Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. BÖLÜM

@poison

"Yanlış düşünebilir, yanlış anlayabilir veya yanlış yapabilirsin; ama yanlış hissedemezsin"

 

️♟️♟️♟️

 

15 Şubat 2018

 

Tülin Altun

Aynadan kendime her baktığımda ruhumla yüzleşirdim sanki. Gözlerimin aracı olduğu bu yüzleşmede gerçekleri görmemi yine gözlerim sağlardı. Yaşadığım ne varsa, bedenimde yer edinirdi ve ben her defasında yüzleşmenin peşinden koşardım. Kendime bakar, ruhumu dinler ve içimdeki her bir duyguyu diri tutardım.

Diri tuttuğum duygularımda enkaz vardı, yerlerde ise hislerimin cesedi.

Dün akşam, biçimsiz bir şekilde kestiğim saçlarımı özenle düzleştirmiştim. Uzun kalan saç tutamlarını dikkatli bir şekilde kesiyordum. İçimde acıma duygusu yoktu. Oysa ne çok istiyordum uzamasını, istediğim boyuta gelmesini.

Gelmişti ama acımasızca kesmiştim.

Boynuma kadar.

Elimde kalan bütün saç tutamlarını bir poşetin içinde biriktirdim. Ardından ağzını sıkıca bağlayıp dolabımın bir köşesine yerleştirdim. Aynada tekrardan kendime baktığımda, yüzüme renk gelmesi için birkaç dokunuş yaptım. Hayır, ağlamayacaktım. Aksine olabildiğince gülümseyecektim.

Bugün ruhum ve bedenim ortak olup, içimdeki cenaze ile yüzleşecekti.

Kahverengi montumun cebinde sıkıca tuttuğum vezir taşını daha çok sahiplendim içimde. Derin bir nefes alıp evden çıktım. Merdivenlerden indim ve dış kapıyı açtım. Yüzümü göğe çevirdim. Yağmur çiseliyordu, çok hafif bir rüzgar vardı.

Günün rengi, griydi. Üzerimdeki boğazlı kazak gibi.

Yüzümü gri gökyüzünden ayırıp tam karşıma çevirdiğimde, beyaz bir arabanın içinde bir çift kehribar gözle karşılaştım. Yok denecek kadar küçük bir gülümseme dudaklarıma konarken, sağ elimde sıkıca tuttuğum veziri avucumun içinde daha çok sıkmaya başladım.

Bu bir son muydu yoksa ben mi artık son olmasını istiyordum, bilmiyordum. Fakat ona her baktığımda içimi kaplayan keşkeler yine ve yeniden gün yüzüne çıkmıştı. Bir insan nasıl keşkelerin veziri olabilirdi, aklım almıyordu. Oysa bir beyaz elbisenin içinde, uzun saçlarını özgür bırakan kız, siyaha bürünmüş rakibini tanımaz hale gelmişti.

İlk hamleyi yapmıştım, son hamle bugüne aitti.

Arabanın kapısını açmış ve dışarıya nazaran sıcacık bir ortamla karşılaşmıştım. Vücudum aldığı sıcaklığı bana hissettirirken, bu hissi unutma diyordu sanki.

"Hoş geldin." Gözlerinde ilk defa duygusuzlukla karşılaşmıştım. Önceki bakışmaların bana aktardığı her bir duygu bir çıkar üzerine miydi bilmiyordum fakat, ilk defa duygusuzlukla karşılaştığımdan emindim.

Bu bakışları da unutmayacaktım.

"Hep geldim," dedim, zoraki bir gülümseme ile. Bu sefer uzun uzun gözlerime baktığında, onun da gözlerinde 'keşke böyle olmasaydı ama olan oldu' ifadesiyle karşılaştım. Bunu anladığımı anlamış olacak ki hızla arabayı çalıştırdı.

