"Gerçek sevgi, zamanın acımasız ellerinde bile solmayan bir çiçek gibidir.” Halil Cibran
Batuhan’ın içindeki ağırlıkta, gecenin karanlığına karışmıştı. Bahçenin soğuk taşlarına yaslanmış, elindeki bira şişesini usulca döndürüyordu. Yusuf, sessizce onun bu durgun halini izliyor, fakat bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Batuhan, bir an başını gökyüzüne kaldırdı; gözlerinde derin bir hüzün vardı, ama yaş yerine acıyı içine akıtan bir ifade hakimdi.
“Yusuf,” dedi alçak bir sesle, ama sesindeki ağırlık bir çığlık kadar yankılıydı. “Gökyüzünün matemine şahitlik ediyorum her sabah. O, bizden geriye kalan hatıraları taşımaktan yorulmuş gibi. Ne bulutlara ağırlığını yükleyebiliyor, ne de damlaları yere bırakabiliyor.” Parmakları bira şişesinin üzerinde sımsıkı kapanmıştı, sanki içindeki karmaşayı o şişeye hapsetmek ister gibi. “Bu acı... Sanki gökyüzünün bile taşıyamadığı bir yük olmuş.”
Yusuf, arkadaşının içine düştüğü bu derin çukurdan onu çıkarmak istiyordu. Fakat ne söyleyeceğini bilemiyordu. Batuhan’ın haline bakınca, onun bir kelimeyle düzelecek biri olmadığını anlamıştı. Yine de konuştu: “Dostum, kendini bu kadar yıpratma. Onu nereden bulacaksın ki? Yeniden karşılaşacağınız bile belli değil.”
Batuhan, Yusuf’un sözlerini duymamış gibi başını hafifçe yana eğdi, bakışlarını gökyüzünde bir yere sabitlemişti. Karanlık bulutlara odaklanmıştı, sanki o bulutların içinde geçmişin izlerini görmeye çalışıyordu. “Sanki göğün kendisi bize küsmüş,” dedi derin bir nefes alarak. “Bizi bir daha buluşturmayacağına yemin etmiş gibi. Onunla tanıştığım her yağmur damlası, şimdi ihanet eden bir sessizliğin içinde eriyip yok oluyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil Yusuf... Hiçbir şey.”
Batuhan’ın sesi derin, ama kontrollüydü. Üzüntüsü sessiz bir ağırlık gibi çökmüş, onu hareketsiz bırakıyordu. Elini hafifçe kaldırıp gökyüzünü işaret etti. Parmaklarının titremesi, içinde bastırdığı fırtınayı ele veriyordu. “Her nefesimde o ilk yağmurun kokusunu arıyorum. Yüreğim, onun sesiyle yankılanan o ıslak sokakların arasında sıkışmış bir kuş gibi çırpınıyor. Ama artık gökyüzü taşlaşmış... Allah dualarımı duymaz olmuş.”
Yusuf, bu sözlerin karşısında bir şey söylemek istedi, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Sessizliği bir şekilde kırmak istercesine konuştu: “Yağar belki, sıkma canını...”
Batuhan, bir an Yusuf’a döndü. Gözleri kararlılıkla doluydu, ama o kararlılığın altında ezici bir hüzün vardı. “Nasıl sıkmayayım!” dedi sert bir tonda. Gözleri, Yusuf’un gözlerinin içine derin bir isyanla bakıyordu. “Yağarsa buluşacağız, dedim. Oysa şimdi, gökyüzü suskun, aşkımızın izlerini yerle bir eden bir tanıksızlık içinde. Bu kuraklık yalnızca toprakta değil, kalbimde de bir yara gibi büyüyor, Yusuf. Aşkımızın yağmurla yeniden dirileceği bir gün var mı? Onu bile bilmiyorum. Ama onun yokluğu... bir kuraklığa dönüşen bir sonsuzluk gibi sanki.”
