@piyamor
|
1. BÖLÜM 2023 ÇANAKKALE Yokuşu tırmanınca bizim mahalle tüm güzelliğiyle önüme serildi. Seyrek dizili evler, dar olmayan sokaklar ve deniz manzarasına eşlik eden yaz çiçeklerinin kokusu... Ne zaman evimi özlesem; aklım oyun oynadığım sokaklar, devamlı ekmek aldığım kırmızı tenteli, önünde dondurma arabası olan bakkal dükkanı, mahallemizin sürekli damlatan ama çok kullanışı çeşmesi ve odamın penceresinden bakınca gördüğüm küçük ama kullanışlı bahçemizle kuşatılıyordu. Kepez ilçesinin buraya yabancı birine güzel gelen bir yanı olduğunu sanmıyordum. Sıradan göründüğünün farkındaydım ama benim için burası dünyanın en güzel şehrinin, en göz alıcı sokağından bile değerliydi. Evimdi, büyüdüğüm yerdi. Ne var ki en son bir yıl önce buradaydım. Bu yüzden yorgunluğumu gölgeleyen özlem duygusunu dudaklarımın kenarında giderek yükselen tebessümle dışarıya atıyordum. Bedenimin bunu taktığını söyleyemezdim. Tam şu anda bir kupa espresso diye alarm veriyordu. Küçük bir fincan işimi görmezdi. Ağzımın içi boğazımdan aşağıya sıcak kahve akıyormuş hissiyle kururken yutkunmak zorunda kaldım. Vücudumda ve kafamın içinde dolaşan yorgunluk hissi peşimi asla bırakmıyordu. Başımı iki yana hızla salladım ve bundan hemen kurtulmayı diledim. Yorucu bir yolculuğun sonunda Çanakkale'deydim. En son bir yıl önce, yine bu zamanlar, bir yaz sabahı uğradığım ve ancak iki hafta kalabildiğim evim; birkaç adım sonra, çeşmeden köşeyi dönünce görünür olacaktı. Gücümü topladım ve son yirmi altı saattir uykusuz olduğum gerçeğini aklımdan çıkarmaya çalışarak arkamda sürüklediğim bavuluma biraz daha asıldım. Ailemin karşısına gözlerimin altı mor, saçlarım darmadağınık çıkmayı istemezdim ancak yolculuktan önce kendime ayıracak vakit bulamamıştım. Son birkaç aydır durum buydu. Kahvelerle ayakta duruyordum. Beslenme rutinim altüst olmuş durumdaydı. Annemin hiçbir yerde rastlamadığım lezzetli yemekleri birkaç haftalığına çok iyi hissettirecekti. Biri sokağa şu küçük, baş belası taşlardan mı dökmüştü? Belki de tepeleme mıcır taşıyan bir yük kamyonu buradan geçmişti. Bavulumun tekerleği takılınca döndüm ve iki kolumla asıldım. Fazla güç uygulamış olmalıyım ki bavul bana doğru fırladı. Derin bir nefes aldım ve tekrar yürümeye devam ettim. Aylin'i ve abim Yalvaç'ı çok özlemiştim. Ne yalan söyleyeyim en çok Aylin burnumda tütüyordu. On yedi yaşımdan beri Çanakkale'ye yalnızca yazları kısa süreliğine gelebilmiştim. Ankara çok da uzak sayılmazdı ama buralara gelemeyişim hiç bitmeyen derslerim ve sınavlarım yüzündendi. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuydum. TUS sınavından sonra Adli Tıp Uzmanlığı için staja başlamıştım. Alanımda en iyisi olabilmek için ailemden fedakârlık etmek zorunda kalmıştım. Aylin, ailemizin son doğanıydı. Altı yaşındaydı ve tam bir küçük cadıydı. Eve gelişlerim seyrek olunca onun büyümesini seyretmek benim için şaşırtıcıydı. Çok çabuk büyüyordu. Abim Yalvaç ailemizin fedakarıydı. Uzakta da olsam elini üzerimden hiç çekmemişti ve kendine bir eş seçecek zamanı bulamamıştı. Annem ve babam yaşlanıyordu. Her gelişimde yüzlerine eklenen kırışıklıkları anında fark edebiliyordum. Bu üzücüydü ve derinden yaralandığımı hissedebiliyordum. Tüm bunları düşününce eve giden adımlarım yorgunluktan değil, hissettiğim pişmanlıktan ağırlaşıyordu. Onları çok özlemiştim ama seçtiğim hayatı yaşıyordum. iyi ki ve maalesef. Şu an saat çok erken olduğundan muhtemelen herkes uyuyordu. Aylin'e ve diğerlerine sıkı sıkı sarılmak için uyanmalarını beklemek zorunda kalacaktım. Eve döndüğümü bir tek annem biliyordu. Bunları düşünürken ardımda sürüklediğim bavulun bozuk asfaltta takılıp çıkardığı gürültülü sesleri