Yeni Üyelik
29.
Bölüm

28.Bölüm: “Her son bir başlangıç değildir.”

@pinar_0000

Hayat bazen inişli çıkışlıdır. Bazense azgın bir deniz gibi hırçın... İlk olarak fırtına öncesi sessizliğine bürünür, sonra ise dalgalarıyla gürler ve dayanılamaz bir hal alır. Hayatta böyledir aslında, tam her şey yoluna girdi diye rahatlarız ama bir bakmışsın, hayat tam da bitti dediğimiz yerden vurmuş bizi... sonra dalgalarıyla kıyıya savurtuvermiş. Sen daha ne olduğunu bilemeden çakılıverirsin denizin kenarındaki o sıcak kumlara... sonra bakarsın etrafına, senden geriye kimse kalmamış. Tek başına geldiğin bu dünyada yine tek başına ilerlemişsin sonra da dalga seni bir kıyıya vurmuş.

 

Bizim de denize vurmuş dalgalarımız var. Okyanusa açılmış gemilerimiz... liman liman dolaşan teknemiz...

 

(Saatler sonra...)

 

İşte o gün geldi. Kübra’nın kemoterapi alacağı gün... Bu sabah apar topar hastaneye geldik. İki günlük kısa tatilimizden sonra hastane hiç çekilmiyordu ama yapacak pek bir şey de yoktu.

 

Kübra’yı odasına aldılar ve kemoterapi için hazırlıyorlardı. Ben de yanlarında onları izliyordum. Kübra’nın yüzünde garip bir ifade vardı. Mutlu desem değil üzgün desem değil. Sanki ne yapacağını, nasıl davranması gerektiğini bilmiyormuş gibiydi.

 

Oturduğum yerden kalkıp onu sakinleştirmek ve yalnız olmadığını hissettirmek için yanına gittim. Saçlarını okşadım.

 

“Sakin ol. Ben yanındayım her şey çok güzel olacak. Merak etme ben hep senin yanında olacağım.”

 

Onu biraz olsun sakinleştirmiş olmalıyım ki derin bir nefes alıp gözlerimin içine baktı. O yatağında oturur pozisyonundayken, bende yanı başında ayakta beklerken.

 

“Ekin, beni bırakma.”

 

“Olur mu öyle şey, ben seni hiç bırakmayacağım.”

 

Artık bütün hazırlıklar tamamlanmış ve kemoterapi alma zamanı gelmişti. Bu alacağı ilk kemoterapi olacaktı. Doktoru kemoterapi sonrası mide bulantısı, halsizlik, el – kol uyuşması gibi şeyler görülebileceğini söyledi. Kübra ise doktoruna, saçlarının dökülüp dökülmeyeceğini sormuştu. Saç dökülme, kemoterapi aldıktan yirmi dört saat sonra belli olacağını söylemişti.

 

Bu duruma o da bende çok üzülmüştük. Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da...

 

“Evet Kübra hanım kemoterapi vakti geldi. Sizi kemoterapi odamıza alacağız.”

 

Doktor odaya girdiğinde kemoterapi zamanının geldiğini söylüyordu. Kübra’nın eli bir anda elimi bulduğunda sıkı sıkıya tuttu. Korkuyordu. Bu her halinden belliydi. Yamacına oturdum ve iki elinden de sıkıca tuttum. Her şeyin iyi olacağını bu tedavinin belki de onu iyileştireceğini anlattım ona. Keza doktor bey de benimle aynı cümleleri sarf ederken, Kübra’nın az da olsa rahatladığını gördüm.

 

“Kızım. Bak sakın korkma annen yanında, biz yanındayız. İyi olacaksın benim güzel kızım.” Annesi Ayfer teyze gözyaşlarını bastırmaya çalışarak kızının içini rahatlatmaya çalışıyordu.

 

Yatağından yavaşça kaldırdık. Hemşire hanım tekerlekli sandalyeyle yanımıza geldi. Dikkatlice sandalyeye oturttuk. Bir eli benim elimi tutarken diğer eli de annesinin elini tutuyordu. Hem korkuyor hem de çok tedirgindi. Bu tedavinin ona iyi gelmesini umuyorduk. Bu tedavi sayesinde iyileşmesini tekrar hayata kaldığı yerden devam etmesini canı gönülden istiyorduk.

