Yeni Üyelik
28.
Bölüm

27.Bölüm: "Küçük kaçamak"

@pinar_0000

Yaklaşık iki saattir yollardayız. Hava yavaş yavaş kararmaya yüz tutmuş, güneş batmaya yakın tüm güzelliğiyle parlıyordu. Arabada sessiz sakin ilerliyoruz. Kübra ise yorgunluktan yanımda ki koltukta uyuyakalmış. Ben ise bu sessizliğin ve bu havanın tadını çıkararak sürüyordum arabayı, sonsuz ilerleyen dümdüz yolda...

 

Araba ehliyetini daha bu sene aldım. Aslında zar zor aldım desem yeridir ama iyiki de almışım yoksa bu konforda yolculuğa çıkmak hayal olurdu. Derken radyoyu açtım. Radyoda haberler bitmek üzereydi. Son bir kez Kastamonu'da hava koşullarının nasıl olacağı hakkında bilgi veriyordu, hava durumunu sunan spiker.

Spikerin söylediğine göre hafif yağmur bekleniyordu. Umarım yağmazda bu guzel iki günlük tatilimiz mahvolmaz.

 

"Ekin!"

 

Ben kendi kendime söylendiğim sırada Kübra çoktan uyanmış, ayılmaya çalışıyordu.

 

"Uyandın mı uykucu?" dedim. Sevecen bir ses tonuyla... Gülümsedi. Oturduğu yerde doğruldu ve üzerini düzeltti. Tam iki saatir uyuyordu yani yolculuğa çıktığımız saatten beri...

 

"Ne kadar uyudum? Geldik mi? Şimdi neredeyiz?" ardı ardına sorularını sıralarken...

 

"Sakin ol kızım! Daha gelmedik. Tam iki saattir uyuyorsun. Ama merak etme dinlenmiş oldun."

 

Gözlerini ovuşturarak;

 

"Hadi ya! O kadar olmuş mu?" hafif kıkırdadım. Şu an onu bir görseniz. Uykusundan yeni uyanmış bebeklere benziyordu.

 

"Konuma göre ileride bir tesis var. Oraya uğrayalımda bir şeyler alalım. Hem bir şeylerde yeriz hem de uzun zamandır uğramıyorum gideceğimiz yere, yiyecek bir şey yoktur büyük ihtimal."

 

"İyi olur çünkü kurt gibi açım." gülümseyerek ona baktım. Karnını ovuşturup yola doğru bakıyordu.

 

Uzun zamandır bir şeyler yapmıyorduk beraber. En son ne zaman bir şeyler yaptık hatırlamıyorum bile. Umarım bu iki günlük küçük tatilimiz ona iyi gelir ve umarım kemoterapisi olumlu sonuçlar verir. Kemoterapi aldığını duyunca minik bir araştırma yaptım. Edindiğim bilgilere göre kemoterapi alan hastalar büyük bir ihtimalle saçlarını kaybediyorlarmış. Bunu o da biliyor tesise varana kadar durmadan saçlarıyla oynadı eskiden de yapardı bunu fakat bu sefer fazlaca yapmaya başladı. Onun adına ne kadar üzülsemde elimden ancak bu kadarı geliyordu. Morali yüksek olsun diye ufak kaçamaklar...

 

Yaklaşık yarım saatin sonunda ileride bir tesis gözüktü. Sola sinyal verip tesise girdiğimizde arabayı uygun bir yere park etmekle uğraşıyordum. Kübra ise arabaya bindiğimiz sırada giydiği kapişonlu hırkasını tekrar üzerine geçirmekle meşguldü. Arabayı nihayet park edecek bir yer bulup park ettim. Arka tarafta duran çantamı aldım. Kapıyı açtığımda Kübra kolumu tuttu ve konuşmaya başladı.

 

"Ekin... Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Kalabalığın içine girmeyeyim şimdi arabanın önünde bekliyorum seni."

 

"Emin misin? Burada seninle kalabilirim."

 

"Hayır.. Hayır sen alışverişi yap gel. Dediğim gibi arabanın önünde olacağım. Hem biraz da hava alırım."

 

"Tamam. Kendini iyi hissetmezsen hemen ara beni." dediğimde ikimizde arabadan inmiştik.

 

"Tamam merak etme." dediğinde tek eliyle kolumu tutuyordu.

 

Onu burada bırakmak istemiyordum. Ben yokken başına bir şey gelmesinden korkuyordum. İçimde bir endişeyle çantamı koluma geçirdim ve hızlı adımlarla markete yöneldim.

 

Tam markete girecektim ki arkamdan bir dolu kalabalığın sesi yükselmeye başladı. İnsanların seslerini net bir şekilde duyabiliyordum. Endişeyle arkamı döndüğümde, Kübra'yı boylu boyunca uzanmış yerde baygın yatışını gördüm.

 

Endişeyle yanına kadar koşarken kolumdan kayıp düşen çantama aldırmadan hızla Kübra'nın yanına geldim. İnsanlar başına doluşmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışırlarken ben de Kübra'nın başucuna geçip başını kucağıma koydum.