duymamaya çalıştım. O küçük, baş belası taşlar neyse ki geride kalmıştı. Çeşmenin sokağı dönen köşesine vardığımda hala damlatıyor mu diye bir anlığına duraksayıp baktım. Evet, buraya el atan olmamıştı. Derin bir nefes alarak evimin sokağına döndüm. İşte başlıyorduk. Anılar daima güzel değildi. Yıllar önceki o kabus dolu günün ardından deniz kokan çiçekli mahalleme gölge düşmüştü. Gözüme çarpan ilk şey annemdi. Bahçe kapısının önünde heyecanla adımlıyordu. Ben olduğum yerde dururken, o henüz beni fark etmemişti. İnce hırkasının kol kenarlarıyla oynuyordu ve bakışları oradaydı. Pijamaları ve ev terliği ile sokağa çıkmıştı. Değişmiş miydi? Görünen o ki öyleydi. Saçlarında daha fazla beyaz, göz kenarlarında çok daha fazla kırışıklık vardı. Olduğum yerden beyazlarını ya da kırışıklıklarını sayamazdım ama yaşlandığını net bir şekilde söyleyebilirdim. Hayat ne haindi. Çok hızlı geçiyordu ve biz asla yakalayamıyorduk. Ona seslenmeden ve ardından koşup sıkıca sarılmadan önce bakışlarımı sokakta dolaştırdım. Çocukluğum sokağın tam ortasında durdu ve eksik dişlerini göstermekten çekinmeden gülerek bana el salladı. Ona gülümsedim. Erguvan, begonvil, çam... Sokağı saran bu kokuyu seviyordum. Bu kokuyu sokağın ortasında durmuş beni yüzünde geniş bir gülümsemeyle bekleyen çocukluğum da seviyordu. Nasılsın Balca? Her şey hala aynı, bıraktığım gibi mi? Küçük Balca bana başını salladı ve gülmeye devam etti. Mutlu bir çocukluğum vardı. En azından bir yere kadar. Bana bunu hiç değişmeyen evimin sokağı ve ta buradan bile alabildiğim annemin bahçesindeki erguvanların kokusu hatırlatıyordu. On yedi yaşıma kadar yaşadığım sokak hala aynıydı. Değişen yalnızca birkaç şey dışında: Çocuk yaşında vefat eden arkadaşım Nazlı'nın evi artık bir bakkal dükkanıydı. Ölümü şaibeli olunca orada kimse oturmak istememişti. Ev sahibi Vasfi amca da bakkal yapmaya karar vermişti. Benim için hala Nazlı'nın evi olan dükkânın biraz aşağısına üç katlı bir apartman dikmişlerdi. Kepez Mahallesi sonradan gelişmeye başladığından artık etrafımızda çok fazla yeni bina vardı. Galiba bir bizim sokak en az değişendi. En azından burası böyle kaldığı için mutluydum. Yeni yapılan bu binanın diğer tarafında babamın mavi tenteli, bahçesinde annemin diktiği begonvilleri olan seramik dükkânı vardı. Tabelasında kocaman harflerle Balca Sanat Dükkânı yazıyordu. Burası benim çocukluğumda her boş bulduğum anı değerlendirdiğim ve çok eğlendiğim tek yerdi. Babamın kursiyerleri vardı ve onlara seramik dersi veriyordu. Kendi yaptığı bardakları, çerçeveleri, süs eşyalarını da yine dükkanında satıyordu. "Balca!" Annemin heyecandan dolu dolu çıkan sesini duyduğumda bakışlarım derhal onu buldu. Bavulumu olduğu yerde bıraktım ve ona doğru koştum. Annem ise benden çok daha hızlı hareket edip beni kucakladı ve kollarının arasına çekti. Özlemek ne acı, kavuşmak ne tatlı şeydi. Annemin şekerli, bana göre ağır parfümünün kokusunu boynundan içime çektim. Her gece uyumadan önce bu parfümü sıkıyordu ve gün içinde de tazeliyordu. Onu bu koku olmadan asla düşünemezdim. Güvenliydi, bana birinin evladı olduğumu hatırlatıyordu. Buradan uzaktayken bu pek mümkün değildi. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Yanaklarını, gözlerinin kenarlarını öptüm. Ailenin en kısası bendim. Aylin bile ileride benden uzun olacak gibi duruyordu. Parmak ucunda yükseldiğimde annemle aynı boydaydım. "Yavrum benim, Balca'm, bal kızım." Gözümü nemlendiren bir yılın birikmişi özleme rağmen kocaman gülümsedim. "Annelerin en güzeli," dedim onu severken. "Geldim ya ben. Sesin neden ağlayacak gibi çıkıyor?" Benimle konuşan sesi titriyordu. Burnunu çekti. Benden uzaklaşırken elini havada şöyle bir salladı. "Ay ne bileyim. Yine gideceğini biliyorum ya. Ondan." "Bunları düşünmüyoruz. İki hafta kadar buradayım. Bol bol hasret giderelim. Tamam mı?" Başını salladı ve tekrar burnunu çekti. "Gideyim de yolun ortasından bavulunu alayım. Sen de hemen eve gir. Yatağına yat ve güzelce uyu. Kahvaltıyı hazır eder, seni uyandırırım," derken bavuluma doğru adımlıyordu. "Ben taşırım," dedim ve peşinden takip ettim. "Herkes uyuyor mu?" Taşırım dememe rağmen bavulumun sürgüsünü çekti ve eve doğru döndü. Bu annem için önemli bir şeydi. Ne zaman eve dönsem beni sokakta karşılar ve bavulumu taşırdı. Asla bana fırsat vermezdi. Bu yüzden bir şey demedim. O böyle mutlu oluyordu. Bakışlarını yüzümden ayırmadan, "Uyuyorlar," dedi. "Baban bir sürü bardak fırınlamış. Gece onlarla uğraşmış. Geç gelince, yorgunluktan hemen uyudu. Ben de geleceğini bile haber veremedim. Uyusun, nasılsa bir saate uyanacak." "Uyusun uyusun," dedim heyecanla. Burada olmak beni heyecanlandırıyordu. İçime sabahın serin havasını çektim. Aynı heyecan annemde de vardı. "Ama ben uyumayayım. Kahvaltıyı beraber hazırlayalım. Ayloşuma krep yapayım. Hâlâ seviyor mu?" Annem kaşlarını kaldırdı. Gözleri yüzümde hasretle dolaşmaya devam ederken, "Sen uyuyacaksın. Ben yapacağım," dedi. "Kızıma ne yaptın Balca? Söylemeyeyim söylemeyim diyorum ama çok zayıflamışsın, yavrum. Az evvel sarılırken kollarımın altında kemiklerini saydım." "Biraz zayıflamış olabilirim ama gücüm de kuvvetim de yerinde. Turp gibiyim. Boşuna endişelenme," diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. Fakat bir işe yaramadı. Bakışları ve havadaki kaşının konumu değişmedi. Aslında bende bir değişiklik yoktu. Sadece solgun görünüyordum, o da yorgunluktandı. "Sana kilo aldırmadan buradan gönderirsem bir daha da bana Hazal demesinler. Yüzündeki kan çekilmiş." Bavulu kaldırdı ve bahçe kapısından geçirdi. Ardından takip ettim. Eve girerken bir anı yumağının daha içine çekildim. Evimizin kokusu hiç değişmemişti. Annemin çok sevdiği pembe güllü yer silme deterjanı, eski ahşap ve tarif edemeyeceğim, yalnızca bizim evde olan bir koku daha. Ayakkabılarımı çıkarıp kapının yanındaki vestiyerin alt gözüne yerleştirdim. Diğer gözde kendi ev terliklerimi görünce dudak kıvrımlarım yükseldi. Ben gerçekten evdeydim. Terliklerimi alıp ayağıma geçirdim. Annem de o sırada hâlâ odam olan, mutfağın yanındaki küçük yatak odasına bavulumu götürdü. Tekrar döndüğünde ben aynı yerdeydim. Kapının girişinde. Yanımdan geçip kapıyı kapattı. Sonra da yarı loş koridorda bana bir kez daha sarıldı. "Evine hoş geldin yavrum." "Hoş buldum," dedim dolu dolu. "Hadi," dedi benden ayrılarak. Elini sırtıma koyup ittirdi. "Git, yat şimdi. Ben seni kaldırana kadar uyu." Bu defa sözünü dinledim. Hiç itiraz etmeden odama adımladım. Belli etmemeye çalışsam da yorgunluktan bayılmak üzereydim. Otobüs yolculuğum çok zorlu geçmişti. Sonrasında bir de halk otobüsü çekince... Arabamı şimdiden özlemiştim. Odadaki hiçbir şeye bakmadan, bavulun fermuarını biraz aralayıp içinden temiz kıyafet çekip çıkardım. Elimdekileri üzerime geçirdim ve on sekiz yaşımdan beri kullandığım tek kişilik yatağa yattığım gibi sızdım. * Kapımın gıcırdayarak aralandığını duyuyordum fakat hala uykumun çok ağır bir noktasındaydım. Kalkabilecek gibi hissetmiyordum. Aralanan o kapıdan odama sızan patates kızartması kokusu ile midem guruldadı. Yatağın diğer tarafına, kapıya doğru homurdanarak döndüm. Gözümün birini araladım. Aylin'i aynı benimki gibi kesilmiş kâküllü saçıyla, en sevimli ifadesiyle sırıtırken görünce diğer gözüm de açıldı. Onunkine benzer, fakat daha uyuşuk bir gülümseme yüzüme dağılırken, "Ayloşum!" dedim