7. Bölüm

Sevdanın koynunda uyurum

Ay Işığı
piyara

"İçimde bir gölge var, adını bile bilmem, Her gece onunla, sevdanın koynunda uyurum."
Attilâ İlhan

"Sevda ne uzundur ne kısa; sevda insanda kendi yolunu bulur." Nazım Hikmet

Ferman'ın dövüş salonuna girmesiyle, salonun havası gerilmiş, sessizlik adeta nefes almayı zorlaştırmıştı. Ferman'ın, babasının öğrencileriyle dövüşme isteği, salonun ortasına ağır bir yük gibi oturmuştu. Kimse onunla dövüşmek istemiyordu; ama Ferman'ın bakışlarında öyle bir baskı vardı ki, reddetmek mümkün değildi. Bir yanda Halid' in gölgesi, diğer yanda Ferman'ın yıldırıcı kararlılığı... Bunlar öğrencilere korku vermek için yetiyordu.

Öğrenciler, çaresizlik içinde kabul etti bu meydan okumayı. Dövüş başladığında Ferman, bedenini saran sertlikle her bir darbeyi ardında bırakarak öğrencileri yere seriyordu. Onun her hareketi, kontrol ve öfkenin mükemmel bir dengesi gibiydi. Saldırılarında acımasız bir keskinlik vardı; duraksamadan, düşünmeden her birini yere indiriyordu. Ferman, sadece dövüşmekle kalmıyordu, içinde taşıdığı bilinmez yükten kurtulmaya çalışıyordu aynı zamanda.

Batuhan ise akademiye dönmüştü. Akademinin avlusunda Batuhan, Sarp'la oyunlar oynuyordu. Sarp neşe içinde koşarken, Batuhan onu yakalayıp, gülümseyerek, "Dur, bekle," dedi. Ardından, gözlerinde yaramaz bir çocuğun bakışlarıyla Sarp'ın boyuna eğilip, "Hadi, eğlenelim biraz. Ne dersin,Sarp?" diye sordu. Sarp, mutlulukla Batuhan'ın elinden kurtulup tekrar koşmaya başladı. Yusuf ise arkalarından ağır adımlarla ilerlerken sessiz bir gözlemci gibiydi.

Sarp'ın heyecanlı koşusu, onları dövüş salonunun kapısına kadar getirdi. Batuhan ve Sarp, kapının eşiğinde durup içeriyi izlemeye baslarken, Ferman'ın dövüş sergisi salondaki herkesi olduğu gibi onları da büyülemiş ve etkisi altına almıştı. Batuhan, hayran gözlerlerle gözlerini Ferman'dan ayırmadan Yusuf'a dönüp, "Dostum, bu adam inanılmaz," dedi. Yusuf, sakin bir şekilde, "Halid Hoca'nın oğlu ve dünya şampiyonu oldu," diye yanıt verdi. Batuhan'in bakışlarındaki hayranlık daha da arttı Yusuf'un sözleriyle.

Ferman, bir öğrenciyi yere serip bir sonraki harekete hazırlanırken bir anlığına duruldu. Gözleri buğulandı, yüzündeki sert çizgiler yerini yumuşak bir gülümsemeye bırakırken, zihni o andan uzaklaştı ve hayal dünyasına sürüklendi. Fermanın hayalini süsleyen tek bir kişi vardı artık... Onu ondan çalmıştım ama o bunu aşk sanıyordu. Gözlerim, Ferman'ın dünyasını altüst edecek kadar derin miydi sahiden? Hayallerine ekleyecek kadar derin bakmıştı ama. Sadece iki kez görmüştü beni; ama varlığım tümüyle zihnine kazınmış, kalbine saplanıp kalmıştı.Adımı bilmiyordu, kim olduğuma dair en ufak bir fikri dahi yoktu üstelik.

Ama ben, fermanın zihninde deli gibi dolaşıyordum. Gözlerinde bir melankoli, dudaklarında tarifsiz bir gülümseme yerleştirecek kadar vardım onda. Ferman, beni gözünün önüne getirdikçe her sey silikleşti. Salon, sesler, öğrenciler... Hepsi benim olmayan varlığımın yanında önemsizleşiyordu. Sadece gülümsemem, hayatının tek gerçegi gibi geliyordu. Öyle bir gülümseme ki, sanki bir sır saklıyordum Ferman için; çözmek istese de bu sır ona ait değildi. Asla ona ait olmayacak kadar da gerçekti. Zihninde benimle konuşuyor, olmayan sesimi duyuyordu: "Gör beni, tanı beni.. Ama asla ulaşma." Ferman, o hayali sese karşı koyamayacak kadar dalıp o hayalden kopamayacak kadar da geçmişti kendinden.

Tam o anda bir darbe hissetmenin etkisiyle hayallerinden kopup yere düştü. Asıl olması gereken yere döndü. Karşısındaki öğrenci, o dalgınlığı fırsat bilmişti. Ferman'ın yere çarpışı zihnindeki o eşsiz güzel hayali parçalamış gerçeğin sert yüzüne döndürdü. Ayağa kalktığında, öğrencinin korkuyla geri çekildiğini görse de, Ferman'ın gözlerinde öfkenin titreyen ışığı vardı. 0, sadece bir dövüşçü değildi; içindeki acı ve özlemle dövüşen biriydi. Onu yenmek, imkânsızdı.

O sırada Devran'in sesi yankılandı salonda, "Ferman!" diye seslendi kardeşine. Bu ses, Ferman'ın içinde ki fırtınayı daha da körükler gibiydi. Ama Ferman abisine rağmen, öfkesini az önce onu yere düşüren öğrenciye doğru yöneltti. Yumrukları, tekmeleri acımasızca iniyordu. Geri durmuyordu, durmayı düşünmüyordu. Sanki her darbe zihnini karanlığa boyuyan öğrenciden intikam alırcasınaydı. Ferman'ın gözlerindeki karanlık, salondaki herkesi ürkütüyordu. Devran, kardeşinin bu öfkesine karşı kıpırdayamadı; sadece izlimekle yetinebildi.

Ferman, son darbeyi vurmak için ayağını kaldırdığında, salonun kapısından bir gölge belirdi. Bu gölge, onun hem gururu hem de yüküydü. Halid, kararlı adımlarla Ferman'a doğru geldi ve bir hamlede oğlunun ayağını havada durdurdu. Ardından omzuna indirdiği bir yumrukla onu geri savurdu. Ferman sendeleyerek geri çekildi.

Ferman babasına baktığında, gözlerindeki o sertliği gördü. Sesi, Ferman'a bir tokat gibi yankılandı salonda. "Onlar mola saatinde," dedi. Ferman, bu sözlere karşı bir şey söyleyemedi. Yüzündeki öfkeyi bastırmaya çalışarak, "Üzgünüm baba, sadece biraz pratik yapıyordum," diye mırıldandı.

Halid, ona soğuk bir bakış atıp alçak bir sesle, "Yemek yedin mi?" diye sordu. Ferman, yüzünde hafif bir hüzünle başını iki yana sallayarak konuştu. "Sen olmadan nasıl yiyebilirim ki?" diye cevap verdi. Halid, ellerini arkada birleştirerek salondan çıkarken, "Bekliyorum seni," dedi arkasını dönmeden.

Ferman, babasının ardından sessizce bakarken, zihninde bir kez daha ben vardım. Kim olduğumu bilmeden âşık olmuştu. Ve her şey, bu hayalin ağırlığı altında daha da karmaşık bir hal alacaktı.

Batuhan ve Yusuf, köyde Deniz fenerine yakın bahçeli lokantanın serin akşamında, yıldızların altında yemeklerini yemeyi tercih etmişlerdi. Bahçedeki masaların üzerinde sarı ışıklar yayan küçük lambalar titrek bir sıcaklık yayıyor, hafif esen rüzgar çam ağaçlarının hışırtısını taşıyordu. Batuhan, Yusuf’un karşısında oturmuş, gözlerini yere sabitlemişti. Parmak uçlarıyla masadaki çatalla oynuyor, sanki konuşacaklarını toparlamaya çalışıyordu. Yusuf sabırsız bir edayla geriye yaslandı.

Batuhan, derin bir nefes alıp başını kaldırdı, gözlerinde hem bir tedirginlik hem de içten bir güven vardı. “O benim Yusuf... O kadın benim dönmeyi düşündüğüm o yolda, kendimi bulduğum kişi,” dedi. Bu sırada sesi yavaşça çatallaşmış, kelimeler göğsünden dudaklarına dökülmüştü. Yusuf, bir kaşını kaldırıp gözlerini kısarak hafif bir tebessümle dinliyordu.

Batuhan, elini çenesine koydu, konuşmaya devam ederken yüz hatlarına keskin bir kararlılık yerleşti. "Onu seçtim çünkü benimle baş edecek tek güçlü kadın o. Beni ne kırar ne de büke bilir. Herkesin korktuğu duvarlar var ya Yusuf, o, o duvarların arkasını görebiliyor. Benim en büyük korkularımı yüzüme çarpmaktan çekinmeyecek kadar cesur. Ve işte... İşte bu yüzden onu seçtim.”

Yusuf, bu sözler karşısında alaycı bir kahkaha attı. “Ne kızmış ama,” dedi, gözlerini devirerek. Sözlerine hafif bir burun kıvırışıda ekleyerek, “Unut o kızı,” diye devam etti.

Batuhan, Yusuf’un bu sözlerini duyunca kaşlarını çattı, ancak bir şey söylemedi. Sessizlik, o anda aralarına doluşan tek şeydi. Tam bu sırada, birkaç masa ötede oturan babam, Yusuf’un alaycı tonuyla söylediği son cümleyi duymuştu. Başını çevirip bakışlarını Batuhan’ın yüzünde gezdirdi, derin bir nefes aldı ve sandalyesini biraz geriye çekerek doğruldu.

Bir yandan işaret parmağını havaya kaldırarak, “Sakın onu unutmak gibi bir hata yapma,” dedi, sesi tok ve kararlı bir şekilde. Yusuf ve Batuhan, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamıştı. Babam, oturduğu masadaki adama dönüp izin istercesine, “Bir dakika,” dedi ve sandalyeyle birlikte Batuhan ve Yusuf’un masasına doğru ilerledi.

Batuhan, şaşkınlıkla babamın yaklaşmasını izlerken Yusuf bir yandan masadaki peçeteleri düzeltmeye başlamıştı. Babam masaya varınca Batuhan’a doğru eğilip bir bilgelik taslar edasıyla konuşmaya başladı: “Evlat, eğer doğru bir şekilde ararsan, bir kalbin diğerine nasıl dokunduğunu hissedersin. Bu his seni doğru yere götürür, aradığını bulursun. Ama sorarım sana: O kızı bulamayacak mısın?”

Batuhan, bu soruyu bir meydan okuma gibi hissetmişti. Gözlerini babama dikti ve hafifçe başını eğerek cevaplamayadan, Babam, kaşlarını hafifçe kaldırıp omzunu silkerek, “Bulursun tabiki. Mesele bu değil. Mesele, senin onu aramaktan vazgeçip geçmeyeceğin. Eğer vazgeçersen, işte o zaman kaybedersin,” dedi. Ardından sandalyesine biraz daha yaslandı ve Yusuf’a dönerek alaycı bir gülümsemeyle, “Ama tabii, sen anlamazsın onun derdinden,” dedi.

Yusuf, bu söze karşılık vermek üzere ağzını açmıştı ki masadaki biraya ilişti gözleri. “Açacağı bulamadım,” diye homurdanarak konuyu değiştirdi. Babam, Yusuf’un bu küçük çaresizliğini fırsat bilmiş, şişeyi eline alıp, “Ben açarım,” dedi. Ardından hiç tereddüt etmeden şişeyi dişleriyle açtı ve kapağı bir yana fırlattı. Ancak iş bununla da bitmedi; şişeyi dudaklarına götürüp bir yudum aldı.

“Sanırım açarken biraz içtim,” dedi, gözlerini dev bir pişkinlikle masadakilerin yüzünde gezdirirken. Yusuf, afallamış gözlerle bakarken, babam hiç istifini bozmadan, “Neyse, içiyorum ben bunu,” diyerek şişeyi kaldırdı ve bir yudum daha aldı. Bu sırada Batuhan’ın yüzüne istemsiz bir tebessüm yerleşmiş, Yusuf’un şaşkın bakışları arasında gülmemek için kendini zor tutuyordu.

Babam konuşmaya devam etti. "Bir bakışta senin nereli olduğunu anlarım. Mesela..." Elini önündeki nar gibi kızarmış, dumanı hâlâ tüten tavuğa uzattı. Parlayan gözleriyle tavuğu işaret ederek devam etti: "Bu tavuk. Sence bu tavuk çiftlikten mi yoksa bahçeden mi?"

Yusuf araya girip bir şey söylemeye yeltendi ama babam, onun lafını tamamlamasına fırsat vermeden tavuğun en çıtır butunu kaptı. İştahla büyük bir ısırık alırken, “Ben söylerim,” dedi ağzı doluyken. Çiğnedi, bir süre düşündü ve omuz silkerek, “Çiftlikten,” diye cevapladı. Ama yüzünü buruşturdu ve ekledi: "Biraz çiğ gibi..."

Sonra diğer tavuğa göz dikti. Hızlıca elini uzatıp, ona da bir şans vermek ister gibi mırıldandı: "Bu daha iyi gibi görünüyor." Ancak Yusuf bu sefer hızlı davrandı, tabağı kendi önüne çekti ve kaşlarını çatıp, "Hayır, hepsi çiğ onların. Masadakilerin tümü çiğ!" dedi.

Babam, Yusuf’a alaycı bir ifadeyle bakıp, dudaklarının kenarında sinsice bir gülümsemeyle karşılık verdi: "Yeme o zaman," dedi ve kaşlarını manidar bir şekilde kaldırarak ekledi: "Mazallah mide enfeksiyonu filan geçirirsin, dokunma. Ama böyle çiğ seven bir kültür varsa... belki sen oralısındır?"

Bir yandan da önündeki tavuğu yemeye devam etti. Tabağın dibini sıyırırken sanki bir ödül kazanmış gibi keyifli görünüyordu. Yusuf ise babamın bu rahat ve imalı tavırlarına karşılık ne yapacağını bilemeyip, hayretle başını iki yana sallıyordu.

Babam, masadaki havayı biraz daha kendi tarzıyla yumuşatmak için Batuhan’a dönerek, “Hadi söyle bakalım evlat,” dedi, ciddi bir tonla. “Kız, dondurulmuş ekmek mi, yoksa üzümlü kek mi?”

Batuhan, sorunun altında yatan anlamı çözmeye çalışırken yüzü biraz daha ciddileşti. “O bir kız amca” diye mırıldandı. Babam, Batuhan’ın bu cevabını duyunca derin bir kahkaha attı. Elini Batuhan’ın omzuna koyup, “Evlat, eğer böyle düşünüyorsan, hiç vakit kaybetme. Hayatta bazı şeyler beklemeye gelmez,” dedi.

Sonra Yusuf’a dönüp, onun şaşkın bakışları arasında, “Ama bu masadaki tavuklardan uzak dur. Mideyi perişan eder,” diyerek konuşmasını tekrarladı ve kahkahayla tamamladı.

Batuhan, gülümseyerek, "O bir kız, amca," dedi, kelimeleri dudaklarından hafifçe kayarken. Babam, elindeki birayı sallayarak, ağır bir şekilde, "O zaman vaktini bira içerek harcama, gidip bul onu, yani sevgilini. Ve tüm sevgini yansıt ona," dedi, kelimeleri sert bir tonla. Bir yudum daha alıp, bardağını masaya koydu. Batuhan, hafifçe başını eğerek, "Peki!" dedi, ama babam, hiçbir şey umursamadan devam etti. "Babası mı? Takma kafana onu. Onun canı cehenneme! Kız ve erkek razıysa, babaya ne oluyor ki?" diye el hareketleriyle hızla konuşmaya devam etti.

Babamın bakışlarında, ciddiyetin ve neşenin karıştığı bir şey vardı; gözleri, adeta sözlerinin gücünü ve haklılığını onaylatıyordu. Babam biradan bir yudum alıp, başını sallayarak, Yusuf'a dönüp alaycı bir şekilde, "Hey üzümlü kek! Kes artık içmeyi, sarhoş oldun yahu. Biraz da çorba iç," dedi, burnunun üstündeki titrek gülümsemeyi gizlemeye çalışarak. Babam diğer şişeyi de hızlıca Yusuf'un elinden çekip aldı, gözlerinde bir parıltı vardı, asıl amacı kendisi içmekti. Bir yudum alırken, gözleri hafifçe bulanmış, ama bir yandan da rahatlamıştı.

O sırada, arkasında sessizce duran garson, utangaç bir şekilde yaklaşıp, "Efendim, 200 lira bozuk var mı acaba?" diye sordu. Babam, bir anda garsonun sesini duymazdan gelerek, şişeyi hızla alıp ayağa kalktı. "Ben bozdurayım," dedi, sesi kalın ve soğuktu. Hızla uzaklaşırken, garson, peşinden koşturarak, "Efendim, efendim…" diye seslendi. Fakat babamın arkasına dönüp bakmaya niyeti yoktu; adımlarının hızı, peşindeki adamı geride bırakacak kadar kararlıydı.

Batuhan, elindeki sigarayı ağzına yerleştirip, rahat bir şekilde dumanı ciğerlerine çekerek gülmeye başladı. Gülüşü, sanki her şeyin tersine gittiği, ama onun hala kendi yolunda olduğunu ima ediyordu. Yusuf, sarhoş bir şekilde başını sallayarak, "Ben sarhoşum. Ne kadar erken kalkarsan kalk, hiçbir öğrenci hocadan önce kalkamaz," dedi, ama kelimeleri, sarhoşluğun etkisiyle yavaşça damlaya damlaya çıkıyordu.


Gece, doğan güneşin ilk ışıklarına teslim olurken, ufukta yavaşça belirginleşen kızıllık, akademinin taş avlusunu hüzünlü bir aydınlıkla sarıyordu. Rüzgâr hafifçe dalları sallarken, genç öğrencilerin sert darbeleri kulakları dolduruyordu. Ağır demir borulara vurulan yumrukların yankısı, sanki taş duvarların arasından defalarca dönüp geliyordu. Yorgun nefesler, henüz yeni uyanan kuşların cıvıltısına karışıyordu.

Ancak bu hareketli sahneye rağmen, akademinin loş bir odasında derin bir sessizlik hâkimdi. Batuhan, kalın örtülere sarınmış hâlde uyuyordu. Yatak, baştan savma toplanmıştı; yastık, yere düşmüş ve yerdeki tozlarla kaplanmıştı. Odada duranın dikkatini çeken, bu düzensizlik değil, Batuhan’ın yüzündeki o huzurlu ifadeydi.

Halid, odanın karanlık bir köşesinde, kollarını sırtında birleştirmiş şekilde duruyordu. Uzun boyuyla gölgesi duvarda devasa bir şekil oluşturuyordu. Yanında duran adam ise sabırsızca ayağını yere vuruyordu. Çenesi kilitlenmiş, dudakları ince bir çizgi hâlindeydi. Halid, adama sessizce başını eğdi. İşaret açıktı.

Adam, Halid’in emriyle ilerledi ve ayağını, Batuhan’ın uyuyan bedenine doğrultarak sertçe vurdu. Batuhan, birden irkildi. Gözleri aniden açıldı, kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Bir eliyle başını tutarken, diğer eli yatağın kenarına tutundu. Gözlerini ovuşturup ne olduğunu anlamaya çalıştı. “Hey, ne oluyor! Sorunun ne senin?” diye bağırdı, öfkesini gizleyemeyerek.

Halid, hiç konuşmadan Batuhan’a bakıyordu. Yüzündeki ifade katıydı; o kadar sertti ki odanın sıcaklığını bile donduruyordu. Gözleri, adeta bir savaş alanını süzen bir komutanın bakışlarına benziyordu. Konuşmuyordu, çünkü konuşmasına gerek yoktu. Yanındaki adamla bir an için göz göze geldi. O bakışta her şey vardı: Bir emrin sınırları, bir disiplinin sertliği ve bir mesajın keskinliği. Adam, Halid’in bakışlarından aldığı güçle, “Dışarı çık!” diye gürledi, sesi odanın taş duvarlarında yankılanarak.

Batuhan, hızla ayağa kalktı. Yorgun ve şaşkındı, ama emre itaat etmekten başka seçeneği olmadığını biliyordu. Bareti ve botları aceleyle alıp kendini dışarı attı. Soğuk hava, Batuhan’ın yüzüne çarptığında, bir an için duraksadı. İçindeki huzursuzluk, sabahın serinliğiyle birleşince daha da ağırlaşmıştı. Eğitim alanına doğru yürürken, genç öğrencilerin demirlere vuruşlarından çıkan sesler kulaklarına doldu. Onların aksine, Batuhan’ın eğitimi oldukça farklıydı.

İlk görev, iki ucundan kalın iplerle ağaca asılmış demir bir boruyu ileri geri sallamaktı. Batuhan, boruya yaklaşırken yüzündeki kararlılığı toplamaya çalıştı. Avuçlarını demirin soğuk yüzeyine koyduğunda, metalin buz gibi hissi tüm bedenine yayıldı. Boruyu ileri doğru itti, ama boru her defasında geri dönerek göğsüne çarpıyordu. Sert bir çarpışma... Ardından tekrar… Ve tekrar… En sonunda, dengesi bozuldu ve yere savruldu.

Toprak, yüzüne ve ellerine yapışmıştı. Daha doğrulmadan, Halid’in adamının sesi yankılandı: “Daha sert it! Yere düşmek yok!” Batuhan, dişlerini sıkarak doğruldu. Bir an için ellerine baktı; nasır tutmamış deri, bu sertlikle tanışmaya alışık değildi. Ama zaman kaybetmemesi gerekiyordu. Boruya yeniden sarıldı.

Eğitim yalnızca fiziksel değildi. Batuhan, devasa bakır kazanları bahçede yıkamakla yükümlüydü. Ellerini buz gibi suya daldırdığında, parmak uçları hissizleşiyordu. Kazanların içindeki tortuyu ovalarken, diğer öğrencilerin dövüş eğitimi izlemeye değer bir gösteri gibiydi. Ama Batuhan için bunlar, bir kenarda yığılan hayal kırıklıklarından ibaretti. “Ekmek dağıt!” diye bir emir geldi. Onun ardından bir diğeri: “Zemini temizle!”

Her gün aynı şekilde geçiyordu. Gün doğumundan gece yarısına kadar… Karpuzları kamyonlara taşımak, çamurlu yolları silmek, bulaşıkları yıkamak. Yorulduğunu belirtmek gibi bir lüksü yoktu, çünkü Halid’in adamı her an oradaydı. Gözleri, bir avcı gibi Batuhan’ın üzerindeydi. “Durmak yok!” diye bağırıyordu her fırsatta.

Batuhan, neden bu kadar ağır bir yük altına sokulduğunu anlamıyordu. Dövüş eğitimi için geldiği bu akademide, kendisini neden hizmetkâr gibi hissetmesi gerektiğini sorguluyordu. Ama cevap yoktu. Yalnızca daha fazla emek, daha fazla çaba ve daha fazla yorgunluk.

Günler böyle geçerken, Batuhan’ın aklında her geçen gün daha fazla soru işareti birikiyordu. Fakat benim için bu günlerin anlamı başkaydı. Yağmur... Ah, yağmur... Onu görebilmem için yağması gerekiyordu, çünkü o zaman bu duyguların bir anlamı olacaktı. Aramızdaki sessiz bağ, belki o zaman anlam kazanacaktı.

Pencerenin önünde saatlerce bekliyordum. Ellerim pencerenin soğuk kenarına yaslanmış, gözlerim ufka dalmıştı. Dışarıdaki manzara değişiyordu, ama içimdeki his hep aynıydı. Kalbim deli gibi atıyordu. Midemdeki kasılmalar, yanaklarıma vuran ateş... Tüm bedenim, Batuhan’ın varlığına tepki veriyordu. Onu düşünmeden geçen bir anım yoktu. Öyle ki, İstanbul’a oyunculuk için gittiğimi bile unutmuştum.

Batuhan, tüm bu zorlukların ortasında eğitiminin gerçek amacını sorgularken, ben yağmuru bekliyordum. Belki bir gün, yağan ilk damlayla birlikte aramızda oluşan bağda aşkımız var olacaktı tüm çıplaklığıyla.

Çok zamandır seviyordum onu. Ve bunu Batuhan’a söylemek istiyordum. "Seni seviyorum," demeyi hayal ediyordum yağmur yağarsa. Benim gözlerimden okusun, gözlerimden anlasın istiyordum. Ben ona aittim, o bana aitti. Bu gerçeği artık saklayacak kadar güçlü değildim.

Gökyüzü, her defasında bizim tanıklığımızı üstlenirdi; şimşekler gülüşlerimize, yağmur damlaları ise fısıldanan sözlerimize eşlik ederdi. Ve ben yağmurun ritmine karışarak, kalbinde yankılanan bir ezgiye dönüşürdüm. Şimdi ise gökyüzü suskun, bulutlar inadına kuru. Her bekleyiş, içimde tarifsiz bir boşluğa açılıyor.

Sözleri hâlâ kulaklarımda: “Yağmur yağarsa buluşuruz.” Oysa o günlerde gökyüzü ne kadar cimrileşmişti öyle. O suskunluk, belki de evrenin bizim üzerimize örttüğü bir kefendi. Artık yağmur yağmaz olmuştu Belki de bulutlar, aşkımızın ağırlığını taşıyamaz hale gelmişti.

Her sabah, gözlerimi griye dönmesini umduğum bir gökyüzüne açıyordum. Ama ne bir damla, ne bir rüzgâr... Onunla her karşılaşmamızda içime işleyen yağmurun kokusu bile artık yalnızca bir hatıra gibi görünüyordu.

Bu kuraklık sadece gökyüzüne mi aitti, yoksa kalbimin çatlaklarından mı süzülüyordu bilmiyordum. Onun olmadığı her gün, yağmurun eksikliğiyle kavrulan bir çöldeydim sanki. Gökyüzüne yalvarıyordum her seferinde, belki bir damla yağmur düşer ve bizi birleştirir diye.

Kaç defa bulutlarla konuştum, saymadım dahi. "Yağmur! Eğer bir gün geri gelirsen, onun ayak seslerini bana taşı. Ama eğer getiremezsen, onun adını toprağın kokusuna fısılda. Belki bir avuç çamurdan yeniden filizleniriz," diyordum. Batuhan, her şeyden öte olmuştu benim için. Her şeyden öteydi.

Bölüm : 27.08.2024 22:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...