@pinar_0000
|
O günden sonra hayatım freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı sürüklendi. Her şey o kadar hızlı oldu ki Kübra’nın cenazesi annesinin feryatları benim çığlıklarım...
O gün o kadar az kişi vardı ki cenazede. Mert, ben, Ayfer teyze ve bir kaç akrabası dışında kimse yoktu pardon unuttuğum biri daha var, vurdum duymaz babası da oradaydı o gün. Toprak atıyordu kızının üstüne.. surat ifadesi o kadar donuk ki insan biraz üzülür hiç olmazsa biraz ağlar oysa onda hiçbir his yoktu. Bense Mert’in koluna girmiştim zor duruyordum ayakta ağlamaktan sesim bile kısılmıştı hiç ağlamaktan sesi kısılır mı insanın kısılıyormuş işte..
Nihayet kalabalık dağılmış Mert ise beni yalnız bırakıp biraz ötemde beni bekliyordu. Ben ise Kübra’nın mezarının başına yaklaşmış kenara oturmuştum. Toprağında elimi gezdirdim. Böylemi olacaktı sonumuz? Sen gittin beni bu dünyada bir başıma bıraktın. Sen gittin ben kaldım. Hani hep beraber olacaktık, her şeyin üstesinden beraber gelecektik sen ki benim çocukluğum, sırdaşım, kız kardeşimdin beni bu hain dünyada bir başıma bırakıp gittin. Her şey çok güzel olacaktı hani, olmuyor hiçbir şeyin güzel olduğu falan yok ve umut, sadece bir uydurmadan ibaret umudumu kaybettim ben, senden sonra kaybettim. Eğer öyle bir şey olsaydı o hastaneden el ele çıkmış olurduk. Öyle bir şey yok, kandırdım kendimi ve herkesi... sadece gerçekler var ve çok acıtıyor.
Şimdi söyle bana ne yapacağım ben? Sende yoksun artık. Ben ne yapacağım, nereye gideceğim? Başıma bir şey geldiğinde ilk kime koşacağım, kim teselli edecek beni, kim avutacak, kim bana kuzum diye seslenecek? Ne o simdi hiçbir şey olmamış gibi devam mı edeceğim ben bu hikaye, kötümü bitsin?
Kalk...
Hadi kalk...
Biliyorum bırakmadın beni kalkacaksın ‘ölmedim ben, hayattayım.’ Diyeceksin ‘kuzum’ diyeceksin tekrar hadi gel gidelim diyeceksin! Hadi ama korkutuyorsun beni, kalkmayacak mısın?
Delirmiş gibiydim resmen toprağı eşeliyordum tırnaklarımla, o sırada omuzlarımdan tutup çekti biri beni bu elin sahibi Mert’ti.
“Ekin kalk gidelim. Güzelim lütfen kendinde değilsin gel.” Mert, yine mert... gelip beni yine tutup çeken...
“Bırak beni, kalkacak o gelecek... yaşıyor o, niye buraya gömdüler onu o yaşıyordu ki benimleydi.”
“Güzelim iyi değilsin sen gel lütfen gidelim.”
“Gelmeyeceğim ben, sen git.” Beni zorla kolumdan tutup arabaya bindirdi. Arabanın kapılarını kaçmayayım diye kilitledi. Kendi de şoför koltuğuna oturdu ve arabayı çalıştırdı.
“Geri dön!” Direksiyona yapışmıştım, kendimde değildim. Arabayı durdurmak Kübra’yı da yanımıza almak istedim. Onu orada bir başına bırakamazdım.”
“Hayır Ekin! Artık eve gidiyoruz. Belli ki sinirlerin bozuldu eve gidip dinlenmen lazım. Haftalardır hastane köşelerinde helak oldun. Tamam bende üzülüyorum içim içimi yedi ama elimizden bir şey gelmez giden gitti yaşamamız lazım. Hatta onların yaşayamadığını bizim yaşamamız lazım tamam mı? Onlar da şimdi bizi görüyor kim bilir ne kadar üzülüyorlardır. O yüzden yapma ne olursun, daha fazla helak etme kendini.”
“O halde eve gitmeyelim.” Dedim. Mert arabayı çalıştırdığında ve devam ettim. “Beni o uçuruma götür.” Mert sert bakışlarıyla bana bakıyordu.
“Ne diyorsun sen, ne uçurumu?”
“Merak etme kendime bir şey yapmak isteseydim oraya tek başıma giderdim.”
“Peki ne yapacağız orada?”
“Hatırlarsan en son Meriç için gitmiştim oraya.. orası bana iyi geliyor.” Mert hiçbir şey söylemeden arabayı sürmeye devam etti.
Dakikalar sonra dediğim yere gelmiştik. Arabanın kapısını aynı anda açıp aynı anda arabadan indik. Bir dakika durdum olduğum yerde tam bir sene önce buradayım. Hayatıma son vermek adına gelmiştim buraya şimdi ise sadece durmak, rüzgarın tenimde verdiği o hisse odaklanmak beynimin içini boşaltmak için gelmiştim. Bu kez tek değildim yanımda Mert de vardı.
“Ekin! Dikkat et” ben uçurum kenarına ilerlerken Mert’in sesinin korkudan titrediğini anlayabiliyordum. Kendimi atacağımı sanıyor herhalde yanılması çok kötü.
Uçurumun kenarına geldim. Öylece etrafıma baktım. Uçsuz bucaksız... Bütün şehir görünüyordu buradan ve yaşadığım bütün anılar... Acısıyla tatlısıyla yaşanan koca bir ömür... Ve ben yorgun savaşçı...
Bir kaç saniye daha baktıktan sonra kenara oturdum. Ayaklarımı sallandırdım aşağıya doğru sonra Mert de gelip yanıma oturdu.
‘’Ne garip değil mi? Bundan bir yıl önce buradan kurtulmak için geldiğim bu uçurum kenarına, şimdi ise ruhumu hafifletmek için yardım istemeye gelmiştim. Neden Mert, neden her şey beni buluyor? Daha kaybedeceğim kim kaldı, kim var sırada?’’
“Gel buraya...” Mert elini omuzuma atıp kendine doğru çekti. Başımı göğsüne yaslayıp ağlamaya başlamıştım.
“Sana ağlama demeyeceğim. Aksine ağla ki dök içini rahatla, onlar şu anda bizi izliyorlar biliyor musun? Böyle üzgün gördüklerinde kim bilir onlar da ne kadar üzülüyorlardır.”
Bu esen rüzgar da neydi şimdi, bu koku senin kokundu, senin masum kokun daha küçücük, hayalleri olan hayatta yaşamayı en çok hak eden kişi... Dünya ne kadarda adaletsiz bir yer, asıl yaşamayı hak edenler değil de yaşamayı hak etmeyenlerin diyarıydı burası... Belki de bunca adaletsizliğe rağmen onların gidişi onlara verilmiş bir ödüldür.
“Mert! Sana bir şey söyleyeceğim. Yani bilmen daha iyi olur diye düşündüm.”
Mert soran gözlerle bakarken hâlâ o uçurumun kenarında yan yana oturuyorduk.
“Haftalar önce Meriç’in ablasıyla buluştum. Yani o beni çağırdı ve bana bir tane defter verdi evde bulmuş. Meriç’in defteriymiş.”
“Meriç’in defteri miymiş?” dediğinde bakışları değişti.
“Evet, bu öylesine bir defter de değil. Meriç benimle buluştuğu günleri birer günlük tadında tek tek yazmış. Senin bu defterden haberin var mıydı?”
“Hayır tabi ki yoktu.” Hala bana tuhaf bakışları vardı ama nedenini anlayamıyordum.
“Tahmin etmiştim. Kimsenin haberi yokmuş bende yeni öğrendim. İçini tam okuyamadım tabi bu olaylar girdi araya ama neden böyle bir defter var neden bizden gizli tutmuş aklım almıyor.”
“Meriç’in vardır bir bildiği ama benimde bir kafam karıştı. Neden bir insan tuttuğu günlüğü saklar ki? Hadi bizden sakla eyvallah da senden niye saklamış?”
“Bilmiyorum ama bence günlüğü okuduğumda her şey çözülecek. Öyle hissediyorum. Sonuçta oraya yazmıştır öyle değil mi?”
“İnşallah yazmıştır dediğin gibi... Hava iyice soğudu istersen seni eve bırakayım.” Tuhaf... lafı değiştirdi.
“İyi olur.” Mert kalkıp elimden tuttu bende onun desteğiyle ayağa kalktım. Tekrar arabaya bindiğimiz de radyoda açılan bir müzik eşliğinde hava da hafif kararırken yola çıktık.
‘Her Ateş Küllenip Sönmez Her Yara Bir Gün iyileşmez Her Umut Yine Yeşermez Artık Hiç inanmayınca...’
Cem Adrian’ın bu şarkısı bana birini hatırlatıyordu. Her ateş küllenip sönmez dediğinde içimdeki yangınları, her yara iyileşmez dediğinde kalbim de oluşan asla kapanmayan yaralarımı, her umut yeşermez dediğinde içimde her gün ölen umutlarımı... Bu şarkı beni anlatıyordu.