uykulu sesimle. Ellerimi yatağa dayayarak kalktım. "Ablaya gel," der demez kollarımı açtım, o da ufacık haliyle bir kuş gibi yatağımın yanına uçtu. Onu kollarının altından tutup yatağa çıkarırken yanaklarını öpüyordum. "Meleğim benim. Günaydın." "Asıl sana günaydın abla. Biz uyanalı çok oldu. Hoş geldin." Hâlâ dili bazı harfleri söylerken zorlanıyordu. Bu da sevimliğinden bir şey kaybetmediğini gösteriyordu. Neyse ki bunu kaçırmamıştım. Kâküllerini elimin içiyle alnından çekip dudaklarımı oraya bastırdım. Bunlar yeniydi. Geçen sene kakülleri yoktu. Öptüm, bebek kokusunu içime çektim. "Ben sana gelecektim. Sen benden önce davrandın." "Neden söylemedin geleceğini? Annemle bekleyebilirdim," dedi sitemli sesiyle. "Uyumazdım hiç. Neden söylemedin sanki." Gülerek başının üzerini öptüm. Doyamıyordum. Onu iyice kucağıma çektim. "Bir anda oldu bebeğim. Ondan söyleyemedim. Yoksa senin beni bekleyeceğini biliyordum." "Ha şunu bileydin," dedi benimkiyle aynı renk kehribar gözlerini yüzümde dolaştırarak. "Sana muzlu yoğurt yaptım. Aynı benimkinden." Demek annem aynı bize yaptığı gibi ona da yoğurt yediriyordu. Çocukluğum onun kendi elleriyle mayaladığı ekşi yoğurtlardan kaçmakla geçmişti. Ama yeni yöntemler geliştirdiği ortadaydı. Muzlu yoğurt demek? "Eminim çok güzel olmuştur." Onu bir kez daha öptükten sonra yataktan indirirdim. Annem ona kırmızı çiçekli bir elbise giydirmişti. Üzerindeki gündelik kıyafetten çok bayramlığa benziyordu. Bunu, onu bana güzel göstermek için yaptığına emindim. "Saçlarını annem mi kesti?" diye sordum birlikte odadan çıkarken. Başını salladı. "Bana fotoğrafını gösterdi. Küçükken ablanın saçlarını böyle keserdim, seninkini de keseyim mi diye sordu. Kabul ettim." Ben saçlarımı aynı şekilde kesmeye devam ediyordum. Aylin bu şekilde bana daha çok benziyordu. Gözler de aynı olunca... "Çok yakışmış. Kakülle daha bir tatlı olmuşsun. Abin nerede? Babam?" "Babam fırına gitti. Ekmek almaya. Helva da alacak. Abim de az önce komşuya gitti. Birazdan gelir." Allah Allah diye geçirdim içimden. Geldiğimi bilmiyor muydu? Ne diye komşuya gidiyordu ki? Annemin mutfaktan gelen sesini işittim. "Ali Cihan'da denizden dönmüş. Bizim kız uyanana kadar ona bir bakıp, döneyim dedi." Ali Cihan? Aylin ile mutfağa girdik. Annem patates kızartmaya devam ediyordu. Karnım bir kez daha guruldadı ve yoğun açlık hissinden dolayı yutkunmak zorunda kaldım. Aylin'in elini bırakıp onu kucağıma aldım. Belimin kemikli kısmına yan bir şekilde oturturken tepeleme dolu olan kızartma tabağına yaklaştım. Aylin'in de ağzının sulandığının farkındaydım. Soğumuşlardan önce onun ağzına bir tane verdim, sonra da kendime aldım. O sırada Ali Cihan'ın kim olduğu aklıma dank etti. Yeni komşularımızın en büyük oğluydu. Aslında komşularımız pek yeni sayılmazdı. Yedi yıldır evimizin karşısına yapılan apartmanın ikinci katında oturuyorlardı. Yazları tatile geldiğimde Ali Cihan haricinde hepsi ile tanışmıştım. Onur amca ile Zübeyde teyzenin üç çocuğu vardı. Aynı bizim gibi. Ali Cihan en büyükleriydi ve bir kaptandı. Onun hakkında bildiklerim sadece oradan buradan duyduklarımdan ibaretti. Mesleğinden dolayı yazları pek Çanakkale'de olmuyordu ve bu yüzden hiç yüz yüze gelememiştik. Diyar, ortanca kardeşti. Liseden sonra okulu bırakınca babası ona bir araba tamir dükkânı açmıştı. Başında Onur amca dursa da dükkânı asıl çekip çeviren Diyar'dı. Benden beş yaş büyüktü. En küçükleri Zehra ise benimle yaşıttı. Oldukça sevecen, insancıl bir kızdı. Eğer burada olsaydım onunla arkadaş bile olabilirdim. "Balca," dedi annem daldığım yerden. Onun hala bana hasretle bakan mavi gözleriyle gözlerimi buluşturdum. "Söyle annem." "Abin