan bana dönüp,

 

“Dilerseniz dairenize geçip biraz dinlenin yol yorgunusunuz. Akşam bir eğlence tertip edilecek sizi de eğlence de görmek isterim.” Fark ettiyseniz soru sormuyor. Emir veriyor ama kibarca, sultan olmak böyle bir şeydi sanırım. Misafirinde olsa emir vermekten kaçınma, ama hizmetlilerin gibi değil misafirin gibi...

 

“Elbette gelirim sultanım.” Kalkıp önünde eğilerek selam verdim. Yerinden kalkmadan başı ile beni selamladı. Sonra arkamı dönüp kapıya yöneldiğimde kapıda ki cariyeler kapıyı açtı. Sena ile Burçak da iki yanımda ama bir adım arkamdan beni takip ediyorlardı.

 

Sarayın taş duvarları arasında yürüyordum. İçimde nedenini bilmediğim bir his, kalbim ise deli gibi çırpınıyordu. Duvarlarda sırasıyla asılı olan meşaleler, yürüdüğüm yolu aydınlatmaya yetiyordu. Kendimi, tarih dersinde kitabın üstünde uyuyakalmışım da o kitapta bulunan resimlere ışınlanmışım gibiydi. Üzerimde uzunca bir elbise ama bu elbise bir kaftan idi. Hani günümüz de kına gecelerinde gelinlerin giydiği kaftanlar vardı ya aynı onlara benziyordu. Yüzümde bir duvak eksikti.

 

Mihrimah Sultan’ın cariyelerinden biri daireme giden yolu gösteriyordu. O yönde ilerler iken, ileride bir kadın köşeden çıkıp üstümüze geliyordu. Onunda ardında iki cariyesi vardı. Üstünde zümrüt yeşili kaftanıyla göz kamaştırıyordu. Bu şatafattan ötürü sultan olsa gerek diye düşündüğüm sırada bu zarif, güzel kadın beni görünce gülümsedi. Aynı anda bende ona gülümseyip önünde eğilerek selam verdim.

 

“Siz Hanzade hanım olmalısınız. Payitaht’a hoş geldiniz. Ben Mahidevran sultan.” Dediğinde bende aynı şekilde cevap verdim.

 

“Hoş buldum sultanım.” Dedim. Ama heyecandan atan kalbim bir türlü sakinleşmiyordu. Bahsedildiği kadar hatta resimlerinden bile daha güzel bir kadındı. Asil soyundan geldiği belliydi keza kendisini bazı kaynaklarda arnavut veya çerkes asıllı prenses olduğu iddia edilirdi.

 

“Hayırdır nereye böyle.”

 

“Mihrimah Sultan, istirahat etmem için daire hazırlatmış oraya gidiyordum sultanım.” Başını kaldırdı. Önce beni bir süzdü sonra gülümseyerek devam etti.

 

“Pekâlâ şimdi git. Lakin akşam eğlencesine mutlaka gel, sohbet edip tanışırız.” Cevabımı beklemeden eteklerini savurup yanımdan geçerken Burçak, Sena ve ben bir de bize yolu gösteren cariye ile birlikte önünde eğildik tekrardan. Yanımdan geçerken ki kokusu öylesine keskin öylesine güzeldi ki başımı döndürmeye yetmişti.

 

Nihayet bana Özel hazırlanmış daireme gelmiştik. Ben içeriyi incelerken Burçak ve Sena da yan yana durmuş bakışları yerde öylece odada ki cariyelerin son dokunuşları yapıp çıkmasını bekliyordu. Derken, yanımızda gelen cariyelerden biri kapının hemen biraz önünde durmuş ellerini önünde kavuşturmuş başını kaldırmadan konuşmaya başladı.

 

“Arzu ettiğiniz bir şey varsa hemen yaptıralım Hanzade hanım.” Dediğinde arkamı dönüp,

 

“Hayır yok, her şey çok güzel görünüyor.” Dediğimde önümde eğilip, diğer kızlara işaret verip odadan ayrıldılar. Nihayet üçümüz tek kalabilmiştik.

 

‘’Nihayet tek kalabildik.’’ Dedi Burçak, ve hemen ardından ise Sena ekledi,

 

‘’Bir an hiç yalnız kalamayacağız sandım.’’ Dedi. Ben ise yorgunluktan sedire oturmuş öylece onlara bakıyordum. Onlar ise büyük bir hayranlıkla odada ki eşyaları inceliyor bir yandan da konuşmaya devam ediyorlardı.

 

‘’Şu kumaşların dokusuna bak ne kadar da güzel, ince işlenmiş...’’ dedi Burçak hemen ardından ise Sena...