Takvimin 9 Eylül 2017'yi gösterdiği güne döndüm ister istemez. Yazarlar komitesinin düzenlediği Konya söyleyişine gitmiştik o tarihin gecesinde. Bizimle aynı yoldan yürümek isteyen genç, yaşlı ve çocuk farketmeksizin ders vermekten sıkıldığımız bir günde, Mevlânâ müzesine gitmiştik. Ders vermekten sıkılmak yerine yorulmuştum, ayrıca yol yorgunuydum. O gün canım sadece dinlenmek istemişti aslında. Ancak zorla da olsa o müzeye götürülmüştüm. Geldiğime değmesi uğruna müzenin her bir köşesini gezerken, bir tablonun önünden dakikalardır ayrılmayan onu görmüştüm. İki elini cebine yerleştirmiş ve pür dikkat tabloya bakıyordu.

"Demiş, Mevlânâ." Demiştim, arkasından sessizce yaklaşıp yanında durarak. Mevlana'nın bir sözünü dakikalardır incelemesinin sebebini merak etmiştim açıkçası.

İlk kez göz göze geldiğimizde, dediğimi anlamak için kısa bir süre tabloya tekrardan bakmış ve muzip bir şekilde gülümsemişti.

"Öyle mi dersin?"

"Ben değil, Mevlânâ demiş."

Boğulacak gibi hissettim. Arabanın camını sonuna kadar açıp derin bir nefes aldım, gözlerimin dolmasına asla izin vermemeliydim.

"Üşüyeceksin," dedi, sanki beni çok düşünür gibi. Umursamadım, geçmişi anımsadım tekrardan. O gün tanışmış, kaynaşmış ve hatta şans eseri aynı şehirde yaşadığımızı bile öğrenmiştik.

Ne şans ama.

Kendisi, okulunun düzenlediği sanat projesi sayesinde Konya'ya gelmişti. Çizdiği resimler onu Konya'ya getirmişti.

İstemeyerek gittiğim Konya'ya, bana verdiği güzellik için teşekkür edip üç gün sonra Bursa'ya dönmüştüm tekrardan. Takvim bu sefer 12 Eylül'ü gösterirken, şu üç günün çabucak geçmesi için Allah'a yalvarmıştım resmen. Çünkü o gelecek ve ertesi gün birlikte akşam yemeği yiyecektik.

Aslında, aramızda bir satranç oyununun başladığını ve bunun oldukça uzun süreceğini o akşam yemeğinde anlamam lazımdı.

Anlayamamıştım.

Anladığım tek şey; uzun süreli bir oyunda olacağımız değildi, uzun süreli bir beraberlik olacağıydı.

Yanılmıştım.

Arabanın camını kapattığımda tekrardan derin bir nefes aldım. Gözlerim tamamen gri olan gökle buluşunca, hissettiğim duyguların havayla sözleşmeli olduğunu bir kez daha kendime inandırdım.

Takvim 16 Eylül'ü gösterirken, giydiğim beyaz elbisenin üzerine özgürce serilmiş uzun saçlarımı sevmiştim. Özenle makyaj yapmış, giyinmiş ve koca saatleri geride bırakmıştım. Kaç saat önce hazırlanmaya başlamıştım bilmiyordum fakat sonuç gayet başarılıydı. Hava cıvıl cıvıldı, biraz esiyordu sadece. Sonrasında bir fırtınaya dönüşeceğini ima eder gibi, sinsi sinsi esiyordu.

O gün bana kendi elleriyle yemek yapmıştı. Orman ve gölün kavuştuğu bir manzarada karşılıklı yaptığı yemeği yemiştik. Baştan aşağı siyah giymişti ve görünüşümüz zıtlaşmıştı.

Daha beter birbirimize çekilmiştik.

Güneşi uğurlayalı çok olmuş ve hatta gecenin serinliğini ağırlamıştık. Üşüdüğümü hissettiğimde bana yeşil ceketini vermişti.

Ona özel boyadığım yeşil ormanı, kahverengiye hapsetmişti ve ben bunu şimdi farkediyordum.

Elimi çeneme dayamış, kahverengiye hapsettiği ormanı ya da sinsice içime sızan rüzgarı umursamadan sadece onu izlemiştim. Bir şeyler anlatıyordu.