Batuhan, elindeki şişeden bir yudum daha aldı. Fakat bu bir keyif yudumu değil, ağır bir yükü hafifletme çabası gibiydi. Şişeyi yere bıraktı, başını gökyüzüne çevirdi ve dualarını bir kez daha yıldızsız karanlığa savurdu:
“Eğer bir gün bana acır da rahmetini indirirsen Allah’ım, ona benim hâlâ beklediğimi söyle. Her damlanın, kaybolmuş sevgimi taşımasını dile. Ama eğer onsuzluğu bir lanet olarak sürerse, bil ki o toprakta beni de aşkımı da kurutacaksın. Çünkü yağmur olmadan ben, bir kum tanesinden fazlası değilim.
Yusuf, Batuhan’ın bu denli sarsılmış olmasını anlayamıyordu. Gözlerinin altındaki halkalara, yorgun omuzlarına baktıkça içten içe öfkeleniyordu. “Bu kadar kolay dağılmamalı,” diye mırıldanmıştı bir keresinde. Ama anlamıyordu. İnsanın ruhu bazen bir kelimeye bile yenik düşebilirdi, hele de o kelime geçmişten bir yaraya dokunuyorsa. Yusuf’un anlayamadığı şey, Batuhan’ın yalnızca benimle iki kez karşılaşmış olmasına rağmen, benimle konuştuğunda yıllardır tanışıyormuşuz gibi hissetmesiydi.
Fakat aynı şeyleri ben de hissetmiştim. İkimiz de biliyorduk; bu bağ tesadüf olamazdı. Sanki bizi görünmez iplerle birbirimize bağlayan bir güç vardı. Batuhan o gecenin sonunda kendisiyle baş başa kaldığında elinde tuttuğu deftere sarhoş haliyle şu dizeleri yazmıştı." Seni bulmaktan önce aramak isterim, Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, Sana hep hep yeniden başlamak isterim." Özdemir Asaf' ın dizelerini yazarken kağıda o gece, yağmur yağıp yağmayacağını bilmeden, içimizde ne varsa dökmüştük. Konuşurken cümlelerimizde ne bir hesap vardı ne bir plan.
Sadece içimizden geçenleri konuşmuştuk birbirimizden habersiz. Sözcüklerimiz, içimizde biriken hüzünleri birer birer açığa çıkardı. Ama o geceden sonra yağmur bir daha yağmadı. Ve yağmurun beklenmesi, kavuşmayı beklemek kadar zordu. Özlemekten yorulmuş bir kalbin sabırla sınanması, bir insana işkence gibi gelirdi.
Aralık ayının sonlarına yaklaşırken, pencere kenarındaki ahşap sandalyemde oturuyordum. Soğuk, pencereden süzülüp içeri doluyor, odanın ağır havasını daha da katılaştırıyordu. Elimde bir senaryo kağıdı vardı; ama aklım kelimelere değil, dışarıya takılıp kalmıştı. Bir şey bekliyordum. Belki bir mucize, belki de yalnızca yağmur. Ve o sabah… beklediğim geldi.
Pencereye ilk damlanın çarptığını duyduğum an, kalbimde bir şeyler kımıldadı. Dışarıyı daha iyi görebilmek için pencereye yaklaştım. Camın buğusunu avucumla sildim, gözlerim damlaları aradı. Birkaç damla daha düştü. "Gerçekten yağıyor mu?" diye mırıldandım. Emin olamayınca pencereyi açtım. Ve işte o an, yağmurun yüzüme değdiği an, içimde bir ağırlık çözüldü.
Yağmur, sanki yalnızca yeryüzüne değil, kalbime de yağıyordu. İçimdeki bütün karanlık köşeleri yıkıyor, bastırdığım tüm hüznü suyla beraber akıp gitmeye zorluyordu. Damlalar hızlandıkça içimdeki yangın sönmeye başladı. Ve yüzümde o uzun zamandır kaybolmuş olan gülümseme yeniden belirdi.
"Evet," dedim alçak bir sesle, ama o tek kelimenin içinde bir ömrün kararlılığı vardı. Ayağa kalktım. Gözlerim camdan dışarıda, yağmurun dansını izliyordu. Kalbimde bir titreşim, zihnimde ise sadece bir isim vardı. Batuhan…
O sırada Batuhan, akademinin çatısına çıkmıştı. Halid Hoca’dan kaçmanın tek yolunu orada bulmuştu. Çatının köşesindeki taş duvara sırtını yaslamış, soğuk havayı içine çekiyordu. Ancak ilk damla saçına düştüğünde, gözlerini açtı. Gökyüzüne doğru başını kaldırdı.