 

"Kübra! İyi misin kuzum, aç gözlerini ne olur?" etrafımda ki kalabalığa göz gezdirdim.

 

"Hay Allah ne oldu ki?"

 

"Açın gözünüzü hanımefendi!"

 

"Hanımefendi ambulans çağırmamızı ister misiniz?"

 

Kalabalıktan gelen sesleri duyabiliyordum. Ama tek bir tepki veremiyordum. Beynim Durmuş gibiydi. Kalabalıktaydım ama tek başımaymış gibi hissediyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece Kübra'yı uyandırmaya çalışıyordum. Bileğini kontrol ettim, nabzı atıyor mu? diye baktım. Çok şükür ki atıyordu.

 

Kalabalıktan birisinin sesini duydum.

 

"Kız şok geçiriyor galiba siz başında durun, ben ambulansı arıyorum." dediği sırada Kübra'nın kucağımda hareket edişini hissettiğimde kalabalıktan Kübra'ya çevirdim bakışlarımı. Gözlerini açtığını gördüğümde ise kaybolup gittiğim bilinçaltımdan tekrar dünyaya gelmiş gibiydim.

 

"Uyandı... Uyandın... Açtın gözlerini." sevinçle haykırdığım sırada ambulansı aramak için arkamıza geçen adamın tekrar aramıza geldiğini ve hatta yanımıza çömelip, Kübra'nın iyi olup olmadığını kontrol ettiğini fark ettim.

 

Kübra! İyi misin canım?" yavaş yavaş doğrulduğu sırada kalabalığın yavaştan dağıldığını fark ettim.

 

"Ne oldu bana?" bir yandan başını tutuyor bir yandan ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

"Bayılmışsınız hanımefendi." ben tam cevap verecekken ismini bile bilmediğimiz o adam cevap vermişti. Anlam veremeyerek baktım yüzüne, herkes dağılıp gitmişken o neden bize yardım etmeye çalışıyordu ki?

 

Kübra kalkmaya yeltendiğinde bir koluna ben girdim öteki koluna ise o adam girdi. Hala dengesini koruyamadığı için ona destek oluyordum. O adam Kübra'nın kolunu bıraktı ve dudaklarını araladı.

 

"İyi görünmüyorsunuz. İsterseniz yardımcı olabilirim. Adım Kaya... Kaya Emiroğlu."

 

"Tanıştığımıza memnun oldum Kaya Bey ama bundan sonrasını ben halledebilirim." dediğimde aslında istediği cevap bu değil gibi bir ifade sezdim yüzünde, cevap vermeden endişeyle bakıyordu. Ben ise Kübra'yı alıp arabaya götürdüm.

 

Arabanın arka kapısını açtım ve Kübra'yı oraya oturttum.

 

"Ben markete gidip ıvır zıvırları hemen halledip geliyorum. Sen de burada beni bekle, sakın dışarı çıkma tamam mı? Hemen döneceğim." kafasını evet anlamında salladı. Kapıyı kapattım arkamı döndüğümde Kaya'nın elinde benim çantamla bana doğru yürüdüğünü gördüm.

 

"Çantanızı düşür müşsünüz. Kaybolmasın diye size getirdim." çantamı bana uzattı. Alır almaz içerisine baktığım sırada hala durmuş beni izliyordu.

 

"Merak etmeyin bir şeyinizi almadım." başımı eğmiş çantamın içinden telefonumu çıkardığımda,

 

"Sizinle bir alakası yok yanlış anlamayın lütfen. Yalnızca telefonumu arıyordum."

 

Çantamı tekrar koluma taktım ve onun önünden geçip markete doğru yol aldım.

 

Bu adamda neyin nesiydi şimdi? Nedense garip bir şeyler sezmiştim bu adamla ilgili adı neydi? Evet! Kaya Emiroğlu bir anda karşımıza çıkması, kalabalığın dağılmasına rağmen yanımızdan gitmeyişi ve bize yardım etmek istemesi bana garip gelmişti istemsizce.

 

Çok fazla oyalanmadan markete girdim. Olabildiğim en hızlı şekilde alışverişimi yapıp kasadan geçirdiğim ürünleri en hızlı şekilde poşetledim. Ödeme işlemini de hallettikten sonra arabaya doğru yol aldım. Yürürken hiç bu kadar hızlı olduğumu düşünmemiştim. Çünkü içim içime sığmıyor, heyecandan değildi bu korkudan... Kübra'yı yalnız bırakıp gitmiştim markete tekrara bayılırsa diye çok korkuyorum

 

Arabanın yanına gelir gelmez ilk işim ona bakmak oldu. Arabanın kapısını yavaşça açtım. Çünkü içeride uzanmış uyuyordu. Sessizce yaklaştım gözlerimi karnına diktim. Hafifçe yukarı aşağı hareket ettiğini gördüğümde derin bir nefes aldım. Hala benimleydi gitmemişti.

