Yeni Üyelik
26.
Bölüm

25.Bölüm: “çaresizlik”

@pinar_0000

“Maalesef artık çok geç...”

“Bazen gelirsin aklıma gözümü kapatır dua ederim rabbime: ‘’Allahım ne olur onu cennetinden uzak eyleme, peygamber efendimize komşu eyle... sen ki ne güzel yaratansın, onu oralarda yalnız bırakma...’’ aklıma her gelişinde içimi dökecek yer ararım sevdiğim, günlüğümü açar seninle konuşur gibi yazarım satırlarıma. Seni satırlarıma anlatırım, günlüğüme dökerim içimi seni sana anlatmak gerek belki ama bu mümkün değil biliyorum.. Şimdi senin olmadığın bir dünyada yaşama sımsıkı sarılıyorum. Bu hasretlik geçer belki ama kalbimde oluşan derin boşluk hiçbir şekilde kapanmayacak. Hep ilk günkü gibi yaralı, yorgun, bitkin kalbim seni rüyalarda bekleyecek. Çünkü aşk iki kalp arasında değil ruhlarımızla yaşar ve biz artık bu aşkı sadece ruhlarımız da yaşatacağız... seni çok seven sevdiğin Ekin....”

 

Günlüğümü kapatıp yatağıma geçtim. Saat 21.19 idi. Telefonumu komodinin üstünden alıp Kübra’ya bir mesaj attım. Aklım onda kalmıştı. Nasıl olduğunu merak ediyordum.

 

“Canım nasıl oldun, iyi misin?” Yazıp telefonu yanıma koydum. İki dakika geçer geçmez bildirim sesini duydum ve telefonu elime aldım.

 

“Kübracımm kişisinden mesajlarınız var!”

 

“İyiyim kuzum. Merak etme sen nasılsın?”

 

“İyiyim ben de yatacaktım birazdan, seni merak ettim.”

 

“Sen beni merak etme, yat dinlen uyu güzelce ben iyiyim.” İyiyim demesine rağmen içim hiç rahat değildi. Zaten ben ne zaman böyle hissetsem kesin kötü bir şey olurdu.

 

“Tamam canım. Eğer bir şey olursa bana haber ver mutlaka olur mu?” Diye yazıp gönderdim.

 

“Tamam tamam! Merak etme sen hadi öpüyorum çok.”

 

“Öptüm!” Deyip telefonumu şarja taktım. Yorganımın altına girdim. Hemen uyumak istiyorum o kadar çok yorgunum ki...

 

Her şeyden önce zaman durmuş gibi geliyor bana, bazı geceler. Sanki zaman 2018 yılından beri durduğu yerde öylece kalmış gibi.. Meriç’in hayali geliyor bazen gözümün önüne, uzatıyorum ellerimi, sanki tutacakmış gibi ellerimden, sanki hiç gitmeyecekmiş gibi.. bazı geceler de gitar çalarken bir video’ya kaydedip bana attığı videonun sesiyle uyuyorum. Onun en çok gitar çalışını seviyordum, bir tane melodisi vardı hep onu çalardı benim sevdiğimi bile bile hem de.. bazen odamda duvarımda asılı duran resmine bakıyorum. Resimde el eleyiz, gözgözeyiz o kadar mutluyuz ki... sanki mutluluğumuz o fotoğrafta kalmış gibi... Meriç’e ait bir kutu yapmıştım. İçinde ona ait anılarla dolu; resimlerimiz, bana aldığı bir kaç tane takı, küpe, bileklik, kolye... hatta küçükken birbirimize yazdığımız mektuplar bile var.. hatta bir tanesini okuyayım.

 

“Nefes almak seninle birlikte anlam kazanıyor. Seni sevmek, beni iyi bir insan yapıyor. Sen benim meleğimsin. Her zaman iyi yönlerimi keşfetmemi sağladın. Unutma ki “Gökyüzündeki yıldızlar senin gönlümde yarattığın cennetin bir yansımasıdır.