 

Hastane odasından çıktık. Hemşire tekerlekli sandalyesinden tutup Kübra’yı kemoterapi odasına götürürken biz de Ayfer teyze ile beraber arkasından bakakalmıştık.

 

“Umarım kızım iyileşir. Aksi taktirde nasıl dayanırım bilmiyorum.”

 

Gözlerimi Ayfer teyzeye çevirdiğimde koridordaki bekleme sandalyelerinden birine oturmuş sessizce ağlıyordu. Yanına gidip şefkatle omzuna dokundum.

 

“Merak etme Ayfer teyze, Kübra güçlü bir kız bunun üstesinden de geleceğine inanıyorum ben.” Başını bana çevirdi. Umutla baktı yüzüme sonra arkasına yaslandı. Bana bir şeyler anlatacaktı belli ki.

 

“Tek başıma büyüttüm onu ben; ne baba tanıdı, ne bir şey... onun hem annesi hem de babası oldum. Tamam bir babası vardı ama sözde baba. Ne kızının doğumuna geldi ne de ilk adımlarına şahit oldu. Baba ne demekti hiç bilmedi yavrum. Okulda ki arkadaşları babalarını anlatırken kim bilir kaç kez boynu bükük, yüreği buruk dinledi. Kim bilir kaç kez içi yandı da bir an olsun söyleyemedi. ‘Benim babam nerede anne, neden yok?’

Sen de bilirsin. O ne yufka yüreklidir. Bir şeye kızsa da küsse de kimseye söylemez, hep tek başına halletmeye çalışır.”

 

Ayfer teyze anlatırken göz yaşlarımı zor tutuyordum. O ise hem anlatıyor hem de ağlıyordu. Onu ağlarken görmeye dayanamayıp kocaman sarıldım. O da bana sarıldı. Anne şefkatiyle sardı beni...

 

Benim ailem ile ilgili bir sorunum yoktu. Annemde babam da benden sevgilerini esirgemediler. Hatta biraz da özgür bırakmış olabilirler. Ben ne zaman ne istersem yaparlardı. Bu yüzden çok şanslıyım. Ama Kübra benim kadar şanslı değildi. Onun bu hayatta sadece annesi vardı. Babası ise hiçbir zaman olmamıştı. Belki de bir kızı olduğundan bile habersiz...

 

(Dakikalar sonra...)

 

Kübra’nın kemoterapisi beklediğimizden de uzun sürmüştü. Onu beklerken aşağıya kafeteryaya indik. Ayfer teyzeye ve bana birer kahve aldım. Kafeteryada oturuyorduk. Biz kahvelerimizi yudumlarken, yanımıza Mert’te gelmişti. Mert bizim Kübra ile ortak arkadaşımızdı aynı zamanda Meriç ile de, Kübra’nın kemoterapi alacağını duyunca hemen hastaneye yanımıza gelmişti.

 

“Bu kadar uzun sürmesi normal mi?” Mert merakla sorusunu sorarken üçümüz bir masada oturuyorduk. Ayfer teyze cevapladı.

 

“Doktoruna sorduk. Gayet normalmiş, bu kadar uzun sürmesi.”

 

“Merak etmeyin iyi olacak.” Her ikisini de gergin gördüğüm için onları bir nebze olsa rahatlatmak adına iyimser konuşuyordum. Her ne kadar iyimser olmaya çalışsam da içim içimi kemiriyordu. Ne olacaktı, ne bitecekti, tedavi ona iyi gelecek miydi? Sürekli aklımdan bu düşüncelerle boğuşuyordum. Sanırım birisi de bana iyimser konuşması gerekiyordu.

 

Derken cebimde telefonumun titrediğini hissettim. Elimdeki kahveyi masanın üzerine bırakıp telefonuma baktım.

 

Arayan kişi rehberimde kayıtlı değildi ve numarayı tanımıyordum. Telefonla konuşmak için yanlarından ayrıldım. Kafeterya zemin kattaydı bahçeye çıktığımda telefonu nihayet açtım.

 

“Alo?”

 

“Alo! Ekin ben Ayşe, Meriç’in ablasıyım.”

 

Aslında şaşırmıştım. Meriç’in ablası beni neden arasın ki.

 

“Evet tanıdım. Bir şey mi oldu?” Ayşe abla beni bir şey olmasa aramazdı çünkü. Meriç vefat ettiğinden beri doğru düzgün konuşmamıştık bile.

 

“Konuşmamız lazım görmen gereken bir şey var. Meriç ile ilgili.’’