Nihayet eve geldiğimde, o arabadan indim. Mert’e hoşça kal deyip yolladım. O gitti ben kaldım. Evimin bahçesindeydim şimdi... kapının tam önünde ardımda bıraktığım koca bir enkazdan sağ çıkmayı başarmış bir kazazedeydim ben... O enkazdan bir başına çıkmayı başarmış her çıkışında yeni bir yara açılmış hem ruhunda hem bedeninde kapanmayan izlerle...
Kapıdan içeri girdim. Annemler yoktu evde iş için yurt dışına gitmeleri gerekti ben ise gelmek istemedim. Daha doğrusu Kübra’yı bu halde bırakamadım, bırakamazdım.
Ağır adımlarla üst kattaki odama çıktım. Üzerimi değiştirmeye mecalim yoktu sadece ceketimi çıkarıp yatağa attım kendimi ve bir süre sessizliği dinledim. Daha sonra bilgisayarımdan bir şarkı açtım şuan ki ruh halimi anlatan bir şarkı;
Cem Adrian – Kül
İçimde bir şey kanıyor, Keskin bir vedanın yarası sızlıyor... Yüzümde bir şey soluyor... Aynı değil umudun rengi kayboluyor.
Şarkı akıp giderken her bir mısrasına ruhumu teslim ettiğimde, penceremden dışarıya bakıyordum. Dışarıdan odamı aydınlatan Ay’ı gördüm. İçimden binlerce söz geçti de dışıma vuramadım...
Telefonumu açtığımda galeriye girdim direk Kübra ile bir sürü fotoğraflarımız vardı. Bir tanesinde bir yere pikniğe gitmişiz ama okulca gittiğimiz bir piknik, orada piknik alanının dışına çıkmak yasaktı ama biz kaçıp o mahallede biraz tur atmıştık başka arkadaşımız da vardı yanımızda. Mahalleyi turlayıp geri döndüğümüzde yokluğumuz fark edilmişti. Herkes bizi aramış bizi merak etmişlerdi. Allah’tan fazla fırça yememiştik o gün müdür bize sadece kızmıştı o kadar.
Bir başka fotoğrafta, bisikletlerimizleyiz bir başkasında sinemaya gitmişiz, bir diğerinde bu kez Meriç de var. Kübra sürekli en yakınımda olduğundan Meriç dalgasına Kübra’yı kuması olarak görüyordu yine bir fotoğrafta ben ekrana gülümserken ikisi de bana sıkı sıkıya sarılmış birbirlerine kızgın bakışlar atmışlar... o kadar komikti ki görmeniz lazım. Daha bir dünya fotoğraf, bir dünya anı...
Derken gözüm Meriç’in defterine kaydı. Telefonu elimden bırakıp defteri aldım, yatağımın üstün de bağdaş kurup oturdum. Defteri de önüme koydum.
Teker teker açtım sayfaları, özenle ve büyük bir titizlikle not alınmış her sayfasına teker teker baktım. Bazı günlerine uzun uzun yazılmış bazı yerlerine ise kısa kısa bir sürü yazı..
Tekrar en başa döndüm defterde, ilk sayfasını açtım. Bizim çıkma tarihimiz yazılıydı. ‘’02.09.2015’’ zaten bu tarihten sonrada günlük tutmaya başlamış yeri gelmiş kendi düşüncelerini yazmış yeri gelmiş bizimle alakalı her şeyi yazmış. Hatta bir yazısında şöyle yazmış;
‘Ekin... onu çok seviyorum... bugün bana beni sevdiğini söyledi gerçi hep söylüyor ama bunu onun ağzından ne zaman duysam hep ilk kez duymuşum gibi heyecanlanıyorum. Az önce bizdeydi bizimkilerle kahvaltı ettik hep birlikte, bizimkiler bana alttan alttan laf sokuyorlar Ekin ile bizim geleceğimizle ilgili, o an Ekin’in suratını görmeniz lazımdı yanakları utanınca al al olmuş. Bu arada utanınca çok tatlı oluyor. Ha! Bir de utanınca tırnaklarıyla oynuyor hep... bir utanınca bir de kızınca bu kadar tatlı oluyor. Onu çok seviyorum, hep seveceğim. O benim kalbim.’
Okurken gözlerimden akan yaşlarla o günü düşündüm. O gün ailesiyle kahvaltı etmiştik. Annesi, Meriç’e ‘’kaçırma bu kızı yoksa çok üzülürsün.’’ Demişti. Tabi bende çok utanmıştım. Ben utanırken Meriç ise yüzüme bakıp tatlı tatlı gülüyordu. Demek ben gittikten sonra bunları yazmış o gün içinden geçenleri teker teker işlemiş sanki. Sonraki sayfayı açtım. Yine bir tarih ‘’10.11.2015’’ demiş ki;
‘’10.11.2015...
Kış ayının en zorlu günüydü bugün, soğuktan donduğum gündü. Ekin ile buluştuk bugün, küçük çocuklar gibi kardan adam yapıp birbirimize kar topu attık. Her yeri kar oldu. Kardan kadın diye dalga geçtiğimde o da durur mu yapıştırdı lafı ‘ben kardan kadınsam sende kardan adamsın şu haline bak bembeyazsın.’ Diyordu gülerek. Kucağıma aldığımla onu kara gömdüğüm bir oldu en son çırpınıyordu karın içinde, kıyamayıp elimi uzattığımda beni de kara gömdü. Yan yana karın içinde öylece kaldık.’’
Bir kaç sayfa daha okumaya devam ettim. Bir diğer sayfayı açtığımda bir tane fotoğrafa denk geldim. Fotoğrafta Meriç ile ben varım arkamızda da harem sahili görünüyor yani İstanbul da bulunduğumuz anlardan bir kare... önde ben hemen yanımda Meriç var bu bizim ilk fotoğrafımızdı. Onun telefonundan çekinmiştik. Saklıyormuş, ben bu fotoğrafı kaybetmiştim ve çok üzülmüştüm. O ise hem çıkarttırmış hem de günlüğünün arasına saklamış. Derken telefonum çalmaya başladı arayan Mert’ti.
‘’Alo!’’ dedi Mert,
‘’Efendim Mert.’’ Dedim.
‘’Seni merak ettim. Nasılsın?’’
‘’İyiyim merak etme.’’
‘’Seni öylece yalnız bırakmak istemezdim. Sonradan pişman oldum. Ne yapıyorsun şuan? İstersen yanına gelebilirim.’’
‘’Beni boş ver ben iyiyim sen nasılsın asıl?’’
‘’İyiyim ben de nasıl olayım.’’
‘’Bak sana ne diyeceğim, Meriç’in günlüğünü okuyordum. Günlüğünün arasında fotoğrafımızı buldum. İlk çekindiğimiz fotoğraftı bu saklamış inanabiliyor musun?’’ bir elimle telefonu tutarken diğer elimde fotoğrafımız tam görüş alanıma doğru kaldırıp bakıyordum.
‘’Ekin, Meriç’i tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Seni ne kadar çok sevdiğini konuşsak telefonlarımızın dakikası yetmez bütün operatörlere borç takınırız.’’ Telefonun karşısında kıkırdadığını duyduğumda bende gülümsedim.
Aslında gülümseyecek halim bile yok, hani derler ya ağlanacak halimize gülüyoruz diye hiçbir şeyim kalmamış elimde ama yine de bir şekilde yaşamaya çalışıyor gibiyim. Mert ile bir süre daha konuşup telefonu kapattım. Daha sonra beni merak etmesinler diye annemle babamı da aradım. Kendimi zorlayarak bir tabak çorba içtim. Onu da içmeyecektim aslında ama annem sağ olsun ta oralardan bile beni düşünüyor. Biraz da onun zoruyla yedim.
Fotoğrafımızı elime tekrar aldığımda uzunca seyrettim gözlerini... Fotoğrafı yaklaştırıp öptüm, uzun uzun... Ayağa kalkıp dolabımın üzerine yapıştırdım. Dolabım yatağımın tam karşısındaydı. Bu sayede ne zaman uyansam onu görebilecektim ve tabii ki Kübra ile olan fotoğrafımızı da bir çerçeveye koyup yatağımın yanındaki küçük konsolun üstüne koydum. Bu sayede ikisi de her an benimle olacaklardı.
Daha sonra yatağımın üzerinde bulunan Meriç’in günlüğünü aldım elime daha okunacak bir sürü sayfa vardı ama daha sonra bakacaktım. Günlüğü odamda ki rafın en üst bölümüne yerleştirecektim ki bir an için elimden kayıp yere düştü. Hemen eğilip baktığımda, yere saçılmış haldeydi. Bir mektup ve bir CD buldum. Mektubu, CD’yi ve defteri alıp yatağa bıraktım. Merakla önce mektubu açtım. İçinden bizim çekindiğimiz bir sürü fotoğraf ve bir tane kolye buldum. Kolyeyi elime alıp incelediğimde, bunun Meriç’in bana sevgililer gününde hediye ettiği kolye olduğunu anladım. Hadi bu fotoğrafları anladım da bu kolyenin anlamı neydi?