Her an seni görmek, her an senin yakınında olmak, mümkünse seninle aynı yastığa baş koymak ve ömrüm boyunca seni mutlu etmek istiyorum. Seninle birlikte yaşlanmak, saçlarıma düşen akları seninle birlikte saymak istiyorum. Bil ki; her duamda ellerimi açtığım, her hayalde baş köşeye kondurduğumsun. Bil ki; benim en tatlı uykum, en hakiki mutluluğumsun. Şunu aklından hiç çıkarma; Seni her zaman ilk günkü heyecan ve tutkuyla seveceğim..”

 

Her mektubunda ona tekrar tekrar aşık olduğum adam, şimdi nerede..?

 

Ertesi gün...

 

Her zaman olduğu gibi bugünde aynı hissizlik ve aynı negatiflikle kahvaltımı yaptım ve Kübra’nın yanına gitmek için evden ayrıldım. Kaç haftadır kaç aydır böyleyim bilmiyorum. Yani hissiz yani duyguları alınmış gibi yani göğsünü yarıp kalbini almışlar ve gömmüşler gibi... Şimdi tek arzum benden, başka sevdiğimi almamalarıydı. Bundan sonra yaşayacaksam sevdiklerime bir şey olmaması umuduyla yaşayacaktım. Tabi buna yaşamak denirse...

 

İki adım uzağımda bulunan durakta otobüsün gelmesi için beklediğim sırada karşı kaldırımda duran, sırtı bana dönük olan birini gördüm. Bir erkek başında kapişonu üzerinde asker desenli gömleği ve altında siyah kot bir pantolon... Ben gözlerimi o adama dikmiş bakarken önümden geçen arabalar görüş mesafemi kapatıyorlardı. Derken adam bir anda yüzünü döndüğünde kalbimde hissettiğim acıyla durağın demirlerine tutundum. Bir kaç dakika derin derin nefes alıp verirken o adamın bir anlığına Meriç olabileceği aklıma geldikçe deliriyormuşum gibi hissettim. Yoksa deliriyor muydum? Hayır buna izin veremem aklımı yitiremem! Size lanse ettiğim adam karşıdan karşıya dikkatli bir şekilde geçip durağa yanıma geldi ve benimle aynı hizada otobüsü beklemeye başladı. Ben ise hâlâ durağın demirlerine tutunmuş bir vaziyette dururken yüzünün yarısı gözüken adama dikkatlice bakmaya başladım. Bakışlarımdan rahatsız oldu ki bana doğru dönerek,

 

“İyi misiniz? Bir şeyiniz yoktur umarım.” Benimle gayet samimi içten bir dille konuşuyordu. Boğazımı temizleyip cevap verdim.

 

“İyiyim teşekkür ederim.” Hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü bir an gerçekten de Meriç’in hayalini görmüştüm. Karşımda hep onu gördüğümde kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarparken bugün yine olmuştu aynı şey ama sonucu hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Derken bir kaç dakika sonra otobüs durağın hemen önünde dururken yanımdaki bu adam önce bana yol verdi, centilmen tavırlarıyla hiçbir şey demeden otobüse bindim. Akbilimi bastıktan sonra boş bir yere oturdum. Bir yandan bakışlarım hala o adamın üzerindeydi ama bu kez çaktırmadan bakıyordum.

 

Ne acayip değil mi? Sadece bir kaç saniyeliğine karşımda Meriç’i görmüştüm ben. O da hep böyle giyinirdi çünkü severdi asker desenli şeyleri, hep giydiği bir gömleği vardı. Bu adamda da bugün o vardı işte hatta Meriç kaza yaptığında bile o gömleği vardı üzerinde o gün ambulansa aldıklarında serum takmak için gömleğin kolunu keseceklerdi ama ben tuttum. Kestirmedim. Çünkü biliyordum. O onun en sevdiği gömleğiydi. Zaten içine siyah bir tişört giymişti üzerinden gömleği çıkarıp çantama koymuştum o gün. Hâlâ saklarım, kokusu var üstünde atılır mı hiç.