Şimdi ise yeniden elim çenemde, gözlerim yolda, ruhum ise cenaze yerindeydi. Hissizdim, bu iyi bir şey miydi anlayacak durumda bile değildim. Yol boyunca hiç konuşmamıştık. Öyle ki on beş dakikalık yol, on beş dakika boyunca nefesimi tutmuşum gibi hissettirmişti. En sonunda araba sessiz bir tepede durdu. İlk birkaç dakika ikimizden de çıt çıkmazken, içimdeki volkanın patlamasını istemeyerekten direkt konuşmaya başladım.

"Bir kız çocuğuna şeker verilmiş, her istediğini yaptırmışlar." Gözlerim ona bakmıyor, hissizlikle sadece karşıma bakıyordum.

"Seninle tanışmış, aramıza bir bağ örmüş olmamız bu bağı düğüme çevirebileceğin anlamına gelmiyordu. Seninle yemek yedim, sohbet ettim, yetmedi çay içip satranç oynadım. Oysa senden istediğim tek şey, huzurdu. O bağ zamanla düğüme dönüşürken, kendimi kurtarmak yerine bunu bana yapmamanı sana açıklamaya çalıştım." Derin bir nefes aldım. "Ama sen, elime tutuşturduğun şekerin tadını değiştirdin, bir çıkar uğruna bizi oynattın."

Gözlerinin içine bakmasam bile hareket etmediğini, hatta başını önüne eğip öylece dinlediğini anlayabiliyordum.

"Bu yaşananları bir köşeye itiyorum. Sen, o düğümü çözmeme izin bile vermedin. Normal bi bağı koparabilecekken sen koca bir düğümle beni baş başa bıraktın. Söylesene, hayatımdan çıkıp gitmişken mutlu olmamı kaldıramayacak kadar ne yaşattım ben sana?" Son cümlemde gözlerinin tam içine bakmıştım. Sorduğum sorunun cevabını o bile bilmezken, bakışlarında koca bir boşluk vardı.

Yine ve yeniden, sorum cevapsız kaldı.

"Ben seni bu kadar çabuk unutup yoluma bakabiliyorken bunu neden kendine yediremedin?" Hafifçe dikleşmiş ve başımı ona doğru uzatmıştım. Onu bilmem ama benim gözlerimde koca bir ateş vardı.

"Ben vereyim cevabını; cevap alamayan sorularıma yine ben cevap vereyim, ha İlkay Sezer? Çünkü sen, beni çıkarların uğruna harcadın! Çünkü sen bizi zevk uğruna sattın! Sen, benim ruhumu içindeki şeytana pazarladın!" Derin bir nefes çekip gözlerini gözlerimden ayırdı, tam karşıya odaklanmıştı.

"Senden sonra mutlu olmam, senin ise bunu kaldıramaman tamamiyle çekememezlik. Benim seni kolayca silebilmem ve sonrasında mutlu bir ilişkiye adım atmam sana neden bu kadar dokundu? Neden beni sürekli rahatsız ettin? Neden benim zaaflarıma ve sinirime oynayıp beni koca bir cehennemin içine attın?

İlkay Sezer; ilk zamanlar kır bahçesinde çiçekli elbisesiyle naralar atan kızı bir tabloya resmederken, çiçekleri soldurmuş ve o bahçeye kara bulutları üşüştürmüştü. Umudum kırılmış, beklentilerim sonuçsuz kalmış bir ayrılıkta bu kadar sarsıntı yaşayacağımı bilemezdim. Sonuçta insanlar tanışır, bir şeyler yaşanır ve sonrasında yollar ayrılırdı.

Bizim yollarımız ayrıydı fakat benim yolumda İlkay Sezer ve engelleri vardı.

8 Kasım 2017 tarihinde Umut Vural ile tanışmıştım. Sıradan bir tanışma ve normal bir birlikteliğimiz olmuştu. Emindim, o engellere takılmasaydım normal bir birlikteliğin aksine hayat bana daha iyi bir kır bahçesi kapıları açabilirdi. İlkay ile kısa süreli bir birliktelik yaşamış ve kısa sürede yollarımız ayrılmıştı. Onun ruhumda ne varlığı ne de izi kalmıştı. Fakat her engele takıldığımda, bir çizik oluşuyordu ruhumda. Kendini hatırlatacak hamleler her günümde olmuştu. Karşıma çıkamasa bile varlığını belli eden her bir davranışta tek çözüm yolum kaçmaktı.

