6. Bölüm

Aşk kokusu

Ay Işığı
piyara

"Bir gün kalbim seni bulacak, Yalnızlığımın ortasında bir ışık olacaksın." Ahmet Hamdi Tanpınar

"Aşk, bir bakışta başlar, bir ömürde sona erer."
Yahya Kemal Bayatlı

 

Şehirlerarası kayık yarışı, boğazın dingin sularını heyecan ve hırsla dolup taşıran bir başlangıçla başlamıştı. Binlerce kişinin akın ettiği bu büyük yarışta, herkes gözünü suyun üzerindeki kürekçilere dikmişti Etrafı insan seli sarmıştı. Binlerce kişi, İstanbul Boğazı’nın serin esintisiyle dolan bu arenaya akın etmiş, bu büyük yarışı izlemek için bir araya gelmişti. Sunucu, mikrofonu eline alıp coşkulu sesiyle kalabalığa hitap etti. “Ve beklenen an geldi! Şehirlerarası kayık yarışı başladı. Bu yıl tam on beş şehir, on beş takım kıyasıya mücadele edecek. Ayrıca aramızda bu yarışa ilk defa katılan, büyük rekabet yaratacağı söylenen bir takım var!”

Bu sözlerin ardından yarış başlatıldı. Kürekler suya hızla dalıp kalkıyor, her takım sonuna kadar asılmaktan çekinmiyordu. Kalabalık, tezahüratlarla sarsılıyor, yer yer uğultuya karışan heyecan dalgası, yarışın gerilim dolu atmosferini daha da yoğunlaştırıyordu.

Ben, ellerimde ponponlarla tezahürat yapan kalabalığın içindeydim. Heyecanla bağıran taraftarların arasında yarışanların yüzlerine bakıyordum. Ama o anda, yarışçıların en önünde oturan Ferman’ın gözleri bana takıldı. Onu daha önce hiç görmemiştim, tanımıyordum. Fakat Ferman, bakışlarını üzerimde sabitlemişti.

Gözlerinde bir anlam vardı; anlatılması güç, ama hissedilmesi kolay bir derinlik… Sanki dünya kalabalıktan, tezahüratlardan, yarışın kıyasıya mücadelesinden arınmış, sadece benimle onun arasında daralmıştı. Suyun üzerinde ilerleyen bir kayığın kaptanından fazlasıydı o. Bu anın içinde, sadece iki insan varmışçasınaydı.

Ferman’ın bakışlarında keskin bir his saklıydı. Sanki gözlerimle ilk defa gördüğü, ama kalbinin derinliklerinde yıllardır aradığı birini bulmuş gibiydi. O an, yüz hatlarındaki sertlik yumuşadı. Dudaklarının kenarına, içten gelen bir tebessüm yerleşti. Ama bu tebessüm, öyle sıradan bir mutluluk değil; içindeki birikmiş özlemin ve o anın yoğunluğunun dışa vurumuydu.

Ferman, kürekleri ellerinde sımsıkı tutuyordu. Her kası gerilmiş, her hareketi hız ve güçle doluyken, kalbi bu bakışla başka bir ritme geçmiş gibiydi. Küreklerin düzenli ve güçlü hareketleri, suyun yüzeyini hırçın dalgalarla süslerken, bir an için duraksadı. Ellerindeki kürekleri hafifçe kaldırdı, suyun üzerinde bir süre gezdirdi. Bu küçük hareket, bir anda dikkatimi çekti. Neden duraksamıştı? Yarışı kazanma hırsıyla dolup taşan bir kaptanın böyle bir an için durması ne anlama gelirdi?

Ama o, duraksamanın açıklamasını kendi hâliyle veriyordu. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. İçinde barındırdığı heyecan, beni tekrar görmenin yarattığı şaşkınlık ve bu ânın ağırlığı… Her şey yüzünden okunuyordu. O bakış, bir nehir gibi akıp içine dolarken, ben onun bu tavrına bir anlam verememiştim. Kalabalığın uğultusuna rağmen, sanki ikimiz arasında başka hiçbir ses yokmuşcasına var gücümle bağırıp ellerimle, de işaret ederek,"Hadi!' dedim.

Sonra Ferman, hafifçe başını yana eğdi, yüzünde beliren tebessüm biraz daha belirginleşti. Onu öyle yönlendirmem ona daha fazla kazanma hırsı verirken bana olan aşkı da onu daha fazla cesaretlendirdi. Kendine geldiğini hissettiği anda, kürekleri yeniden sımsıkı kavradı. O an gözlerini benden ayırmak zorunda kaldığını, ama bunu istemediği gerçeği de vardı. Kürekleriyle yeniden suya asıldığında, takımını hızla ileri taşıdı. Her hamlesinde hırsı ve kararlılığı, ama bir o kadar da içindeki taşan duyguların yansımasını da vardı.

Ferman’ın kaptanlığındaki takım, adeta suyun ruhunu okşayarak ilerliyordu. Onunla birlikte su bile yumuşamış, onların zaferine zemin hazırlıyor gibiydi. Yarış sonunda, Ferman’ın takımı ipi göğüsledi. İstanbul’un sahil şeridi, sevinç çığlıkları ve coşkuyla yankılanıyordu.

Ancak Ferman, kazanmanın coşkusuna kapılmış biri gibi görünmüyordu. Yarış bittiği anda, kayığın içinde ayaklanarak etrafına bakındı. Sonra aniden kendini suya bıraktı. Her kulaçta aceleci bir kararlılık, gözlerinde ise keskin bir arayış vardı. Kameralar ve taraftarlar etrafına toplandığında, onları umursamadan birine ulaşmaya çalışır gibi kalabalığın arasında ilerlemeye başladı.

“Çekilin, çekilin!” diye bağırıyordu. Yüzü, kazanan bir kaptanın sevinçten aydınlanan ifadesinden çokça uzaktı. Gözleri, sanki aradığı birini bulamamanın verdiği sabırsızlık ve hayal kırıklığıyla doluydu.

Kardeşi Devran, bu hâli karşısında şaşkınlıkla peşine takıldı. Ferman’ın kolundan tutarak, onu sakinleştirmeye çalışırken, sesini ferman'a duyurmaya çalışırcasına söyleniyordu.“Ferman, nereye gidiyorsun?"

Ferman, kardeşi Devranı duymuyor gibi ilerlemeye devam ediyordu. Taraftarların yüzlerine bakıyor aradığı kişiyi bulmaya çalışıyordu. Devran ise peşinden yürüyor, yürüken konuşmaya devam ediyordu. "Ödülü kazandık. Hadi kupamızı almaya gidelim, bizi bekliyorlar!”

Ama Ferman, bu sözlere aldırmıyordu. Yüzünde sabırsız bir ifade, yumruk yaptığı ellerinde titreyen bir öfke vardı. Bir noktada durup gökyüzüne bakarak, dudaklarının arasından öfkeyle fısıldadı. “Lanet olsun!”

Devran, onun bu hâlinden rahatsız olmuş, ama bir yandan da merakla dolmuştu. Abisinin gözlerindeki kaybolmuşluğu fark ederek yavaşça yaklaştı. Sesi sakin, ama içindeki endişeyi gizleyemeyen bir tonla, “Kimi arıyorsun, Ferman?”

Ferman, soruya bir cevap vermedi. Gözleri hâlâ kalabalığı tarıyor, aradığı şeyi bulamamanın verdiği huzursuzlukla dolup taşıyordu. O anda, yarışın kazananı olmuş bir kaptan değil, aradığı bir şeyi kaybetmiş bir adam gibi görünüyordu. Ama gözlerindeki kararlılık, bu arayışın burada bitmeyeceğini fısıldar gibiydi.

Yarışmanın ardından birkaç gün geçmişti. Köy, sakin bir rüya gibi önüme serilmişti. İçimde adını koyamadığım bir çağrı, ayaklarımı usul usul köyün taş döşeli yollarına sürüklüyordu. Rüzgâr, yaklaşan yağmurun kokusunu taşırken, gökyüzü gri bir melankoliyle üzerimize çökmüş gibiydi. Kaderdi bu; Batuhan benim yazgımdı ve yağmur, o yazgının hem mührü hem şahidiydi.

Sokaklarda dolanıp, etrafı gözlerimle gezinirken ben. Batuhan, Halid’in verdiği bir görev için dışarıdaydı. Sol tarafımda bulunan sokağın ortasındaydı. Sokaktan gelen hışırtıyı duysam da dönüp bakmadım... Batuhan, boynuna bir sopa yerleştirmiş, her iki ucunda sallanan büyük sepetleri taşımak için dengeyi sağlamaya çalışıyordu. Sepetlerde çeşit çeşit yeşillik, taze sebzeler vardı. Ne ben gördüm onu, ne o gördü beni.Görmemiştik birbirimizi.


adımlarımı hızlandırıp geçip giderken ben, Batuhan yan sokaktan arkamdan geçiyordu tam o anda gökyüzü aşkımızı haykırır gibi Gök gürlemesiyle eşlik etmiş, toprağa sinmiş tüm huzursuzluğu titretmişti. Ardından ilk damla düştü, sonra bir tane daha… Birden yağmur yavaş yavaş kendini gökyüzünden bırakmaya başladı. Adımlarımı durdurup ellerimi gökyüzüne açtım. Damla damla üzerime dökülen su, içimde ki herşeyi yıkayıp arındırıyor gibiydi.

O sırada Batuhan, boynundaki ağır sopayı dengelerken aceleyle kenara çekildi. Islanan sebzeleri korumaya çalışıyordu. Sepetleri yere bıraktı, hızlı hareketlerle üzerlerini örtmeye koyuldu. Yağmur şiddetlendikçe etraftaki insanlar panikle sağa sola kaçışmaya başladı. Birinin kesik bir çığlık gibi yükselen sesi duyuldu: “Koşun, yağmur bastırıyor!”

Benimse kaçmaya niyetim yoktu. Yağmurdan kaçmak özgürlükten kaçmak gibiydi. Başımı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi kapattım. Kollarımı iki yana açarak meydanın tam ortasında dönmeye başladım. Yağmurun her damlası, toprağın kokusuna karışan bir ninninin notası gibi tenime vuruyordu. Çocukluğumu, o saf mutluluğu, içime sığmayan bir coşkuyu her yağmurun yağmasında yeniden yaşıyordum ben.

Batuhan, bir an başını kaldırdı. Yağmurla ıslanmış saçları alnına düşmüş, gözleriyle etrafa bakınıyordu. Meydan' a takılı kalan gözleri beni gördü. Meydanın ortasında kollarını iki yana açmış, başını gökyüzüne kaldırmış, dönen bir siluet… Bir an olduğu yere mıhlandı. Yüzündeki ifade, şaşkınlıkla hayranlık arasında gidip gelirken, yağmur, üzerindeki gömleği iliklerine kadar ıslatırken birden dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. “Uhh…” dedi kendi kendine, alçak bir nefes alış verişiyle birlikte.

Elindeki işi bırakıp bana doğru koşmaya başladı. Adımları tereddütsüz, gözlerinde oluşan heyacan ve beni görmenin mutluluğuyla. Islanan saçlarını geriye atarken yüzünde yağmurun getirdiği garip bir aydınlık vardı. Etrafımızdaki insanlar, şaşkınlıkla durup bizi izliyordu. Ama bizim için dünya durmuştu çoktan; sadece yağmurun ritmi ve kalbimin onunla aynı anda atışı vardı.

Nefes alış verişleri öylesine hızlanmış, yağmur damlaları yüzünden süzülüyordu. O bana bakarken; gözlerim hâlâ kapalıydı. Sesinde bir fısıltı gibi derin bir tonla, “Yağmur… Bizim hikâyemiz bu değil mi?”


Yağmur hızlandıkça gülümsüyor ve etrafımda deli gibi gâlâ dönüyordum. Yağmur, o an, sadece benim değil, bizim özgürlüğümüzdü.

Gözlerim ağır bir rüyanın içinden sıyrılırcasına aralandı. Karşımda Batuhan’ı görünce, içimde bir okyanus kabardı; dalgalar kıyıyı döver gibi kalbimi sarstı. Zaman sanki bir an durdu, nefesim göğsümde kilitlendi. Dudaklarım titreyerek, neredeyse bir fısıltı kadar zayıf bir sesle, "Sen…" diyebildim. Yüreğimin derinliklerinde bir fırtına kopuyordu, her bir rüzgarı kalbimde hissediyordum.

Batuhan, ellerini saçlarından çekip, yüzünde o her zamanki alaycı tebessümle başını hafifçe yana eğdi. Gözleri, içinde ki anıyı barındıran iki parlak yıldız gibi üzerime düştü. "Demek hatırladın beni."

Bir anlığına nefesimi tuttum, göğsümde birbirine kenetlediğim ellerime baktım. Kaşımı hafifçe yukarı kaldırarak, gözlerimdeki buğu eşliğinde, "Nasıl unutabilirim ki? Kendimi ne kadar suçlu hissettim, biliyor musun?" dedim. Sözlerim, içimde taşıdığım bir yükün ağırlığını hissettiriyordu; o yükü nihayet dile getirmenin huzurunu yaşıyordum.

Batuhan’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Dudakları hafif aralandı, bir an ne söyleyeceğini bilemedi sanki. Ardından, kaşlarını çatıp sorgular bir ifadeyle, "Benimle tanıştığın için mi?" diye sordu. Sesindeki şaşkınlık, bu sorunun cevabını gerçekten merak ettiğini gösteriyordu.

İçimdeki alaycı tarafın bir anlığına gün yüzüne çıkmasına izin verdim. Yüzümde beliren hafif bir gülümsemeyle, "Hı hı, treni kaçıran çocukla tanıştığım için," dedim. Sesimdeki hafif alay, kendi acizliğimi örtbas etmeye çalışan bir zırh gibiydi.

Sözlerim Batuhan’ın yüzünde kısa süreli bir gölge bıraktı. Yüzü düştü, fakat hemen toparlanıp, başını bana çevirerek, dudaklarından ince ama kararlı bir ses döküldü: "Bilerek kaçırdım."

Gözlerimi, sanki dünyadaki tüm cevapları orada bulacakmışım gibi, onun gözlerine diktim. Bu cümle o kadar basit ama o kadar ağırdı ki, içimde bir yankı oluşturuyordu. Batuhan, duraksamadan devam etti: "İçinde senin gibi bir kız olmayacaksa, senden sonra treni yakalamanın ne anlamı var?"

O sözleri ruhuma dokunuyordu, kelimeler o kadar derin, o kadar yumuşak ama bir o kadar da sarsıcıydı ki… Göğsümde kalbimin şiddetle çarptığını hissediyordum. Hatta onun bile hissettiklerimi, hissettiğini düşündüm. Yüzümde beliren utangaç bir tebessümle yere bakmaya çalıştım, ama içimdeki fırtına tüm çabamı boşa çıkarıyordu. Gözlerimin kenarında beliren o sıcaklık, dudaklarımın kıvrımına sızan hafif gülüşü gizleyemiyordu.

Fakat Batuhan, bu derin anı bozmayı başarmıştı. Ellerini büyük bir gürültüyle alkış yapar gibi birbirine çırparak, yüksek sesle kahkaha atmaya başladı. Kahkahası yağmurun altında yankılandı, rüzgar bile ona eşlik ediyormuş gibi geldi.

Kaşlarımı çatarak, işaret parmağımı ona doğru kaldırdım. Ardından, "Pes doğrusu," dercesine kolumu savurdum ona doğru ve hafif bir gülümsemeyle sırtımı ona dönüp yürümeye başladım. Yağmur yüzüme serin bir şefkatle dokunuyor, toprağın o ıslak kokusu ruhumu besliyordu. Yağmurun altında yürümek, huzurun vücut bulmuş haliydi benim için; sanki her damla beni yeniden inşa ediyordu.

Arkamdan Batuhan’ın sesi yükseldi. Hâlâ gülerken, belli belirsiz çıkan sesiyle "Hey, nereye?" diye seslendi, sesi bir çocuğun masum merakını taşıyordu. Adımlarının hızlandığını duydum, yanıma gelip nefesini dengelemeye çalışarak benimle yürümeye başladı.

Gözlerimi ufka dikmiş, içimdeki huzuru bozmadan yürümeye devam ederken, "Bırak beni izlemeyi ve biraz iltifat et bana. Tabii istersen," dedim. Sesim soğuk bir dalganın kıyıya vurması kadar sert ama içinde gizleyemediği bir arzuyla.

Batuhan, arkamdan adımlarını sürdürüyor, sanki konuşmayı bir oyuna dönüştürmek istermiş gibi alaycı bir tonla, "Yağmurda ıslanmaktan başka işin yok mu senin?" diye sordu.

Gülümsedim, yüzük parmağımla yavaşça oynayarak, onun sorusunu kendi sorumla karşılamanın keyfini çıkarırcasına, "Senin beni takip etmekten başka işin yok mu peki?"

Bu sorumun ardından Batuhan sustu, ama yüzündeki tebessümün derinleştiğini görebiliyordum. Sadece ikici defa gördüğüm bu adamın dudaklarının kenarlarına tebessüm yerleşince, tarifi imkansız bir mutluluk baş kaldıyordu içimde. Yağmur, aramızdaki sessizliği bir şarkıya dönüştürmek istercesine bırakıyordu kendini; damlalar o anın ritmini çalıyordu. Ve ben... Ben o anın büyüsüne kapılmış bir şekilde, her adımda Batuhan’ın varlığını daha derinden hissediyordum. O anın içinde kaybolmuş gibi tüm dünyayı unutarak sadece o anın ağırlığını taşıyormuş gibiydim. Bu sessiz yürüyüş, içimizde saklanan hislerin yalnızca bir başlangıç olduğunu fısıldıyordu bize.

Yağmur, gökyüzünden süzülen gözyaşları gibi üzerimize yağıyor, bedenlerimizi sırılsıklam etmekle kalmıyor, kalperimizi de birbirine sırılsıklam aşık ediyordu. Batuhan, bir an duraksadı; yüzünde kaygı ve heyecan arasında gidip gelen bir ifadeyle. Sonra tekrar hızla yanıma doğru geldi, nefes nefese kalırken, sözleri son derece berraktı. "Dinlesene," dedi, sesine sabırsız bir merak eşlik edercesine. Gözlerimi ona çevirdim, yağmurun altında bile yanaklarından süzülen heyecanı görebiliyordum. "Bu köyde mi yaşıyorsun?" diye sordu, sanki cevabımı bütün benliğiyle bekliyordu.

Derin bir nefes aldım, gözlerimi yere indirdim. "Hayır," dedim, ama bu tek kelime onu tatmin etmeyecekti. Bir an sustum, sanki kelimeler boğazıma takılıyordu. Sonunda başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Buraya babaannemi görmeye geldim." Sesim o kadar hafifti ki, bir fısıltı gibi yağmura karışıyordu.

Batuhan’ın yüzüne yerleşen gülümseme, soğuk yağmurun içinde bir güneş gibi parladı. "Çok güzel," dedi, adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi. Ama hemen ardından bana bir adım daha yaklaşarak, daha kararlı bir sesle ekledi: "Yani her gün buluşabiliriz."

Bu cümleyle içimde oluşan heyacanı bastıramadım. Kalbim onun cümlelerini tekrarlıyordum her harfi bir çan gibi ruhuma çarpıyordu. Ama kendime bir set çekmek zorundaydım. Ellerimi belime koyarak, yüzüme hafif bir meydan okuma ifadesi yerleştirdim. "Buluşmamızın sebebi ne ki? Neden buluşacakmışız?" dedim, sesime hem merak hem de belli belirsiz bir alay tonu katarak.

Batuhan bir an sustu, derin bir nefes alarak gözlerimin içine baktı. Bu bakış, kelimelerin bile açıklayamayacağı kadar yoğundu. Sesi hafif bir titremeyle çıktı, ama içinde bir derin bir anlam taşıyarak, "Görmüyor musun? Her buluşmamızda, her karşılaşmamızda yağmur yağıyor. Yağmuru yağdıran Allah, buluşmamızı istiyor."

Bu sözlerle zaman dururcasına kalbime girmekle kalmayıp, bütün ruhumu sarıp sarmaladı. Kalbim onun kelimelerinin ağırlığını taşımakta zorlanıyordu. Ellerimi birbirine bağladım, sanki soğuktan değil de onun bakışlarının yakıcılığından üşüyormuşum gibi göğsümde sıktım. Yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi. Ne söyleyebilirdim ki? Batuhan çoktan kalbime bir iz bırakmıştı, ama bu gerçeği ne ona ne de kendime itiraf etmeye cesaretim vardı. İçimdeki boşluk, biraz daha büyürken, bir yandan da ona doğru çekiliyordum, adım atmaya cesaret edemiyordum, o adımı ondan beklemiştim.

Batuhan, başını kaldırarak köyün dışında yükselen deniz fenerini işaret etti. "Şu deniz fenerine baksana," dedi, sesi bir çocuğun hayranlığıyla doluydu. Parmakları, yağmurun bulanıklaştırdığı o uzak ışığa uzanıyordu. "Oradan köyün çok güzel göründüğünü söylerler. Gerçekten görmek istiyorum," dedi, gözleri uzaklara dalmış gibi.

Sonra birden bire elimi tuttu. O sıcak dokunuş, yağmurun soğukluğunu bile unutturacak kadar güçlüydü. "Gel gidelim, hadi," dedi, sesi sabırsız bir çocuk gibi çıkmıştı. Ama bir adım atmadan, diğer elimle kolunu yakaladım ve onu durdurdum. Gözlerimi kısarak, hafifçe başımı salladım. Alaycı bir ifadeyle, "İleride bir gün çok ünlenirsin," dedim. Sözlerimde hem bir kehanetin ağırlığı hem de onun hayallerine duyduğum derin bir inanç vardı.

Batuhan bir an durdu, sanki söylediğim hoşuna gidercesine yüzünde tekrar oluşan gülümsemesiyle, "Gitsek mi artık?" diye sordu. Ama bu sefer daha kararlıydı, elimi tekrar çekiştirerek, "Gidelim hadi," diye ekledi.

Yine aynı kararlılıkla kolunu tuttum, yüzümde inatçı bir ifade belirdi. Başımı kaldırarak gökyüzüne baktım ve elimle işaret ettim. "Şıışş fuşt," dedim, yağmurun durduğunu söylemek istiyordum. Batuhan’ın yüzündeki düş kırıklığı, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. Yavaşça yürümeye başladım, ama o tekrar aynı inatla arkamdan gelip elimi tuttu ve önüme geçti.

Bu hareketi beni hem şaşırtmış hem de hoşnut olmuş bir mutlulukla doldurmuştu. Gözlerimi kocaman açarak, "Ne oldu?" dercesine yüzüne baktım. Gözlerindeki ciddiyet, kelimelerle anlatılamayacak kadar derindi. "Eğer bir bağ oluşmuşsa aramızda ya da bir ilişki varsa, bir dahaki buluşmamızda tekrar yağmur yağacak," dedi, sesi öylesine derindi ki ama sözleri asla öylesine olmayanındandı. Zamanın akışını unutmuştum her şey bulanık, tek net olan şey ise içimdeki sevdaydı artık.

Sonra bilerek o an gözlerimle gözlerine meydan okurcasına bir bakış attım. Dudaklarımı hafifçe büküp, alaycı bir tonda cevap verdim: "Olabilir." Fakat içimden yağmurun tekrar yağması için dua edecek kadar aciz kalmıştım. Duygularım arasında kaybolacak kadar hemde.

Çünkü, sevgi bazen suskunlukta saklıydı, kalp yaralarına merhem arardı...

 

Bölüm : 26.08.2024 19:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...