Fotoğrafları teker teker inceledim. Zaten toplasan yalnızca beş adet fotoğraf vardı. Fotoğrafları yatağın üstüne bırakıp heyecanla CD’yi elime aldım. Üzerinde “Ekinime...” Yazılıydı. Kalbimde patlayan bombalar vardı sanki içimden bir ses o videoya bakma diyordu. Ama bir tarafım ise aradığın cevapları orada bulabilirsin de diyordu. Önce kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
Daha sonra odamda bulunan küçük CD çalarımın yanına gittim. CD’yi bir kenara koyup CD çaları aktif hale getirdim. CD’yi de içine yerleştirdiğim de kalbimin atışı hızlandı. Görmeyi umduğum şey ne olabilirdi? Bu kadar heyecanlanacak kadar ne vardı bu CD’nin içinde?
Yatağımın yanında yerde bağdaş kurmuş oturuyordum. Videonun açılmasını bekledim. Bir kaç dakika içinde boş bir oda göründü önce anlam veremedim. Daha sonra saniyeler içinde Meriç girdi kadraja kalbimin atışı hızlandı, nefes alamadığını hissettim bir an sanki uzun zamandır görmemişim de ilk kez karşıma çıkmıştı. Aslında yalanda değildi. Uzun zamandır görmüyordum onu ben, o kadar özlemişim ki... Ben düşünceler arasında dalıp giderken söze girdi. Masanın başına oturmuş, kameraya tam bir açıyla sadece göğsünden yukarısı görünüyordu.
“Ekin... Eğer bu videoyu izliyorsan hayat bizi bir şekilde ayırmış demektir. Az önce beraber ‘Delibal’ izledik. Sen kucağımda uyuyakaldın. Aslında seviyorsun sen, ne zaman kucağıma başını koysan uyuyakalıyorsun. Şimdi soracaksın biliyorum. Meraklı sevgilim benim. Diyeceksin ki; ‘ neden böyle bir video var?’ şimdi şöyle o izlediğimiz filmden etkilendim bir nebze hem de duygularımı dökmek için böyle bir video hazırlamak istedim. Umarım sevgilim bu videoyu izlemek zorunda bırakılmazsın. Çünkü o filmde adam sevdiği kadına veda videosu olarak çekmişti. Bizimki bir veda olmasa da hayat bu ne zaman ne olacağını bilemeyiz. Aşkım, hayatımın anlamı son bir kaç gündür iyi değilim ben sana çaktırmıyorum belki ama çok kötü kabuslardan uyanıyorum ben, hep o anı görüyorum rüyamda ikimizden birine araba çarpıyor ve ölüyor. Sana bir şey olmasın buna dayanamam biliyorsun. Olacaksa bana olsun. Bilirsin sen, lanet olsun ki benim rüyalarım hep çıkıyor. Hayatımın kadını bana bir şey olursa söz ver kendine bir şey yapmayacaksın. Çok fazla ağlamayacaksın. He eğer yok ben dayanamam ağlarım dersen ağla tabi dök içini ama fazla sürmesin olur mu?
Bu hayat her ne kadarda acılarla dolu olsa da bizim sevgimiz her şeye yeter seni hiç bırakmamayı ümit ediyorum. Bu videoyu günlüğümün arasına koyacağım. Sizin haberinizin dahi olmadığı günlüğüme... Çok kızgınsındır şimdi sen, oysa bu halini görmeyi çok isterdim. Saklamak zorundaydım sevgilim. Sadece senin ve benim aşkımızı anlatan bir kitap yazmayı diledim. Umarım başarırım da çünkü benim seni ne kadar sevdiğimi bütün dünya görsün, okusun istedim. Bu aşk öylesine yitip gitmesin herkes okusun istedim. Ben başaramasam da ardımda bıraktığım sen bunu yapabileceğinden hiç şüphem yok.
Benim başıma gelmiş en güzel hediyem, dünyanın bütün kum tanelerince seviyorum seni, bu aşk beni bir gün öldürecekse ölümüm senin elinden olsun ben onu şerbet der içerim. Hayatıma anlam katanım özür dilerim seni üzdüğüm için ama hayat bu...
Bütün güller feda olsun sana, senin tek bir gülüşüne... Elveda canımın içi... Seni ömrümün sonuna dek değil, sonsuza denk seveceğim....”
Başımın döndüğünü hissediyordum, Kalbimin öldüğünü içimde tek canlı his yoktu sanki bu video ile beraber hepsi toprağın altına gömülmüştü. Bir insan öleceğini bu kadar mı hissederdi? Anlayamıyorum anlamakta güçlük çekiyorum. Bütün bu olanlar gerçek miydi yoksa ben uzun süren bir kabusun içinde miydim?
Şimdi çıkmaz sokağın en derinindeydim. Evde duramamış gecenin karanlığında üstüme yağan yağmurun sakinliğinde öylece yürüyordum. Bitkin, çaresiz, kimsesizdim. Sadece yürüyordum. Nereye gittiğimi bilmeden, üzerime de hiçbir şey almamıştım ama önemsizdi üşümüyordum. Halbuki hava buz gibiydi. İçimde yanan bir yangın vardı. Oydu beni diri tutan belki de... Karanlık bir gece yarısı; yollar sessiz, yollar ıssız, yollar kimsesiz... Sadece ben ve ruhum öylece durmaksızın yürüyorum.
Uzunca yürüyüşün ardından ayaklarıma baktım. Ayakkabılarımı bile giymeden çıkmışım. Delirmiş gibi bir kahkaha attım ve dedim ki “ ayakkabılarımı bile giymemişim, inanılmaz.” Tekrar yüksek bir kahkaha attım. Bir de baktım ki onların yanına gelmişim. Mezarlığa... Çıplak ayaklarımla yağmurun çamura dönüştürdüğü bu toprakta yürüdüm. Onun yanına geldim. Meriç’in, kendi katilimin mezarına bağıra bağıra dedim ki;
“ Daha neyin var? Benden sakladığın neyin var daha canım çok yansa da bu seni sevmemi engellemiyor. Lanet olsun ki seni sevmemi engelleyemiyorum. Şu halime bak ruhumun katili, sadece sen ölmedin sen beni de öldürdün Kübra da gitti bak kimsem kalmadı annemle babamda gitti onlarda yok bir başımayım burada bana bıraktığın o videonun enkazı var karşında nereden biliyordun gideceğini? Müneccim misin sen?”
Dizlerimin titrediğini hissettim. Mezarın yanına gidip betonun üstüne oturdum. Halsizdim, içimden sadece ölmeyi diliyordum. Kalbim ve ruhum çoktan ölmüştü zaten, sıra bedenimdeydi işte oluyordu...
...
(Yazarın Anlatımıyla...)
Ölen sadece öldüğüyle kalmıyor geride bıraktığı insanları da kendiyle beraber öldürüyor aslında siz sanıyor musunuz ki sevdiklerini kaybedenlerin sessizliği unuttuğundan. Sizce unutulur mu ölümüne sevilenler her zaman her an tek bir parçamızda onları anmıyor muyuz aslında ölenler unutulmaz her zaman bir tarafımızda onları hep anarız. Bir şey izlerken bir şey yerken eğlendiğimiz anlarda ağladığımız zamanlarda bazen uyuruz rüyalarımızda düşünürüz düşlerimizde ve yazarız mısralarımızda...
Ekin, o kadar zor zamanlardan geçiyor ki üst üste iki kişinin kaybı onu derinden etkiledi aklini yitirip yitirmeme evresinde gelip gidiyor. Sanırım aklini yitirmesine az kaldı ya da zaten çoktan yitirmiş miydi? Arada sadece bir yıl var önce Meriç’in kaybı daha sonra çocukluk arkadaşımdı dediği Kübra’nın ölümü...
İnsanoğlu her şeye alışılır da birinin yokluğuna kolay kolay alışılamaz insanız hepimiz etkileniyoruz başımıza gelen en ufak bir olayda olsa etkileniyoruz. Kim istemez sevdiklerimiz sonsuza denk yaşasın. Ama ölüm var biz bunu başımıza gelmeden idrak edemiyoruz ve yine ölüm var sevdiklerimizin kıymetini bilmiyoruz ne zaman ki onları kaybedelim iste o zaman anlıyoruz ne kadar kıymetli olduklarını.
Hani derler ya hayattayken kıymetimi bilmeyenler ölünce mezarıma çiçeklerle süslüyor. Daha söylenecek söz haykıracak kelime kalmamıştır. Sahi ne denir ki...
Sabah olmuştur. Ekin’den haber alamayan Mert deliye dönmüştür normalde ne zaman arasa mutlaka açan Ekin bu sefer telefonlarını açmıyordu hatta hattı sürekli ulaşılamıyor çalıyordu. Telefonunu açmasa da mutlaka mesaj atan insandan simdi hiçbir haber yoktu.
Mert, Ekin’in ailesini endişelendirmek istemediğinden onları aramadı. Zaten arayacak başka kimsede kalmamıştı. Mert bir hışımla evden çıktı. Arabasına atlayıp Ekin’in evine geldiğinde evin kapısını yarı açık halde buldu. Korkuyla eve girdi. Hırsız girdiğini düşünüyordu. Lakin bir baktı ki ayakkabıları montu hatta çantası yerli yerindeydi bir nebze içini rahatlattı bu durum çünkü eşyaları buradaysa Ekin de evdedir diye düşündü içeriye seslendi bir kaç kez.
