3. Bölüm

İstanbul'dan, Taylant'a

Ay Işığı
piyara

"Gecenin koynunda, sabahı arayan bir yıldız gibi, Sessizce kaybolur, ardında bıraktığı izler gibi." Fazıl Hüsnü Dağlarca.

Ferman’ın adamları, babamın başına silah dayayarak beni kaçırmışlardı. O an, bir saniye bile düşünmeden vücudumun her bir hücresine işleyen korku, beni derinden sarmıştı. Ne yapacağımı bilmeden arabada çırpınıyordum. Fakat Ferman bir iğneyle bütün çırpınışımı, hareketimi kontrol altına almıştı. O kadar hızlı ve etkiliydi ki, direnç göstermemeden; yavaşça, acı bir soğukluk yayıldı vücuduma. Bir iğne batırıldı. Kafamda bir patlama gibi hissettim, gözlerimin önü bulanıklaşmıs, herşey kararmıştı, ben karanlıkta kaybolurken, fark ettiğim tek şey Kara Ferman’ın bakışlarıydı. O bakışlar, soğuk değil; derin, yakıcı bir aşk taşıyordu. Karşılık bulamayacağını bildiği bir aşkın, onu içten içe yok eden hüsranıydı. Bir türlü kaçamadığım, her geçen saniye içine çekildiğim o bakışlar… İçini hissettiği her şeyle, her duygusuyla sarhoş ediyordu.

Kara Ferman ve adamları herşeyi önceden planlamış ve ayarlamıştı. Araba özel bir alanda durdu. Ve özel bir ucak alanda bekliyordu. Ferman beni kucaklayıp sedyeye yerleştirirken, gözlerindeki derin bakışlar, bana ait olmayan bir dünyada varlığımı sorguluyordu. O bakış, sadece bir arzu değil, bir sahiplenme çabasıydı. Beni, her an her şeyimle ele geçirmek istiyordu ama ben ona ait olamayacaktım asla. Kara Ferman’ın gözleri, içindeki aşkın taşıdığı yükü, hüsranı ve yalnızlığı en derin noktalarına kadar hissediyordu. Ama ben, her geçen saniye ona biraz daha yabancılaşıyor, her şeyin en karanlık haliyle ondan daha fazla nefret ediyordum.

O sırada, karakolda babam ve yönetmen, çaresizce yardım arayarak, yetkililere kendilerini anlatmaya çalışıyorlardı. Karakolun karanlık, soğuk havası, gerginliklerini artırıyordu. Babam, gözlerindeki hüsranı ve çaresizliği gizlemeye çalışsa da, yüzündeki çizgiler, her şeyin yolunda gitmediğini açıkça söylüyordu. "Beni dinleyin, çok acil bir durum var!" diyordu babam, sesindeki öfke ve endişe bir arada yankı yapıyordu. Yönetmen ise yanındaydı, hep destek olmaya çalışıyor ama karakolun soğuk duvarları onları daha da yalnızlaştırıyordu.

Komiser, babamın söylediklerini bile umursamadan, soğuk bir şekilde ona bakarak, "Ne Kara Ferman mı?" dedi. Babamın gösterdiği fotoğraflara bile bakmadan, kendine doğru çektiği bir sigara ile rahatlamaya çalışıyordu. Babam, her kelimeyi özenle seçerek, "Ama efendim, bu adam bir suçlu!" diye söze girse de, komiserin gözleri gözlerine daldığında, bir duvar gibi sesini kesildi. "Hayır, hayır! Bu bölgenin polisi size yardımcı olamaz," dedi ve yavaşça sigarasını içti. Yönetmen, biraz cesaret bulup, "Ama efendim..." diyerek devam etmek istedi fakat komiser, onu bir kez daha susturdu, parmağını kaldırarak konuşmasına devam etti, "Bakanlığa başvurun. Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok baylar."