 

Artık o kadar çok etkilenmiştim ki hele de Meriç'ten sonra, sanki her an her şey olacakmış gibi geliyordu. Simdi diyeceksiniz ki hasta bir kızı o kadar yol yaptırıp buraya kadar getirdin ne olmasını bekliyordun? Gerçekten o birazcık iyi olsun morali yüksek olsun. Çünkü bu hastalıkta en önemli şey moraldi. Morali iyi olması lazımdı; üzülmemesi, stres yapmaması hatta heyecanlanmaması gerekiyordu. Ben ise hep tetikte bekliyordum ona bir şey olacak diye ödüm kopuyordu.

 

Poşetleri bagaja atip şoför koltuğundaki yerimi aldığımda yine o adamı gördüm. Kaya'yı... Beş yada altı metre uzağımdaki arabasında oturmuş benim olduğum tarafa bakarken yakalamıştım onu fakat ben bakınca başını başka yere çevirdi. Anlayamadığım bir şey vardı. Bu adamdan korkmalı mıydım? Belkide ben çok büyütüyordum. Alelade biriydi, öylesine biri...

 

Arabayi çalıştırıp tesisten çıktım. Yine yollara düşmüştüm. Arada arkamdaki koltukta yatan Kübra'yı gözetliyordum dikiz aynasından. Tabi birde hala nefes alış verişlerini kontrol ediyordum. Hava resmen kararıyordu. Güneş çoktan batmıştı batmasına ama halen aydınlıktı çok fazla olmasada...

 

Böyle zamanlarda aklıma hep eski günler gelir araba kullanırken. Hele de uzun yolculuklarda dalar giderim uzak diyarlara... Oralarda bir yerde kendimi bulurum sonra hep Meriç'i ararım. Biliyorum o yok ama anıları, hayali her zaman yanı başımda... Derin bir nefes aliyorum sağ tarafımdaki boş koltuğa bakıyorum ve onun hayalini görüyorum. Sanki Meriç yanımda ve bana bakıp gülümsüyor. Ben ise bir yola bir Meriç'e bakıyorum.

 

Aklımdan hiç silemediğim hep yanımda taşıdığım asker desenli gömleğiyle yanı başımda oturuyor, beni seyrediyor sanki. O gözlerindeki ışığı görebiliyorum. O gözlerinde ki umudu her şeyi... kendimi görüyorum. Tek elimi kaldırıp yüzüne uzandığımda ise o karizmatik yüzü ellerimin arasında kaybolup gidiyor sanki....

 

Aniden bir korna sesiyle başımı yola çevirdiğimde bir kamyonun üstüme geldiğini fark ettim. Kamyonu fark etmemle direksiyonu sağa kırmam bir oldu. Kamyonun fren seslerini, benim arabayı ani hızla sağa kırmamla bir felaketin eşiğinden dönmüştük. Arkadan Kübra'nın sesini duyduğumda, frene basıp arabayı durdurdum.

 

Nefes nefese kalmıştım. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Saçım başım birbirine girmişti.

 

"Ekin!.. Ekin iyi misin? Ne oldu birden, kaza mı yaptık?" arkadan korkuyla bana seslendiğini duyabiliyordum ama anlık şokun etkisiyle konusamıyordum. Kübra ise eğilmiş yüzüme bakıyordu. Korku dolu gözlerle..

 

Gozlerimi kapatıp açtım kendime gelmeye çalışıyordum. Kendime gelmeliydim yoksa böyle devam edemezdik.

 

"Ekin korkutma beni iyi misin, bir şey söyle ne olur?"

 

"İyiyim merak etme. Sen iyi misin asıl, bana onu söyle!" arkamı dönüp ona baktığım sırada.

 

"Ben iyiyim ama sen kafanı çarpmışsın kanlar geliyor alnından." o anın etkisiyle acısını fark etmemiştim ama Kübra söylediğinde elimi alnıma götürdüğümde gerçekten alnım kanıyordu. Kübra ise arabadan inmiş ön koltuğa geçmişti. Torpidodan bir pamuk ve kolonya çıkarıp alnıma sürüyordu.

 

Acıyla inlediğimde alnımı üflemeye başlamıştı.

 

"Özür dilerim acıttım galiba ama merak etme kolonya bakterileri temizler bu pamuklada orayı iyice temizleriz. Yara bandı var mı?" bir elinde pamukla alnıma tampon yapıyordu bir eliylede yara bandı aramaya koyulmuştu.

 

"Torpidoyu aç en arka tarafta olacaktı bir tane." bu sefer alnımdaki pamuğu ben tutuyordum. O ise yara bandını aramaya baslamıştı.

 

"Hah! Buldum." sevinçle elindeki yara bandını açmaya koyulmuştu. Bende pamuğu çektim ve yara bandını yapıştırması için ona yardım ediyordum.

 

"Çok acıtmadım değil mi? Bunu yapmasaydım yaran mikrop kapardı." Kübra çoktan yara bandını yapıştırmış bana bakıyordu.

 

"Hayır çok acımadı merak etme daha iyi şimdi." meraklı gözlerle beni süzdüğünde o nihayi soruyu yöneltti.

 

"Ekin... Biz o kazayı nasıl yaptık? Ya da az kalsın yapacağımız kazayı mı demeliyim?" derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Bir kaç saniyelik dikkatsizliğim yüzünden az kalsın ikimize birden zarar verecektim. Ah ne aptalım!

 

"Ekin... Bir şey sordum. İyi misin sen?" hala bana dönük oturuyor benden bir cevap bekliyordu.

 

"Yolda ilerliyorduk. Aslında yol bomboştu. Bir anlığına sağ tarafa baktığımda..." dedim ve kalakalmıştım. Yutkunamadım, nefes almam zorlaştı sanki ama Kübra anlamış gibi cümlemi devam ettirdi.

 

"Sağ tarafına baktığında onu gördün değil mi? Onun hayalini..." sadece kafamı evet anlamında sallamıştım. Diyecek söz yoktu kelimeler kifayetsiz kalmıştı sanki

 

"Bana bakıyordu. Sana yemin ederim o buradaydı yanımdaydı." diye devam ettim. Saniyeler sonra.

 

"Bana bakıp gülümsüyordu. Sanki gerçek gibiydi sanki hiç gitmemiş gibi.. O da bizimle beraber geliyordu işte."

 

Kübra bir an durdu ve bana sarıldı. Onun sarılmasıyla zor tuttuğum gözyaşlarımı artık bırakmıştım. Resmen otoyol da az kalsın kaza yapacaktık ve bir şekilde sağ kalıp arabayı kenara zar zor çekip içinde hüngür hüngür ağlıyordum.

 

İnsan gerçekten bazı şeylere öyle hemen alışamıyormuş oysa ben Meriç'in yokluğuna alıstığımı sanıyordum. Ama hayır alışamamışım onun bir hayali bile bana az kalsın kaza yaptıracaktı. Az kalsın canımızdan olacaktık. Hadi ben kendi canımdan çoktan vazgeçmiştim de Kübra'yı bu duruma soktuğum için kendime kızıyordum. Sadece bir anlık dalgınlığım bana çok pahalıya patlayabilirdi.

 

Dakikalarca ikimizde konuşmadık kendi içimizdeki dünyamıza kapanmış orada hayatı sorguluyor gibiydik. Başımıza bir iş gelmeden ilerleyebilir miydik artık orasını bende bilemiyordum. Sadece bir an önce buradan kurtulup iki günümüzü geçireceğimiz eve gitmek istiyorduk.

 

"Tekrar soruyorum, hazır mısın? Tabi hala bana güveniyorsan." başımı ona çevirmiş ondan gelecek cevabı bekliyordum.

 

"Ekin yapma lütfen biz seninle sadece arkadaş değiliz. Biz seninle hem dost hem de kardeş olduk. Ne demek bana hala güveniyor musun? Güvenmesem burada işim ne..."

 

Haklıydı ne diyebilirdim ki bana güvenmese baştan gelmezdi benimle. Tekrar arabayı çalıştırdım ve bu sefer dosdoğru yola bakıyordum. Sessiz sakin yolculuğumuzu devam ettirdik. Anayolun sağ tarafında kalan toprak yola girdiğimizde artık eve bir adım daha yakındık çünkü toprak yol son duraktı burası bizi sonunda eve ulaştıracaktı. Buraya önceden de gelmiştim fakat o zamanlar taksiyle geldiğim için yolları pek bilmiyordum o yüzden navigasyon açıktı.

 

"200 metre sonra sola dönün... Hedefe çok yakınsınız.... Hedef doğrulandı. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. İyi yolculuklar."

 

Navigasyon bizi tam evin önüne kadar götürmüştü. Nihayet eve ulaşmıştık."

 

"Geldik mi ne çabuk." dedi Kübra

 

"Geldik. Kazasız belasız geldik demeyi çok isterdim ama.." dediğimde Kübra'nın güldüğünü fark edip durdum.

 

"Aa! Ne canım sonuçta kaza yapmak üzereydik yani bu da bir şey."

 

"Doğru kaza yapmak üzereydik. Ekin artık senden korkmaya başlıyorum. Ehliyeti nereden aldın sen kızım."

 

Az önce bana neler diyordu yok biz dostuz, kardeşiz şimdi dediği şeye bak. Arabadan indik ve bagaja yönelmiştik bagajı açıp içinden bavullarımız ve alışveriş poşetlerini alıp yere koyduk. Bagajı kapattık. Daha sonra cebimden evin anahtarını çıkarttım. Bir elimde poşetler ve çantam diğer elimde anahtar vardı.

 

Kübra ise o da bir eline çantasını almış ve bir eliyle de arabanın kapılarını kilitliyordu.

 

"Vayy! Ev bayağı iyiymiş yalnız. Ben küçük bir kulübe bekliyordum sen orman içinde dediğinde." Kübra hayran hayran konuşurken ben anahtarla kapıyı açmaya uğraşıyordum.

 

"Tabi kızım ne sandın benden kaçar mı hiç." dediğimde ikimizde gülerek eve girdik.

 

Kapının girişine çantalarımızı bıraktık. Ben ise elimdeki poşetleri mutfağa koyduğumda Kübra evi keşfe çıkmıştı çoktan.

 

"Odalarda büyükmüş bayağı..." Kübra'ya döndüğümde mutfak tezgahına yaslanmış, onun etrafı süzmesine bakıyordum. Evi şöyle tarif edecek olursam... En son geldiğimden buyana biraz degiştirmiştim evi, kapıdan girdiğimizde bizi sağ tarafta pencerelerin hemen önünde iki adet kanepe, hemen onun önünde küçük camdan bir sehba, onunda önünde çapraz konumlandırılmış televizyon; sonrasında amerikan mutfak ve giriş kapısının bir kaç adım önünde kıvrımlı bir merdiven yukarıya çıkmak için. Yukarıda ise tek bir oda ve bir duvarı hariç diğer üç duvarı camlarla çevrili bir oda bulunmakta.

 

Genelde ben o odayı aktivite odası olarak kullanıyordum buraya geldiğim zamanlarda orada da yine rengarenk bir kaç tane armut koltuk ve ortada küçük bir masa duvarda ise büyük bir televizyon karşılıyordu bizi, bir nevi film seyretmek için kullandığım küçük alanımdı yani.

 

Ben çoktan poşetlerde ki yiyecekleri çıkarmış dolaba yerleştirmiştim. Hatta makarna yapmak için küçük bir tencereye su koymuştum. O sırada Kübra'da ev turunu tamamlamış bana hayranlığını dile getiriyordu.

 

"Ya Ekin daha önce neden getirmedin beni buraya, burası bir harika hele o üst kat beni bitirdi mutlaka bu gece orada uyuyalım." dediginde ona bakıp gülümsüyordum bir yandan da salata malzemesi yıkıyordum.

 

"Olur tabi oraya bir de yatak atarız şu merdivenin yanındaki dokapta küçük şişirilebilir yatak olacaktı onu kurarız orada yıldızlara bakarak uyuruz istersen filmde izleriz perdeleri kapatıp." Kübra heyecanla beni izliyordu. Gerçekten kaliteli bir vakit geçirecektik anlaşılan.

 

"Ekin bırak onları ben yaparım salatayı. Bak su kaynadı sen makarnaları koy." dediğinde suyun kaynadığını görüp makarnaları icine koymuştum. Tuzunuda ekleyip pişirmeye bırakmıştım.

 

Galiba dünyanın en kolay yemeği makarna resmen kurtarıcımız... Suyunu koy iki dakikada kaynıyor harika bir buluş. Ben makarnaları tencereye ilave ettim, Kübra ise salatayı yaptı. Yaklaşık bir beş dakika sonra yemeğimiz hazırdı.

 

Kübra tabaklara makarnayı koyarken bende üst katı düzenliyordum. Yerde duran armut koltukları kenara koydum önce, sonrasında ise şişme yatağı paketinden çıkarıp katlanmış yerlerinden açtım ve odanın ortasına serdim. Daha sonra paketten çıkan pompa yardımıyla yaklaşık yarım saat süren bir şişirme olayından sonra nihayet şişmişti. 'Ne kadar zormuş bunu şişirmesi.' ben kendi kendime söylenirken Kübra, merdivenlerde göründü bile...

 

"Makarnalar hazır!"

 

Kübra elindeki makarna tabaklarını kenarda bulunan sehbaya koyup, pompayı katlamamda bana yardımcı oldu.

 

"Ben yatağın örtüsünü sereyim sen de salataları ve çatalları getirirsin." dediğimde yatağın ortüsünü seriyordum. Neredeyse her şey hazırdı. Odamız dört köşe ferah aydınlık bir odaydı. Dörtte üçü full cam kaplıydı ve buradan manzara ınanılmaz güzel görünüyordu. Son olarakta dörtte biri de duvardı orada da büyük bir LCD televizyon mevcuttu. Bu akşam burada güzel bir film keyfi yapacaktık. İşte Kübra'da elinde salata ve çatallarla yanıma geldi. Ben ise yatakta oturmuş onu bekliyordum. Film seçmek için...

 

"Ee! Ne izliyoruz?" Kübra, makarnasını eline alıp yatağa yanıma oturduğunda önünde ki küçük sunum masasından tabağına biraz salata ekliyordu.

 

"Aklımda bir kaç film var ama hangisini izleyeceğimize karar veremedim."

 

"Hmm neymiş onlar?" makarnasından bir çatal alarak bana sorusunu yöneltiyordu.

 

"Frends, diye çok fenomen bir dizi var onu izleyebiliriz. Başka 'okja' diye bir film var bunda da; zaman zaman aksiyon, zaman zaman duygusal ögeler içeriyor. Ne dersin hangisini izleyelim."

Kübra karşımda oldukça düşünceli bakıyordu. Halbuki seçebileceği iki film sunmuştum.

 

"Yoğun düşüncelerim beni yanıltmıyorsa eğer 'Frends' izleyelim. Çünkü isminden de olduğu gibi bizi ifade eden bir filme benzettim hadi açta izleyelim."

 

Ona gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Kendi kendine espri yapmaya çalışıyor fakat pek becerikli olamıyordu. O elinde makarnasıyla arkasına yaslanmış filmin açılmasını beklerken, ben de tabağımı ikimizin arasında duran sunum masasına bırakıp kalktım. Perdelerin hepsini kapattım çünkü dışarıda dolunay vardı ve odanın içerisini fazla aydınlatıyordu. Yani televizyonun ekranını parlatıyordu.

 

"Evet, hazırsan filmi başlatıyorum." elime televizyonun kumandasını aldım. Ekrandaki başlatma butonundan filmi başlattım.

 

"Hazırım! Hadi izleyelim."

 

Kübra'nın yanına geçtim. Bir yandan makarna ve salatalarımızı yiyor, bir yandan da filmi izliyorduk. Herhalde şimdiye kadar ikimiz arasında geçen en güzel anılardan biri olacaktı. Ve ben bir gün onun bu dünyadan gitme ihtimalini aklımdan çıkaramıyordum. Yine de hep en iyisini en güzelini düşünmeye çalışıyordum. Aklıma Kübra'nın ilk hastaneye yattığı gün geldi. O gün hastalığını öğrendiğimde ki hissettiklerimi nasıl tercüme edeceğimi bilemiyorum. Zaten tek yapabildiğim. Orada görev yapan arkadaşıma durumu izah etmek ve neler yapabileceklerini bilmek istediğimdi. Fakat doktor arkadaşım: "Tedaviye geç kalındığını söylemişti." buna rağmen yine de bir kemoterapiyi deneyeceklerini söylediler. Tabii ki bununda riskli yönleri vardı: "TEDAVİYİ KALDIRAMAMASI" gibi...

 

Her şeye rağmen onunla vakit geçirmeyi seviyordum. Keşke yanımdan hiç ayrılmasa...

 

Bir ara Kübra'ya döndüğümde filmde ki bir sahneye acayip güldüğünü gördüm. Hem bu kadar acı içinde hastalıkla savaşmaya çalışırken hem de bir filmle bu kadar mutlu olmak, tam da onun gibi güçlü savaşçıların harcıydı. Umarım bu savaşında galip gelirsin, umarım hastalığın seni yenmesine izin vermezsin.

 

...

 

Film izlerken burada uyuya kalmışız. Gözlerimi açtığımda dün gece film izlemek için kapattığım perdelerden içeri sızan güneş ışınlarını gördüğümde saat sabahın çok erken saatleri olabileceğini düşündüm. Bir yandan esnerken bir yandan başını omzuma yaslarken, uyuya kalan Kübra'ya baktım. Sessizce başının altına yastık koyup, kalktım. Onu uyandırmamak için odada minik adımlarla yürüyordum.

 

Dünden kalma yemek bulaşıklarını tepsiye koyup merdivenlerden aşağıya indim. Mutfağa tepsiyi koyup kahve demlemek için üst raftan cezveyi alıp, ocağa koydum. Orta tezgahta yan yana dizili, küçük baharat kavanozlarından kahveyi bulup cezveye ekledim. Demlenmesini beklerken, üst kattan Kübra'nın çığlıklarını duydum.

 

Panikle merdivenlere yöneldim. Üst kata çıktığımda Kübra'yı yatağın üstüne çıkmış çırpınırken buldum.

 

"Ekin!" bir yandan bana bakıp bir yandan ise yatağın yanında ki küçük konsolu gösteriyordu.

 

"Kübra ne oldu?"

 

"Ekin tam şurada devasa bir böcek var." yanına gittiğimde parmağıyla konsolu işaret ediyordu.

 

"Hani nerede, ben neden görmüyorum?" konsola eğilmiş böceğin nerede olabileceğine bakıyordum.

 

"Konsolun altına bak Ekin! Çok korkuyorum beni yemez değil mi?"

 

Kübra'yı yatakta çırpınırken bırakıp, bütün gücümle konsolu kenara çektim. Aktına baktığımda ise küçücük bir böcek vardı. Küçük kanatlı bir böcek.

 

"Bu mu devasa böcek ve seni yiyecek öyle mi?" dediğimde tek elimi belime koydum diğer elimle de böceği gösteriyordum.

 

"Ekin sana yeminle devasa bir şeydi. Sanırım orada küçülmüş bilemeyeceğim."

 

Televizyon ünitesinde duran peçetelikten bir peçete aldım ve böceği incitmeden o peçete yardımıyla aldım. Şaka olsun diye de Kübra'nın üstüne atıyormuş gibi yaptım.

 

"Kübra bak devasa böcek geliyor." bir yandan onu korkutuyordum bir yandan aşırı eğleniyordum.

 

"Ekin ağlarım bak ne olursun uzak tut onu benden."

 

"Gel bakalım küçük ama bir o kadarda devasa böcekcik." Kübra'ya imalı bakışlar atarak, pencereyi açtım. Pencerenin dışında bulunan çıkıntılara böceği koydum. Ben daha koyar koymaz uçup gitmişti bile... Sonra Kübra'ya dödüğümde çoktan yataktan inmiş böceği sahidende dışarıya çıkarıp çıkarmadığıma bakıyordu.

 

"Korkma bak artık yok."

 

"Emin misin, bir daha gelmez değil mi?" karşımda bayağı korkmuş bir yüz ifadesiyle bakıyordu.

 

"Kübra, güven bana artık yok gelmeyecek. Hadi gel kahvaltı yapalım."

 

Merdivenlerden aşağıya inerken bir ses duydum. Çıtırtılı bir ses... Sesin nereden geldiğine bakmak için aşağıya indim. Gözlerimi salonda gezdirirken bir de ne göreyim sesin sahibi mutfakta, ocakta unuttuğum cezveden geliyordu. Hızlıca koşup ocağın altını kapattım kaynayan kahveyi ocaktan alırken Kübra'da merdivenlerden inerken bana alkış tutuyordu.

 

"Aferin becerikli Ekin! Kahveyi mi taşırdın?" cezveyi alırken elimi yaktığımdan suya tutuyordum.

 

"Senin yüzünden! Böcekle uğraşıyoruz diye kahveyi taşırdım."

 

"Ekin ne yapabilirim? Böcek beni mi yeseydi yani."

Merdivenlerden inmiş kanepelerden birine oturmuştu.

 

"İnsan bir özür diler ya." cezvede yarısı taşan kahvenin diğer yarısınıda ben dökmüştüm sinirden. Elimi iki saniyeliğine alnımda tutarak tezgaha yaslanmıştım.

 

"Şimdi ne yapacağız? Yarın sabah yola çıkmamız lazım, doktorun mesaj atmış. Akşam saat sekizde kemoterapi alman gerekiyormuş." cümlelerimi duymak onu mutlu etmemişti anlaşılan. Gözlerinde ki ışık sönmüş, iç sıkıntısıyla derin bir nefes vermişti. Onun bu haline üzülüp yanına gittim. Yanına oturup ona sımsıkı sarıldım. Başı göğüsümün üstünde, ellerimle saçlarını okşuyordum.

 

"Üzülme, bu günleri de atlatacağız. Sen hep iyi olacaksın, benim yanımda olacaksın. Biz hep en iyi arkadaş olacağız. Daha yapamadığımız, yapmak istediğimiz o kadar çok şey var ki... Bunların hepsini yapabilmek için önce seni iyileştireceğiz."

 

Başını göğsümden çekip doğruldu.

 

"Sahiden bu dediklerin olacak mı, sahiden hep o çok istediğimiz kız kıza dünya turuna çıkacak mıyız? Ya da birlikte bir gün bisiklete binmeyi, sinemaya gidip son sıraya oturup ayaklarımızı uzatarak film izlemeyi..."

 

"Tabi ki kuzum. Hepsini yapacağız. Bunu sende göreceksin." derin bir nefes verdim. O da aynısını tekrar ederken, ayağa kalktım. Kübra anlam veremeyerek bakıyordu, gözlerimin içine...

 

"Hatta tam şimdi bunlardan birini gerçekleştireceğiz."

 

"Nasıl yani, hangisini?" hem anlamsız hemde merakla bakıyordu.

 

"Gel benimle!.." elinden tutup çekiştire çekiştire bahçeye çıkarttım onu,

 

"Ekin ne yapıyoruz burada Allah aşkına!"

 

"Bekle hemen geliyorum. Sakın bir yere ayrılma!.."

 

Kübra'yı evin ön bahçesinde yalnız bırakıp, evin arka tarafında bulunan küçük garaj tipinde bir yere girdim. Oradan, yıllar önce buraya ilk, ailemle geldiğimde burada bıraktığımız bisikletlerden ikisini aldım. Direksiyonlarından tutup süre süre Kübra'nın yanına getirdim.

 

"Ekin inanmıyorum sana, bunlar benim hayalimdekilerin aynısı..."

 

Gülümseyerek yanıma yaklaştı. Bisikletlere tek tek bakıyor ve bana minnet dolu bakışlar atıyordu. Hatta bir ara gözlerinden yaşlar bile gelmişti.

 

"Çok teşekkür ederim. İyi ki ama iyi ki varsın." gelip boynuma sarıldı. Daha sonra da bisikletlerden birini alıp, bindi. Onun ki sarı bir bisikletti, büyük tekerlekleri olan... Benim ki ise kırmız idi.

 

"Hadi yarış yapalım. Şu ileride ki büyük ağaçlara kadar..." ileri de üçü yan yana sıralanmış ağaçlar vardı ama aramızda ki mesafe bir hayli çoktu.

 

"Ben seni hemen geçerim biliyorsun bu işte iyiyimdir." Kübra'ya imalı bakışlar attığımda ikimiz de bisikletlerimizi yan yana getirmiş, yarışa başlamak üzereydik.

 

"Göreceğiz bakalım."

 

"Görelim bakalım."

 

Ve aynı anda yarışa başlamıştık bile... Çok az farkla beni geçmişti ama bende ona yetişmek için elimden geleni yapıyordum.

 

Toprak yolda ilerlerken ellerini iki yana açmış, kuşlar misali o kadar özgür o kadar yaşamayı hak ediyordu ki. Ona bakarken gözlerimde acı ve mutluluk bir aradaydı sanki... Acı; onun hastalığından, hem de ölümcül hastalığından, mutluluk ise buraya geldiğimizden beri gözlerinin içinde ki o ışıktandı belki de onu mutlu gördükçe ben de mutlu oluyordum.

 

"Ekin seninle bir şarkımız vardı. Küçükken hep dinlerdik hatırlıyor musun?"

 

Hatırlamaya çalışıyordum. Hala bisikletlerle toprak yolda ilerlerken yarışı yarıda kesmiş, toprak yol boyunca yavaş yavaş bisikletlerimizi sürüyorduk.

 

"Hatırlamaz olur muyum hiç. Nasıl unutabilirim ki."

 

"O halde birlikte bisikletlerimizi sürerken onu söyleyelim mi?"

 

"Olur söyleyelim." derin bir nefes almıştık beraber söylemek için kendimizi hazırlar gibi... İlk önce o söyleyeceğimiz yerin başını söyledi. Bende hemen arkasından tekrar ettim. Beraber yol boyunca onu söyledik. Şarkı Mabel Matiz'dendi...

 

"Yine günlerden son yaz günü

Yaşım çocuk

Yine hangi düşün kumarı bu yırtılan

Delik deşik

Eğilip alıver yüzümü

Bu sular acımaz, kanatır dizimi

Yanılırsa yüreğim sürülür geceden

Geceler yüreğin vatanı..."

 

O gün bir süre bisiklete bindik. Daha sonra eve gelip bir şeyler yedik. Çünkü bisiklete binmek için kahvaltı etmeden çıkmıştık dışarı. Ormanda ne yapılır, nasıl eğlenilirse öyle eğlenmeye çalıştık iki gün boyunca... Zaten öyle böyle derken akşam etmişiz.

 

“Ekin?”

 

Yorgunluktan kendimizi evin bahçesinde bulunan sandalyelere atmıştık. Kübra ise hafif bana dönük oturuyordu.

 

“Efendim.” Dediğimde telefonuma bakıyordum. Çünkü bir sürü resim çekilmiştik burada olduğumuz süre boyunca... Üst katta film izlerken, Kübra, böcekten korkarken... hepsini çekmiştim ne kadar çok ölümsüz anı bırakabilirsek o kadar iyiydi bende öyle yaptım.

 

Şimdi gökyüzü o bütün maviliğini güneşin batışındaki kızıllığına bırakmış, hafiften gülümsüyordu.

 

“Ekin... Günbatımını izlemeye gidelim mi?”

 

Yorgunluktan gözlerini açamıyordu. Yine de burada buranın sonuna kadar hakkını vermek istiyor gibiydi.

 

“Gidelim tabi ki...”

 

Kübra’yı sandalyesinden zar zor kaldırdım.

 

“Kalkabilecek misin? Bak bugün çok zorladın kendini, dinlenmen lazım. Başka zaman yaparız.” İki elinden tutmuş tam kaldırırken, yüzüme baktı ve gülümsedi acı içinde...

 

“Zaman yok Ekin. Hiçbir şeye zamanımız yok, her ne istiyorsak şimdi yapmalıyız. Sonuçta bu dünyadan ne zaman gideceğimizi bilmiyoruz.”

 

Acı içinde gülümsüyordum ona. O ise içeriden üzerine bir şey almaya giderken, ondan gizlediğim gözyaşlarımı artık tutamıyordum. Sandalyeye tutunarak oturduğumda elimi ağzıma bastırmış sessizce ağlıyordum.

 

Dünya ne kadar acımasız bir yer böyle... Bir yandan hak veriyordum. Ne zaman göçüp gideceğimizi bilmeden yaşıyorduk. Belki çok az zamanımız kalmıştı ama buna rağmen ne çok vakit kaybediyoruz şu hayatta, oysa dilediğimiz gibi yaşamak varken kendimizi bu amansız maratona teslim ediyor, kendimizi bu uğurda kaybediyoruz. Biraz frene basmanın zamanı sizcede gelmedi mi? Ne diye bu koşuşturmacalar, nereye yetişmek için sanki... Siz bilmiyor musunuz? Nereye kadar giderseniz gidin ölümden kaçamazsınız. Demem o ki dilediğiniz gibi yaşayın bu hayatı; kendinizi kısıtlamadan, hor görmeden, kendinizin üstünde baskı uygulamadan... Çünkü ne yapıyorsa insan kendine yapıyor.

Loading...
0%