gelebilirse Ali Cihan'ı da alır gelirim dedi. Üzerini değiştir kızım. Sonra da gel şunları salondaki masaya taşı." Kaşlarım havalandı. "Anlaşılan abim beni özlememiş. Geldiğimden haberi olduğuna emin misiniz?" Annemden önce tabaktan patates çalan Aylin başını salladı. Küçük hanım karnını şimdiden doyurmuştu, bunun farkındaydım ama çaktırmıyordum. "Abimin haberi var dedim ya abla," dedi patatesle dolu ağzıyla zorlukla konuşarak. Dudağının kenarından firar eden bir patatesi parmağımla iterek içeriye sokunca sırıttı. Bu defa daha çok patates dışarıya fırladı. Elimi ağzına kapattım. "Doğru düzgün ye şunu. Boğulacaksın." O elimin altında ağzındakileri çiğneyerek bitirmeye çalışırken anneme döndüm. "Ya babam? Ekmek almaya gidecek zaman mıydı? Çok özledim." Annem inci gibi dişlerini göstererek güldü. "Hala kıskançsın Balca. Git üstünü değiştir diyorum sana. Sen gelene kadar onlar da evde olur." "Üzerimde ne var ki?" diyerek başımı aşağıya çevirmemle yakası paçası kayık tişörtümden minyon vücuduma rağmen iri olan çamaşırsız göğüslerimin neredeyse dışarıda olduğunu gördüm. Aylin'i kucağımda tuttuğum için bu haldeydi. Ama tek sorun o değildi. Hayli kısa olan şortum da evdeki yabancıyı karşılamak için hiç hoş olmayacaktı. "Tamam," dedim Aylin'i yere indirerek. Lavaboda elimi yıkadım. "Değiştireyim şunu." Odada geçirdiğim süre yalnızca beş dakikaydı. Hava geldiğim ana göre baya ısınmıştı. Bu yüzden altıma vişne rengi, çiçekli bir etek, üstüme de düz beyaz bir tişört giyerek banyoya geçtim. Yüzümü bol suyla yıkadıktan sonra soluğu mutfakta aldım ve annemin hazırladığı ne var ne yoksa salona taşıdım. Bu süre zarfında ne babam geldi ne de abim. Abim ilk tercihini benden yana kullanmadığı için gittiği yerde kalabilirdi ama babam... İç geçirerek mutfağa döndüm. "Çayları da doldur kızım," dedi annem. Elini bir beze kuruluyordu. "Baban aradı. Alışveriş yapmış. Ondan gecikmiş. Beni karşıla diyor." "Kapıda mı?" dedim heyecanla. Çayları kim doldurursa doldursundu. Duramazdım. "Sen kal anne. Ben karşılarım," diyerek mutfaktan fırladığım gibi çıktım. Annemin arkamdan gülerek, "Deli kız," dediğini işittim. Kapıyı açtığımda babamı gördüm. Kırmızı arabasının arkasındaki poşetleri asfalta indiriyordu. Senelerdir o araba değişmemişti. Yere indirdiği poşetler bir hayli çoktu. Dünyaları almış gibiydi. Hepsinin benim için olduğunu biliyordum. "Niyazi Zorlu!" diye bağırdım gür bir sesle. "Babaların padişahı!" Babam derhal başını sesimin geldiği yöne çevirdi ve babacan bir kahkaha savurdu. "Balca Zorlu! Özlemekten ölündü!" "Tövbe!" dedim ona doğru fırlayarak. "Tövbe deyin şahım!" Ailenin en kısa boylusu sayılırım demiştim. Babamın iri cüssesine kavuşmak için ayak bileklerimi resmen zorladım. Neyse ki güçlü kollarıyla beni sardı ve havalandım. Yaşlansa da gücünden hiçbir şey kaybetmemişti bu adam. "Ama itiraf edeyim," dedim gülerek. Yanağını öptüm. "Özlemekten ölündü." "Tövbe," dedi beni taklit ederek. Keyfi yerine gelmiş gibi gülüyordu. "En iyisi kimse ölmesin." Beni yere indirdiğinde nefes nefeseydim. Önünde ufacık kaldığımdan başımı geriye atarak gözlerimi benimkilerle tıpatıp aynı olan gözleri ile buluşturdum. "Doktor oldun ha sen şimdi?" dedi gururla. Tıp fakültesine başladığımdan beri daima bu cümleyi kuruyordu. Benimle hem övünüyor hem de inanamıyordu. Çünkü bunu o da çok istemişti. "Hala bir stajyerim," dedim gülerek. "Hem adli tıpçıyım. Tam olarak doktor-" "Sayılırsın sayılırsın," dedi ne diyeceğimi bilir gibi. "Koskoca altı yıl okudun sen. Ailemizin doktorusun." "Öyle ya," dedi ileriden bir ses. Başımı çevirmemle abimi gördüm. Yanında biri daha vardı ama onu tanımıyordum. İncelemeye fırsat olmadan abim elini salladı gel der gibi. "Ben gelmem," dedim gözlerimi devirerek. Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Sen gel. O kadar göreceğim diye bekledim ama evde bile değildin." Yanındaki esmer adam gülümsedi. Bu garip bir gülümsemeydi. Sonra da elini ensesine atıp saçlarını karıştırdı. Kesin bu Ali Cihan'dı. Yine tam olarak inceleme fırsatı bulamamışken, "Gel kız buraya," dedi abim ayağını yere vurarak. Gülmese ona yapacağımı bilirdim. "Peki," dedim ağır adımlarla ona doğru yürüyerek. "Çok özlediğimden. Yoksa on gün küs kalırdık." "Ben de inadın kurusun derdim ama kıyamıyorum." Önünde durunca abim neredeyse yüzüm kadar olan elini saçlarımın önüne soktu. Ne yapacağını biliyordum ama kendimi sakınacak zamanı bulamadan karıştırmaya başladı. "Balca," dedi ağız dolusu. Adımı babam gibi söylüyordu. Daima. "Kızım ben seni çok özledim be." Bu defalık şu yaptığı için ona kızmayacaktım. Kıyamazdım. Öyle hasretle bakıyordu ki yüzüme. Kollarımı beline dolayıp sarıldım. Başım geniş göğsünde yer bulurken o da anında beni sarıp sarmaladı. Yanımızda duran ve benim için hala bir yabancı olan adamdan sebep bir fısıltı gibi, "Çok özledim abi," dedim. Başımın üstünü öptüğünü hissettim. "Her gelişinde bir daha gitme diyorum ama gitmek zorunda olduğunu bilmek çok koyuyor." Ondan ayrılıp buruk bir tebessümle başımı salladım. "İnan, bana da." Bakışlarım yanımızda duran adama kaydı. Gözlerimiz buluşunca yüzümdeki tebessümü nezaketten genişlemeye zorladım. "Merhaba," dedim başımla vurgulayarak. Bir şey demeden önce elini uzattı. O da en az abim kadar uzundu. Elini tuttum. Avucunda sıktı ve tek sefer salladı. Konuşmaya başladığında ilk fark ettiğim şey hayret edilesi derecede tok, etkileyici ve son derece akılda kalıcı bir ses tonu oluşuydu. "Ali Cihan Gencer. Abinin arkadaşıyım." "Hep bahsettiğim," dedi abim ellerimiz ayrılırken. Ona baktım. Başımla doğruladım. "Kaptan olan," dedim hakkında bildiğim tek ayrıntıyı dillendirerek. "Evet, o," dedi abim. "Onur amcanın oğlu. Burada oturuyorlar," diyerek arkasında kalan abratmanı işaret etti. Gösterdiği yerde bakışlarımı dolaştırdım. Sonra da Ali Cihan'a baktım. Yaşı büyüktü. Abimle yaşıt gibi görünüyordu. Bu yüzden ona da abi demem gerekirdi ama hala yabancı olduğundan içimden geldiğini söyleyemezdim. "Çocuklar," dedi babam arkamızdan. "Gelin de poşetleri taşıyın." Arkamı dönmemle yerdeki poşet yığınının arttığını gördüm. Buna dünyaları aldı demek az kalırdı. "Benim için aldın değil mi bunları?" diye söylenerek ona doğru adımladım. "Sadece iki hafta kalacağım. Çok değil mi?" Babam laf sokar gibi, "Biz de yemek yiyoruz. Bunlar lazımdı," dedi. Senle alakası yok demeye çalışıyordu ama yaptığı şeyi gizleyemezdi. "Öyle olsun," dedim. Ben daha poşetlere uzanamadan abim ve arkadaşı poşetleri toparlayıp eve doğru ilerlemeye başladı. Bana da onları takip etmek kaldı. Çayları doldurup salona geçtiğimde masada bir kuş sütü eksikti. Babamın aldığı salamları ve tahin helvasını da annem kaşla göz arasında tabaklara alıp masada yerlerine koymuştu. Aylin tahin helvasını çaktırmadan yemeye çalışıyordu. Onun yanına oturdum ve çatalını elinden aldım. Bana ters bir bakış attı. Evdeki misafirliğimin sonuna gelmiştim anlaşılan. Özlem dolu kucaklaşmalar, sevecen sözler, bay bay. Abla kardeş ilişkimiz normale dönüyordu. "Bu kadar tatlı yersen kilo alırsın," dedim ve tabağına salatalık, domates doldurdum. Hem çok zararlı. Bunlardan ye biraz." Biraz da peynir ekleyince homurtular yükseldi. "Doktor ablam olması ne zormuş," dedi babama beni şikâyet eder gibi. Bunun doktor olmamla bir alakası olmadığını ne zaman anlayacaktı? Babam, "Ablan haklı," deyince sırıtışıma engel