 

Dakikalar sonra ineceğim durağa gelmiştim. Ben inerken o adam hala inmemişti, garipti bana çok garip geldi. Galiba onu Meriç’e benzettiğim için böyle hissediyorum.

 

İner inmez Kübra’yı aradım. Fakat telefonu kapalıydı. Yanlış duymuşumdur diye düşünerek tekrar aradım.

 

“Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.” Telesekreter sesini tekrar duyduğumda endişem iyice artmıştı. Arama ekranından çıkıp bu kez de annesini aramaya başladım.

 

“Aç hadi aç!” Telefon çalışıyor... çalıyor... ama açan yoktu. Ellerim ayaklarım birbirine girmişti stresten. Vazgeçmedim bir daha aradım annesini

 

Çalıyor... çalıyor... çalıyor...

 

“Alo!” Sonunda..

 

“Alo! Şey Kübra’ya ulaşamıyorumda acaba sizin yanınızda mı şu an konuşabilir miyim onunla? “

 

Bir anda sessizlik oldu. Kadın karşımda tek kelime etmeden öylece duruyordu. Bunu nefes alıp verişlerinden anlayabiliyordum. Tekrar konuşmaya başladım.

 

“Alo! Orada mısınız?” Kadın bu sefer boğazını temizleme sesi çıkarıp konuşmaya başladı.

 

“Ekin... Biz şu an hastanedeyiz kızım. Kübra fenalaştı hastaneye kaldırdık.”

 

“Nasıl... Nasıl fenalaştı, ne oldu hangi hastanedesiniz?”

 

“İl devlet hastanesinde.”

 

“Tamam hemen geliyorum.” Telefonu kapayıp çantama koydum. Bir saniyeliğine boş anlamsız bir surat ifadesiyle bakınıyordum etrafıma, içimden tek bir söz geçti o an da,

 

“Ya onu da kaybedersem?”

 

Derin bir nefes aldım. Yoldan ilk gördüğüm taksiye el işareti yapıp durdurdum. Taksiye biner binmez adresi söyledim. Bir yandanda sakin kalmaya çalıyordum.

 

“Sakin ol Ekin, hiçbir şey olmayacak. Bak sen neleri atlattın bunu da anlatacaksın.” Kendimi bir nebze olsun sakinleştirmeye çalışırken kafamdan hep en kötü senaryolar canlanıyordu. Her zaman bu olmaz mıydı zaten? Bir olay anında kafamızın içi adeta bir savaş alanına dönüşüverir, algılarınız o an sadece en kötü ihtimale odaklar kendini...

 

“Geldik efendim.” Şoförün sesi bütün bu kötü senaryodan çıkmama neden olmuştu. Taksinin ücretini ödeyip arabadan indim. Apar topar hastanenin girişine doğru hızlı adımlarla yürüdüm. İçeri girdiğim gibi danışmanın önünde bitişim bir oldu.

 

Danışmada hafif kısa kahverengi saçlı bir kadın oturuyordu. Ona Kübra’nın hangi odada olduğunu sormaya başladım.

 

“Kübra Muhsur, hangi odada acaba öğrenebilir miyim?”

 

“Tabi hemen bakıyorum. Siz neyi oluyordunuz acaba?”

 

“Çok yakın arkadaşıyım.”

 

“Biraz bekleteceğim sizi.” Kadın önünde ki bilgisayardan hangi odada kaldığını araştırmaya başladığında stresten tırnaklarımı yemeye başladım. Ona ne olmuş olabilirdi? Birden bire... yoksa bir hastalığı vardı da bana mı söylemiyordu?