“Ekin!” Sesini duyuramadığını düşünerek tekrar etti.
“Ekin orada mısın güzelim?” Hızla merdivenleri teker teker çıktı odasına ulaştığında CD çalar açık bir halde buldu. Ekranda ‘’GÖSTERİLECEK VİDEO YOK.’’ Yazısını görünce telaşlandı hemen diğer odalara da baktı.
“Ekin neredesin?”
“Allah aşkına korkutuyorsun beni.” Fakat hiçbir yerde bulamadı onu, odasına tekrar geldiğinde kumandadan ekranı oynatma tuşuna bastı ve tekrar ‘’GÖSTERİLECEK VİDEO YOK.’’ Yazısıyla karşılaşınca kafasına dank etti her şey Ekin’in şimdi nerede olduğunu az çok kestirebiliyordu. Videoyu kapatıp hızla dışarı çıktı. Arabasına atlayıp son sürat mezarlığa sürdü.
“Lütfen kendine bir zarar vermemiş ol Ekin lütfen.”
“Geliyorum güzelim geliyorum.”
“Lanet olası adam hareket etsene.” Önündeki araba Mert’in yolunu kapatdığında ona bir kaç laf savurtup korna seslerinin ardından mezarlığa ulaşmıştı.
Arabadan indiği gibi mezarlık kapısından girdi.
“Ekin!” Seslendi duyan olmadı. Fakat bir daha denedi ve bir daha...
“Ekin! Neredesin güzelim ses ver.” Bir mezarın yanına yaklaştığında, mezarın üstüne doğru uzanmış birinin yattığını gördü.
“Ekin! İşte buradasın.” Hızla yanına gitti bembeyaz bir elbise vardı üzerinde, şimdi çamura bulanan ayakları ise yara bere içinde her yeri çamur olmuştu. Mert Ekin’i kucağına aldı. Hızlı adımlarla arabasının yanına geldi bir eliyle arka kapıyı açtı ve dikkatli bir şekilde onu oraya yatırdı kapıyı kapatıp kendi de direksiyona geçti.
“Dayan güzelim yetiştireceğim seni dayan, sana bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim.”
“Allah’ın cezası çekilin önümden..” yine bir dünya öndeki arabalara saydırırken nihayet dakikalar içinde hastaneye gelmişti. Arabadan indi hastanenin kapısından içeri girdi.
“Doktor, hemşire kimse yok mu acil bakın hastam var!”
Hemşirelerle beraber bir kaçta sağlık görevlisiyle arabanın yanına geldiler dikkatli bir şekilde Ekin’i sedyeye yatırdılar. Mert’te bir ucundan hemşireler ve görevliler bir ucundan sedyeyle beraber hastaneye girdiler. Hastane odasına aldıklarında sedyeden hasta yatağına yatırdılar bir sürü muayene edip serum takıldığında, Mert’i dışarıya almışlardı.
Mert, koridorda bir oradan bir oraya dolanırken içinden en kötü senaryolar geçiyordu kendi kendine tekrar ediyordu.
“Koruyamadım onu bir türlü sahip çıkamadım. Ya çok kötü bir şey olursa ya bir daha uyanmazsa ben ne yaparım o zaman?”
Dakikalar sonra doktor dışarıya çıkmıştı.
“Doktor bey Allah aşkınıza bana doğruyu söyleyin yaşayacak değil mi?”
“Merak etmeyin ciddi bir şeyi yok. Bu arada bu kızın hiç mi yakını falan yok siz neyi oluyorsunuz?”
“Arkadaşıyım ben, ailesi yurt dışında neler oluyor doktor bey ayrıntı verir misiniz, onu görebilir miyim?”
“Soğuktan dolayı olması gerekiyor ki bayılmış vücudunda bir sürü yara var bu kıza ne olmuş böyle sanki bütün gece dışarıda yağmurun altında yürümüş sonrada soğuktan bayılmış gibi...”
“İnanın bende onu bulduğumda öyleydi zaten direkt hastaneye getirdim.”
“Anlıyorum. Hastanın yanına girebilirsiniz ama onu fazla zorlamayın geçmiş olsun.”
“Sağ olun doktor bey.”
Mert, Ekin’in yanına girdiğinde üzerinde ki elbise hastane kıyafetiyle değiştirilmiş öylece uyurken buldu. Yanına sessizce oturdu.
“Ah güzelim! Neler oldu sana böyle tabii Kübra’nın vefatı sana iyi gelmedi. Odanda da bir video buldum ama ne olduğunu anlayamadım. Neyse sen iyi ol da gerisi önemli değil.”
Saniyeler sonra bir sayıklama sesiyle irkilen Mert bakışlarını Ekin’e çevirdi.
“Ekin güzelim, bir şey mi dedin?”
“Meriç...” O ise sadece Meriç’i sayıklıyordu.
“Ben buradayım güzelim. Söyle ne oldu sana.” Ekin gözlerini yavaşça araladı. Karşısında Mert’i görünce kalkmak istedi ama yapamadı tekrar yatakta buldu kendini.
“Zorlama kendini güzelim ben buradayım.”
“Mert...”
“Söyle bir şey mi istedin hemen yapayım.”
“Neredeyim ben?”
“Merak etme, seni ben buldum. Mezarlıktaydın, bayılmıştın.”
“Mezarlık mı? Saçmalama Mert, ben en son evdeydim ve....” Bir saniye durdu düşündü. “ Ve... Bir video izliyordum. Meriç’in videosu...” Dedi ve kalakaldı orada.
“Ekin sakin ol. Belli ki şok olacağın bir şey izlemişsin sonra dayanamayıp kendini dışarıya atmışsın daha sonrada kendini mezarlıkta bulmuşsun.”
“Başım çatlıyor ağrıdan.” Elini başına koydu, kaşlarını çattı ve o anı dün geceyi düşünmeye başladı.
“Hatırlıyorum.” Dedi Ekin ve devam etti. “ Dun gece günlüğü okuyordum. Sonra okumam bitince rafa kaldırmak istedim fakat elimden kaydı ve yere düştü. Yerde içinden bir mektup ile CD çıktı. Merakla elime aldım baktım ki mektubun içinde fotoğraflar ve kolye onları bir kenara atıp CD çalarda videoyu oynattım. Meriç’in veda videosuydu. Gerisini hatırlamıyorum zaten.”
“Ne olacak sana böyle güzelim hayatının geri kalanını hep böyle mi devam edeceksin”
“Ne yapmamı istiyorsun?”
“Yani sürekli seni düşünüyorum ben acaba ne oldu bugün ya kendine bir şey mi yaptı yada bir şey mi oldu diye bak kimsen kalmadı yanında bir ben varım anla bunu ailen desen zaten umurlarında değil sende onlara hiçbir şey söylemiyorsun. En azından onlara desen ben böyleyim gelin desen ya da sen onların yanına gitsen uzaklaşmak gerçekten iyi gelir “
“Sen şunu açıkça söylesene bıktım senin paranoyaklarından desene bir git de kafamı dinleyeyim desene. Düşünme o zaman oğlum beni, ben kendi başımın çaresine bakarım. Zaten kimsem kalmadı kimi sevsem gidiyor. Sen de git bırak beni.”
“Ekin, bunu kastetmediğimi biliyorsun gel seninle bir psikoloğa gidelim anlat derdini sende kurtul hadi bana doğru dürüst anlatmıyorsun kafayı yiyeceksin gözümün önünde ve benim elimden bir şey gelmiyor. Acı çekiyorsun Ekin, her bir olayda aklına onları getirip gözümün önünde kendi ruhunu katlediyorsun be kızım. Gel inat etme bir uzmana danışalım ilaç verir bir şey yapar iyi eder seni, sen de istemez misin iyi olmak? Onları anarken ağlamak değil de onları anarken gülümsesek fena olmaz mı? Bak beni gamsız birisi gibi görebilirsin ama benimde içimde fırtınalar kopuyor sen sevgilini ve arkadaşını kaybettiysen bende en yakın dostumu kaybettim Kübra her ne kadar senin arkadaşınsa da kısa zamanda benimde en yakın arkadaşım oldu ama ben yıkılırsam seni ayakta tutan tek kişide yıkılmış olur. O yüzden sen bana her ne kadar git desende ben gitmeyeceğim.”
Ekin’in gözünden yaşlar süzülürken kollarını açıp Mert’e “gel buraya.” Dedi. Sıkı sıkıya sarıldılar beraber. Ağlama çığlıkları içinde...
O gün bir kaç test yapıldı yaralara pansuman yapılıp bir de serum takıldıktan sonra hastaneden çıktılar. Mert, Ekin’i yalnız bırakmak istemediği için Ekin’in evinde kalmaya başladı. Zaten evde yalnız olduğundan bu durum onun için dert olmadı. Mert’i her zaman kardeşi gibi görmüştü ve görmeye de devam edecekti. Tabi Mert için de aynı şey geçerli olabilseydi.
( 3 Ay Sonra...)
“Ekin, orada mısın? Sana yiyecek bir şeyler getirdim. Müsaitsen içeri giriyorum.”
Ekin, kayıplarından sonra asla eski haline geri dönememiştir. Kendi evinde kendi odasına hapis etmiş, adeta cezalandırmıştı. O dokunmaya dahi kıyamadığı saçlarını teker teker kesmiş. Artık hem bedenen hem de ruhen farklı biri vardı karşımızda bu durum daha ne kadar sürecek bilinmez...
( Ekin’in anlatımıyla...)
Bugün günlerden ne, hangi aydayız ya da hangi yıl..? Ne kadar zamandır bu durumdaydım yoksa hep mi böyleydim? Kafamın içinde bin bir tane ses, hangi birini duyacağımı şaşırdım. Kendimi kaybetmenin arifesindeyim ya da kaybettim de bulamıyor muyum? Sahi nerede benim ruhum? Uzun zamandır duymuyorum onu iç sesim bile çoktan kapıyı çekip çıkmış. Nerede benim kalbim? Uzun zamandır hissetmiyorum varlığını...
Odamdaydım. Kapının yanındaki minderin üstünde oturuyorum. Sahi ne kadardır buradaydım ben? Mert’in sesi kapının diğer tarafında duyulduğunda irkildim.
“Ekin, orada mısın? Sana yiyecek bir şeyler getirdim. Müsaitsen içeri giriyorum.”
Hiçbir şey söylemedim. Öylece dümdüz bakıyordum etrafa uzun zamandır dışarıya çıkmamış, uzun zamandır telefonuma bakmamıştım. Mert yanıma taşınalı üç ay olmuştu. Ne zaman git desem bir an bile bırakıp gitmeyen her derdimi çeken tek arkadaşımdı. Başkası olsa bu kadar dayanamazdı herhalde.
Mert, kapıyı araladı. Kapının yanında oturan beni gördüğünde kapıyı iyice itip odaya girdi. Elinde bir tepsi, tepside kahvaltılık bir şeyler vardı. Benim ise hiç iştahım yoktu.
“Güzelim, gel biraz şunlardan ye hasta olacaksın diye korkuyorum.”
Tepsiye baktım. Sonrada Mert’e kafamı iki yana olumsuz anlamda salladım. Mert elinde ki tepsiyi çalışma masama bırakıp yanıma çömeldi.
“Ekin, korkuyorum. Benimle bile konuşmuyorsun şu odaya kapattın kendini önce saçlarına kıydın şimdi de kendine kıyıyorsun. Yapma böyle üzülüyorum.”
“Mert, git buradan! Beni çekmek zorunda değilsin git buradan.”
Hâlâ neden yanımdaydı. Neden gitmiyordu. Annem bile beni bu kadar çekmiyorken o neden hala benimleydi. Sorduğumda bana ‘Meriç’in emanetisin.’ Diyordu. Ama yalan başka bir şey vardı. Başka bir şey...
“Hayır gitmiyorum. Seni iyi görene kadarda gitmeyeceğim.” Kafamı kaldırıp yorgun gözlerle ve kurumuş dudaklarımdan bir kelime çıktı.
“Neden?” Gözlerini kaçırdı önce, cevap vermesi zor bir soru sormuşum gibi baktı. Sonra da konuyu değiştirmek için tepsiyi tekrar eline aldı ve yanıma bıraktı.
“Bunlar bitecek. Benim dışarıda biraz işlerim var onları halledip hemen döneceğim.” Bana göz kırpıp odadan çıktı.
Oturduğum yerden kalkıp ilk kez telefonuma baktım. Telefonumu elime aldım uzun zamandır açık değildi. Açar açmaz bir sürü arama ve mesaj olduğunu gördüm. Aramaların yarısı ailemdendi. Mesajların yarısı da onlardandı zaten diğer şeylerde bir sürü reklam amaçlı gönderilen mesajlar vs. İlk olarak mesajları açtım. Annem ve babamdan gelen mesajları okudum.
‘’Kızım neredesin?’’
‘’Telefonun neden kapalı meraktan öldük burada.’’
‘’Mert’ten aldık haberini, iyiymişsin. Lütfen telefonunu açtığında bizi ara. Seni seviyoruz.’’ Ben hala mesajları okuduğum sırada annemin beni aradığını gördüm ilk bir kaç saniye ekrana bakakaldım. Sonra aramayı yanıtladım.
‘’Alo!’’ dediğimde karşıdan annemin telaşlı sesi duyuldu. Bana ulaşamamak onu korkutmuştu.
‘’Alo kızım! Şükürler olsun iyisin. Telefonun neden kapalı neredesin sen?’’
‘’...’’
‘’Bak biz babanla yoldayız. Oraya geliyoruz. Zaten seni orada bir başına bırakıp gitmek bizim hatamızdı.’’ Açıkçası ne diyeceğimi bilememiştim. Gelmeleri iyi mi olurdu yoksa kötü mü bilmiyorum. Yalnız kalmaya alışmıştım şimdi annem gelecek bir dünya laf edecekti. Yok ‘neden odandan çıkmıyorsun?’ Yok, ‘Biraz dışarı çık hava al.’ Vs. Vs.
Can sıkıntısıyla telefonu masanın üstüne koydum. Pencere kenarına geçtim. Pencerem evimizin ön bahçesine bakıyordu. Buradan Mert’in geldiğini gördüm. Arabasını bahçeye park etmiş eve giriyordu. Saniyeler sonra kapının açılma sesi duyuldu.
‘’Ekin...’’ Bana seslenirken sesi git gide yakından geliyordu. Ben hala pencerenin yanında duruyorken kapıyı tıklatıp içeriye girdi. Az önce oturduğum yere baktı sonra bakışlarını bana çevirdi.
‘’Hep oturduğun yerden kalkmışsın. Bir an orada çürüyüp gideceğini düşünmeye başlamıştım. Olsun bu da bir gelişme sonuçta. Eee anlat bakalım kim kaldırdı seni minderinden.’’ Yatağımın kenarına oturmuş benimle dalga geçiyordu. Bakışlarımı devirdim. Tekrar dışarıya bakıyordum. Güneş öyle güzel parlıyordu ki hava öyle güzeldi ki bu kadar güzel olması bana cezaydı. Çünkü ben kaybettiklerim yanımda yokken ben mutlu olamazdım. Aksi takdirde bu haksızlık olurdu. Onlar yaşayamıyorsa ben de yaşayamazdım. Gözlerimi sımsıkı kapayıp odanın içine döndüm ve kapattığım gözlerimi tekrar açtığımda Mert bana anlamsız bakışlar atıyordu.
‘’Bugün hava çok güzel, dışarıya çıkalım ister misin?’’
Bu çocuğu bazen anlayamıyordum. Hala benden bir umut bekliyordu. Hala bende eski Ekin’i görüyordu. Ama ben eski Ekin değildim. Ben artık kim olduğumu bile bilemiyordum.
‘’Cevap yok mu? Oysa ben de biraz çıkarız kafan dağılır eskiyi yad ederiz diye düşünmüştüm.’’
Çabalıyor, çabalıyor ama vazgeçmiyordu.
‘’Mert,’’ dedim bir an da;
‘’Efendim Ekin...’’
‘’Neden hala çabalıyorsun, görmüyor musun? Ben artık senin o eski arkadaşın değilim. Ben artık ben değilim anlamıyor musun?’’
‘’Asıl sen anlamıyorsun Ekin, buraya kapattın kendini ne dışarıya çıkıyorsun ne benimle doğru düzgün konuşuyorsun ne de seni neşelendirmeye çalışsam da hiçbir şey demiyorsun öylece bana bakıyorsun. Konuşmuyorsun benimle.’’
‘’Üzgünüm ama yalnız kalmak istiyorum. Lütfen çıkar mısın?’’ Ona sırtımı döndüğüm de bana hiçbir şey demeden odanın kapısını hızla çekip çıktı. Güneş batmaya yüz tutmuş gökyüzünde yerini almıştı. Odanın içi loş bir ışıkla dolmuş yine akşam olmuştu. Bir gün daha yaşanıp bitmişti işte...
( Saatler sonra...)
Mert’ten saatlerdir haber alamıyordum. Ama arabası kapının önündeydi büyük ihtimal evde bir yerlerdedir diye düşündüm. Banyoya gidip biraz elimi yüzümü yıkamak istedim. Ben tam kapıyı açtığımda aşağıdan seslerin geldiğini duydum yavaş adımlarla merdivenlere yaklaştım. Aşağı inmedim oraya oturup dinledim. Mert’in sesiydi bu ve sanırım mutfak tarafında ve telefonla konuşuyordu.
‘’Merak etmeyin odasında şuan muhtemelen öylece oturuyordur.’’
‘’Siz neredesiniz..? Yoldasınız anladım... Yaklaşmışsınız. Tamam gelince arayın mutlaka, olur söylerim. Görüşürüz.’’