Babam, derin bir nefes aldı. Bu kadar karanlık bir karşılıkla karşılaştığı için çaresizdi. Çaresizliğini hiç bir şekilde gizleyemedi. "Ama efendim, bizim kızımızı kaçırdılar! Lütfen yardımcı olun!" dedi. Komiserin sert bakışları ve soğuk tavrı, onları tamamen dışarıda bırakıyordu. "Bu işin bizimle bir ilgisi yok. Burası Kara Ferman'ın bölgesi. Bütün işler onun denetiminde," diye ekledi. "Bizim yapabileceğimiz bir şey yok," dedi, sanki bütün umutları bir anda yok etmiş gibi. Babam bir adım geri atarken, yorgun ve boğulmuş bir şekilde, "Peki," diyerek, ellerini boş bir şekilde kaldırdı.

O sırada uçakta, Kara Ferman’ın elleri saçlarımı usulca geriye doğru çekiyordu. O dokunuş, her şeyin sadece bir sahiplenme arzusuyla değil, aynı zamanda beni bir şekilde ele geçirme çabasıyla doluydu. O bakışları, sadece bir tutku değil, aynı zamanda karanlık bir çöküşün, terkedilişin izlerini taşıyordu. Onun içindeki bu karşılıksız aşk, sadece bir kayboluştu.

Gecenin geç saatlerinde, uçak Tayland’a varmıştı. Kara Ferman, soğukkanlı ve dikkatli bir şekilde, beni kucağında taşıyarak uçaktan çıkardı. Gözlerimde bulanık bir dünya vardı, zihnimdeki sis, her şeyin etrafında dönmesine neden oluyordu. Ne kadar direnmeye çalışsam da, vücudumun zayıf düşüşü karşısında tüm çabalarım boşa gitmişti. Kafama batırılan iğne, beni derin bir uykunun içine çekmişti. Karanlık, her şeyin üstünü örtüyordu. Ancak bir an, uyanırken Kara Ferman’ın bakışları gözlerime takıldı. O bakışlar… Soğuk, ama içinde derin bir ateş barındıran bakışlardı. O boşluk, kaçamayacağımın tek kanıtıydı. Ona ait olmayacaktım, ama ondan kaçmak da imkânsız olmuş gibiydi.

Yavaşça, gözlerimi açtım. Her şey bulanık, her şey silikti. Bir an kendimi kaybetmiş gibi hissettim. Birkaç saniye içinde kendime gelmeye çalıştım, fakat tekrar tekrar kapanıyordu gözlerim. Çevremdeki mekanı anlamak için bir kaç kez derin nefes almaya çalıştım. Tayland’ın sıcak, nemli havası, bana buranın hiç de tanıdık olmayan bir yer olduğunu hatırlatıyordu. Kara Ferman, arabadan indirip beni bir binaya götürmüştü. O bina, Tayland’ın gürültüsünden ve karmaşasından uzak, kendi dünyasında, izole olmuş bir yer gibiydi. 32'nci kat… Yükseklik, yerçekimine meydan okuyan bir şekilde bana basıyordu. O kadar yüksektik ki, şehir aşağıda, bir oyuncak gibi görünüyordu. Bina bir dev gibiydi, etrafındaki diğer binalara adeta hükmediyordu.

Odaya girdiğimizde, karanlık ve kasvetli bir atmosfer karşılıyordu. Yatak odası, her renkten arınmış, sadece gri ve siyah tonlarıyla döşenmişti. Camlar devasa büyüklükteydi, tıpkı bir duvar gibi. Dışarıda, Tayland’ın gecesi, altındaki ışık denizine batıyordu. O manzara, bir yandan beni huzursuz ediyor, diğer yandan Kara Ferman’ın buradaki varlığını daha da hissediyordum. Odanın içinde yalnızdım, ama yalnız hissetmiyordum. Kara Ferman, her an yanımdaydı; içimdeki korku, tarifsiz bir endişe veriyor, bir yandan da sarmalayıp boğuyordu. Gözlerim, camın kenarına kaydı ve dışarıya bakmaya başladım. Tayland’ın ışıkları, birer yıldız gibi parlıyordu ama hiçbiri gerçek değildi. Hepsi bir yalanın, bir hayalin parçasıydı. Hiçbiri bana ait değildi. Ben, bir yabancıydım burada.

Bir süre orada, düşünceler içinde kayboldum. Korku yoktu. Ama bir şeyler vardı, sürekli bir baskı. Kaybolmuş bir kimlik, kaybolmuş bir gerçeklik. Her şeyin içinde, her şeyin ortasında ben kaybolmuş gibiydim.