olamadım. Annem o esnada Ali Cihan ile konuşuyordu. Sesi kısıktı ve ne konuştuklarını zar zor duyuyordum. Biraz dikkat kesilince, "Belki annelerle yapmak isterdin kahvaltını ama bu kadar hazırlık yapınca Yalvaç'a çağır benim oğlumu dedim," gibi bir şey dediğini işittim. Onu davet eden abim değil miydi? Muhtemelen kibarlık olsun, kendini rahat hissetsin diye öyle söylüyordu. Fakat abim de, "Patates kızartması seviyorsundur sen diye kızarttı bunları," deyip Ali Cihan'ın tabağına kızartmaların çoğunu boşaltınca benim gözler kısıldı. Neler dönüyordu burada? Tam da o esnada Ali Cihan'ın gözleri olduğum tarafa çevrildi. Dolayısı ile ona baktığımı ve kaşlarımın çatıldığını da gördü. Bakışlarımı kaçırdım ve Aylin'in yemeğini yedirmekle meşgul oldum. Babam işimden ve kaldığım evden konu açarken, annem de Ali Cihan'a benzer sorular soruyordu. Denizde yaşamanın zor olduğundan. Kahvaltı bittiğinde masayı hep birlikte topladık. Abim arkadaşıyla evden ayrılırken, babam da dükkanını açmaya gitti. Sonra da okul servisi Aylin'i kreşe götürmek için geldi. Ondan ayrılmak zordu. Servise teslim edip eve döndüğümde annemle yalnız kalmıştık. "İkimize kahve yaptım," dedi annem elindeki tepsiyle salona geçerken. Onu takip ettim. Camın önündeki krem rengi koltuklara yan yana otururken, "Nasıl efendi çocuk ama değil mi?" diye sorunca kaşımı kaldırdım. Sehpaya bıraktığı Türk kahvesine uzanan elim havada kaldı. "Hangi çocuk?" Geliyor yine bir şey. Kahveyi aldım ama havadaki kaşım inmeden diğerini de havalandıracak o şeyi söyledi. "Ali Cihan." "Ne olmuş ona?" Kahveyi tekrar sehpaya bıraktım. Ben bu konuşmanın altından ne çıkacağını biliyordum. Aramızda benzer konuşmalar birçok kez tekrarlanmıştı. İsim Ahmet, Mehmet oluyordu ama varılan nokta asla değişmiyordu. Annem babamla erken yaşta evlendiğinden benim evlilik için geç kaldığımı düşünüyordu. "Balca," dedi adıma vurgu yaparak. İtiraz etmeyeyim diye önüne geçmeye çalışıyordu. "Artık eve dönmenin zamanı gelmedi mi kızım? Yirmi dört yaşındasın. Biz seni çok özlüyoruz. Böyle nereye kadar?" "Anne," dedim sıkıntıyla. "Biliyorsun-" "Biliyorum. Neden adli tıp uzmanı olmak istediğini de iyi biliyorum. Ama özelde staj yapıyorsun. 18 Mart Üniversitesine geçişini yapabilir ve stajını da burada bir yere aldırabilirsin. Sürekli seyahat ediyorsun. Artık evini, aileni kurman, yerinin yurdunun belli olması gerekiyor. Böyle nereye kadar?" Okurken bu söylediklerini yapamazdım. Elbette bu benim bahanemdi. Öyle şeyler yapıyordum ki evlilik devede kulak kalırdı. Annemin bunları beni düşündüğünden söylediğini biliyordum ama konunun içinde bir yabancının adının geçmesi gerilmeme neden oluyordu. Daha doğrusu annemin gözlerimin içine onu bana yakıştırıyormuş gibi bakması. "Seni anlıyorum ama ben evlenmeyi düşünmüyorum. Henüz bir stajyerim ve uzman olana kadar-" "Balca, hemen evlen demiyorum ki. Tanımak için bir buluşun, anlaşırsanız nişanlanırsınız. Sen mezun olunca da..." Sözün sonunu tamamlamadı çünkü ben ayaklanmıştım. "Üzgünüm anne. Benim Nazlı'ya sözüm var. Gerçekler açığa çıkana kadar hedefimde başka hiçbir şey olamaz." Bir şey demesine fırsat vermeden odadan çıktım. Arkamdan seslendi ama dinlemek istemiyordum. Ayakkabılarımı giyip evden ayrıldım. Babamın yanına gidip hava kararana kadar hamur şekillendirmek niyetindeydim. Bir anlığında dükkâna yönelecekken bakışlarım eskiden Nazlı'nın evi olan bakkal dükkanını buldu. Orada bir çocuk ölmüştü. Ben büyümüştüm ama o, orada çocuk yaşında kalmıştı. İnsanlık bir çocuk battaniyesine sarılıp bu sokağı, yaşayan tüm kalpleri terk ederken, her şey iyice çığırından çıkmışken bir şey yapmadan duramazdım. Yumruklarımı sıktım ve hızlı adımlarla