Konuşmadan anladığım kadarıyla annemlerle konuşuyordu. Muhtemelen az bir yolları kalmıştı kolay değildi tam Fransa’dan geliyorlardı. Muhtemelen sabaha burada olurlar. Önce banyoya girdim. Aynadaki yüzüm içler acısıydı. Bakımsızlıktan çatlamış dudaklarım, moraran göz altlarım, solan tenim... Musluğu açtım. Buz gibi su tenimle buluştuğunda titrediğimi hissettim daha sonrada yüzümü yıkayıp banyodan çıktım. Koridorda Mert’e rastladım.
“Annen aradı. Çok az bir yolları kalmış. Sabaha burada olurlar.” Yüzüme bile bakmadan konuştu. Aslında haklıydı da onun çok üstüne gitmiştim.
“Özür dilerim.” Dedim tam yanımdan geçmek üzereydi. Durdu, yüzüme baktı.
“Ne için?”
“Bugün yaptıklarım için, sana öyle davranmamalıydım benim hatam.”
“Suçlama kendini ben anlıyorum seni, zor zamanlardan geçiyorsun zamana ihtiyacın var sadece.” Deyip yanımdan geçti gitti. Ben de tekrar odama döndüm.
Bazen düşünüyorum da kendi hayatımı kendi ellerimle bir uçurumun kenarından aşağı mı itiyordum ama böyle olsun istemezdim ben buyum ben böyle olmak zorunda bırakıldım bu hayat bana hiç adil davranmadı her gün her an gerçekleri bir tokat gibi yüzüme yüzüme vurdu. Bana ise sabret dedi geçecek dedi bir gün her şey geçecek... Oysa hiçbir şeyin geçtiği falan yoktu ben kendi zamanında hoyratça oradan oraya savrulup gittim yanımda ise kimse kalmadı herkes gitti ya canları pahasına yada isteyerek tek bir kişi kaldı yanımda ne kadar itsem de gitmeyen her defasında yanımda olan küsmeyen darılmayan tek bir kişi... Mert, bu hayatta beni asla bırakmayacak belki de tek isimdi.
Gözlerimi pencereden vuran ışığın etkisiyle açtığımda güneş neredeyse tam tepedeydi. Ne kadar uyudum kaç saattir uyuyorum bilmiyordum. Yatağımın yanında duran telefonumun saatine baktım saat 14.36 idi. Ne kadar çok uyumuşum. Acaba Mert nerede?
"Ekin, kızım uyandın mı?" Bu ses annemin sesiydi gözlerimi kapıya çevirdiğimde bana kapı aralığından bakıyordu. Uyandığımı gördüğünde içeriye girdi. Zaten yarı açık olan perdeyi bu kez sonuna kadar açtı.
"Hadi bakalım uykucu kalk artık." Anlam veremiyordum ne oluyordu annemler hangi ara gelmişlerdi?
"Anne... Siz... Ne zaman..." Derken bir anda sözümü kesti.
"Biz sabah geldik. Sen uyuyordun hala biz de uyandırmak istemedik." Yatağımda doğruldum.
"Mert, o nerede?"
"O sabah biz gelince çıktı. Sağ olsun çocuk bir dakika bile ayrılmamış yanından." Daha sonra gelip yanıma oturdu ve ellerimi ellerinin arasına aldı. Önce küçük bir öpücük kondurdu avuç içime sonrada beni kendine çekip sarıldı.
"Çok özlemişim seni, canım kızım benim."
"Ben de anneciğim." Anlam veremiyordum. Annemde tuhaf bir şeyler vardı sanki bana bir şey söyleyecekte çekindiği için söyleyemiyor gibi.
"Anne, bir şey mi var? Sanki bir şey söyleyecekmiş gibisin." Annemin yüzü asıldı. O neşe dolu kadın gitti de yerine yüzü asık başka bir kadın gelmiş gibiydi. Bir kaç dakika düşündü. Sanki kelimeleri toparladı tek tek kafasında...
"Kızım, ben diyorum ki, yani babanla biz diyoruz ki bir doktora mı gözüksen, ha kızım?" Kaşlarımı çattım hala neler olduğunu anlamaya çalışıyordum.
"Ne doktoru anne, ben hasta değilim ki."
(Bugün sabah... Mert, Ekin'in annesi ve babası...)
"Banu Teyze, Ekin çok hasta bilmiyorum gelir gelmez size bunları söylemem ne kadar doğru ama gerçekten artık bir psikoloğa gözükmesi şart."
"Ne diyorsun oğlum sen ne psikoloğu, biz Fransa'ya gitmeden önce gayet iyiydi."
Mert, Ekin'in annesi ile babasına durumu izah ediyordu. Onlar Fransa'dayken bu durumu saklamış onlara hiçbir şey söylememişti ancak durum iyice vahim bir hal almıştı düzeltse düzeltse bunu onların düzeltmesi gerekiyordu.
"Bakın, Ekin son zamanlarda gerçekten kendini kaybetti. İyice içine kapandı benimle dahi doğru düzgün iki kelime etmiyor dışarıya çıkmıyor yemiyor içmiyor varsa yoksa odasında oturup CD çalarından bir videoyu izleyip duruyor ya da bir defteri alıyor sürekli içindeki yazılanları okuyor ne okuduğunu merak edip defteri elinden almaya kalkışsam beni odasından atıyor. Ya da sürekli telefonunda... Demem o ki gerçekten yardım alması şart aksi takdirde çok kötü şeyler olabilir."
Ekin'in annesi ile babası endişe içinde birbirlerine bakıyorlarken Ekin'in babası konuya girdi.
"Peki iyi bir doktoru nereden ve nasıl bulabiliriz?"
" Ben de bir doktorun numarası var. Zamanında ben de ondan seans almıştım. Çok iyi bir doktordur ona gitmenizi tavsiye ederim."
Mert, Ekin'in babasına doktorun numarasını verip, evden ayrıldı.
...
"Ne doktoru anne, ben hasta değilim ki."
"Kızım iyiliğin için, hem bu alelade bir doktor değil bir psikolog sana yardım edecek."
Hayatım da hiç psikoloğa gitmemiştim ve gitmeyecektim. Onlar insanların elini kolunu bağlayıp iğneler yapıp bir tane odaya atıyorlardı üstüne bir de yetmezmiş gibi deli damgası yiyorlardı. İzlediğim filmlerden biliyordum.
"Gitmem! Anne gitmem babama da söyle ben hiçbir yere gitmiyorum. Ölsem gitmem." Yatağımdan kalkmış köşeye sıkışmış oraya çömelmiştim. Başımı iki elimin arasına almış kulaklarımı tıkamıştım. Gözümden yaslar geliyordu
"Gitmem, ben deli değilim. Gitmem."
Bey gel çabuk Ekin iyi değil." Annemin bağırışını duyduğumda babamı odama çağırmıştı. Babam beni gördüğünde korktuğunu gözlerinde görmüştüm. Daha sonra telefonunu çıkarıp odamdan çıkmıştı sanırım bir telefon görüşmesi yapacaktı. Annem de onunla birlikte odamdan çıktığında hızla gelip kapıyı kapattım üstündeki anahtarla da kapıyı kilitledim.
Delirmiş gibi elime ne geçerse dağıttım en son küçük konsolumu kapının önüne çektim. İçeriye birinin girmesini engelliyordum sonra üzerine ağırlık yapsın diye sandalyemi koydum yatağımın kenarına yere oturdum ellerimi kulaklarıma iyice bastırdım. Kimseyi duymak istemiyordum.
Yaklaşık iki saat sonra bir ses duydum. Babamın sesi...
"Yukarıda odasında ben göstereyim yerini." Bu ses... Ne oluyordu kimdi bunlar kim gelmişti evimize?
"Bu oda..." Dedi babam bir kez daha sanırım benim odamı gösteriyorlardı. Derken kapıyı zorlamaya başladılar. kapıyı kilitlemiş önüne de açılmasını önlemek için bir şeyler koymuştum.
" Ekin, kızım lütfen aç kapıyı iyiliğin için her şey, ne olur zorluk çıkartma." Babam bir kez daha ikna edici sesiyle konuşuyordu işte beni onlara verecekti. Ama deli değildim ben ispatlayamıyordum deli değildim ben.
Daha sonra annemin sesini duydum. "Benim güzeller güzelim ne olur aç kapıyı sana zarar vermeyecekler. Söz veriyorum."
Daha sonra akıl hastanesinden geldiklerini duydum. Bir kadın 'onu hastaneye götürmeliyiz.' gibi şeyler söylüyordu. Gitmemeye kararlıydım hiçbir güç beni buradan çıkaramazdı.
"Odanın yedek anahtarları var mı sizde?" Dedi görevli adam.
"Bir tane olacaktı, salonda hemen getiriyorum." Hayır anne yapma ne olur getirme onları.
"Evet işte burada." Dedi annem anahtarlık sesleri kulağıma iliştiğinde
"Siz kapıyı tutun ben anahtarları deneyeceğim." Dedi görevli adam. Ve saniyeler içinde kapı açılmıştı ama bu kez de kapıya koyduğum eşyalardan odaya girmeleri mümkün olmadı.
"Ekin, küçük hanım oradan çekilin eşyalar üzerinize devrilmesin."
"Hayır, gidin buradan istemiyorum hiçbirinizi. Baba lütfen söyle onlara gitsinler ne olur." Bir yandan ne yapacağımı şaşırmıştım bir yandan da gözlerimde ki yaşları siliyordum. Korkuyordum. Bana ne yapacaklardı?
Eşyalar yerinden kımıldadıkça ben daha da itiyordum kapıyı ne yazık ki başarısız olmuştum. Eşyaları kapının bir ucuna itip kapıyı tamamen açtıklarında tam karşılarındaydım.
İkisi beyaz giyimli kadın görevli bir tanesi siyah giyimli erke görevli üç kişiydiler ellerinde ise hasta çantası gibi bir şey vardı diğerinin elinde ise beyaz bir gömlek ne yapacaklardı bana?
"Sakin ol ablacığım. Şimdi bana doğru yaklaş, canını yakmak istemiyoruz tamam mı?" Ben yine de onlardan kaçmak istedim. Annem elini ağzına kapatmış ağlıyordu, babam ise tedirgin tedirgin bana bakıyordu her işi görevliler yapıyordu.
Ben ise pencere kenarına kaçtığım anda kadınlardan ikisi yanıma koşup kollarımdan tuttular.
"Şimdi sakin ol daha fazla canın yanmasın." Annem ise oradan bir şeyler söylüyordu. “ Kızım biz buradayız tamam mı sakin ol dediklerini yap lütfen.” Anneme öyle bir bakış attım ki çaresizliğin bakışı bu olsa gerekti.
Ben hareketsiz kaldığımda erkek görevli çantadan bir iğne çıkarıp kolumdan enjekte etti.
İçimde oluşan his, sanki bütün vücudum gevşemiş kendini uykunun en derin haline bırakmıştı. Her şey dakikalar içinde olmuştu. Gözlerimi kapatırken son kez, Mert’in sesini duydum.
“Banu teyze ne oldu, götürdüler mi Ekin’i?”
“İğne yaptılar bayıldı.”
Daha fazla ses duyamadım gözlerimi kapattığımda derin bir karanlığın içinde buldum kendimi bu öyle bir karanlıktı ki... Bir an bir ışık gördüm. Üzerimde simsiyah bir elbise vardı. Karşımdan gelen o güçlü ışığa doğru adımlar atıyordum. Bu ışık öyle güçlüydü ki gözlerimi kamaştırıyordu.
Işığa yaklaştığımda Meriç’i gördüm. Bembeyaz gömleği bembeyaz pantolonu vardı üzerinde bana elini uzatmış hadi gel diyordu gel gidelim. Ona doğru elimi uzatıp yürüdüm her yürümemde benden uzaklaşıyordu. Ben yaklaşıyordum o ışığın arasında kayboluyordu.
“Meriç, Meriç, Meriç....” Etrafıma bakındım kimse yoktu. Koştum. Durmadan koştum ayaklarım çırılçıplaktı bedenim yorgun, ama ben hala koşuyordum.
Daha sonra beyazlar içinde Kübra’yı gördüm. Bana gülümsüyordu.
“Ekin, nerede kaldın. Beklemekten ağaç oldum burada.” Dedi. Gülümsedim. Yanına gitmeye çalıştım bu kez ayaklarım yerinden kıpırdamıyordu.
“Ekin, hadi gelsene sana bir şey göstereceğim.” Dedi bana kemoterapi yüzünden dökülen saçları şimdi tekrar yerindeydi bu kez daha uzun daha da gürdü.
Kübra da ışıklar arasında kayboldu. Saniyeler sonra bir ses duydum.
“Ekin, Ekin, Ekin...”
“Hasta gözlerini açıyor. Doktor bey hasta gözlerini açıyor.”
Gözlerimi açtığımda aynı beyaz ışık burada da vardı. Ağzım susuzluktan kurumuş dudaklarım çatlamıştı. Etrafıma bakındığımda, bembeyaz bir odadaydım öyle bir oda ki her yeri bembeyazdı yatak, duvarlar perdeler her şey bembeyazdı bu beyazlıktan gözlerim acımıştı elimi gözüme getirecekken bir an koluma serum takıldığını gördüm.
“İyi misiniz? Bir şeye ihtiyacınız var mı?” Hemşire başımda bir şeyler söylerken kendimi hiç olmadığım kadar yorgun hissediyordum. Koluma takılan serumdan kolumu doğru düzgün oynatamıyordum bile.
“Neredeyim ben?” Dedim hemşireye, hemşire ise gülümseyerek,
“Burası ruh ve sinir hastalıkları hastanesi ben hemşire Cemre, memnun oldum.”
“Ne..! Neresi?” Anlamıyordum beni ciddi ciddi akıl hastanesine mi yatırdılar.
“Şimdi siz dinlenin serumunuzu yeni taktim doktor bey birazdan burada olur. Size sorması gereken bir kaç sorusu olacak ona lütfen doğru bir şekilde cevap verin. Tekrar geçmiş olsun.”
Hemşire kapıyı kapatıp çıktı. İnanmıyorum kapı bile beyazdı. Kendimi toparlamam lazımdı en son evimdeydim oturuyordum. Ve evet o lanet olası görevliler bana zorla iğne vurup bayıltmışlardı ve zorla buraya kapatıldım.
Yavaşça yatağımda doğruldum. Önce kolumdaki serumu söktüm sonra üzerimde ki örtüyü kenara çektim. Üstümde bembeyaz uzunca bir gömlek vardı ne bu deli gömleğimi? Dedim kendi kendime kalktım. Yerde bulunan terlikleri giyip hızla kapıyı açtım.
Kapıyı actığımla uzun boylu birine çarpmam bir oldu.
“Ekin hanım, nereye böyle?” Çarptığım kişide doktordu. Şansımı seveyim.
“Lütfen yatağınıza geçin, hemşire buraya bakın acil.” Doktoru iti yanından kaçmaya çalışırken bu kez hemşire tuttu beni.
“Bırakın beni, bırak dedim sana buraya ait değilim ben, ben deli değilim.”
“Hemşire, hemen bir sakinleştirici verin.” Ve yine ayni şey oluyordu. İğneyi vurur vurmaz gevşemiş kendimi hemşirenin kollarında bulmuştum. Yarı baygın bir şekilde her yanımın uyuştuğunu hissettim. Tam anlamıyla bayılmamıştım bu kez hemşire beni tekrar yatağa yatırıp serumu koluma taktı.
Doktor ise elinde dosya bir kaç soru soruyordu. Zar zor bir kaç soruya cevap vermeye çalıştım.
“Ekin Atahan, buraya şizofreni tanısıyla geldiğinizi biliyor muydunuz?” Zar zor dudaklarımı araladım ayak ucumda duran doktora bakıyordum.
“Şizofreni mi?” Dedim sakince,
“Evet, muhtemelen bilmiyorsunuz. Size şöyle izah edeyim. Arkadaşınız Mert, tanıyorsunuz tabi ki değil mi?” Benden ses çıkmayınca devam etti.
“Mert, son bir kaç haftadır sizdeki değişimleri görmüş ve oldukça korkmuş yani bize böyle anlattı.” Elindeki dosyadan bir sayfa daha çevirip cümlesine devam etti. Bense sadece dinledim çünkü tek kelime edecek takatim kalmamıştı.
“Odanızda kendi kendinize biriyle konuşuyormuşsunuz hatta tek bir kişi de değil iki kişiyle birden konuşuyor muşsunuz? Sanırım olduğunu sandığınız iki kişi hem takıntılı ruh haliniz hem de şizofrenisiniz, demem o ki Ekin hanım, siz kafanızda kurduğunuz bir dünyaya inanmışsınız iki yıldır henüz her şeyi bütün çıplaklığıyla bilmiyorum bunu siz anlatacaksınız tabi ki benim bildiğim kısım şu; siz kafanızın içinde bir dünya kurmuş ve dış dünyaya olabildiğince kapanmışsınız şizofrenilerde bu sıkça karşılaştığımız bir olgudur. Kişi kendini gerçeklerden tamamen soyutlar ve kendi kurduğu gerçekliğe inanır. Siz tamamıyla bu gerçekliğe inanmışsınız.
Aslında Ekin Hanım üzülerek söylemeliyim ki Meriç ile Kübra diye birisi yok. Siz tamamen onları kafanızda kurmuşsunuz belli ki ağır bir travma geçirmişsiniz ki onları kafanızda kurarak bu travmanızı yok saymışsınız.
Ekin Hanım, önce Meriç’i sevgiliniz sanmışsınız onunla dolu dolu bir hayat yaşamışsınız ya da siz öyle sanmışsınız. Daha sonra Meriç’i yine beyninizin içinde kurduğunuz bir senaryo ile de öldürmüşsünüz yani trafik kazasına tabi tutmuşsunuz. Yanlış mı? Ve söylemeliyim ki gerçekte birini çok sevmişsiniz ama çocuk sizin ilginize karşılık vermeyince bunu bir takıntı haline getirmiş beyninizde bir senaryo kurgulamışsınız.