Yağmur, yavaşça hızlanıyordu. Damla damla Batuhan’ın yüzüne vurdukça, o da kendi içinde bir şeylerin çözülmeye başladığını hissediyordu. Yavaşça ayağa kalktı, çatının kenarına yürüdü. Ellerini iki yana açtı. Sırılsıklam olmuştu ama bu umursadığı bir şey değildi. Yağmurun her bir damlası ona hayat veriyor gibiydi.
“Yağıyor…” diye fısıldadı. Sesi o kadar alçaktı ki, sanki gökyüzüne söylüyordu bu sözü. Sonra yüzünü tamamen yukarı çevirdi. Gözleri gökyüzünün derinliklerinde kayboldu. Yağmur damlaları yüzünden süzülürken, o yalnızca gülümsüyordu. Gözlerinde bir anlık inanç vardı; yağmur, içindeki en karanlık yeri bile aydınlatacak kadar güçlüydü.
Batuhan o gün çatıda, ben ise pencere kenarında, aynı yağmurun altında birleşmiştik. Yağmur, bizi yavaşça birbirimize taşıyan bir nehir olmuştu.
Hazırlandıktan hemen sonra adımlarım beni, sanki kaderin bir cilvesiymiş gibi, usulca sokak kapısına yöneltti. Kapıyı açar açmaz, Ferman, adeta bir hayalet gibi, karşımda belirdi. Kalbim, göğüs kafesimde hafifçe çarpmaya başladı. Şaşkınlığımın soğuk nefesi yüzüme vururken, dudaklarımdan istemsizce, "Hey sen..." döküldü.
Ferman, gözlerinde, evrenin sırrını çözmüş bir âşık edasıyla, tarifsiz bir hayranlıkla yüzüme bakıyordu. "Hatırladın mı?" diye sordu, sesi, kadife bir fısıltı gibi, sanki yıllardır bana aşıkmış gibi titriyordu. Başımı usulca salladım, içimdeki garip heyecanla, dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle, "Evet! Tabii ki, şampiyon," dedim. Gülümsemem yüzüme yerleşirken, Batuhan’a gideceğim diye içimde tuhaf bir heyecan dalgalanıyordu.
O sırada, babam, üzerinde sanki bir sirk palyaçosunun gardırobundan fırlamış gibi tuhaf bir kıyafet, gözlerini gizleyen gece karası bir gözlükle, ellerini iki yana açarak, dengesini sağlamakta zorlanarak, sarhoş bir şekilde bize doğru yaklaşıyordu. Sesi, sanki uzaktan yankılanıyordu, boğuk ve gizemli bir tınıyla: "Kimmiş o?"
Bu beklenmedik manzara karşısında Ferman ve Devran şaşkınlık içinde kaldı. Devran, gözleri büyükçe açılmış, sesi titrek ve şaşkın bir şekilde, "Bayım, İbrahim Törehan siz misiniz?" diye sordu. Babam, sanki Shakespeare’in bir oyunundan çıkmış bir aktör gibi, derin ve dramatik bir tonla, "Ben Ahmet Törehan. İbrahim Törehan... ah, zavallı İbrahim... dün öldü," dedi, yüzünde cenaze töreninden çıkmış gibi ifadesiz bir maske vardı.
Ferman ve Devran’ın yanına, birkaç kişi daha belirdi. Hafifçe kambur duran, hayatın izlerini taşıyan yaşlıca bir adam, merakla, "Öldü mü? Nasıl?" diye sordu. Babam, omuzlarını umursamazca silkerek, "Ben de bilmiyorum. Bana elli bin borcu vardı..." dedi ve kör taklidini ustalıkla yaparak kapıya doğru yürüdü.