babamın dükkanının ağır cam kapısını iterek içeriye girdim. Babam dükkânda değildi. Muhtemelen kursiyerlerinin gelmesine daha vakit olduğundan hep yaptığı gibi Onur amcanın yakınlarda olan tamirhanesine uğramıştı. Kapının kenarında üç büyük koli duruyordu. Bunlar kil ve kuvarstı. Her biri yirmi beş kilo olan kolilerden üçünü de zorlanmadan yerden aldım. Arka taraftaki depoya götürecekken cam kapının üstündeki cam çubuklar melodik bir şekilde şıngırdadı. Biri gelmişti. Fena yakalanmıştım. Hafifçe başımı omzumun üzerinden çevirip baktığımda aralık kapının önünde Ali Cihan'ı gördüm. Abimin arkadaşını. Annemin bana yakıştırdığı adamı. "Babam yok!" dedim ters bir şekilde. Hem yakalanmış olmanın gerginliğiydi bu hem de annemle yapmış olduğum konuşmanın. Hırsımı ondan çıkarmam yersiz olsa da engel olamadığım ortaydı. Kaşlarının arası çatılırken içeriye girdi. Elbette benden böyle bir tepki beklemiyordu. Kapıyı kenardaki ağırlığı önüne çekerek açık bıraktı. "Görüyorum. İyi misin?" diye sordu sesini normale göre incelterek. Adamın sesi öyle kalındı ki ne kadar incelik yaparsa yapsın bir kavga anında kendisine yumruk, tekme olarak dönebilecek etki yaratıyordu. Tehlikeliydi. Kolumun arasındaki kolilerin ağırlığını görmemesi adına sanki hafif bir şeyi tutuyormuş gibi başımı salladım. "Şunları bırakıp geleyim," dedim sakin çıkarmaya çalıştığım sesimle. Hızlı adımlarla arkadaki depoya adımladım. Kolileri bir köşeye bırakıp aynı hızda döndüm. "Ne vardı? Neden geldin?" Gözlerime öncekinden daha dik baktı. "Hayırdır sen," dedi tersler gibi. "Benden mi göründüler?" "Ne alaka, niye senden görünsünler?" Annemin bana uygun gördüğü kişiydi Ali Cihan. Dışarıda itiyle kopuğuyla uğraşıyordum ama kendi hayatımda olan şeylerin beni böyle etkilemesine engel olamıyordum. Yoluma konulmuş taş gibiydi. Derin bir nefes aldım. "B-b-bir telefon görüşmesi yaptım da. İş yüzünden. Sorun varmış..." Sesim giderek düştü. Çünkü yalan söylediğimi anlamış gibi bakıyordu. "Şey," dedim ona doğru bir adım yaklaşarak. "Kusura bakma." Sorun yok dercesine başını sallarken ifadesi normale döndü. Bu adamın ifadesinin normali bile gergindi. Bunu tam şu anda fark ediyordum. Gülümsese bile bir etkisi olmuyordu. "Sana ne diye hitap etsem? Ali Cihan abi mi? Yoksa Cihan abi mi? Ya da belki Ali abiyi tercih ed-" "Bana hitap etmek zorunda değilsin," derken kaşlarının arasındaki derin çizgi geri döndü. Ben aramıza çizgi çekmeye çalışıyordum ama ona ne oluyordu? "Peki," dedim sıkıntılı soluğumu bırakarak. Avuçlarımda biriken teri eteğime sildim. "Siz, biz kalsın o zaman." Gözlerime bakmaya devam etti. "Seni bana övdüler biliyor musun?" dedi bir anda, beynimden aşağıya kaynar sular döküldü. Ona da mı aynı konuşma yapılmıştı? "Ne diye?" dedim sesim titreyerek. Gözlerini devirdi. "Şöyle iyidir, böyle kibardır," dedi yarı geçiştirme bir cevapla. Yine, "Ne diye?" diye sordum. Belamı arıyormuş gibi davranıyordum ama her şey açık olursa daha kolay reddederdim ve o da hayale kapılmazdı. Gerçi bunda hayale kapılacak tip de yoktu. Yoksa, o bu yüzden mi... Alıcı gözüyle bakmak için mi buraya gelmişti? Belki de babam bahaneydi. Annemden burada olduğumu öğrenmişti. Kafamda kurduğum senaryoyu anında tepkisiyle dağıttı. "Ali Cihan abi de," dedi üstüne basa basa. "Sizden bizden hoşlanmam. Yalvaç'ın kardeşi kardeşimdir. Hadi eyvallah," dedi ve arkasını dönüp çıktı. İçime soğuk sular serpilirken tamamen rahatladığımı da söyleyemezdim. Son cümlesindeki ses tonu imalı mıydı yoksa bana mı öyle gelmişti? Bölüm sonu :) Güzel başladık diye düşünüyorum ama sizin de düşüncelerinizi almak isterim. Kızıl Gerdan'ı sevdim diyenler toplansın :) İnstagram: Piyamor_ |
0% |