Bu üç ay boyunca devamlılığını sürdürmüştü.

İşin garip tarafı, tam bir ay sonra yani 8 Aralık 2017'de on sekizinci yaş günümü yakın arkadaşlarım ve Umut ile birlikte kutlarken, bulunduğumuz kafenin arabayla tam da önünden geçmesi bardağı taşıran son damla olmuştu benim için. İlk uyarım o zaman gerçekleşti; sonrasında iki, üç, dört derken artık sayamadığım boyuta ulaşmıştı. Umut'un her şeyin farkında olması, ondan bir şey saklayamayıp her şeyi söylememden ötürüydü. İlkay'ı önce kızgınlıkla, sonra sakinlikle, ondan sonra arkadaşça ve en sonunda tehditle uyarsam da fayda etmemişti.

İlkay Sezer, çok kısa bir süre birliktelik yaşamamıza rağmen ve benim onu çok kolay bir şekilde silebilmeme rağmen; önüme koyduğu engeller yüzünden ruhumu zedelemiş, dengemi bozmuş ve hayatımı tersine çevirmişti.

Umut'u sevmiştim fakat bu engeller yüzünden kendimi tanıyamaz hale gelmiştim. Her ne kadar uyarılarım dikkate alınmasa da, İlkay için içimde yarım kalmışlık hissi vardı. Bu hissi her köşeye attığımda daha güçlü bir şekilde karşıma dikiliyordu ve ben o lanet günde bu hisse karşı yenilmiştim.

17 Ocak 2018 vicdanımın haykırdığı o lanet gündü.

Umut, bana bir erkeğin bir kadını nasıl sevebildiğini net bir şekilde göstermişti. Çocukken içimde ukte kalan her bir şeyi bana yaşatmış, çocukluk duygusunu iliklerime kadar hissettirmişti. Bir kız için bu çok ince bir davranıştı. Ama ben nankördüm, çünkü yarım kalmışlık hissine yenilmiştim. İlkay'a karşı uyarılarım, onun yüzünü dahi görmek istemediğim için telefondan gerçekleşmişti. Ancak o lanet günde yine kendini hatırlatmış, evimin önüne kadar gelmişti.

Dayanamadım. Umut'a karşı sevgim varken, bu sevgiyi diri tutmaya çalışıp aynı zamanda İlkay'a karşı yarım kalmışlık duygusu ile savaşmaktan yorulmuştum.

Bu yorgunluğa, dayanamamıştım.

O gün evden çıkmış, karşısına dikilmiş ve tehdit ede ede son olacağını düşünerek uyarmıştım. Fakat ilk ve son kez cevap verdiği tek şey, bu uyarıma öpücük ile karşılık vermek olmuştu.

Zorlama ile öperek.

Ben nasıl ki içimdeki yarım kalmışlık duygusunu kafesliyor, onu tutuyor, içimde zindanın bir köşesine atıyorsam; İlkay da ellerimden tutmuş ve onu istemememin bilincinde olmasına rağmen, bunu umursamazlığın bir köşesine atıyordu.

Onu isteyip istememem umurunda bile değildi. Umurunda olan tek şey, onun ne istediğiydi.

Ellerimin elleri tarafından hapis tutulduğu ve bedenimi kontrol altına aldığı bu yirmi beş saniyede düşündüğüm tek şey Umut olmuştu. Yarım kalmışlık duygusu bu durumdan nasibini alırken, kendimden nefret etmeye başladığım ilk an bu olmuştu. Vicdanım haykırmaya başlıyordu.

Bir asır gibi gelen yirmi beş saniye bitmiş ve beni boşluğa atar gibi serbest bırakmıştı. Suratına okkalı bir tokat atmak istemiş, yüzüne karşı haykırmak istemiştim. Yapamadım. Adımlarım yavaş yavaş evime doğru giderken gözlerim dolmuş, ruhsuz bir şekilde ilerlemeye çalışıyordum.

Yürüyen bir ölü gibiydim.

Kendimi direkt duşa, soğuk suyun altına attığımda ağlamam koca bir feryada dönüşmüştü. Kirli hissediyordum kendimi; vicdanımın lafları dayak atıyordu sanki. O soğuk zeminde kaç saat oturdum, kaç şişe şampuan bitirdim bilmiyordum. Vücudum, lifi derimi kazıyana kadar her yerime sürttüğüm için kızarmıştı. Ağlamaktan gözlerimi açamaz hale gelmiştim.

İyi değildim.

Şimdi ise bağırmalarımı, her bir lafımı umursamadan öylece oturan İlkay Sezer karşımdaydı ve bu sakinliği beni delirtecek cinstendi.

"Tanıştık, denemeye çalıştık, ilerlemeye çalıştık ama olmadı İlkay. İnsanlar ayrılabilir, ayrılık sonrasında insanlar senin gibi sürekli kendini hatırlatmaya çalışıp karşı tarafın mutluluğunu zedelemeye çalışmaz. Şeker vererek kandırdığı duyguyu oynatmak sen ve senin gibiler içindir ve ben, sen ve senin gibilerden uzak durmaya çalıştıkça sen beni içine daha çok hapsettin. Neden o engelleri yoluma dizdin?! Neden ilişkimi bile bile karşıma çıktın?! Neden beni bu şekilde manipüle ettin?! Ben seninle olan ilişkimde, seninle her zorluğa göğüs gerebikecekken, seni paran için hayatımda tutmayıp kuru ekmek yiyebilecek kadar sevebiliyorken sen bunun neden sonradan farkına vardın?! Bir başkasının şekeri daha tatlı gelince beni neden zehirlemeye çalıştın?! Bana cevap ver artık!? Beni o gün öperek neden Umut'u aldatmamı sağladın?!"

"Yeter!" Suskunluğunu sonunda bozmuştu. Kaç dakika bağırarak konuşmuştum bilmiyordum fakat son iki cümlemde ki ses tonum diğerlerine nazaran daha baskın çıkmıştı ve İlkay bundan daha baskın bir ses tonuyla o sessizliğinin zincirini kırmıştı.

"Ben sana kendimi hatırlatsam bile bana karşılık veren sendin. Uyarı bile olsa, her şekilde bu davranışıma karşılıkla gelen yine sen oldun. Akıllı olacaktın ve gelmeyecektin. Ben bencil bir adamım; senin mutlu olup olmaman, benim umurumda bile değil. Bana nasıl bir karşılıkla geldiysen, ben bu karşılıkla yolu çizerim. Ben senin duygularını oynatmadım, ben seni kandırmadım. Sen ne istediysen onu yaptın ve bunun adına 'İlkay beni kandırdı' diyebilirsin fakat üzgünüm, durum böyle değil. Emin ol seni kandırmak istesem bunu her şekilde yapardım ama ben sana hiçbir şey yapmadım. Bana karşı hisleri büyüten, her hamleme karşılık veren hep sendin."

İçimdeki yarım kalmışlık duygusu bile yıkılmışken, ağzımı açıp tek kelime edemedim. Saniyeler sonra dudaklarımı araladığımda, konuşmaya bile mecalim kalmadığını anladım.

"Bizi bu hale sen getirdin."

Bıkkınlık ve aynı zamanda küçümseyici bir gülümseme yayıldı dudaklarına. "Benim sana bir şey yaptığım yok. Halimizde de bir şey yok. Bak bana, Tülin. Sırf son kez konuşup bazı şeylerin farkına var diye seni buraya çağırdım, bundan başka yaptığım hiçbir şey olmadı. Duyguları içinde büyüten, sinirine hakim olamayıp beni sürekli arayan ve ağzına geleni sayan, iradesizce davranan sensin. İradeli olacaksın, sinirlensen bile bunu kontrol edeceksin. Sadece sinir değil, her bir duygunu yönetmeyi öğren artık. Ben sana hiçbir şey yapmadım ve kendi duygularınla hareket edip beklemediğin sonuçlar aldığın için suçu bana yıkamazsın. Bunun sinirini benden çıkaramazsın."