Sesi, alaycı bir tını kazanmıştı: "...ve bana iki katını ödeyeceğini söyledi ama... ne yazık ki, iki kat sarsıntı verdi." Etrafındakilerin şaşkın bakışlarını görmezden geldi.
Ben kahkahamı zor tutarak gülerken, cebinden buruşmuş iki yüz TL çıkardı ve etrafındakilere, sanki bir dilenciymiş gibi, sevimsiz bir ifadeyle bakarak, "On bin TL bozuğunuz var mı? Son param erzak alışverişine gitti," dedi. Orta yaşlı, bakımlı, pahalı bir takım elbise giymiş bir adam cebinden kalın bir deste para çıkararak, parmaklarıyla, sanki bir sihirbaz numarası yapıyormuş gibi, oynayarak, hesap yapıyormuş gibi davrandı.
Babam, gözlerini kısarak, adama doğru eğildi ve "Ne kadar var orada?" diye sordu. Adam, şaşkın bir ifadeyle, "On bin yok burada sanırım," dedi. Babam, beklemeden, kobra gibi hızla hareket ederek adamın elindeki parayı kaptı ve omzunu rahatça silkerek, "Neyse, ben hallederim," dedi.
Yüzünde hem memnuniyetsizlik hem de zaferin tuhaf bir karışımı vardı. Sonra, bakışlarımı Devran'a çevirdim. Kaşlarını hafifçe çatmış, merak ve şüphe arasında gidip gelen bir ifadeyle, "Sizin de mi ondan alacağınız vardı?" diye sordu. Devran, başını iki yana sallayarak, dudaklarında hafif bir tebessümle, "Hayır efendim, tam tersi. Onun bizden alacağı vardı," dedi. Sesi saygılı ama kendinden emin, hafiften meydan okur gibiydi.
Babam, dudaklarında ince, alaycı bir gülümseme beliren, gözleri kısılmış bir ifadeyle, "Görüyorum ki, pek cömert birisiniz," dedi, bakışları Devran’ın üzerinde bir avcı gibi dikkatle geziniyordu. Ardından, siyah aynalı gözlüğünü teatral bir hareketle çıkarıp, elini içeriye doğru genişçe uzatarak, "Buyurun, buyurun," dedi ve onları içeri davet etti.
Ben dışarıdaki havayı gözlerken, gökyüzünde koyu gri bulutlar toplanıyordu; az önce dinen yağmurun tekrar başlayabileceği belli oluyordu. İçimde hafif bir endişe dalgası yükselirken, Ferman ve adamları salona kadar eşlik etti. "Geçin lütfen," dedim, sesim nazik ama mesafeli, içimde belirsiz bir huzursuzluk vardı. Babam ise, sanki bir tiyatro sahnesindeymiş gibi, yüksek ve dramatik bir ses tonuyla, "Ben de, gördüğünüz gibi, yeni oyunum için prova yapıyordum," diye ekledi.
Ferman ve adamları, antika koltuklara, çekingen bir şekilde oturdular. Babam, derin bir iç çekerek, sesi titrek ve dramatik bir tonda, "Annemin gözbebeği Ahmet... Zavallı çocuk. Duygusal bir destan," dedi ve kendisi de ağır adımlarla gösterişli kadife kaplı koltuğa oturdu.
Ben ayakta durarak, babamın bu abartılı hallerine içimden gülmemek için zor tutundum. Ferman ise gözlerini bir an olsun benden alamıyordu. Bakışları ruhumu delip geçiyor, merak, hayranlık ve belki de hafif bir şaşkınlık vardı. Babam, aniden bana dönerek, otoriter ve emredici bir sesle, "Çay getir, kızım," dedi. Başımı usulca salladım ve mutfağa doğru yönelirken, Ferman’ın bakışları sırtımda geziniyordu. Babam ise, sanki beni övüyormuş gibi, yüksek sesle, "Çok iyi çay yapar," dedi, sesi salonun her köşesinde yankılandı.
Mutfağa gittiğimde babaannem de oradaydı. Yüzünde sert bir ifade, kaşları çatık şekilde bana döndü ve "Ne yapıyorsun burada sen?" diye sordu, sesi kısa ve netti. Elimi havaya kaldırarak, hafif alaycı ama biraz da kızgın bir ifadeyle, "Çay yapmaya geldim," dedim. Babaannem her şeyden haberdardı, yüzümden deniz fenerine gidememenin hüznü okunuyordu. Bana yaklaştı, yüzündeki sert ifade yumuşadı, ama kararlılığı hala hissediliyordu. "Çayı ben yaparım, sen git," dedi, sesi hem şefkatli hem de emrediciydi.
O sırada, Ferman’ın yanında oturan, şık ve resmi giyimli, orta yaşlı adam, Ferman’ı övmekle meşguldü. İşi hakkında, sanki bir sunum yapıyormuş gibi, detaylı bilgiler veriyordu. “Türkiye’nin her yerinde sayısız işe sahip. Hatta yurt dışında da kârlı iş yerleri var,” derken, babam, etkilenmiş ve gözleri parlamış bir ifadeyle, “Çok iyiymiş...” diye mırıldandı. Ardından, sehpanın üzerindeki taze meyveleri misafirlerine ikram etti.
Adam, konuşmasına, sesi daha da yükselerek devam etti: “Yıllık geliri 500’ün üzerinde…” Babam, şaşkınlık içinde, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi, “500…” diye mırıldandı. Devran hemen araya girdi, durumu düzeltmek istercesine, “500 milyon,” dedi.
Ferman, lafı uzatmadan, konuya doğrudan, kararlı bir şekilde girdi: “Buraya gelmemin asıl sebebi şu ki, kızınızdan çok hoşlanıyorum ve onunla evlenmek istiyorum.” Babam, Ferman’ın gözlerinin içine delici bir bakışla bakarak, alaycı bir tavırla, “Öyle mi?” dedi. Yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirerek, sesi soğuk devam etti: “Peki, buraya gelip, bu önemli konuda konuşacak bir baban yok mu? Geleneklerimize göre, böyle konuşmaları büyükler yapar.”
Ferman, beklenmedik bu sözler karşısında hafifçe geriye yaslandı. Yüzünde hayal kırıklığı ve öfkenin karışımı vardı. Babam ise konuşmasına, alaycı ve küçümseyici bir tavırla devam etti: “Neyse, sorun değil. Yine de bu teklifin için teşekkür ederim.” Tam o sırada, babaannem, elinde dumanı tüten, mis gibi kokan çay tepsisiyle salona girdi. Babam, çayı işaret ederek, elini nazikçe uzatarak, sesi birden değişmiş, resmi bir tonla, “Buyurun, çay alın,” dedi.
Ferman, babamın sözlerine bozulmuştu. Hoşuna gitmeyen bir tavırla, gergin bir şekilde ceketinin yakasını düzeltti. Babaannem, elindeki çay tepsisini dikkatlice sehpaya yerleştirirken, Ferman’a doğru döndü ve sakin, hafif muzip bir sesle, “Şekerinizi de alın,” dedi.
Ferman, düşüncelerinden sıyrılıp başını kaldırdığında, karşısında babaannemi görünce kısa bir an için duraksadı. Beklediği kişi bendim. Gözlerinde şaşkınlık, kısa sürede hayal kırıklığına dönüştü. Babaannem, Ferman’ın bu şaşkınlığına hafif, manalı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gözlerinin kenarında ince çizgiler oluştu.
Babam, babaanneme dönüp, meraklı bir şekilde, “Ahfa nerede?” diye sordu. Babaannem, umursamaz bir sesle, “İçeride,” dedi. Babam, hiçbir şey demeden, kısa bir “Peki,” dedi. Babaannem, gerginliği artırmak istercesine, kısık, alaycı bir sesle, kendi kendine konuşur gibi, “Neden bu kadar çekingen davranıyor, anlamıyorum,” dedi.