 

Nasıl yani ne olabilirdi ki... iyice merak etmiştim. Onunla benim aramda ne olabilirdi ki bu kadar önemli?

 

“Tamam konuşalım.”

 

“Telefonda olmaz. Mümkünse yüz yüze konuşalım. Meriç ile hep buluştuğunuz bir park vardı seni orada bekliyor olacağım.”

 

Kendimi bir film setinde gibi hissetmiştim çok önemli bir olay vardı ama telefonda konuşamayacağımız kadar önemli... bu kadar önemli ne olabilirdi ki? Bir de Meriç’le ilgili..

 

Telefonumu kapatıp cebime koydum. Hastanenin kafeteryasına girdiğimde Ayfer teyze ve Mert konuşurlarken gördüm. Onlara doğru seri adımlarla yürüdüm. Yanlarına yaklaştığımda ikisi de merakla beni izliyorlardı. Mert dayanamayıp ne olduğunu sordu.

 

“Yüzün bembeyaz olmuş Ekin. Bir sorun mu var?” Çünkü tedirgindim. Korkuyordum, merak ediyordum. Ayşe abla benimle konuşmak istiyordu, bana göstermesi gereken şey neydi? Bunları düşünüyordum.

 

“Bir şey yok Ayşe abla beni çağırdı göstermesi gereken bir şeyler varmış.”

 

“Meriç ile mi ilgili?” Mert’in gerçekten beni anladığını gördüğüme sevinsem de, içim içimi kemiriyordu.

 

“Evet.” Dedim sıkıntılı bir nefes vererek. Ayfer teyze ise bir şey demeden bizi izliyordu.

 

“Benimde gelmemi ister misin?”

 

“Hayır, sanırım tek gitsem daha doğru olur.” Mert anlayışla başını evet anlamında salladığında, masada duran çantamı alıp koluma taktım. Arkamı dönüp giderken Mert’in arkamdan seslendiğini duysam da pek aldırış etmeden hemen bir taksi çevirdim. Arabam babamdaydı çünkü.

 

“Dikkat et Ekin.”

 

...

 

Yol boyunca olabilecek her şeyi düşündüm. Meriç ile ilgili bana göstermesi gereken daha ne kalmış olabilirdi ki... onun her şeyini biliyordum. Daha bilmediğim neyi vardı ki? Vefatının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Koskoca bir yıl... yaşanması gereken her şeyi yaşamıştık. Onun için evden kaçmalarım, İstanbul’da yaşadığımız maceralar, birlikte motorsiklet ile gezmelerimiz... sevgililer gününde, bizim şarkımızla dans ettiğimiz o güllerle süslü ev ve daha niceleri... her şeyi onunla yaşadım onunla var oldum ve onunla yok oluyordum...

 

Taksi durduğunda girdiğim o hayal dünyasından çıkmam da bir olmuştu. Taksiye ücreti ödedim ve arabadan indim. Taksi şoförü beni parkın girişinde bırakmıştı. Tedirginliğimi gizlemeliydim. Sakince parkın bahçesine girdim. Etrafa göz gezdirdim. Derken Ayşe ablanın beni çoktan fark etmiş ve el sallıyor oluşunu gördüm. El salladığını gördüğümde ona doğru yürüdüm.

 

Yanına gittiğimde gayet ciddi bir tavır takınıyordu bana karşı garipsedim. Eliyle oturmamı işaret ettiğinde sandalyemi çekip oturdum.

 

“Hoş geldin Ekin.” Gayet ciddi soğuk kanlı bir tavırla,

 

“Hoş buldum.” Diyebildim sadece, daha fazla bekletmeden konuya girdi.

 

“Ekin, daha fazla uzatmadan konuya gireceğim.”

 

Başımı iki yana salladım evet anlamında.

 

“Dün akşam Meriç’in odasını temizlerken bir şey buldum. Önce anlam veremedim çünkü daha önce görmediğim bir şeydi. Siyah kaplı bir defter... merak edip içini açtığımda onun sadece bir defter olmadığını, aslında onun bir günlük olduğunu gördüm. Günü gününe kayıt edilmiş, özenle tutulmuştu. İlk sayfasında bir tarih var ve bu sizin çıktığınız tarihle aynı.”