Babam ve yönetmen, bir yandan bakanlıkla iletişim kurmaya çalışıyordu. Her şey umutsuz bir çaba gibi görünüyordu. Ne adalet vardı, ne de yardım. Bakanlıkta ki görevli, Altay Tan, babamı ve yönetmeni dinlerken, yüzündeki ifadenin sertliği, her şeyin ne kadar kontrolden çıkmış olduğunu gösteriyordu. Babam, her bir kelimesinde acıyı ve umutsuzluğu taşırken görevli, "Kızınızın yaşadıkları için çok üzgünüm," dedi. Ancak bu üzülme, onların korkunç çaresizliklerinin sadece bir yansımasıydı. "Ama Tayland ile suçlu iade anlaşmamız yok," dedi, devam ederek. "Yani, memurları görevlendirebilirim, ancak bu çok zaman alır." Babamın başı düşüp ellerini kafasının arasına alırken, "Allah’ım…" diye fısıldadı. Yüzündeki ifadeyi açıklayacak kelimeler yoktu. Her şey yıkılmıştı, her şey kırılmıştı.

Yönetmen ve babam, bakanlığın binasında ki koridorlarında ilerlerken, yönetmen birden durdu. Onun gözlerindeki öfke, kelimelere dökülmeden önce havada yankılandı. "Filmim üç seferdir aksıyor, tekrar çekiyoruz! Olmaz böyle!" diye bağırdı. Ama kelimeler havada asılı kaldı, sanki bir şeyler onu daha fazla susturuyordu. Adım adım yürürken, devam etti, "Bu kızı, Allah’tan başka biri kurtaramaz." Derken, Babam bir an duraksadı. Yönetmen, babama dönerken, yüzündeki ifadeyi hemen fark etti. Babam, bir an için gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra, sinsi bir gülümseme takarak dudaklarına, "Biri var," dedi. Yönetmen donakaldı. Bu sözler, bir umut muydu? Yoksa bir ölüm fermanı mı?

Batuhan Töre, askeri okulda artık bir yüzbaşı olarak ders verirken, geçmişinin izlerinden arınmaya çalışıyordu. Geride bıraktığı hayat, kayıpları, eski sevinçleri, hüzünleri, hepsi zamanla silinmişti. O artık, kendi dünyasında yalnızca eğitimle varlık gösteren bir adamdı. Duygusal bağlardan uzaklaşmış, geçmişin en acı hatıralarını geride bırakmıştı. O gün, askeri okulda öğrencilere baş aşağı durmayı gösterirken, Batuhan'ın vücudu mükemmel bir dengeyle yükseliyordu. Kolunu havaya kaldırarak, her bir hareketi öğrencilerine disiplinin nasıl olması gerektiğini öğretiyordu. Öğrenciler, Batuhan’ın hareketlerini büyük bir dikkatle izliyor, her adımını öğrenmeye çalışıyordu. Fakat Batuhan, hiçbir şekilde onlara bakmıyordu. Gözleri, sanki başka bir dünyaya ait gibiydi. Geçmişin karanlık köşelerinde kaybolmuş, yalnızca şimdiye odaklanmıştı.

Bir telefon çaldı. Görevli, telefonu Batuhan’a uzattı. Batuhan, yönünü çevirmeden telefonu aldı. Duyduğu tek şey, "tamam" kelimesiydi. Kelimeler, kısa ama kesin oldu. Telefonu kapattı, gözlerinde hiçbir şaşkınlık ya da heyecan izine rastlanmadı. Hüzün ve endişe bir arada barınırken, hızla hastaneye gitmek için hareket etti. Kardeşinin durumu, Batuhan’ın dünyasında tek bir öncelik olmuştu artık.

Hastaneye vardığında, Batuhan’ın kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Sekiz yaşındaki kardeşi gibi gördüğü Sarp, ona dövüş dersi aldığı yerden, en yakın arkadaşının emanetiydi. Hastanede yatıyordu. Konuşamıyordu. Batuhan odanın kapısını açıp içeri girdiğinde, gözleri Sarp'ın yattığı yatağa kilitlendi. Sarp’ın gözleri sessizdi, ama Batuhan her şeyi hissedebiliyordu. Kardeşi gibi gördüğü arkadaşının emaneti, hayatındaki bu boşluk, bir veda gibiydi. Yavaşça Sarp’ın yanına yaklaştı, ellerini tutarak yüzünü dikkatle inceledi. O an her şey sanki bir hayal gibiydi. Zaman, yerinde duruyordu ama Batuhan’ın içinde her şey hızla geçiyordu.

Doktor, Batuhan’a test sonuçlarını gösterdi. “Bak Batuhan,” dedi doktor, “Sarp’ın test raporları elimize ulaştı. Kesinlikle tekrar konuşacak.” Batuhan, doktorun söylediklerini dikkatle dinlerken, gözleri hiçbir şekilde ifade vermiyordu. Sadece, rapora göz gezdirerek başını hafifçe salladı. İçinde, umudun ve belirsizliğin iç içe geçtiği bir boşluk vardı.

Doktor devam etti, “Sana düşen, mümkün olduğunca çabuk para bulmak. Çünkü doktor önümüzdeki günlerde Türkiye’de olacak, tamam mı?” Batuhan’ın gözleri, doktorun söylediklerinin gerçeği ne kadar zorlayacağını hissetti. Ama başını, anlamış bir şekilde sallarken, düşüncelerinin derinliklerinde bir korku vardı. O kadar parayı nasıl bulabileceği, içindeki endişe ve çaresizlikle kararmıştı. Ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Ancak, bu düşüncelerini yüzüne yansıtmadan, sadece "Tamam" diyerek doktorun gözlerinin içine bakmaya devam etti.

Doktor odadan çıkarken Batuhan, Sarp’ın yanına oturdu. Kardeşinin ellerini tutarak ona baktı. Sarp’ın gözleri, konuşmak istediğini belli ediyordu. Sarp, boğazını işaret ederek, bir şey söyleyecekmiş gibi bakıyordu. Batuhan, derin bir iç çekişle, Sarp’ın serum takılı elini tuttu. Avucunun içini öperek, kardeşinin ve çaresizliğinin acısını daha da derin hissetti. O an, odadaki tek ses, makinenin monoton sesi oldu. Batuhan, kardeşinin llerini tutarken, gözlerinde bir yıldızsız gece gibi hüzün vardı.

Sarp uyuduktan sonra Batuhan, hastane bahçesine indi. Bir banka çöküp oturdu. Gök gürültüsü, tüm ortamı sarhoş etmişti. Şimşekler, her yeri aydınlatırken, Batuhan’ın içinde bir fırtına kopuyordu. Bahçedeki bankta yalnızca düşünen bir adam vardı. Zihninde yalnızca bir şey vardı: Kardeşinin tedavisi için gereken parayı bulmak. Başını yerden kaldırdığında, çaresizlik her zerresinden okunuyordu. Gök gürültüsü ve şimşekler, Batuhan’ın içindeki karmaşayı yansıtıyordu.

Bir taksi, hastanenin önüne yanaştı. Babam ve yönetmen, takside oturuyordu, babam Batuhan’ı bahçede oturduğu yerde fark etti. Bir an için, gururun arasında kalıp, yönetmene hafifçe dokunarak, Batuhan’ı işaret etti. "O, işte orada," dedi babam.

Yönetmen, Batuhan’a yaklaşmak için taksiden inip yanına doğru ilerledi. Batuhan, başını yere dikmiş, çevresindeki dünyadan tamamen kopmuştu. Yönetmen, Batuhan’a gözleriyle oturma izni istedi. Ancak Batuhan, hiçbir şekilde fark etmedi. Gözleri, yalnızca uzaklarda bir yere, belirsizliğe odaklanmıştı. Yönetmen, Batuhan’ın yanına oturdu, ama Batuhan, sanki sadece kendi dünyasında yaşıyordu. O, geçmişi geride bırakmış, yalnızca kardeşinin sağlığını düşünüyordu.

Yönetmen, fırtınanın uğultusu arasında sessizce Batuhan’ın yanına oturdu. Elleriyle montunun yakasını sıkıca kapatmış, soğuk rüzgarın yüzünü kesmesine aldırmıyordu. Batuhan, başını hafifçe eğmiş, uzaklara dalıp gitmişti. Gözleri, sanki bu dünyadan kopmuş gibi boş ve donuk bakıyordu. Yönetmen bir süre sessizce onu süzdü, sonra çatallı bir sesle sordu: "Batuhan sen misin?"

Batuhan, göz ucuyla ona baktı, fakat sessizliğini bozmadı. Yönetmenin ince dudaklarına hafif bir tebessüm yerleşti. Biraz öne eğildi, kararlılıkla konuşmaya başladı. "Ben Galip Servet. Film yapımcısıyım, yönetmenim." Ellerini hafifçe hareket ettirerek, konuşmasına ağırlık katmaya çalışıyordu. "İki sene önce bir film yapmaya başladım." Sesine kasvetli bir ton ekledi, ardından acı bir tebessümle ekledi: "Ve üç kez yeniden çekmek zorunda kaldım."

Batuhan’ın bakışları hâlâ uzaklardaydı. Gözleri, sanki görünmez bir hayalin peşinden gidiyordu. Yönetmen, karşısındakinin kendisini dinlemediğini fark etmesine rağmen anlatmaya devam etti.

"İlk kadın oyuncum erkek arkadaşıyla kaçtı." Sesi alaycı bir kahkahayla yankılandı. "İkinci kadın oyuncum… hamile kaldı, o da kaçtı." Bir an durakladı, kaşları çatıldı. Sözlerini güçlükle toparlayarak devam etti: "Ve üçüncüsü..." Derin bir nefes aldı, sesi boğuklaştı. "Kaçmadı… Kaçırıldı. Tayland’a götürüldü." Yumruğunu dizine vurdu, öfkeyle yere tükürdü. "Lanet olsun!"

Yönetmenin sesi alçaldı, neredeyse bir fısıltı gibi kulağına süzüldü, "Sen onu geri getireceksin. Anlıyor musun? İstediğin parayı veririm sana. "Batuhan, yüzünü yavaşça eğdiği yerden kaldırdı. Yönetmene döndü, bir süre boş bakışlarla süzdü. O sırada yönetmen, cebinden telefonunu çıkardı, ekranı Batuhan’a doğru uzattı. "Bak, bu o."

Batuhan, ekrandaki fotoğrafa bakarken alnı hafifçe gerildi. Göz bebekleri kocaman olmuştu. Gök gürültüsü bir kez daha yeri göğü inlettiğinde, Batuhan başını fotoğraftan kaldırıp yönetmenin yüzüne çevirdi. Yönetmen, titreyen sesiyle devam etti: "O kızı geri getir ki... filmimi tamamlayabileyim."

Batuhan, aniden ayağa kalktı. Çılgın bir öfke ve endişe arasında dokaşıyordu. Etrafında bir an dönüp durduktan sonra, yönetmen'e dönüp, "Asla!" diye bağırdı ve motosikletine doğru ilerlerken arkasından, yönetmenin tiz sesi yankılandı, "Kurtarsana onu! Onu sevmiyor musun?"

Tam o sırada babam, taksiden inip yönetmenin yanına geldi. Dizlerini kırıp oturdu, Batuhan’ın peşinden bakarken, yönetmen ise, "Lütfen dinlesene," dedi.

Yönetmen, elleriyle başına vurarak söylenirken, "Allah'ım, Allah'ım..." Sesinde çaresizliğin yankısı vardı. Sonra yüzünü babasına çevirdi, bir an susup alaycı bir gülümseyişle konuştu, "Kurtarmayacak o. Nefret ediyor kızından!"

Babam biraz düşünceli ama dudaklarında sinsice yayılan bir tebessümle cevap verdi. "Ben de onun nefretinin geçmesinden korkuyordum." Sesi soğuk ve ağırdı. "Hâlâ ediyor gibi. Yoksa bu kadar endişelenmezdi."

O sırada Batuhan, motosikletine binmiş, gaz kolunu çevirmekle meşguldü. Motorun homurtusu, adeta içindeki fırtınayı yansıtıyordu. Gaza yükleniyor, her bir hareketiyle öfkesini dışa vuruyordu. İçinde birikmiş onca anı, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu: yağmur altında ellerinden kayan bir siluet, bir cenazeden yükselen hıçkırıklar, hastane odasında cansız yatan bir çocuk... Hepsi, ince ince işlenmiş bir yara gibi ruhunu delip geçiyordu.

Son bir kez gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Yağmur yüzüne çarpıyor, ona verilmiş bir ceza gibi ıslatıyordu. Gaz kolunu sonunda bırakmış motosikletin üzerinde sessizce donakalmıştı Batuhan. Gece, şehir ışıklarının soğuk parıltısında şekilsiz bir gölge gibi yayılıyor, sessizlik neredeyse boğucuydu. Metalin titreşimi, onun nefes alış verişleriyle birleşerek rahatsız edici bir yankıya dönüşüyordu.

Yönetmen, karanlıkta biraz ürkek, biraz da tatmin olmuş adımlarla ona yaklaştı. Kaşları çatılmış, yüzünde sorgulayan bir ifade vardı. "Ne oldu?" diye sordu. Ardından tereddütle ekledi: "Fikrini değiştirdin mi?"

Batuhan, gözlerini yavaşça yönetmene çevirdi. Bakışları derin ve sertti, ama içinde fırtınalar kopuyordu. Dudakları hafifçe kıpırdandı, ama sesini yükseltmeden, kararlı ve keskin bir tonda konuştu: "Kurtaracağım. Ama para için."

Yakınlarda, kantinin yanında duran babam, bu sözleri duyar duymaz başını kaldırdı, göz bebekleri büyümüştü. Kendi kendine mırıldanarak, "Para için mi?"

Batuhan ise hiçbir tepki vermedi. Motosikletinin gazına yüklendi ve farların aydınlattığı geniş sokakta hızla gözden kayboldu. O andan geriye sadece egzoz dumanının kokusu ve kardeşini kurtarmak için her şeyi göze almış bir ağabeyinin kırılmış gururu kalmıştı.


Ertesi gün, Tayland’a gitmek için her şeyini hazırlamıştı. Gece çökmüş, havaalanının soğuk atmosferi, adeta bir savaş meydanı gibi Batuhan'ın üzerine çöküyordu. Yüzünde derin bir kararlılık vardı, ama gözlerinin ardında başka bir hikaye saklıydı.

Uçağa bindiğinde, yerleştiği koltukta ağır ağır laptopunu açtı. İnternette googleden, titreyen parmaklarıyla klavyeye dokunarak Kara Fermanın adını yazdı. Arama sonuçları ekranına düştüğünde, Batuhan’ın gözleri daha çok bilgi aradı. Gözleri ekranda dolaşıyor, zihni ise çok daha karanlık yerlere gidiyordu.

O sırada hostes, yumuşak ama otoriter adımlarla yanına yaklaştı. Gözleri kısa bir an laptop ekranındaki yazıya takıldı. İçten bir merak mı, yoksa hafif bir korku mu vardı, belli değildi. Ses tonunu dengeleyerek, nazik bir tebessümle konuştu: "Efendim, bilgisayarınızı kapatabilir misiniz? Uçuşa geçiyoruz."

Batuhan gözlerini kadına çevirdi. İfadesiz bir yüzle başını hafifçe salladı. Hostes, görevini yapmanın huzuruyla tebessüm etti. "Teşekkür ederim," diyerek uzaklaştı. Batuhan, derin bir nefes alıp laptopun kapağını kapattı. Ama zihninde çığlık çığlığa yankılanan düşünceler, kapanan ekranla birlikte susmuyordu.


Uçak karanlık gökyüzüne yükselmeye başladığında, pencereden dışarıyı izliyordu. Yağmur damlaları camda ince çizgiler çiziyor, şehir ışıkları birer hayalet gibi titriyordu. Batuhan’ın gözleri, gecenin ardındaki bilinmediklerinize dalmıştı... Çünkü en derin yaralar, en güçlü hikayeleri yazar.

 

 

Bölüm : 21.08.2024 17:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...