 

“Dördüncü kat 1200 numaralı oda.”

 

“Tamam teşekkür ederim.” Danışmadan ayrılıp koşarak asansöre gittim. Acale acele asansör düğmelerine basmaya başladım. Asansör aniden açılınca hemen içeriye attım kendimi.

 

“Kaçıncı kattı, kaçıncı kattı? Hadi kızım hatırla... Tamam buldum. Dördüncü kat, 1200 numaralı oda.” Kendi kendime konuşurken saniyeler içinde asansör açıldı ve koridor boyunca yürümeye başladım. Bir yandanda odaların kapı numaralarına bakıyordum.

 

“1197...”

 

“1198...”

 

“1199...”

 

“1200...”

 

Evet buldum. Sonunda... odanın kapısına yöneldiğimde kapı aralık bırakılmıştı. Yavaşladım. Sessizce kapı aralığından baktım. Kübra ve annesinin konuşmaları buraya kadar geliyordu. Yaptığım şey ne kadar yanlış olduğunu bilsemde yinede merakıma yenik düştüm ve kapıyı dinlemeye başladım.

 

“Anne, Ekin’e bir şey söylemedin değil mi?” Bana mı, ne söylemesi gerekiyordu ki?

 

“Söylemedim kızım merak etme, ama keşke söylesek onunda bilmesi gerekiyor.”

 

“Anne lütfen! Bak daha yeni çok sevdiği insanı kaybetti bir de benim acımı çekmesin.”

 

Kapının kenarında başımı duvara yaşayıp öylece dinliyordum onları. Ne söylememesi gerekecekti bana, Kübra benden ne saklıyor olabilirdi? Tüm bu sorular aklımı karıştırdığı anda derin bir nefes alıp odanın kapısını tıklatıp yanlarına girdim.

 

“Kübra...” diye lanse ettiğimde yattığı yerden kalkmaya çalışıyordu. Müdehale ettim.

 

“Hayır kalkma sakın dinlenmeye ihtiyacın var.” Yüzü o kadar solgun ve bitkin görünüyordu ki sanki o hayat dolu cıvıl cıvıl Kübra gitmiş, yerine hayattan soğumuş bezmiş ve çok yorulmuş bir Kübra gelmişti.

 

“Ne oldu kuzum, Neyin var?” Diye sordum yanındaki koltuklardan birine oturup, annesi de tam karşı tarafımda bulunan koltukların birinde otururken.

 

“Yok bir şeyim, iyiyim merak etme.” Ardından kuru kuru öldürmeye başladığında öksürük şiddetini daha da arttırdı. Annesi hemen yanında bulunan sürahiden bir bardak su verirken ona dolmuş gözlerimi saklamaya çalışarak bakıyordum. Ağlamamalıydım. Şimdi ağlayıp onun da moralini daha da düşüremezdim. Belli ki bana söylemek istemediği veya da söyleyemediği bir şey vardı.

 

“İyi misin?” Dedim tekrardan. Kendini biraz daha iyi olabilmek için toparlanmaya çalıştığında,

 

“Turp gibiyim bak.” Sesi kesik kesik geliyordu. İyi olduğunu ya da öyle sandığını gösterebilmek için çırpınıyordu resmen.

 

“Emin misin?” dedim bir kez daha,

 

“Eminim.” Bu kez pes edercesine yalandan kurduğu bu cümleyle gözlerimin içine içine bakıp, sanki: “Anladın tabi iyi olmadığımı.” Dermişcesine bakıyordu.

 

Annesi oturduğu yerden kalkıp bana kaş göz yaparak dışarıya çıkmamı işaret ediyordu. Soran gözlerle bir annesine bir Kübra’ya bakarken Kübra, pencereden dışarıyı seyrediyordu.

 

“Kübra, ben bir lavaboya kadar gidip geleyim tamam mı? Hem annende bana lavabonun yerini göstersin, olur mu Ayfer teyze?” Diyerek Ayfer teyzenin yüzüne baktığımda dediğini hemen anladığım için teşekkür edercesine bakıyordu.

 

“Tamam Ekin.” Kübra zar zor iki kelime konuştuğunda Ayfer teyzeyle ben odadan çıktık. Odanın kapısının önündeyken Ayfer teyze bir anda gözyaşlarını daha fazla tutamayıp kapının yanında bulunan sandalyelerden birine oturdu.

 

“Ayfer teyze, iyi misin?” Ayfer Teyzenin omzuna dokunduğumda gözyaşları giderek artıyordu. Kötü bir şeyler oluyordu. Belli ki Ayfer Teyze bana bunları söylemek için beni dışarıya çıkarmıştı.

 

“Ekin...” diyebildi sadece kendini toparlamaya ve konuşmaya hazırlarken,

 

“Ayfer Teyze, ne oldu? Kübra ile ilgili degil mi?”

 

“Evet kızım onunla ilgili maalesef. “ O ağlarken bir anda benimde gözlerimden iki damla yaşın aktığını fark edip elimle gözyaşımı sildim. Ayfer Teyzenin sağına geçip oturdum. Elimi koluna koyarak devam ettim.

 

“Ayfer Teyze, konuş anlat ne oldu Kübra’ya?”

 

“Kübra çok hasta, kanser dedi doktor biraz geç kalmışız kan kanseriymiş. İleri derecede hemde bir kaç ay önce getirmiş olsaydık böyle olmazmış gibi şeyler söyledi doktorlar.”

 

Ağlamamak için dişlerimi sıktığımda Ayfer Teyzenin yanımda dayanamayıp hüngür hüngür ağladığını gördüğümde ona sıkıca sarıldım.

 

“Ayfer Teyze ağlama bak belki tedavi edilir. Lütfen hemen kötü düşünme.”

 

“Sana söylememem için çok dil döktü. Ama umut yok dedi doktor en kötüsüne hazırlıklı olun deyince sana da söylemem gerektiğini düşündüm. En azından ani bir travma olmaz dedim. Ne bileyim işte..” ellerini yüzüne koyup için için ağlıyordu kadın yanımda.

 

“Umut yok dedi doktor en kötüsüne hazırlıklı olun.”

 

En kötüsüne nasıl hazırlıklı olmalydık, bu nasıl bir cümledir? Doktorların hepsi böyle: “En kötüsüne hazırlıklı olun.” Bu kadar kolaymıydı, hazırlıklı olmak? Bir insan ölüyor ve hiçbir şey yapılamıyor üstelik geç kalınmış bir şey... Buna nasıl dayanılır? Bu acıya... hayat bana bunu neden yapıyorsun? Ne istedin de vermedim ben sana? Neye olmaz dedin de yapmadım? Neden hep en yakınımdan vuruyorsun beni? Önce çocukluk aşkım, şimdi de çocukluk arkadaşım...

 

“Hastalık öyle bir hastalıkmış ki kendini çok iyi gizlemiş. Hiç anlayamadık Kübra’nın hasta olduğunu; hep hayat dolu, umutlu, bu hayattan alacağı olan biriydi. Hayalleri vardı onun yaşama tutunacağı umutları... onun bir geleceği vardı. Şimdi hepsi uçup gidecek miydi? 9 ay karnımda taşıdığım yavrum benden önce mi terk edecekti bu dünyayı, ben evlat acısınıda mı tadacaktım?”

 

Annesinin çaresizce kurduğu cümleler içimi yaksada bir umudun, bir umut kırıntısının dahi var olabileceğini düşündüm. Burnumu çekip gözyaşları içinde telefonumu elime alıp rehbere girdim. Oradanda arayacağım kişinin adının üstüne tıkladım. Ayfer Teyze ne yaptığımı çözmeye çalışarak yüzüme bakarken ona “Bende o iş.” Der gibi bakış attım.

 

“Alo Mehtap nasılsın?”

 

“Ben de iyiyim canım sağol.”

 

“Hastanede misin şu an? Benim bir işim düştü de sana.”

 

“Gelebilir miyim yanına müsaitsen?”

 

“Tamam canım çok sağol hemen geliyorum.”

 

Telefonumu kapatıp çantama koydum. Ayfer Teyze soran gözlerle bana bakarken ona tek bir cümle kurdum.

 

“Ayfer Teyze doktor bir arkadaşım var. Ona Kübra’nın durumunu danışacağım belki yapabileceği bir şey vardır.” Ayfer Teyze yüzüme umut dolu bir gülümsemeyle bakıyordu. Bende ona gülümsedim. Kapının aralığından Kübra’nın yüzü görünürken ona umut dolu bir bakış attım. Hızla merdivenlerden çıkıp arkadaşım Doktor Mehtap Gürsel’in odasına vardım.

 

Kapıyı tıklatıp içeriye girdiğimde, o güler yüzlülüğü ve masumane tavırlarıyla karşıladı beni.

 

“Ekin hoşgeldin canım. Gel otur şöyle.” Birbirimize sarılıp bana gösterdiği koltuklardan birine oturduğumda o da masasının yanında bulunan koltuğuna oturdu.

 

“Hoş buldum canım sağol beni kabul ettiğin için.”

 

“Ne demek tatlım. Bir şeyler içer misin?”

 

“Yok almıyım sağol, kısa kalacağım zaten.”

 

“Peki sen bilirsin. Anlat bakalım hangi Rüzgar attı seni buraya?”

 

“Aslında bir arkadaşım burada, dördüncü katta 1200 numaralı odada yatırıyor. Sana onun durumu ile ilgili konuşmak için geldim.”

 

“Aa evet biliyorum o hastayı dün sabah gelmişlerdi hatta.”

 

“Evet işte durumunu da biliyorsundur herhalde.”

 

“Evet biliyorum. İleri derecede kan kanseri hatta geç kalınmış biraz.”

 

“Bir şeyler yapamaz mısın? Onu kurtarabilirsin değil mi?” O yüzüne hiç beğenmediğim ifadeyi takıldığında çaresizce bakıyordum suratına,

 

“Maalesef tatlım. Elimden bir şey gelmez. Şu an sadece bir kaç ilaç ve serumlarla ayakta tutabilmeye çalışıyoruz.”

 

Gözyaşlarım kendini bıraktığında, bakışlarımı önümde duran sehbaya dikmiştim. Çaresizlik, adını asla anmak istemediğim kötü bir anım gibiydi... her ne kadar siz onun adını ağzınıza almasanızda onu yaşadınız. Her ne kadar geçmişte kalan bir anıysa da o sizin yakanızı asla bırakmaz.

 

Çaresizlik de böyle bir şeydi işte hiç istemediğiniz bir şeydi ama hep vardı kafanızın içinde, sizin içinizde bir yerlerde bu hep vardı.

 

Evet çaresizdim. Son çaremde tükenmişti.

 

“Maalesef artık çok geç...”

 

Her şeye geç kalmış gibi hissediyordum. Bu kelimenin acizliğinde kaybolurken kendimi yine hastane koridorlarında yürürken buldum. Burası benim ikinci evim gibi olmuştu. Hep hastanede mi geçecekti ömrüm, hep acılarla cebelleşmek mecburiyetinde mi kalacaktım?

 

Koridorun sonunda Ayfer Teyze beni gördüğünde umut dolu bakışları vardı. Beni bir umut olarak görmüştü sanki, daha az önce doktor arkadaşımın yanına gittiğimde... oysa Ayfer Teyzeye yaklaştıkça umudu sönmüş yerine yine hüzün kaplamıştı. O da anlamıştı içten iće geç kalındığını ve elden bir şey grlmeyeceğini.