 

‘’Sen bir de şu yatağa bak ahşap oymalarının güzelliğine, dolapta asılı duran kıyafetlerin zarifliğine bak.’’ Ben onları izlerken bir yandan da aklımdan buradan bir an evvel gitme planları kuruyordum. Çünkü burada fazla kalmak demek evime, aileme, sevdiklerime uzaklaşmak demekti. 

 

‘’Elif... sen iyi misin?’’ yüzümü pencereden ayırıp, elini omzuma koyan Burçak’a döndürdüm. Derin düşüncelerimden uzaklaşıp yine aynı gerçekliğe derin bir nefes bıraktım. 

 

‘’Bilmem...’’ diyebildim sadece hani bazı anlar olur ya, tek kelime bile çıkmaz dudaklarınızın arasından, işte öyle bir ruh hali sarmıştı tüm bedenimi...

 

‘’Bak canım ben neden böyle olduğunu biliyorum. Ama üzülme en kısa zamanda evimizin yolunu bulup ait olduğumuz yere döneceğiz.’’ Dedi ve bana sımsıkı sarıldı. 

 

‘’Aaa kıskanırım ama bana sarılmak yok mu?’’ bunu diyen Sena idi tabi ki, gözlerimden yaşlar akmasına rağmen yüzümü güldürmüştü. Koşarak gelip bize sarıldı.  Üçümüz birbirimize sımsıkı sarılmış adeta kenetlenmiştik. Çünkü bizim şu saatten sonra hatta belki de bu dönemde birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Bundan bir kaç gün önce etrafımızda onlarca insan varken şimdi ise yapayalnız, üstelik tepesinden tırnağına yabancı olduğumuz bu asırda sıkışıp kalmıştık.

 

( Saatler sonra...)

En son kızlarla sarılışımızın ardından kaç saat geçti bilmiyordum. Sanki burada zaman bile ayrı işliyordu. Hala bize tahsis edilen dairedeydik. Yapacak bir şey olmadığından öylece oturmuş, bir an evvel akşam olmasını bekliyorduk. Akşam olsun da eğlenceye katılalım istiyorduk. Çünkü sıkıntıdan ölmek üzereydik.                               

 

‘’Sanırım artık sıkıntıdan çatlayacağım.’’ Dedi Sena, hiddetle ayağa kalkmış, odanın içinde  bir sağa bir sola yürüyüp duruyordu. 

 

‘’Al benden de o kadar. Ne güzel şimdi kendi zamanımızda olsaydık bir yerlerde eğleniyor olurduk.’’ Dedi sıkıntıdan yatağın üstüne uzanmıştı Burçak...

 

Bir an için o günlerimizi hatırladım. Kızlarla neredeyse her akşam çıkar gece geç saatlere kadar eğlenirdik. Barlara gider, içer, sarhoş olur gelirdik pardon şey gelemezdik sanırım sarhoş olduğumuz için genelde o kısımları hatırlamazdık. Bu gibi durumlarda bizi eve Umut bırakırdı. Hatta eve girene kadar eşlik ederdi... Şimdi anlıyorum da o zamanlar bile ne kadar umurumuzda değildi her şey, yarını düşünmezdik bir hayalimiz vardı sadece onu gerçekleştirmeye çalışırdık. Şimdi ise ise buradayız işte akşamın bu saatin de partilemeye ya da barlara gideceğimiz vakitte oturduğumuz yerde sıkılmakla meşguldük. 

 

Tam biz bunları düşündüğümüz sırada odanın kapısı tıklatıldı. Kapının dışında duran iki cariye kapıyı yavaşça açarken  olduğumuz yerlerden toparlandık. Burçak ve Sena üzerlerini düzeltip hazır ola geçerken ben bulunduğum yerde oturmuş bedenimi kapıya döndürmüştüm.

 

İçeriye ise bizlere buraya kadar eşlik eden cariyelerden birisi girip tam önümde durduğunda hürmetle eğilip selam verdi.

 

‘’Hanzade hanım, sultanımızın eğlencesi başlamıştır. Sizleri de davet eder.’’ Dediğinde yine bakışları yerdeydi. 

 

‘’Tamam sen çık ben hazırlanıp geliyorum.’’ Tekrar selamını verdi ve kapıya yöneldi kapıyı tıklattığında dışarıda nöbet tutan cariyeler kapıyı açtı ve çıkıp gitti.

 

‘’Neyse en azından havamız değişir.’’ Diyen Sena çoktan dolabın önüne gelmiş eğlencede ne giyeceğini seçmekle meşguldü.

 

‘’Bence biz fazla abartmayalım Sena, ne de olsa bir oyunun içindeyiz ve cariyeyiz. Ona göre giyinmemiz lazım.’’ Aslında Burçak haklıydı. Bunu onlara Mihrimah Sultanın yanındayken diyecektim ama pot kırarım diye dememiştim.

 

‘’Sanırım haklısın.’’ Dedi ve dolabı bırakıp cariyelere ayrılmış bölümden iki tane uzun renkleri soluk duran elbise çıkardı.

 

‘’Bunları mı giyeceğiz şimdi?’’ Sena suratını buruşturup elbiselere bakarken aslında ne kadar memnuniyetsiz olduğunun farkındaydım ama mecburduk. Herkes on verilen rolü çok iyi bir şekilde oynamalıydı.

 

‘’Hadi ama Sena alt tarafı elbise merak etme burada kimse bizi tanımıyor.’’ Dedi Burçak kendi zamanımızdan atıfta bulunarak, buraya gelmeden günler öncesinde yine aynı tartışma geçmişti aralarında Burçak, Sena’ya bir kıyafet denetmiş ama Sena onun denettiği kıyafeti sevmemişti. Çünkü gittiğimiz parti arkadaşının partisiydi ve her ne kadar arkadaşı da olsa ikisinin arasında büyük bir tarz çekişmesi vardı. Burçak ise bunu bildiği için ona atıfta bulunmuştu.

 

Nihayet ikisi elbiselerini giyinmişler, saçlarına uzun bir örtü takmış tam da bu dönemin kadınlarına benzemişlerdi. Ben ise fazla abartı olmayan bir elbise seçmiş üzerime geçirmiştim. Arkamdaki kuşağı bağlayamadığımdan onu da Burçak halletmişti. Saçlarımı ise arkadan yarım toplayıp benim için hazırladıkları takı kutusundan fazla abartı olmayan bir tokayı da taktığımda artık hazırdık.

 

Yine uzun, duvarlarında meşaleleri bulunan yoldan geçip sarayın başka bir bölümüne geldik. Yanımızda bize eşlik eden kalfadan duyduğum kadarıyla adına ‘’Cariyeler taşlığı’’ dedikleri o yerin büyük çift kapısından girmiş, ortada dans eden ya da onların deyimiyle raks eden kızların arasından geçip Mihrimah Sultan’ın tam karşısına geçmiş ve dizlerimi kırıp kibarca selamımı vermiştim. O da aynı şekilde bana gülümsedi ve oturmamı işaret etti. Ben de küçük yer masalarından birinin hemen yanında bulunan yerdeki minderin üstüne oturdum. Mihrimah sultan ise sedirde oturuyordu. Anladığım kadarıyla sultanlar sedirlerde, onların bir nevi rütbe olarak altında olan insanlar ise minderlere oturuyorlardı. 

 

O büyük görkemli salonda etrafı süzüyordum. Bir köşede çalgılarını çalan cariyeler öbür yanda raks eden bir kaç kız ve sedirlerde oturan, bazılarının daha adını bile bilmediğim bir sürü sultan ve benimle aynı minderleri paylaşan da bir sürü kızla beraber aynı eğlencenin keyfini sürmekle meşguldük. Burçak ve Sena ise hizmet veren cariyelerin yanında yerlerini almış ikramlıkların tadına bakıyor orada ki kızlarla sohbet ediyorlardı. 

 

Mihrimah sultan, omzuma dokunup ayağa kalkmamı söylediğinde derhal toparlanıp ayağa kalktım. Mihrimah sultanın yanında oturan Mahidevran sultana beni tanıttı.

 

‘’Daha gördünüz mü bilmiyorum ama kuzenim Hanzade.’’ Dediğinde hürmetle eğilip selam verdim.

 

‘’Hanzade, bu da Mahidevran sultan kendisi bu sarayın sultanlarındandır ve bir şehzade annesidir.’’ Dediğinde bu kez konuşan ben oldum.

 

‘’Çok memnun oldum sultanım.’’ Dedim gülümseyerek.

 

‘’Evet biliyorum kendisiyle dairesinin önünde karşılaştık. Küçükte olsa sohbet etme şansımız olmuştu.’’ Dedi. Ve ekledi ‘’Ben de memnun oldum.’’ Dedi ve Mihrimah sultan ile konuşmaya devam etti.

 

Gözlerim bir anlığına bizim kızlara kaydığında etrafındaki kızlarla o kadar eğleniyorlardı ki sanırım biraz kıskanmıştım. Çünkü benim bulunduğum masada bir sessizlik hakimdi. Yada herkes kendi yanındaki insanla konuşmaya dalmış benimle pek ilgilenen yok gibiydi. Kalkıp kızların yanına da gidemezdim çünkü dikkati üzerime toplamak istemiyordum. 