Hadi bu kurmacayı bir kenara bırakalım. Sıra geldi Kübra’ya o da maalesef ki sizin kafanızda olan kurmacadan bir parça... aslında Kübra diye de birisi yok öyle değil mi? Onu siz kendinize yakın arkadaş yapmışsınız çünkü sizin hayatta hiç arkadaşınız olmamış Mert dışında... bir o gerçek, sonra kendinize acı çektirerek herkesin ilgisini kazanmak isteyerek Kübra’yı da amansız bir hastalığa yakalanmış gibi göstererek onu öldürtmüşsünüz kendinize acı çektirmişsiniz ama boş yere hepsi, sizin beyninizde oluşan boş senaryolardan ibaretti. Hepsini siz uydurmuşsunuz uydurma dünyanızın içindeki bir hayal ürünüydü sadece, siz de bunu çok güzel oynamışsınız.
Yani Ekin Atahan, şizofreni hastalığı tam da bu şekilde ilerlemiş gerçek olmayan bir dünya yaratmış ve bu dünyaya kendinizi hapsetmişsiniz bir şeyler olmuş ki vücudunuz ve ruhunuz buna daha fazla dayanamayıp sizi buralara kadar getirtmiş.”
Kalbim sıkıştı. Bütün olanlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti ama yalan söylüyordu.
“Yalan söylüyorsun! Sen yalancısın. Ben bunların hepsini yaşadım. O acıyı da yaşadım. Meriç’in kaybını da yaşadım kucağımda kollarımın arasında can verdi. Kübra ise gözlerimin önünde öldü ben hepsini yaşadım. Bunlara sen yalan diyemezsin, doktor olabilirsin ama senin de yanıldığın şeyler var. Ben deli değilim! Bunların hepsi yaşandı.”
Yatağımdan doğrulmuş sinir krizi geçiriyordum neler söylüyordu anlam veremiyordum hepsi beynimin içinde oluşan senaryolar olamazdı ben Meriç’e sarılırken onu hissettim, onu öperken hissettim. Bunlar yalan olamazdı. Kübra’nın sesini duydum, onun kokusunu duydum. Beraber yaşadığımız onca anıyı hatırlıyorum ben. Bunların hiç biri yalan olamazdı.
Daha sonra doktor hemşireye bir sakinleştirici daha yapılmasını söyleyerek odadan çıktı.
(Yazarın Anlatımıyla...)
“Doktor bey, iyi mi kızım.”
“Merak etmeyin iyi, ona bütün gerçeği söyledim artık her şeyin farkında.”
“Nasıl yani her şeyin mi?”
“Evet, şizofreni hastaları, her şeyi öğrenseler de bunu asla kabul etmeyecekler, gelin detayları odamda konuşalım.”
Doktor, Banu hanım Ekin’in babası ve Mert hep birlikte doktorun odasına gittiler.
“Buyurun oturun.” Doktor üçüne de oturmalarını söylediğinde o da kendi yerine geçip oturdu çok uzatmadan konuya girdi.
“Kızınızın hastalığı önemsenecek derecede ciddi. Ağır bir şizofreni hastalığı geçiriyor. Kısaca tanımını yapacak olursam bu hastalık kişide önce içe kapanıklık sonra gerçekliği anormal olarak yorumladıkları ve gerçek ile gerçek dışını birbirinden ayıramadıkları ciddi bir zihinsel bozukluğa verilen isimdir. Bu durumda kızınız uzun bir süre gözetim altında tutulacaktır.”
“Peki ne kadar bir süreden bahsediyorsunuz.” Dedi Ekin’in babası,
“Bu süreyi yapılan tetkiklerden doğacak sonuç ile beraber açıklığa kavuşturacağız şimdilik net bir şey söylemek mümkün değil.”
“Anladım doktor bey. Peki tam olarak nesi var yani neden bu duruma kadar geldi.”
“Aslında tıpta bunun net bir açıklaması yok fakat uzmanlar bunun çok küçük yaşta oluşan bir travmadan doğduğunu söylüyor.”
“Peki sağ olun. Onu zaman zaman gelip görebilecek miyiz?”
“Tabii ki belirli ziyaret saatleri var oradan takip edebilirsiniz. Tekrar geçmiş olsun.”
“Sağ olun doktor bey.” Üçü birlikte doktorun odasından çıktılar.
“Ne olacak şimdi, onu burada öylece bırakıp gidecek miyiz?” Ekin’in annesi oldukça üzgün bir dille kelimelerini sarf ederken eşi ona sarılıp destek olmaya çalıştı. Bu sırada Mert konuya girdi.
“Bir şeye ihtiyacınız olursa bana mutlaka haber verin. “
“Sağ ol Mert, bize çok yardımcı oldun bu iyiliğini hiç unutmayacağız.” Mert gülümseyip yanlarından ayrıldı.
...
Kafanızda oluşan bir sürü soru işareti var farkındayım teker teker o soru işaretlerini gidereceğim.
Öncelikle Ekin, ne yazık ki en başından beri yaşadığı onca şeyin hayal oluşuna gerçekten çok üzüldü.
Bu zaman kadar Meriç ile Ekin’in o imtina ile baktığımız aşkları hayaldi. Böyle bir aşk ne yazık ki hiç yaşanmadı. Ekin liseye ilk başladığı yıllarda Meriç adında bir çocuğa aşık oldu. Deli cesaretiyle gidip çocuğa açıldı fakat Meriç Ekin’i istemedi Ekin ilk kez birinin onu istemediğini görünce bunu takıntı haline getirdi ilk baslarda gayet iyiydi ama zamanla Meriç’i rahatsız etmeye başladı bir suru mesajlar atarak onu rahatsız etti. Meriç bunları sineye çekti ama Ekin durmadı. Onu elde edene kadar uğraştı fakat Meriç liseden kaydını başka bir şehre aldırıp Ekin’i tüm sosyal mecralardan engelledi.
Bunu duyan Ekin deliye döndü ve kafasında bu senaryoları uydurmaya başladı sınıfta bütün arkadaşlarına Meriç ile sevgili olduklarını birbirlerini deliler gibi sevdiklerini söyledi fakat bunların hepsi Ekin’in kafasında kurduğu senaryolardı. Her gün okul çıkışı Meriç ile buluştuğunu zannederek aksama kadar sokaklarda tur atıp eve geç geldi. Bazı zamanlar telefonunu kulağına koyup sanki Meriç ile konuşuyormuş gibi yaptı. Okulda herkes buna inanmıştı. Ailesi hariç kızlarının bu durumunu anlamışlardı çoktan ama hiçbir şey yapmamışlar ailesi pek bu tip psikolojik şeylere inanmadıklarından kızlarının bunları bilerek yaptığını sandılar.
Daha sonra zaman ilerledi. Ekin annesiyle beraber İstanbul’a gitti. Orada bir tanıdığının evinde kaldı. O evin sokağa bakan tarafında bir park vardı her gün o parka gider oturur etrafta gezen insanları izler ve sanki yanında Meriç varmış gibi kendi kendine konuşurdu. Etrafında ki insanların tuhaf bakışlarına aldırmamış ve devam etmişti daha sonra motosikletli insanlar geçerken o motorlardan birinde Meriç ile kendini hayal etti. O gün o motosiklet çetesiyle güya Meriç sayesinde arkadaş olmuş ve onlarla bir gün geçirmişlerdi tabii ki bu da gerçek değildi.
Üzerinden baya bir zaman geçmiş Kübra ile aslında hiç tanışmamıştı bile, Kübra diye biri hiç olmamıştı. Beraber gezmeye gittikleri beraber yaptıkları, yakın arkadaşlık ilişkileri tamamen Ekin’in yalnız kaldığında odasında tek başınayken kurduğu bir hayal dünyasıydı Kübra hiç hasta olmamış Ekin her gün hastaneye gidip bir hastanın odasının yanında sabah etmişti. Doktorlara hep o hastanın durumunu sormuş her gün nasıl olduğunu sormuştu yani aslında sorduğu hasta Kübra değildi o yine kafasında kurduğu dünyanın içindeydi.
Yine bir hastane köşesinde otururken önünden beyaz bir örtü üstünde sedyede gecen hasta aslında Kübra değil 50’li yaşlarında bir adamdı. Maalesef ki bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. O ise onu Kübra olarak beyninde kodlayıp onun ölümünü hazırlamıştı.
Yine bir gün çıkıp bir parka gitmiş. Güya Meriç’in ablasıyla buluşup onda olan günlüğü alacaktı. Boş bir banka oturmuş çantasından çıkardığı siyah kapaklı defteri tam karşısına koymuş kendi kendine konuşarak onu sanki karşısında Meriç’in ablası defteri ona veriyor gibi gösterip kendi almıştı.
Diğer her şeyi kendi hazırlamış. Defterin içinde yazacak yazıları kendi yazmış aslında Meriç ile kendinin olduğu fotoğrafları birer fotoğraf boyutunda kestiği kağıtları zarfın içine koymuş. Diğer zarfta da boş bir CD vardı. CD’yi CD çalara taktığında Meriç’in, Ekin’e veda videosunu okumuştuk fakat gerçekte olan CD’yi taktığı anda çıkan “gösterilecek video yok.” Yazısının önünde dakikalarca sanki Meriç’i dinliyor gibi dinleyip kendini helak etmesiydi. |
0% |