Babaannem salondan çıkınca, babam, umursamaz bir tavırla parmaklarını şıklatarak, “Ah, bu çay bardakları neden bu kadar ısınıyor, anlamıyorum,” dedi. Gözleri boşluğa dalmıştı. Ardından, geçmişe dalmış gibi, bir an duraksadı ve sesine hafif duygusal bir ton ekleyerek devam etti: “Ahfa küçükken, millet gelir, ‘Bu benim gelinim olacak,’ derlerdi. Çok talibi olurdu. Şimdi ise büyük bir film için anlaştı ve yakında dünya çapında ünlü bir yıldız olacak,” dedi. Sesi gururla doluydu.
Ferman, tek kelime etmeden babamı dinliyordu. Yüzünde karmaşık bir ifade vardı; merak ve hafif bir kıskanlık okunuyordu. Babam, susmayı bilmiyormuş gibi, konuşmasına coşkuyla devam etti: “Kabul ediyorum, hatırı sayılır, etkileyici bir geliriniz var. Alınma ama… yaşınız biraz büyük gibi,” dedi, gözlerini kısarak, sanki Ferman’ın damarına basmaya çalışıyormuş gibi onu dikkatle süzüyordu. Ferman, bacaklarını indirip doğruldu ve kararlı bir sesle, “Pekâlâ, öyleyse şöyle yapalım,” dedi ve yaşlı, sessiz adamı işaret ederek konuşmasına devam etti: “Kemal Bey’e soralım.” Babamın yüzü karışmıştı. Kaşları çatılmış, gözleri açılmıştı. “Anlamadım,” dedi, sesinde merak vardı.
Ferman, sakince, eliyle Kemal Bey’i işaret etti. Kemal Bey, yavaşça, sanki önemli bir şeyi açığa çıkarıyormuş gibi, çantasını açarken, babamın gözleri şaşkınlık ve merakla açıldı. Çanta, kalın deste banknotlarla doluydu. Babam, şaşkınlıktan ve heyecandan titreyerek, ayağa kalkıp, “Sare!” diye bağırdı. Sesi, evin içinde yankılandı. Annem, telaşla içeri koşup, “Efendim?” dedi.
Babam, hala şaşkın bir şekilde, eli titreyerek çantadaki paraları gösterdi ve sesi titrek, heyecanlı bir şekilde, “Ondan ulu bir insan var mı? Milletimizin önderi o!” dedi. Annem, babamın ani övgüsünü anlamamış, kafası karışmış bir şekilde yüzünü buruşturdu. Gözleri, çantadaki paraların ışıltısına ve babamın heyecanına takılmıştı.
Bir süre sonra, babam anneme döndü. Gözlerinde, sinsi bir parıltı vardı. Çantayı işaret ederek, küçümseyici bir şekilde, “Al çantayı, hatıra kalsın,” dedi. Sesi, salondaki sessizliği bozdu. Annemin yüzünde karmaşık bir ifade belirdi; şaşkınlık ve endişe karışmıştı. Omuzları hafifçe titredi. O sırada, Ferman, beklenmedik bir anda, içindeki kararlılığı hissedilir şekilde, sessizce ayağa kalktı.
Yüzündeki gerginlik yerini soğuk bir ciddiyete bıraktı. Bakışları, keskin bir şekilde babama yöneldi. Net bir sesle, “Peki, o halde bir evetinizi alabilir miyiz?” dedi. Ferman’ın sesi, ortamı bir anda değiştirdi. Babam, elini kapıya doğru uzatarak, dışarıyı işaret etti. “Sen gidip düğün tarihini ayarlasana,” dedi.
Sonra, babam Ferman’a doğru, samimi bir şekilde kollarını açtı. Ancak Ferman, babamın bu tavrına, buz gibi bir ifadeyle vücudunu geriye çekerek cevap verdi. Babam kısa bir an duraksadı; yüzünde bir hayal kırıklığı belirdi, ama hemen toparlanarak omuzlarını silkerek, “Tamam,” dedi.
Ferman, soğuk ve kısa bir sesle, “Görüşürüz,” dedi. Dudaklarında, istediğini elde etmenin gülümsemesi vardı. Bu gülümseme, buz gibi bakışlarının aksine, mutluluk doluydu. Babam, iki elini havaya kaldırarak, abartılı bir şekilde, “Görüşürüz dostlar,” diyerek yetindi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |