"Desem ki sen benim için, Hava kadar lazım, ekmek kadar mübarek, Su gibi aziz bir şeysin..." Cahit Sıtkı Tarancı
Ben ve Batuhan, nedeni neydi bilmiyorum ama aramızdaki bağ güçlenirken, yağmurun altında Kara Ferman’ın o son bakışı peronda derin bir yer edinmişti. O an, yağmurun sesi kadar ağır bir sessizlikte bakmıştı bana; yüzünde bir tebesüm ve derin bir bilinmezlik vardı.. Yağmurun sonunda dindiği o vakitte, biz Batuhan’la trene binip trenin demir tutacaklara sarıldık. Islak saçlarımızdan süzülen damlalar, yüzümüze vurup sonra vagonun metal zeminine usulca düşerken, birbirimize tebbesüm ettik dansın verdiği yorgunlukla. Fakat ben nasıl oluyor bilmiyordum ama bir şeylerin yolunda olmadığını hissetmiştim.
Annemlerin yanına oturmak için vagona ilerlerken, babamın olmadığını fark ettiğimde, içimde tarifsiz bir endişe baş kaldırdı.Vagonun kapısından, trenin kapısına doğru koştum, demir kolları sıkıca tutarak başımı dışarı uzattım. Gözlerim peronda dolaşırken, Batuhan hala kapıda duruyordu. Yüzümde endişeye rağmen gülümsemeyle karışık bir şefkatle, “Hey, ne oldu?” diye sordu, sesi sakin ama dikkatliydi.
“Babam trende değil,” dedim, gözlerim hâlâ dışarıda gezinirken etrafı. Batuhan bir an duraksadı, gözleri hafifçe kısıldı. “Emin misin?” diye sordu, yüzünde dikkatli bir ifade belirdi. “Evet,” dedim kısa ve kesin bir tonda.
O an, Batuhan’ın babamı tanımadığı tamamen aklımdan çıkmıştı. Çantasını bir eliyle sıkı sıkı tutup, diğer eliyle saçlarını geriye attı ve sakin bir sesle, “Pekâlâ. Sakin ol, ben bakacağım,” dedi.
Başımı salladım ve “Tamam,” dedim çaresiz ve endişe dolu bir ses tonuyla. Batuhan, hareket eden trenden sıçrayarak indi ve perondaki seyyar satıcılara doğru yönelip babamı etraftaki insanlara sorarken, o an babam, trenin kapısından elinde bir mendille çıkarak, başını eğlenceli bir ifadeyle uzattı. Yüzümü babama çevirip derin bir nefes alarak, “Buradasın işte,” dedim.
Babam ise gülümseyerek, “Hayır, ben içerideyim. Gel hadi,” dedi. Onun bu şakacı tavrı, içimdeki tüm endişeyi bir anda dağıtmıştı. Kafamı trenin demirine yaslayıp Batuhan’a doğru bağırdım: “Buldun mu?”
Batuhan başını iki yana sallayıp, “Hayır, bulamadım,” diye yanıtladı. Gürültüden söylediklerimi duyamamıştı garibim. Ben de tekrar bağırdım: “Babamı buldum!” Ama o yine anlamayıp, "Bulamadım." Diye bağırdı. Elimle yüzümü kapatarak, "Babam burada, buldum onu." Diye bağırdım var gücümle.
Tren hızlanırken Batuhan bir anda gerçeği fark etti. "Hadi, gel" diye seslendim. Fakat tren ilk ışıklarda geçmişti. “Hey!” diye bağırarak koşmaya başladı o. Ama durakta duran bavullardan birine takılarak yere düştü. O an içimde bir şeyler koptu. “Hayır, kalk, koş!” diye fısıldadım kendime.
Batuhan hızla ayağa kalktı, ama trenin hızı onu yakalayamayacağı kadar artmıştı. Yavaşça durdu, nefes nefese kalmıştı. Onu orada bırakmanın suçluluğu içimde tarifi zor bir düğüm bırakmıştı.
İstanbul’a vardığımızda, babaannemin Rumeli Feneri’ndeki evine doğru yola çıktık. Sarıyer’in derin ormanlarına karışan bu köy, geçmişin izlerini taşıyan taş yollarıyla sessiz ve huzurluydu. Babaannem, bahçesindeki dut ağacının altında bizi karşıladı. Uzun ve zorlu bir yolculuğun ardından burada huzur bulmayı umuyordum. Ama kader, bu köyü yalnızca bir dinlenme yeri değil, yeni başlangıçların ve kaçınılmaz hesaplaşmaların sahnesi yapmıştı.
İki Yıl Önce İstanbul
Ferman, babasının isteği üzerine Tayland’dan başlayıp Ankara’ya, oradan da trenle İstanbul’a uzanan yolculuğunu tamamladığında, şehrin kasvetli havası onu karşılamıştı. Tren, rayların üzerinde ağır ağır ilerlerken, İstanbul’un karmaşası camın ardında bir siluet gibi uzanıyordu. Bu yolculuk, bir evlat için sadece babasına dönmek değil; aynı zamanda geçmişin ağır gölgesine, bir anlamda kendi kaderine de bir adım atmaktı.
Kara Ferman, çocukluğundan beri babası Halid Karalök’ün adını bir efsane gibi duymuştu. Babası sadece ordunun saygı duyduğu eski bir binbaşı değil, aynı zamanda dövüş sanatlarının ustasıydı. Halid, ordudan ayrıldıktan sonra kurduğu dövüş akademisini kendi dünyası yapmış, her şeyini bu akademiye adamıştı. Orası bir eğitim yuvası değil, bir disiplin mabediydi. Ferman’ın oraya dönmesi, onun için yalnızca bir ziyaret değil, içsel bir hesaplaşmaydı da.
Akademinin bahçesine ilk adımını attığında, gözleri sert talimler yapan öğrencileri izliyordu. Vücutlardan yükselen ter kokusu, tok seslerle yankılanan talimatlar ve çimlerin üzerinde yankılanan ayak sesleri, buranın ciddiyetini gözler önüne seriyordu. Bu bahçe, sadece bedenin değil, ruhun da sınandığı bir arenaydı. Ferman derin bir nefes aldı. Yüzüne yerleşen ince bir gerginlikle içeriye doğru ilerledi.
Bahçenin sonunda, babası Halid Karalök’ü gördü. Halid, vakur bir şekilde ellerini arkasında birleştirmiş, sessiz bir dua fısıldıyordu. Ferman, babasının bu ritüelini rahatsız etmemek için duraksadı ve biraz uzaktan izledi. Babası dualarını tamamladıktan sonra, ona doğru yaklaşarak, “Her şey yolunda mı, baba?” diye sordu.
Halid, oğlunun sesini duyar duymaz başını çevirip ona baktı. Yüzünde sakin ama otoriter bir ifade vardı. “Yolunda,” dedi kısa bir cevapla, gözleri Ferman’ın yüzünde derin bir anlam arar gibi geziniyordu. Bu kısacık cevap, söyleyemediklerinin ağırlığını taşıyordu sanki.
Ferman, babasının duasını almış olmanın huzuruyla onunla sıkıca sarıldı. Halid, oğlunun sırtını birkaç kez sıvazladı; sevgiyle ama bir o kadar da sert bir dokunuşla. Onlar için bu, sevgi sözcüklerine dökülmeyen bir bağlılığın ifadesiydi. Ferman dinlenmek için babasından müsade istemiş ve odasına geçmişti.
Biraz dinlendikten sonra öğle yemeği için aşağıya indi. Yemek masasında, iki kişilik bir sohbete ağır bir sessizlik eşlik ediyordu. Halid, tabaktaki çatalını ağır hareketlerle kullanıyor, zaman zaman oğluna bakıp derin bir nefes alıyordu. Ferman ise gözlerini tabakta gezdiriyor, kelimeler boğazında düğümleniyordu.
“Baba,” dedi sonunda, sesi çekingen ama kararlı bir tondaydı. Gözlerini babasının yüzüne kaldırarak devam etti.
Halid, çatalını elinde tutmaya devam ederken ona döndü. “Efendim oğlum,” dedi, merakını gizleyemeyen bir ifadeyle.
Ferman, yıllardır katıldığı kayık yarışlarına bu yıl katılmak istemiyordu. Ama bunu babasına nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Annesinin ölümünden sonra babasına daha da bağlanmış, onu hayal kırıklığına uğratma korkusuyla yaşıyordu. Fakat artık bu yükü taşımakta zorlandığını hissediyordu.
“Bence bu sene kayık yarışı için başka bir kaptan seçmelisin. Yedi yıldır kürek çekiyorum,” dedi, sesi titrek bir samimiyet taşıyordu.
Halid, kaşlarını çatarak oğluna dikkatle baktı. Çatalını masaya bıraktı ve hafif bir gülümsemeyle cevap verdi: “Gelenektir bu evlat.” Bu sözlerinde yumuşak bir ton vardı, ama ardından gelen cümle daha sertti. “Akademinin en iyi öğrencisi sadece kaptan olabilir.”
Bu sözlerin ardından Ferman, alışkanlıkla ekmeği çorbaya batırıp babasına uzattı. Çocukluğunda sık sık yaptığı bu hareket, onların arasında duygusal bir köprü gibiydi. Halid, oğluna hafifçe kaşlarını kaldırarak baktı. “Çocuk değilsin artık sen. Hâlâ lokmayı ağzıma tıkıyorsun,” dedi, yüzünde hafif bir tebessüm belirmişti.
Ferman, ekmeği babasına biraz daha yaklaştırdı. “Senin için daima çocuk kalacağım baba,” dedi yumuşak bir gülüşle. Halid, oğlunun bu samimi hareketine karşı koyamadı ve ekmeği kabul etti. Lokmayı yerken, gözlerinde bir an için geçmişin izi belirdi; eski, mutlu günlerin gölgesi. “Bu sefer burada daha uzun süre kalacaksın, Ferman,” dedi Halid, derin bir nefes alarak. “Sen evlenene kadar göndermem seni buradan.”
Ferman, bu sözlere karşılık sessizce gülümsedi. Gözleri babasının yüzündeki kararlılığı izlerken, içinden bir huzursuzluk dalgası geçti. Babasının arzusunu kırmamak için konuşmamayı tercih etti.
Batuhan sonunda olması gereken yere varmıştı. Akademinin demir kapısının önünde duruyordu. Gözleri, üzerinde “Binbaşı Karalök Dövüş Akademisi” yazan tabelaya takılmıştı. Üzerindeki yol yorgunluğuna rağmen, gözlerindeki ateş sönmemişti. İki dudağının arasındaki sigaradan bir nefes daha çekti. Duman, boğazında bir yumru gibi yükseldi, ağır ağır ciğerlerini terk etti. Birkaç saniye durup gökyüzüne baktı; bu nefes, sanki buraya ait olmadığını düşündüğü eski hayatından bir veda gibiydi. Sonra sigarasını yere attı, ayağıyla söndürdü ve akademinin koskocaman yeşil çimlerle kaplı bahçesine doğru ilk adımını attı.
Bahçe, savaş öncesi bir arenayı andırıyordu. Çimlerin üzerinde öğrenciler, ter içindeki yüzlerinde hırsla ısınma hareketleri yapıyordu. Kimi tekmeler savuruyor, kimi yumruklarını havada birer silah gibi sertçe hareket ettiriyordu. Sesler havada yankılanıyordu; talimatlar, nefes alıp verişler ve bazen boğuk bir kükreme gibi yükselen bağırışlar. Batuhan bu manzaranın içine girerken, her şey sanki bir film sahnesi gibi zihnine kazınıyordu.
Bir grup öğrenci ona fark ettirmeden dönüp bakıyor, fısıltılar arasında bir yabancı hakkında konuşuyorlardı. Batuhan ise, üzerindeki bakışların farkında olsa da duruşunu bozmadan, başı dik bir şekilde yürüyordu. Kalbi deli gibi çarpıyordu ama adımları ağır, neredeyse meydan okuyacak kadar sakindi.
Sonunda, akademinin iç kapısına ulaşmıştı. Kapının ardında, bir grup öğrenci sessizce oturmuş, gözlerini kapatmış, derin bir huzur içinde meditasyon yapıyordu. Ortama hakim olan dinginlik, Batuhan’ı bir an duraksattı. Derin bir nefes alarak, yavaşça kapıyı araladı. Kapının gıcırtısı, içerideki sessizliği kısa bir an için kesti.
İçeri girdiğinde adımları, yerdeki ahşap zemine hafif bir yankıyla vuruyordu. Gözleri duvarlardaki eski tablolar, çatlamış sütunlar ve köşelere dizilmiş silahlarla buluşuyordu. Gözlerini çevresine gezdirirken, bir öğrencinin dikkatini çekti. Gruptan biri, tek gözünü hafifçe aralamış, ona tedirginlik ve şaşkınlık içerisinde bakıyordu. Batuhan bu bakışı yakalayınca hafifçe durdu. Kaşları hafifçe kalktı ve alaycı bir tebessüm dudaklarına yayıldı.
“Hoca o mu?” diye sordu, sesi alçak ama netti. Öğrenci şaşkınca kaşlarını kaldırdı ama bir şey söylemedi; bakışlarını tekrar yere indirdi. Batuhan bu küçük tepki karşısında hafifçe güldü ve içten bir güvenle yürümeye devam etti.
Binbaşı, odanın ortasında, gözleri hâlâ kapalı bir şekilde oturuyordu. Sanki etrafında hiçbir şey olmamış gibi, derin bir sükunet içinde kendi dünyasında kaybolmuştu. Batuhan yavaşça ilerledi, adamın tam karşısında durdu ve sırtındaki çantayı tutarak kendini toparladı.
Binbaşı’nın bu hareketsiz hali, Batuhan’ı tuhaf bir şekilde güldürmüştü. Eğilip kalkması, sürekli yinelenen bu ritüel, bir yandan saygı uyandırırken diğer yandan komik bir görüntü oluşturuyordu. Batuhan sonunda dayanamadı, hafifçe öksürerek sessizliği bozdu: “Öhö, öhö.” Sesi yavaş ama belirgindi, biraz da alaycı bir havayla çıkmıştı.
Binbaşı gözlerini ağır ağır açtı. Yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu, ama bakışları bir dağ gibi ağırdı. Batuhan, bu bakışların altında biraz gerildi ama belli etmedi. Çantasına uzandı ve başını eğerek, “Babam bir mektup yolladı size,” dedi.
Sonra çantasını açtı ve içindekileri karıştırmaya başladı. İlk olarak bir parfüm şişesi çıktı ortaya. Parfümü elinde bir an döndürdü, sonra hafifçe gülümseyip, “Bir saniye,” dedi ve parfümü geri koydu. Ardından çantadan bir iç çamaşırı çekti. Yüzü kızarmış gibi yaptı ama gözlerindeki muziplik, bu mahcubiyetin sahte olduğunu ele veriyordu. “Pardon,” dedi, gözlerini kısarak güldü ve eşyaları yerine yerleştirdi.
Çantasını daha da derinlemesine karıştırmaya başladı. Sonra, " Bir saniye," dedi ve ellerini arka ceplerine götürdü, ardından iç cebine uzandı. Nihayet, yüzünde zafer kazanmış bir ifadeyle, “İşte burada,” dedi. Elinde babasının mektubuyla doğruldu ve mektubu Binbaşı’ya uzattı.
Binbaşı yavaşça elini uzattı ve mektubu aldı. Gözlerini tekrar Batuhan’a dikti. Batuhan, bu ağır ve derin bakışlar altında bir an irkildi ama çabuk toparlandı. İçinde kopan karmaşaya rağmen dışarıdan sakin görünüyordu. Sanki bu karşılaşma, bir savaşın ilk adımıydı; sessizlik, kelimelerin anlatabileceğinden çok daha fazlasını söylüyordu.
Halid zarfın içinden mektubu çıkardı ve okumaya başladı. Mektupta yazanlar baştan sona Butuhanın hayatını değiştirecek tek gerçek olacaktı. Mektupta şöyle yazıyordu...
"Halid, değerli dostum...
Sen bu mektubu okuyorken ben çoktan ölmüş olacağım. Hastalığımın bir tedavisi yok. Ordu'da ülkemizi korumak için savaşırken, ailelerimiz ve çocuklarımızı unuttuk. Oğlum asinin teki olup çıktı. Hiçbir kural dinlemiyor ve sebepsiz yere dövüşmeyi seviyor. İlk başlarda onun bu hareketlerine gülüyordum. Ama şimdi... Beni korkutan bir şey var. Ben öldükten sonra ona ne olacak. Bu endişem benim huzur içinde ölmemin önüne geçiyor. Oğluma sahip çık, onu insan et. Bunun için rica ediyorum sana Halid.
Dostun, Albay Kadir Töre...
Kader, bu köyde ağlarını ilmek ilmek örmüştü. Bu ağda her düğüm, birbirine dokunmadan edemeyen hayatları bir araya getiriyordu. Bir tarafta Halid Karalök’ün bilge duruşu, diğer tarafta Ferman’ın karışıklıkla dolu ruhu ve Batuhan’ın asiliği... Her birimizin hikâyesi, görünmez bir el tarafından ustaca birleştirilmişti.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |