4. Bölüm

Yağmur ve Aşk

Ay Işığı
piyara

"Yağmur ki bir şiir gibi gökten düşer, Hüznü yıkar, aşkı eker yüreklere." Nazım Hikmet

İki yıl önce…

Ankara’dan İstanbul’a doğru uzanan bir yolculuktaydım. Tren, rayların üzerinde vakur bir ritimle ilerliyor, sonbaharın gri göğü, yağmurla yeryüzüne sessizce dokunuyordu. Camın ardında akıp giden şehirler, rüyalardan bir sahne gibiydi; ulaşılmaz, ama bir o kadar büyüleyici. Dayanamadım. O rüyanın içine girmek, yağmurun kokusunu daha yakından duymak istedim.

Trenin kapısına doğru yürüdüm. Kapı aralıktı, dışarıdaki serin dünyaya bir geçit gibi beni çağırıyordu. Bir elimle kapının soğuk metaline tutunup diğer elimle dışarıya uzandım. Yağmurun damlaları, avuç içlerime düşerken sanki gökyüzüyle bir sır paylaşıyor gibiydim. O damlalarda bir hayat vardı, bir ses, bir dokunuş… Avuçlarımda biriken bu soğuk huzur, beni tüm dünyadan koparıyor, sadece o ana çekiyordu.Yağmur, toprakla hayat üzerine konuşurdu sanki.

O anın büyüsü, yüzümde geniş bir tebessüm olarak şekilleniyordu. Gözlerimi kapattım. Yağmurun tenimde bıraktığı dokunuşu daha derin hissetmek, onun fısıldadığı huzura tamamen karışmak istedim.Gözlerimi kapattım. Yağmurun dokunuşunu, rüzgarın saçlarımı dağıtışını, her şeyi daha derinden hissetmek istiyordum.

Fakat birden her şey durdu. Yağmur, ansızın kesildi. Öylesine ani, öylesine beklenmedik bir duruştu ki, içinde bulunduğum o büyü bozuldu. Gözlerimi araladım, sanki o huzuru sorgularcasına gökyüzüne baktım. "Hey… Neden durdun ki? Utandın mı yoksa?" diye mırıldandım kendi kendime, sesim hafif bir kırgınlıkla trenin raylarına karışıyordu. Dudaklarımda beliren belli belirsiz bir sitemle bulutlarla konuşmaya devam ettim.

Orada yalnız değildim. Bütün bir hayatımı değiştireceğini, hayatımın vazgeçilmez bir parçası olacak olan adamı fark etmeden devam ediyordum konuşmaya. Batuhan... Bir adım gerimde, sessizce duruyordu. Trenin soğuk demir duvarına yaslanmış, beni izliyordu. O kadar sessiz ve hareketsizdi ki, varlığını hissetmemiştim. Bakışları üzerimdeydi; ne konuşuyor ne de hareket ediyordu. Ama o bakışlarda bir şeyler saklıydı; merak, hayranlık ve belki de biraz eğlence. Sessiz, ama bakışlarıyla konuşan bir tanık gibi birkaç adım ötede durmuş, gözlerini benden ayırmadan söylediklerimi dinliyordu.

Nazlı bir çocuk gibi başımı göğe kaldırarak devam ettim, “Biliyorsun seviyorum seni. Lütfen yağ. Lütfen… O kadar çok yağ ki hiç durma.” Ellerimi havada bir dua eder gibi hafifçe hareket ettirirken, rüzgarın serinliği parmak uçlarımı titretiyordu. Tam o sırada Batuhan’ın yüzünde beliren o gülümsemesi ve ince, alaycı bir tebessüm… Ama gülüşünün içinde bir şey vardı; Sanki o anın saçmalığına rağmen her şeyin farkındaydı ve bundan hoşlanıyordu.

Bir an duraksadım, dudaklarımı hafifçe büzerek somurttum. "Yağmayacak mısın? Peki, seninle konuşmayacağım. Güle güle," dedim. Sesimde bir çocuğun küskünlüğü, hareketlerimde rüzgara karşı bir başkaldırı vardı. Ellerimi havaya savurup trenin iç koridoruna doğru dönmeye koyulacakken karşımda duran adam beni durdurdu. Onun bakışları, gülümseyişi... Omzunu trenin soğuk metaline yaslamış, ellerini ceplerine saklamış, ama bakışlarıyla beni adeta zincirlemişti. O bakışlarda hem bir meydan okuma hem de garip bir teslimiyet vardı.

Gözlerinde, söylemeden bırakılmış cümlelerin gölgesi, dudak kenarında, sinsice büyüyen tebessümle birleşiyordu. Tren raylarının ritmik sesleri birden susmuş gibiydi. Gözleri, üzerimde sabitlenmişti. O bakışlardaki alaycı oyunbazlık, beni susturmak yerine daha da konuşmaya itmişti. Ellerimi göğsümde birleştirip, hafif bir meydan okumayla sordum: "Bitti mi?"

Batuhan kaşlarını hafifçe kaldırdı, yüzünde beliren şaşkınlıkla, "Ne?" diye karşılık verdi. "Beni gözetlemen," dedim. Sesimdeki alayla birlikte hafifçe gülümsedim. Gözlerim onun gözlerinden hiç ayrılmadan devam ettim:"İyi görünüyor muyum? Yoksa biraz kilo vermeli miyim?"

Ardından ciddileşerek ve biraz da şakacı bir edayla ekledim: "Belki biraz kamyon arkası yazısı okumalısın. 'Sabaha kadar korna çal, ama mesafeyi koru...'. "

Batuhan, kahkahayla trenin sessizliğini bozdu. Elini trenin metal kapısına vurarak güldü, diğer eliyle sırtındaki askeri çantasını sabit tutmaya çalışıyordu. Kahkahası, trenin koridorlarında yankılanırken ben ona bakıyordum. Gülüşündeki sıcaklık, bana yalnızca neşe değil, başka bir his daha veriyordu; bir bağın başlangıcı gibiydi. Harflerde ve yavaşlıkta, aşk sessiz bir melodide yankılanırdı. Biz birbirimize o gün orada yazılmıştık. Kalplerimiz kabullense de mantığımız bunu inkar etmek için direniyor gibiydi...

Hafif bir gülümseme yerleşti yüzüne, o an sanki rüzgâr bulutlara bir sır fısıldamış ve bu sır onun dudaklarında şekil bulmuştu. Bakışlarını gökyüzüne çevirdi, oradaki bir boşlukla konuşuyor gibiydi. Sonunda yavaşça, sanki çok önemli bir şeyi açıklıyormuş gibi fısıldadı: “Pekâlâ, sadece bekliyordum.” Bir anda merakım kabardı. İçimdeki huzursuz kıpırtılar kelimelerle dışarı taştı:.“Kimi?” diye sordum.

Bakışlarını gökyüzünden koparıp bana çevirdi. Gözlerinde, anlamını çözemediğim bakışı vardı. Hafifçe başını eğerek konuştu. “Seni. Yani seninki bittiyse, ben de bulutlarla konuşabilir miyim?”

Sözleri, bir çocuk masumiyetiyle süslenmişti, ama gözlerindeki alaycı kıvılcımı fark etmemek imkânsızdı. Bir an başını yana eğdi ve dudağının kenarındaki gülümsemeyi genişleterek, “Delisin sen!" Derken, o sesli gülüşü trenin rutubet kokan atmosferinde yankılandı. Öyle samimi ve gürültülüydü ki, hem rahatsız ediyor hem de istemsizce tebessüm ettiriyordu.

“İyiydi,” dedim, sesimde hafif bir hırçınlıkla. Kaşlarını kaldırdı, alaycı bir ifade yerleşti yüzüne. “Kim? Ben mi?” diye sordu, sanki gerçekten bir cevap bekliyormuş gibi. “Mizah anlayışın,” dedim, dudaklarımın kıvrımını belli etmeden. “İlerde ünlenirsin.”

Adımları usulca yaklaştı. O kadar yaklaştı ki, nefesi yüzümde hissediliyordu. Gözlerimin içine baktı; bakışları, bir deniz gibi derin, ama bir o kadar dalgalıydı. Alaycı bir tavırla, “Gerçekten mi?” diye sordu. Derin bir nefes alıp, sesime olabildiğince soğukkanlılık katarak cevap verdim: “Evet… Her gittiğin yerde insanlar sana, ‘Kaybol evlat,’ diyecek.”
Bu sözlerim havada bir bıçak gibi asılı kaldı. Tren kapısından içeri süzülen rüzgâr, kelimelerimi alıp uzaklara taşıdı. Batuhan, bir anlık bir şaşkınlıkla bana baktı. Yüzündeki ifade karmaşıktı; alaycı bir tebessümle örtülmeye çalışılmış bir şaşkınlık, belki de azıcık hayranlık.

Dudaklarımı hafif yukarı kaldırarak küçümser bir “Hıhh,” sesi çıkardım. O sırada tren, ani bir frenle sarsıldı. O sarsıntıyla Batuhan sendeledi ve hızla üzerime düştü. Vücudu benimkine çarptığında, bir anda zaman durdu; nefesim kesilmiş gibi hissettim. Refleksle kolumu omzuna attım.

Anlık bir temas… Teninin sıcaklığı, varlığıyla tüm havayı dolduruyordu. O kadar yakındı ki, kalp atışlarımdan kaçamayacak kadar. Aramızdaki mesafe, neredeyse yoktu. İkimizin de nefesi bir an için birbirine karıştı; rüzgâr, trenin kapısından içeri sızarken vücudumuza dolandı. Zaman durmuş gibi olurken, ne trenin gürültüsü, ne de başka bir şey vardı. Sadece ikimiz… ve bu garip, beklenmedik yakınlık.
Ama bu an, yıldırım gibi kısa sürdü. Sonunda, yutkunarak, ellerimi çekip omuzlarını serbest bıraktım. Ellerim titriyor, kalbim göğsümde bir kuş gibi çırpınıyordu. Aramızdaki mesafeyi tekrar inşa etmeye çalışırken ben, onun bakışları hâlâ üzerimdeydi.

Ellerimi havaya kaldırarak, “Beni bırakır mısın artık?” dedim, ellerimle, ellerini tutup belimden çekerek. Beni saran ellerini belimden çektim. Sonra tekrar saçlarımı geri savurup, gözlerimi devirerek, "hıhh" dedim.

Hızla arkamı döndüm, onun bakışlarının sırtımda bıraktığı ağırlığı hissederek ilerlemeye başladım. Ayaklarım aceleci adımlarla vagonun diğer tarafına yöneldi. O sırada trenin metalik gürültüsü, zihnimde yankılanan karmaşayı bastırmaya çalışıyordu. Ama Batuhan’ın bakışları hâlâ beni takip ediyor, nefesi tenimde bir iz bırakıyor gibiydi.

Vagonlar arasında ilerlerken, elimle hafifçe trenin yan demirlerine tutundum. Sanki rüzgâr beni durdurmaya çalışıyordu, ama sonunda annemin oturduğu yere ulaştım. Nefesimi düzene sokmaya çalışarak yanına oturdum.

Annem, endişeyle yüzüme eğildi. Gözlerinde tedirgin bir parıltı vardı: “Ahfa! Neredeydin sen?” Hâlâ titreyen ellerimi fark ettirmemeye çalışarak, sorusunu duymazdan geldim. Onun yerine başka bir soruyla araya girdim. “Babam nerede?”

Tam o anda, babamın sesi trenin diğer ucundan yankılandı. O sesi duymak, içimde hem bir rahatlama, hem de bir karmaşa yarattı. Babam bir elinde kahveyle, diğer elinde telefonuyla bize doğru yaklaşıyordu. Sesi, trende ki kalabalığın sesini bastıracak kadar gür ve iddialıydı: “İbrahim Törehan! Ankara’nın gururu, Batı’ya tekrar giriş yapıyor!”

Telefonu kulağında, bir sahne sanatçısı gibi konuşmaya devam ediyordu. “Galip Bey, kadın oyuncunuz sahneyi devirecek. Hem dans, hem oyunculuk, hem kendini savunma konusunda ondan iyisi yok! Onu iyi bir şekilde eğittim.”

Adımları bize yaklaştıkça, diğer yandan telefonundaki konuşmayı sürdürüyordu. "Ekranları ateşe verecek. Büyük kargaşa olacak, millet çıldıracak onun için."

Kahvesini sıkıca tutarken bir yandan konuşuyor, bir yandan da hızlı adımlarla ilerliyordu. "İzdiham yaşanacak, sinema salonları alev alacak. İnsanlar onun şerefine heykeller dikecek," dedi tam bir meydan okuyuşla. Ancak cümlesinin sonuna doğru elindeki kahve aniden yere düştü. Kahvenin yere çarpma sesi bir tokat gibi yankılandı. Yan koltukta oturan bir adam homurdanarak, “Hay senin…” diye mırıldandı.

Babam ise hiçbir şey olmamış gibi kahveye şöyle bir baktı, ardından telefonunu kapattı. Annem, derin bir nefes alarak başını iki yana salladı ve ikimiz birden, “Üzerini değiştir.” dedik.

Babam, bu komut karşısında sessizce, trenin diğer ucuna doğru ilerledi. O an, gözüm yere dökülen kahvenin yanında duran bir adamın omzuna ilişti. Babam, o adamın omzundaki pantolonu büyük bir ustalıkla aldı ve hiçbir şey olmamış gibi uzaklaştı. Adam, bavulunu yerleştirmekle meşguldü ve hiçbir şey fark etmemişti.

Ben pencereden dışarı bakarken Batuhan çoktan zihnimi doldurmaya başlamıştı. İçimde hâlâ az öncesinde yaşadığım o çarpışmanın izleri vardı. Batuhan’ın sıcaklığı, bana sarılan elleri, o anki bakışları… Tüm bunlar, rüzgârın taşıdığı bir anı gibi içimde dönüp duruyordu. Kendimi ona bir adım daha yaklaşmaktan alıkoysam da, içimdeki yankıyı susturamıyordum.

Annemin yüzü, az önce yaşadığı utanç ve şaşkınlığın bir arada dans ettiği bir tablo gibi, "Aman Allah'ım!" dedi, ellerini yüzüne kapatarak. Gözlerinin köşesindeki ifade, babamın eğlenceli şovuna ayak uydurmakla kaçınılmaz bir utancı bastırmaya çalışmak arasında gidip geliyordu. Babam ise annemin tepkisine aldırış etmeksizin, bacaklarını abartılı bir şekilde açıp kapatarak şarkısını mırıldanıyordu: “Pantolon dansı, pantolon dansı!” Şarkının sözleri de melodisi de tamamen babama aitti; hem anlamsız hem komikti. Ama onun için bu bir performanstı ve bu performansı ciddiyetle sergiliyordu.

Birkaç saniye içinde şovun kapsamını genişletti; bir elini başına koyup diğer elini beline yaslayarak komik bir dans figürü sergiledi. Yan vagondaki amcalar bu sahneye kahkahalarla eşlik ediyordu. Babam onların kahkahalarını fark ettiğinde iyice havaya girdi. “Şimdi, bir de böyle!” dedi, bacaklarını abartılı bir şekilde çırparak sahte bir reverans yaptı. Annem başını öne eğip gözlerini kapattı, ama dudaklarının kenarındaki belli belirsiz tebessüm, onun da bu şovun bir parçası olduğunu itiraf ediyordu.

“Durun bakalım, şu trenin neden bu kadar uzun süre durduğunu bir öğreneyim,” dedi babam, neşeli adımlarla kapıya ilerlerken. O sırada vagondaki diğer yolculardan birinin pantolonunu aradığına dair şaşkın bir ifadeyle etrafına bakındığını fark ettim. Babamın tuhaf mizah anlayışı, her zamanki gibi, sınır tanımıyordu.

Adamın pantolonunu arayışı kenarda dururken pencereden dışarı baktığımda, Batuhan’ı gördüm. Ağzında renkli bir lolipop şeker vardı; şekeri dilinin ucuyla çevirdiği her seferinde sanki bir oyun oynuyordu. Bakışları etrafında dolaşıyor, bir şey ya da birini arıyormuş gibi görünüyordu. Sonra birden, gözleri benim üzerimde sabitlendi. Sanki o an tüm dünya sessizliğe bürünmüş, yalnızca ikimiz kalmıştık.

Yavaşça tam karşıma ilerledi. Şekeri ağzından çıkarıp parmaklarının arasında çevirirken gözlerini bir an bile benden ayırmadı. Tam trenin penceresinin karşısına geçti. Başımı başka yöne çevirdim; bu yoğun bakışlardan kaçmam gerekiyordu. Ama içimdeki merak galip gelmişti, göz ucuyla tekrar ona baktım. Gülümsemesi daha da genişlemişti, dudaklarının kenarındaki o alaycı kıvrım, içimde bir şeyleri yerinden oynatıyordu.

Sonra, dudaklarını hafifçe büzerek sanki rüzgâra bir sır bırakır gibi ellerini dudaklarına götürüp, bir öpücükle bana doğru gönderdi. O öpücük, sadece havada asılı kalmadı; yüreğimin derinliklerine işledi sanki. Şaşkınlıktan nefesimi tutmuştum. Göz bebeklerim büyümüştü ama kalbim, onun bu oyunbaz jestine karşı koymayı reddediyordu. O ise, zafer kazanmış bir komutan edasıyla hafifçe başını eğip konuşmadan fısıldıyordu sanki. "Ah, kalbim, işte bu an yeterlidir." Der gibiydi bana olan bakışları.

Bedenim donmuştu. Yanaklarımın yanmaya başladığını hissedince başımı hızla başka yöne çevirdim, ama içimdeki kıpırtıyı susturmak mümkün değildi. Batuhan, o anda bir iz bırakmıştı; öyle bir iz ki, silinmesi imkânsızdı.

Ve sonra, o sessizliği bölen Kara Ferman’ın varlığı oldu. Perona bir gölge gibi indi; kahverengi mantosu rüzgârda savruluyor, onunla birlikte yürüyen adamlar neredeyse nefes almaktan korkuyordu. Onun geçtiği her yer, sanki ölümün soğuk nefesiyle kararıyor, yankılanan ayak sesleri ruhları titretmeye yetiyordu.

Yaklaştığında, görevli telaşla ona doğru koştu. “Meraba efendim." Dedi ve devam etti, "Efendim, raylarda bir sorun var. Lütfen kabininize geçin,” derken, sesi korkudan titriyordu. Ferman’ın bakışları, görevliyi yok sayarcasına etrafı taradı. Adımları yavaş, ama o kadar tehditkârdı ki, etrafındaki herkesin içine bir ürperti düşüyordu.

Tam önümden geçtiğinde, bir an duraksadı. Gözleri, derin bir bıçak gibi üzerime saplandı. O anda nefes almayı bile unuttum. Sanki tüm varlığıyla beni esir alacak gibi olmuştum Batuhan ise bu anı görmezden gelemeyecek kadar cesurdu; bakışları, meydan okurcasına Ferman’ın üzerinde sabitlenmişti. Ama Ferman, sanki hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam etti.

Biraz sonrasınsa oturduğum yerden ayağa kalmak için doğrulurken, annem, göz ucuyla bana baktı. “Nereye?” dedi, sesi sorgulayıcı ve keskin. “Dışarıya,” dedim, masum bir tonla. Annem, elindeki telefonu bırakıp, “ Yerine otur, baban kızar,” dedi.

Alaycı bir gülümseme ile, “Babam da dışarıda,” diyerek pencerenin ötesini işaret ettim. Babam, peronun ilerisinde bir grup gencin yanına oturmuş, onların oyunlarına dahil olmaya çalışıyordu. Çocukların yüzlerindeki ciddiyetle, babamın alaycı gülüşü arasındaki zıtlık, komik bir manzaraya dönüşmüştü. Annem derin bir iç çekti. Ben ise Batuhan’ın az önce kaybolduğu yöne bakmaya devam ediyordum.

Trenin kapısı raylardan gelen gıcırtılar eşliğinde açılmış, ince ince yağmış yağmur damlalarının nemli kokusu yüzüme vurmuştu. Adımlarımı dışarı atar atmaz, gözlerim onu bulmuştu. Batuhan... İleride, istasyonun en köhne yerinde karşı tarafı izliyordu. Sanki bir portreydi; kendi hikâyesinin içinde sıkışmış, ama dışarıdan bakıldığında kusursuz bir sahne yaratıyordu.

Hızlı ve kararlı adımlarla yanına gittim. Gözlerini uzakta bir yere sabitlemişti. Omzuna hafifçe vurarak, “Dinle.”

Bu kelimeyle irkilmiş gibi başını bana çevirdi. Dudaklarının köşesinde onu gördüğüm andan beri olduğu gibi ince bir gülümseme belirmişti. O gülüş, insanın içinde ne varsa yerle bir eden türdendi. Gözlerimin içine bakarak, hafifçe başını eğdi ve sakin bir tonla, “Selam,” dedi.

Gözlerimi ona dikerek, kaşlarımı hafifçe yukarı kaldırdım. Dudaklarımı büzüp alaycı bir ses tonuyla cevap verdim: “Gözüme iyi görünmeye çalışıyorsun ya, işe yaramayacak.”

Gülümsemesi derinleşti. Bir adım geriye çekildi, sanki söylediklerimi bir süre tartıp ardından cevap vermişti. Fakat bu sırada ben kaşlarımı çatarak devam ettim. “Haddini aşma! Lütfen, kafandaki tüm yanlış düşünceleri bir kenara bırak.”

Bu sert çıkışım onu şaşırtmış gibi görünse de, yüzünden bir an bile o sakin tavır kaybolmadı. Hafifçe başını yana eğip, yumuşak ve masum bir sesle, “Neden senin hakkında yanlış düşündüğümü düşünüyorsun? Doğru düşünemez miyim hakkında?” diye sordu.

Bunu söylerken yüzündeki o sevecen ifade beni gülümsetmeye yetmişti. Sinirlenmiş gibi başımı yana çevirdim, nefes alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Süzümdeki keskin ifadeyi koruyarak ona döndüm ve ciddi bir ses tonuyla, “İleride çok ünlenirsin, ama yeter artık. Bunu burada bitir!” dedim.

Bu kez Batuhan’ın yüzü ciddileşmişti. Bakışlarını gözlerime kilitledi ve kaşlarını hafifçe çatarak, “İleride mi?” diye sordu.

Başımı hafifçe sallayarak “evet” anlamında onayladım. Bunun üzerine omuzlarını dikleştirdi ve hafif bir meydan okuma ifadesiyle, “Ben şimdiden başladım bence,” dedi.

Bu sözleriyle bir kez daha onun o kendine has özgüvenine tanıklık etmiştim. Hafifçe gülümsedim, ellerimi cebime koyup “iyi” anlamında başımı sallayarak yanından uzaklaştım.

Henüz birkaç adım atmıştım ki yağmur yeniden başlamıştı. Ama bu kez yağmur, yalnızca damlalarla değil, eşlik eden bir şarkıyla ruhuma dolmuştu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Hafifçe başımı gökyüzüne kaldırdım; yağmur damlaları yüzüme vurdukça içimde tarif edilemez bir huzur yükseliyordu.

Ellerimi birleştirip gökyüzüne kaldırdım. Parmaklarımın arasında biriken yağmur damlalarını yüzüme serpiştirirken, çalan şarkı beni benden almıştı çoktan. Adımlarım farkında olmadan ritim tutmaya başladı. Bir anda şarkının sözlerini mırıldanmaya başladım: “Neler oluyor hayatta, bir de şu rüya gerçek olsa, olsa...”

Sözlerin gücüyle adımlarım kendi iradesine kavuşmuş gibiydi. Bedenim, yağmurun kollarında dönerken sanki gökyüzüyle konuşuyordum. Her dönüşümde yağmurun serin dokunuşu, içimde bir serbestlik yaratıyor; her adımım, bir teslimiyetin izini taşıyordu. Sözler, bekleme duruğına ve insanların üzerine yayıldıkça, bir tür büyüye dönüşüyordu: “Beni unuttu sanmıştım. Bir de baktım ki işte orada, orada...”

O anda fark ettim; sadece şarkı ve yağmurun değil, gözler de üzerimdeydi. Batuhan… Birkaç metre ötede, yağmurun içinde sırılsıklam olmuş, beni izliyordu. Saçları alnına yapışmıştı, ama bu onu hiç umursamıyordu. Gözlerindeki o parıltı, yüzünde beliren hafif tebessüm, beni bu anda yalnız bırakmayacağının habercisiydi.

Etrafımda insanlar birikmeye başlamıştı. Önce birer ikişer, sonra onlarcası... Kimisi şaşkınlıkla izliyor, kimisi gülümseyerek cesaretini toplamaya çalışıyordu. Yağmur, artık yalnızca yere değil, insanların ruhlarına da dokunuyordu. Durak, bir anlık da olsa sıkıntılarından sıyrılmış bir masala dönüşmüştü. “Onun sesi ta kendisi, geri gelmiş demek. Sensiz diyor yaşanmıyor, aşk bu olsa gerek...”

Ayaklarım durmaksızın beni döndürüyordu; etrafımda akan kalabalık artık sadece bir silüetler deniziydi. Şarkı, yağmurla bütünleşiyor, insanların içindeki saklı coşkuyu uyandırıyordu. O sırada Batuhan bir adım daha attı. Yağmurun altında o kadar özgür görünüyordu ki, onun bu hali beni daha da içine çekmişti.

Hiç konuşmadık, tek kelime bile etmedik. Ama o bana katılınca, aramızda hiçbir kelimenin anlatamayacağı bir bağ kuruldu sanki. Elimizi tutmamıza bile gerek yoktu; sadece göz göze gelmemiz her şeyi anlatmaya yetiyordu. Yağmur, adımlarımıza eşlik eden ritim gibi aramızda akıp gidiyordu.

İnsanlar etrafımızda dans etmeye başlamıştı. Yağmur altında dönen, gülen, ellerini gökyüzüne kaldıran yüzler görüyordum. Pencerelerden bakanlar alkışlarla tempo tutuyor, şarkıya eşlik ediyordu. Bu an, bir masalın gerçeğe dönüşmüş hali gibiydi.

“Karanlıkta sokaklarda, elinde bir çiçek, beni arıyor, beni soruyor. Hayırdır inşallah, hey! Neler oluyor hayatta, bir de şu rüya gerçek olsa, olsa...” Batuhan, bir an duraksayıp gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki öyle derin bir huzur vardı ki, bu anın sonsuza kadar sürmesini istedim. Yağmurun altında hareketlerimiz özgürlüğe karışmış, sadece kendimiz için değil, etrafımızdaki herkes için dans ediyorduk.

Şarkı ilerledikçe, kalabalık giderek daha çok büyüyordu. Eller gökyüzüne uzanıyor, kahkahalar yağmura karışıyordu. İnsanlar, hayatın griliğinden sıyrılıp o renkli anda kayboluyordu. "Uzun desem, uzun değil. Bir yol var önümde. Yeşil desem, yeşil değil, beyaz bir elbise. Gümüş desem, gümüş değil. Altın bir yüzükle, bana bakıyor, gülümsüyor...”

Sözler gökyüzüne karışıyordu, orada olan herkes şarkıya çoktan katılmıştı bile. “Hayırdır inşallah, hey! Neler oluyor hayatta? Bir de şu rüya gerçek olsa, olsa. Sabah olup uyanınca, her şey yine aynı kalsa...”

Kalabalığın içinde Ferman da vardı. Adamlarıyla birlikte, kalabalığın kıyısında durmuş izliyordu beni. Gözlerindeki sertlik değişmemişti, ama ifadesindeki şaşkınlık açıkça belliydi. Sanki bu sahneye ait değilmiş gibi duruyordu, ama gözleri beni bulmuştu ve bir an olsun üzerimden ayrılmıyordu.

Etrafındaki insanları, kendine yol açar gibi bir kenara iterek ilerliyordu. Ama o ilerleyişte bir hiddet yoktu; daha çok, bir büyüye kapılmış gibi adım atıyordu.

“Onun sesi ta kendisi, geri gelmiş demek. Sensiz diyor yaşanmıyor, aşk bu olsa gerek. Karanlıkta sokaklarda, elinde bir çiçek. Beni arıyor, beni soruyor. Hayırdır inşallah, hey! Neler oluyor hayatta, bir de şu rüya gerçek olsa, olsa...”

Ferman hâlâ oradaydı. Bakışları, kalabalığın içinde beni bulmaktan vazgeçmeyen bir avcı gibi üzerimdeydi. Ama o bakışların içinde saklı olan sessizlik, bir beni gördüğü ilk o an bana karşı oluşan hisleriydi...

Bölüm : 22.08.2024 15:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...