 

‘’DESTUR!’’ dedi kalfalardan biri bu ses duyulur duyulmaz herkes ama herkes ayaklandı. Raks eden kızlar duruldu, çalgıların sesi susmuştu. Gelen kişi burada ki herkesten üstün olsa gerekti. Ve sonunda o çift kapılı büyük kapı açıldı ve baştan aşağı zarafet, baştan aşağı ihtişam dolu bir kadın çıkageldi. Başında her katında ayrı mücevherlerden oluşan tacı, elbisesinde ayrı ayrı işlemeleri olan bu kadın yüzünde büyük bir gülümseme ile girdi içeriye herkes bir anda başını eğip selam verme derdine düştüğü sırada bende onlara bakıp başımı eğip selam verdim. 

 

Daha sonra Mihrimah sultan ile aynı hizaya geldi. Mihrimah sultan kadının yanına gidip;

 

‘’Validem, hoş geldiniz şeref verdiniz.’’ Dediğinde şimdi her şey rayına oturmuştu. Gelen kadın Hürrem sultan idi. Kendisi hünkar ile beraber avda olduğunu söylemişlerdi demek dönmüşler. Ne de olsa yakında kızının düğünü vardı dönmesi gerekiyordu. Mihrimah sultan başını omzunun üstünden bakacak şekilde döndü gözleri gözlerimi bulduğunda dudaklarını araladı ve devam etti. 

 

‘’Validem sizi biriyle tanıştırayım.’’ Dedi ve ikisi birlikte yanıma geldiler. Hürrem sultan, eteklerini savurup bir rüzgar gibi esip geçerken önümüzden Mihrimah sultanın oturduğu yere oturdu ve eliyle bir işaret yapıp herkes kaldığı yerden devam etti. Ben hala ayaktaydım çünkü ne yapacağımı bilemedim.

 

‘’Validem, kuzenim Hanzade.’’ Dediğinde ellerimin heyecandan titremesine engel olmaya çalıştım ve önünde bir kez daha eğilerek selam verdim. O ise soran gözlerle tek kaşı yukarı kalkmış beni süzüyordu.

 

‘’Sultanım.’’ Dedim bir kez daha o ise öyle sorgularcasına bakıyordu ki korkudan düşüp bayılmamak için zor tuttum kendimi

 

‘’Seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum.’’ Dediğinde başımı kaldırıp gözlerine baktım ve korkudan dondum resmen, tabii görmedi çünkü biz eve dönebilmek için bu yalanı söylemiştik çünkü biz buna mecburduk, şimdi tutup da burada bütün her şeyi açıklayamazdım. Hemen bir yalan uydurmalıydım ama ne? Tüm cesaretimi toplayıp derin bir nefes aldım.

 

‘’Sultanım ben çok küçük yaşta saraya gelmiştim, validem ile birlikte siz o zamanlar sarayda daha yeniydiniz muhtemelen o yüzden tanıyamadınız.’’ Sanırım yalanıma inanmadı ama yine de ümitliydim.

 

‘’Demek öyle memnun oldum. Otur hadi eğlenceye kaldığımız yerden devam edelim.’’ Dedi gülümseyerek, ben inanmadığını düşünürken onun bu sözleri içime su serpmişti. Kötü bir niyetim yoktu sadece evimin yolunu bulmam için buna ihtiyacım vardı.

 

Ve bu saraydaki bir günüm daha sorunsuz bitmişti. Hürrem sultan, Mahidevran sultan ve Mihrimah sultan ile birlikte hem sohbet etmiş hem sarayın leziz yemeklerini yemiş ve bir güzel de eğlenmiştik. Yarın ise Mihrimah sultanın kına gecesi olacaktı. Bugünkü eğlence sanırım günümüzün bekarlığa vedası gibi bir şey tadında geçmişti. Ara sıra da olsa Hürrem sultanın göz hapsinde gibi hissetsem de yine de açık vermemeye çalıştım. 

 

Bir günü daha sorunsuz atlatmış. Fakat asıl amacımızı unutmuş gibiydik. Yarın ise sabah erkenden henüz saraydakiler uyanmamışken kalkıp sarayın her yerini karış karış arayacak ve buradan gitmenin yolunu bulacaktık ya bir ipucu ya bir kapı ya da tekrar başka bir anahtar kim bilir belki de yarın aradığımız şeyi bulur akşam kendi evimde huzurla uyuyor olurum.

Loading...
0%