 

Ayşe ablanın ağzından çıkan her sözü büyük bir merakla dinliyordum. O ise çantasından o defteri çıkardı ve masanın tam ortasına koyup kapağını açtığında günlüğün ilk sayfasına ilişti gözüm gerçekten de ilk sayfada bizim çıkma tarihimiz yazılıydı. Hatta ilk cümlesi ve tarihimiz:

 

 

“05.09.2015,

 

Bugün benim en mutlu günüm.”

 

Diye başlıyordu. Kalbim heyecanla atmaya başlamıştı.

 

Meriç benden gizli günlük tutmuştu hatta sadece benden gizli de değil, bütün ailesinden gizlemişti. Ben şaşkın şaşkın bakarken Ayşe abla anlatmaya devam etti.

 

“Yani siz sevgili olduğunuzdan, ölümüne kadar her anınızı kayıt etmiş bu deftere. Merak etme hepsini okumadım tabii ki, sadece ilk sayfasını o da ne olduğunu anlamak için.”

 

Defteri elime aldım. Teker teker sayfalarını çeviriyordum. Yalnız bir şey dikkatimi çekmişti. Bir önceki sayfanın tarihiyle sonraki sayfanın tarihi ardı ardına gelmiyordu. Birinde 05.09.2015 yani bizim sevgili olduğumuz tarih yazılıyken, diğer sayfada 10.11.2015 tarihi yazılıydı. O an anladım. Biz ne zaman buluştuysak o günü kayıt etmişti bu deftere başımı defterden kaldırdım.

 

Karşımda oturan Ayşe ablaya baktığımda sözüme devam ettim.

 

“Sadece buluştuğumuz tarihleri yazmış.” Dedim şaşkınlıkla.

 

Sonra hızlıca son sayfaya gittim. Yani tarih 26. 06. 2018’e bu tarih Meriç’in vefat tarihiydi. İkinci bir şokumu da orada yaşadım zaten, aynen şöyle yazılıydı:

 

“26.06.2018”

 

“Bugün günlerden Salı, Ekin ile neredeyse bir aydır buluşmuyoruz. Ama bugün nihayet buluşacağız. Onu çok özledim. O kadar çok özledim ki...

Bugün olacakları döndüğümde yazacağım günlük beklemede kal!”

 

Nefesim daraldı, göz yaşlarım kendini salmıştı. Ellerim titriyordu ama ben durduramıyordum. O gün buluşacaktık o kaza olmasaydı o gün buluşacaktık. Ayşe abla, ağladığımı görünce yanıma geldi. Sıkıca sarıldı. Ben kendimi koyvermiştim artık, sessizce içimden ağlıyordum.

 

“Bu son sayfayı okumuş muydun Ayşe abla?”

 

Ayşe abla tekrar yerine geçerken başını salladı.

 

“O kaza gününün sabahı seninle buluşacağını söylemişti bana. O kadar sevinçli o kadar heyecanlıydı ki anlatamam. Tek tek hepimize sarıldı o sabah. Hatta dalga bile geçmiştik onunla ‘Şuna bak sanki evlenmeye gidiyor.’ Diye o kadar heyecanlıydı işte.”

 

O son yazdığı yeri bir kez de dışımdan okumuştum tekrar.

 

“Bugün olacakları döndüğümde yazacağım günlük beklemede kal!”

 

“Dönemedi...”

 

O kadar kötüydü ki bu olanlar...

Bir gün varız bir gün yokuz. Sabah bir umutla kalkıyoruz o yataktan ama akşam geri o yatağa dönebilecek miyiz bilmiyoruz. Kalıyor hatıralarımız bir köşe başında, yarını yok bu sonbaharın yarını yok bu kalan zamanın... öylece savruluyoruz bu zamanda hoyratça oradan oraya... kim bilebilir ne zaman öleceğimizi kim bilebilir yarınımızı, evvelimizi. Bu hayatın bize oynadığı hain bir oyundu yaşamak. Biz ise bu oyuna esir edilmiş köleler. Hiçbir söz hakkımız yok bizim bu oyunda, öylece konulmuş kurallara uymak zorundayız.

 

...

 

O gün o masadan nasıl kalktığımı, nasıl eve geldiğimi, kendimi yatağa nasıl attığımı bilmiyorum. Senelerce gizlenmiş bir günlük. Nasıl olurda seneler sonra ortaya çıkabiliyordu? Ve bundan benim bunca yıl nasıl haberim olmamıştı? Hoş, soracak kişi belliydi ama o kişi artık yoktu. Hayatta olsa gider hesap sorardım. Derdim ki; “burada bizim hikayemiz yazıyor. Yalnızca bizim, ikimizin. Nasıl olurda benden gizledin?” Diye.