 

“Sanada aynı şeyleri söylediler değil mi?”

 

Hiçbir şey söyleyemedim. Öylece gözyaşları içinde bakıyordum yüzüne kalktığı yere tekrar oturdu. Bende hemen yanında ki yere oturdum. Bir kaç dakika öylece koridordan geçen hastaları, doktorları, hemşireleri izledik. İkimizde düşündük, belli ki ben ise derin düşüncelere dalmıştım.

 

Başından beri olan biten her şeyi düşündüm. Kübra’yı daha önce tedavi ettiklerinde sonuçlarının neden temiz çıktığını neden doktorların bu hastalığı göremediklerini düşündüm. Doktor hatasımıydı bu, yoksa hastalık kendini belli etmeyen cinsten miydi? Kafamın içinde çözm

Eye çalışıyordum bütün bu belirsizlikleri. Ne kadarlık ömrü kalmıştı, daha ne kadar bizimleydi? Bunları istemeye istemeye de olsa düşünüyordum. Çünkü gerçek buydu ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu. Belki de geç kalınmasaymış daha başka olurdu her şey.

 

Ayfer teyzeyi kendi halinde bırakıp içeri Kübra’nın yanına gittim. Bizi beklerken uyuyakalmıştı. Hiç ses çıkarmadan yanında bulunan koltuğa oturdum. Saniyeler sonrada içeriye Ayfer Teyze girdi. O da benim karşımda olan iki kişilik kanepeye oturdu. Ağlamaktan göz altları şişmişti onunda.

 

“Ayfer Teyze, biliyorum ben her ne kadar üzülme desemde elinden gelmez. Evladın sonuçta üzülüyorsundur elbet. Ama yinede güçlü olmak zorundasın. Kübra seni böyle görmemeli, sizi güçlü görsün ki o da bu son günlerini biraz daha iyi geçirsin.”

 

Ne yaparsam yapayım. Beni dinlemeyecek, fırsatını bulduğu ilk dakikada hüzünleneceğini biliyorum. Evlat sonuçta, gözleri önünde eriyip gidiyordu ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kimsenin gelmez. Ne doktorların elinde bir fırsat vardı ne de bizim. Zaten en ufak bir fırsatları olsa onu değerlendireceklerinden adım kadar emindim. Fakat yolun sonu çoktan görünmüştü bile...

 

Ellerimiz kollarımız bağlı öylece otururken odanın kapısı açıldı ve içeriye bir hemşire girdi.

 

“Merhaba efendim. Hastamızın serumunu değiştirmeye geldim.”

 

Hemşire bize selam verip Kübra’nın serumunu değiştiriyordu. Derken Kübra birden öksüre öksüre uyanmıştı uykusundan. Ayfer teyze bir anda ayağa fırlayıp kızının yanına koştu. Ben ise yerimden kalkıp telaşla neler olup bittiğine bakıyordum.

 

“Kızım iyi misin annem? Hemşire hanım bir şey yapın.”

 

“Sakin olun lütfen. Öksürük için iğne yapacağım hemen.” Hemşire iğneyi çıkarıp Kübra’nın koluna enjekte ederken bende Ayfer teyzeyi sakinleştirmek için uğraşıyordum. Kübra ise uyku ile uyanıklık arasında sakin sakin yatıyordu.

 

“Ayfer teyze, ne olur sakin ol, bak hemşire hanım iğne yapıyor birazdan kendine gelir.”

 

Ayfer teyzenin kolundan destek vererek oturmasını sağladım. Yan tarafimda bulunan küçük masanın üstünden pet bardaktaki suyu alıp kapağını açtım ve Ayfer teyzeye uzattım içmesi için.

 

“Ayfer teyze bir iki yudum al iyi gelir.”

 

Kadın helak olmuştu hastane köşelerinde ve maalesefki bir kac uzak akrabaları dışında pek kimseleri yoktu. Babası desen şu anda yurt dışında bir iş gezisindeydi. Ayfer Teyze eşine telefonla haber vermiş ancak eşi pek kâale almamış. Ayfer Teyze de bir daha aramamış zaten. Ayfer Teyze ve eşinin arası pek iyi olmadığını zaten biliyordum ama bu kadar kötü olduklarını bilmiyordum. Hadi annesini sevmiyorsun aran kötü ee o zaman neden kızın hasta yatağında yatarken çıkıp gelmiyorsun. Hangi baba kızını hasta yatağında bırakıp iş gezisine çıkardı?

 

Böyle böyle haftalar geçti. Ayfer Teyze'nin hastane köşelerinde perişan halini gördükçe içim açıyordu ona annemi arayıp onu yanına almasını, dinlenmesini, yemesini ve içmesini söyledim. Kadın günlerdir ağzına doğru düzgün bir lokma yemek koymuyordu. Sürekli ağlıyordu, sürekli yakınıyordu. Ayfer Teyze'yi annemin yanına göndermemden bu yana 2 gün geçmişti. 2 gündür Kübra'yı ben bekliyordum. Onu yalnız bırakamazdım. Çünkü o benim her kötü anımda yanımdaydı. Meriç'in ölümünden sonra bana destek çıkan ikinci kişiydi. Birincisi ise annemdi zaten.

 

Koltukta oturuken bir kaç dakikalığına Kübra'da uyurken başımı arkaya yaslayıp uyuyakalmışım. Rüyamda yine saçma sapan şeyler görüyorum. Çok karışık, seçemiyorum.

 

"Ekin..."

 

Kübra'nın sesiyle birden irkildim. Yavaş yavaş doğruluğumda günler sonra ilk kez tek bir kelime etmişti.

 

"Kübra... nasılsın canım, ağrın sızın var mı?" Dedim. Yutkundu. Çatlamış dudakları acı içinde aralanırken yine tek bir cümle çıktı ağzından.

 

"Su..." öyle halsiz, öyle bitap düşmüştü ki daha fazla konuşamıyordu. Oturduğum yerden kalkıp pet şişelerden birini alıp yanında bulunan bardağa su doldurdum. Daha sonra Kübra'yı hafif kaldırırken suyunuda ağzına tuttum.

 

Bir iki yudum aldıktan sonra kendine gelmiş gibi görünüyordu.

 

"Sağol Ekin." Dedi zar zor

 

"İyi misin biraz daha?"

 

"İyiyim ışte... ne kadar iyi olunabilirse. Ağrılarım da olmasa daha iyi olurum." Göz altları mosmor, dudakları bakımsızlıktan çatlamıştı. Saçları zaten dağınık görünüyordu. Ama burada olduğum süre zarfında elimden geldiğince ona özenle bakmaya çalıştım. Yedirdim, içirdim, giydirdim; saçlarını taradım hatta bazen kitap bile okudum. Tabi bütün bunları yaparken, o da yarı baygın bir şekilde beni izliyordu. Takati kalmamıştı iki cümle kurmaya ama ne olursa olsun. Mutsuz ayrılmaması için elimden geldiğince destek olmaya çalıştım ona. En sevdiği filmi anlattım mesela sonunu en merak ettiği filmi izleyebilseydi eğer izletecektim. Ama olmadı.

 

Hep almak isteyipte alamadığı kitapları alıp okudum ona. Hiç sıkılmadan, yeter bu kadar olsun demeden. Arkadaşlar böyle olmalıydı belki de; her anlarında yanında olmaları gerekiyordu. Hastaykende, düşkünkende... bazen mutlu olduklarında sevinçlerini paylaşmak için, üzgünken de hüznünü paylaşmak için...

 

O benim çocukluk arkadaşım, can yoldaşım o benim yedi senemdi...

Loading...
0%