 

Sinirli miyim, yoksa sakin mi? İnanın bilmiyordum. Duygularım birbirine girmişti sanki, o kadar karmaşıktı ki anlam veremiyordum artık. Ne düşünmeliyim, nasıl davranmalıyım, ya da nasıl olmalıyım?

 

Öfkeli?

 

Hayır değilim. Peki ya, mutlu?

 

Bilmiyorum.

 

Peki ya aşık?

 

...

 

Telefonumdan bir müzik açtım. Öylesine sözsüz, klasik bir müzik kafamı toparlamam gerekiyordu. Bir yanda Kübra, bir yanda bu günlük...

Bütün bu başıma gelenleri düşünürken uyuyakalmışım. Uyandığımda hava kararmış yastığın altına koyduğum telefonumu alıp saate baktım. Saat 21.05 idi.

 

Telefonumda ise binlerce arama binlerce mesaj... abartıyorum tabii ki.

Ayfer teyzeden iki cevapsız arama, Mertten altı cevapsız arama ve iki tane de mesaj. Mesajlara girdim. Mertin mesajına tıkladım.

 

“Kübra’nın tedavisi iyi geçmiş onu söylemek için aradım.”

 

“Allah aşkına Ekin. Kaç kez aradım neredesin sen?”

 

Sonunda güzel bir haber Kübra’nın kemoterapi tedavisi iyi geçmiş. Buna çok sevindim tabii ki.

 

Yataktan kalkıp üzerimi değiştirmek için dolabımı açtım. Beyaz tişört ve siyah bir pantolon aldım ve tabii ki üzerime de bir siyah gömlek...

 

Üzerimi değiştirdim. Tam çantama uzanacakken çantamın açık bölümünden düşen siyah kaplı defteri gördüm.

 

“Meriç’in defteri...”

 

Dedim sesli bir şekilde açıp her sayfasını tek tek okumayı ne kadar istesem de şu an hiç yeri değildi. Ve ben içindekileri okumaya hazır değildim. Her bir anı yeniden yaşamaya hazır değildim. Defteri çantama geri koydum. Koluma taktığım gibi aşağıya indim. Ayakkabılarımı giyerken, annem yanıma geldi.

 

“Kızım, kaç gündür doğru düzgün konuşamıyoruz. Kaç gündür yüzünü gördüğüm yok. Gel iki çift laf edelim hem arkadaşının durumunu konuşuruz. Sahi, nasıl iyi mi?”

 

Ayakkabılarımı giydim ve doğruldum.

 

“İyi anneciğim merak etme tedavisi de olumlu geçmiş bugün.” Hiç kendimle alâkalı konuşmak istemiyordum. Bu konuyu geçiştirir bir cevap verdim.

 

“Bak bakayım bana...” annem iki eliyle yüzümü tuttu. Gözlerimin içine baktı çatık kaşlarla.

 

“Gözlerinde ki acı... aynı bir yıl öncekiler gibi hâlâ taze.”

 

Anlamsızca yaşlar dolmuştu göz pınarlarıma, annem beni her zaman anlamıştı şimdi olduğu gibi... o söz o kadar doğruymuş ki... Anneler anlar...

 

“Gel kuzum anlat bana yine ne oldu?”

 

Bir o kadar konuşup anlatmak istiyordum. Bir o kadarda susmak. Ikilemde kalmıştım. Bir yanım diyor ki anlat dök içini diğer yanım ise sonsuza kadar sus.

 

Öyle olmadı bu kez susmadım. Annemle oturma odasına geçtik. Karşı karşıya oturuyorduk. Ben ikili kanepelerde o ise karşımda ki tekli koltukta.

 

“Anlat kızım dinliyorum seni.” Içimden şöyle bir cümle geçiyordu: ‘Aşk mısın be kadın.’

 

“Anne!” Boğazımı temizleyip, derin bir nefes aldıktan sonra devam ettim.

 

“Bugün bir şey oldu ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.”

 

“Ne oldu? Halledebileceğim bir şeyse seve seve hallederim. Sen benim kızımsın.”

 

Ağlamamalıyım....

 

Ağlamamalıyım....

 

Derin bir nefes daha...

 

“Meriç’in ablası aradı bugün beni. Konuşmak istediğini ve bana göstermesi gereken bir şey olduğunu söyledi. Meriç ile ilgili dedi bir de.”

 

“Ne yaptın peki?”

 

“Gittim. Aslında Meriç ile ilgili olmasaydı. Gitmezdim çünkü Kübra’yı tedavi için alacaklardı benim onun yanında olmam lazımdı. Ama Meriç ile ilgili olduğunu duyunca gitmek zorunda hissettim.”

 

“Ve gittin.” Dedi annem cümlemi tamamlayarak.

 

“Ve gittim.” Dedim doğrulamak adına sonra devam ettim.

 

“Buluşacağımız parka geldiğimde çoktan gelmişti. Beni bekliyordu...”

 

Gerisini tüm detaylarıyla beraber anlattım anneme ne var ne yoksa...

 

 

 

Bundan sonrası rutin. Kübra tedavi olmaya devam etti. Kemoterapi ve radyoterapi almaya devam etti. Tabi bu tedavilerde saçları, kaşları, kirpikleri dökülmüştü her ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da üzgün olduğu her halinden belliydi. Bazı zamanlar göz yaşlarını tutmakta bile güçlük çekiyordu. O zamanlarda ona sıkı sıkı sarılıp omzumda ağlamasını, içini dökmesini çok isterdim ama bu imkansızdı mikrop kapmaması için izole odalarında kalması ve doktorlar hariç kimsenin yanına girmemesi gerekiyordu. Kaldığı odada onu gözlemleyebilmemiz için büyük bir pencere vardı çoğu zaman oradan birbirimize bakıyorduk. Bazı zamanlar uyuyor olurdu, bazen de bize bakıp, gülümseyerek el sallardı.

 

 

 

 

 

( 4 hafta sonra...)

 

 

 

 

 

“Doktor Şevval Yurt, ameliyathaneden bekleniyorsunuz.”

 

Hastane koridorlarında öylece bir sandalyede arkama yaşlanmış uyukluyordum. Ta ki anonsun sesine kadar...

 

Başımı kaldırıp etrafıma baktığımda serumu elinde gezen hastalar, bir köşede ağlayan bir çocuk, diğer tarafta yeni iğne olmuş olmalı ki kolunu tutarak giden birisi... Ben ise yorgunluktan mı yoksa ağlamaktan mı? Sandalyede otururken öylece uyuya kalmışım.

 

Saniyeler sonra derin bir nefes vererek ellerimi yüzüme koydum. Bu koskoca dört hafta nasıl geçti? Aklım almıyordu. Koridorun sonundan gelen sedyenin tekerlek sesini duyduğumda başımı o yöne çevirdim. Sedyenin etrafını saran hemşireler, sedyede yatan üstü beyaz bir örtüyle yüzünü dahi kapsayacak şekilde örtülmüş...

 

 

 

Kübra...

 

 

 

...

 

...

 

...

 

 

 

 

 

( 3 hafta önce...)

 

 

 

‘’Doktor Bey Allah aşkınıza bize doğruyu söyleyin. Kızım iyi olacak değil mi?’’

 

Ayfer teyze ve ben doktorun ağzından çıkacak tek bir güzel habere ihtiyacımız vardı çünkü kaç haftadır her şey sarpa sarmıştı. Kübra tedavilere olumlu yanıtlar vermiyordu. Her şey bir an da daha kötüye gitmeye başlamıştı, perişan olmuştuk.

 

‘’Aslında size güzel bir haber vermeyi ben de çok isterdim ama maalesef bir kaç haftadır tedavileri pek iyi gitmiyor.’’ Öne atılarak;

 

‘’Ne demek bu doktor! Ne demek pek iyi gitmiyor.’’

 

‘’Yani demek istediğim, biz elimizden geleni yapacağız tabi ki de lakin siz her şeye hazırlıklı olun.’’

 

Nasıl yani her şey iyiye giderken bir an da ne olmuş olabilirdi ki? Bütün bu olanları aklım almıyordu. Kafam karmakarışık, ne düşüneceğimi bilmiyor haldeydim. Ayfer teyze desen sandalyeye oturmuş ağlıyordu. Yanına gittim teselli etmeye çalıştım onu çünkü tek yapabildiğim buydu sadece bir teselli...

 

‘’Ekin!’’

 

Koridorun sonunda Mert’i gördüm. Yanımıza geldiğinde oldukça tedirgindi, olanları anlamış gibi...

 

‘’Mert...’’ dedim ayağa kalkıp boynuna sarıldım.

 

‘’Ne oldu Ekin iyi misin, Ayfer teyze neler oluyor burada?’’

 

‘’Mert, Kübra iyi değil tedavilere yanıt vermiyormuş her şey daha da kötüye gidiyormuş doktorlar ellerinden geleni yapacaklarmış ama bize hazırlıklı olun dediler.’’

 

‘’Hazırlıklı olun mu, neye hazırlıklı olacakmışız biz?’’

 

‘’Kübra için kötü bir son bizi bekliyor olabilirmiş işte söylettirme bana daha da kötü oluyorum.’’ Sandalyeye geri oturdum. Ellerimi yüzüme kapayıp ağlamaya başladım. Mert ise Ayfer teyzeyi teselli etmeye çalışıyordu. Ben ise boğulacak gibi oluyordum daha fazla oturamadım yanlarında kendimi hastanenin bahçesine attım.

 

Hayatım kaybetmek üzerine inşa edilmiş bir saha gibi önce Meriç şimdi de Kübra daha kim vardı sırada kaç kişi daha gidecekti hayatımdan. İçimde bir enkazın izleri vardı. İçim paramparça, içim toz yığınları ile dolu büyük bir hüzün çöplüğü... bazen diyorum ki; daha ne gelebilir başıma acının da ızdırabında en kralını tattım. Daha ne olabilir ki diyorum, hayat bana hep en kralını yaşatmaya devam ediyor. Nereden vurması gerektiğini hep çok iyi biliyordu.

 

Saatler sonra tekrar hastaneye geri döndüm. Ayfer teyze evine gitmiş Mert onu biraz dinlenmesi için göndermiş aslında iyide yapmış kadın günlerdir perişan oldu buralarda.

 

''İyi misin?''

 

''İyi olmaya çalışıyorum.'' dedim Mert'e karşı..

 

''Bak Ekin, sakın kendini kaybetme, biliyorum yaşananlar hiç iyi şeyler değil. Büyük bir buhranın tam ortasında gibiyiz eğer tam burada kendimizi kaybedersek bizde savrulur gideriz. Daha bir şey belli değil Kübra hala bizimle ve umudumuzu kaybetmememiz gerek bunu en iyi sen biliyorsun. Ne derdin hep bize 'umudunuzu asla kaybetmeyin.' bunu sen öğrettin bize şimdi sen yıkılırsan biz asla ayakta duramayız ne Ayfer teyze ne de ben, bizim artık bizden başka kimsemiz yok.''

 

Bir kez daha gözyaşlarımı gizlemeye çalışarak başımla Mert'in dediklerini onayladım. Haklıydı daha bir şey belli değildi sadece umut etmeli ve vazgeçmemeliydik.

 

Günün sonunda üzerime bir şal almıştım. Aslında üşümüyordum hani insana bazen bir titreme gelir de üşüyormuş hissi verir ya aynı ondan vardı bende de... Kübra'nın odasının önünde duruyordum. Onu gözlemlediğimiz pencerenin hemen önündeydim. O güzelim saçları kemoterapinin esiri olmuş sadece saçları değil. Kıyamadığı kirpikleri kaşları her bir şeyi elinden alınmıştı. Masum masum yatıyordu aramıza giren bu pencerenin tam ardında...

 

Yanına gidemem elini tutamam ona her şey düzelecek iyi olacaksın diye nasihatlar veremem çünkü buna bedeni izin vermez. En ufak bir ihmalde zaten kötü giden her şey daha da kötüye gidebilirdi. Sağ elimle gözümden akan yaşı sildim. Kendimi avutuyordum içimden ağlamak yok daha bir şey belli değil bu hastalığı yenen nice insanlar var o da yenecek unutma Kübra çok güçlü bir kız ve yine unutma Meriç'in yokluğunda seni o ayakta tuttu. Seni o teselli etti şimdi sıra bendeydi ama ben sadece bu lanet pencerenin ardından bakabiliyordum ona.

 

Kendi kendime saydırırken bir kıpırdanış sezdim Kübra da, yavaşça gözlerini araladı önce yatak ucuna ardından pencereye çevirdi başını, bir anlık refleksle göz yaşlarımı sildim. Çünkü ağladığımı görsün istemiyordum. Cama dokundum bana bakıp gülümsedi zar zor o kadar yorgun, o kadar halsizdi ki resmen gülümsemeye bile hali yoktu. Tekrar kapadı gözlerini bir an için bile olsa o güzel gözlerini görmüştüm.

 

Eski halinden eser yoktu o eski şen şakrak, dans etmeyi, müzik dinlemeyi seven kız gitmiş yerini sade bir bedene bırakmıştı.

 

Günler belki de haftalar geçti. Kübra hiç iyi olmadı biz hep bir umut onun iyi olacağını her ne kadar umut etsek de işler hep tersine çevrildi. Kabusa uyanacağımızı bilmeden o gün hastane koltuğunda uyuyakaldığımız bir gündü. Bu gün kabusu yaşamaya uyanmıştık. Ayfer teyze bu sabah tekrar gelmişti içi rahat etmemiş evde erkenden çıkıp gelmiş kızı görmek için... Mert ile beraber yanına gittik. Koridorda tek başınayken yakaladık onu.

 

''Ayfer teyze neden geldin dinlenseydin biraz daha ben bir şey olursa sana haber verirdim zaten.''

 

''Öyle tabi ama duramadım evde içime bir kabus çöktü sanki apar topar buraya geldim kızımı gördüm az evvel uyuyordu odasında.'' Ayfer teyze bir hayli korkmuştu kollarından tutup sandalyeye oturttum.

 

''Merak etme bizde bekliyoruz gerçi doktor her seferinde hazırlıklı olun deyip dursa da biz umudumuzu kaybetmiyoruz. İyi düşünelim ki iyi olsun.'' Ayfer teyze elimi tuttu.

 

''Sağ olun sizde olmasanız tek başıma ne yapardım inanın bilmiyorum.'' gülümsedim. Elimizden bir şey gelmese de yine de onun yanında olmaya çalışıyorduk. Kocasının ise umurunda değildi sarhoşun içkicinin önde gideniydi nerde sabahladığı belli olmayan bir tipti. Kocasına ulaşmaya çalıştık ama telefonlarımızı açmıyordu. Bu nasıl bir sorumsuzluk, bu nasıl bir baba..?

 

 

 

( Saatler sonra...)

 

 

 

"Doktor Şevval Yurt, ameliyathaneden bekleniyorsunuz."

 

Hastane koridorlarında öylece bir sandalyede arkama yaşlanmış uyukluyordum. Ta ki anonsun sesine kadar...

 

Başımı kaldırıp etrafıma baktığımda serumu elinde gezen hastalar, bir köşede ağlayan bir çocuk, diğer tarafta yeni iğne olmuş olmalı ki kolunu tutarak giden birisi... Ben ise yorgunluktan mı yoksa ağlamaktan mı? Sandalyede otururken öylece uyuya kalmışım.

 

Saniyeler sonra derin bir nefes vererek ellerimi yüzüme koydum. Bu koskoca dört hafta nasıl geçti? Aklım almıyordu. Koridorun sonundan gelen sedyenin tekerlek sesini duyduğumda başımı o yöne çevirdim. Sedyenin etrafını saran hemşireler, sedyede yatan üstü beyaz bir örtüyle yüzü göründüğünde ise şok olmuştum.

 

 

 

Kübra...

 

 

 

Ve ben yine her şeyimi kaybetmiştim. Kübra ile beraber çocukluğuma dair son izim, elimde kalan yaşayan son ayrıntımda ellerimin arasından kayıp gitmişti. Bu acı sona hazır değildim tamam doktorlar kendinizi hazırlayın deyip durdu ama böyle bir şeye nasıl hazır olabilirdi ki insan? Kalbimin içinde yeni bir boşluk daha oluşmuştu. Yutkunmak güç ağlayamamak daha da güç... Bir girdabın içinde öylece savruluyordum.

 

Kafamın içinde bir hayal tutturdum. Kübra ve ben okuldayız ilk kez tanışıyoruz.

 

''Merhaba ben Kübra, senin adın ne?''

 

''Ben Ekin, memnun oldum.''

 

Başka bir hayalimde yine o var...

 

''Merak etme kuzum.'' diyor bana ''Ben hep yanındayım Meriç' yoksa ben varım biliyorum onun yerini tutamam belki ama ben hep buradayım.''

 

Bir başka hayalimde yine o...

 

Başkasında yine o...

 

Hep o...

 

Loading...
0%