İçimde kocaman bir yangın vardı. Bir şeyler yıkılıyordu, sallanıyordu ama ben hâlâ dik duruyordum. Donmuştum. Bunalıyordum, nefes alamıyordum.

"Nankörsün." Sesim fısıltılı çıkmıştı adeta. İçimdekileri dışa asla yansıtmıyordum ama o bunu anlamış gibi bir saniye süren endişeli gözlerle bana bakmıştı. Sonrasında acımasız laflarını tekrardan yüzüme savurmaya devam etti.

"Evet. İnsanoğlu nankör ve sen ilk defa böyle bir durumla karşılaştığın için acını benden çıkarıyorsun. Yıllar geçecek ve sen bundan daha beter bir nankörlükle karşılaşacaksın. O zaman beni, bu laflarımı anlayacaksın." Derin bir nefes alma gereği duydu, bakışlarını gözlerimden ayırıp uzaklara çevirdi. "Neden diye yönelttiğin sorularının cevabı çok basit, öyle istedim ve yaptım. Canım yapmak istedi ve yaptım. Keyfim yapmak istedi ve yaptım. Benim sağım solum belli olmuyor ve ben canım ne isterse onu yaparım. Kimseye de hesap vermem."

Yeni kestiğim saçlarımı geriye doğru atarken duyduklarımın karşısında derin bir nefes alma ihtiyacı duydum.

"Senin keyfin ve kahyan yüzünden benim vicdanım susmuyor. Azap çektiriyor bana. Bütün duygularımın esiri oldu ve ben acı çekiyorum. Neden peki, çünkü İlkay paşamızın keyfi ve kahyası yüzünden." Elimi alnıma dayayıp camdan dışarıya baktığımda lafa devam ettim. "O kadar acımasızsın ki, umurunda olan tek şey sen ve duyguların. Başkaları ne hisseder, ne düşünür, kırılır ya da üzülür düşüncesi sende hiç yok. Bunları düşünmeden hareket ediyor ve arkanda koca bir enkaz bırakıyorsun."

Birkaç dakika sessizlik olmuştu. Sonrasında artık kulaklarımı kanatan sesini tekrardan duydum.

"Yanılıyorsun. Şu an üzüldüğüm tek şey, bunların yeni farkına varıyor olman."

İçimdeki sarsıntıya daha da güçlüsü eklenmişti. Gözlerimi yumduğumda sakin kalmaya çalıştım fakat çıldıracak gibiydim. Şimdi değil, ağlamak için sırası değildi. Söylediklerine sinirlenecektim fakat koca bir yıkım yaşadığımı asla bilmemeliydi.

"Teşekkür ederim benimle bir kuru ekmek yiyebilecek kadar fedakar olabileceğin için, ciddiyim çok fedakarsın. Ama fedakar olmayacaksın, insanlara kendinden eksiltip onları olduğu gibi kabul etmeyeceksin. Sen ne istiyorsan onu belli edecek ve insanlar senin için fedakarlık yapacak. Aptal olma, tekrardan teşekkür ederim ama ben bütün iyi sıfatları suistimal ederim."

Kusmak istiyordum. Midem bulanıyordu artık. Daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı sanki. Bir yanım, 'sen de haykır ve altta kalma' diyordu ama diğer yanım sadece susmamı istiyordu. Şu an ona içimdekileri söylemem hiçbir şeyi değiştirmeyecekti çünkü içimde onun nasıl bir insan olduğunu farkettiğim bütün nedenleri o bana açıklamıştı. Benim, onun yüzüne haykırmama fırsat vermeden, o nasıl bir insan olduğunu yüzüme vurmuştu. İçimde bunun farkına varmam yetmiyormuş gibi ondan duymak bir hayli sarsmıştı. Hem, yüzüne haykırsam ne değişecekti ki? Umurunda bile olmayacaktı, vicdanına dokunmayacaktı, üzülmeyecekti, kendinden nefret etmeyecekti.

"Bu kadar vicdansız olamazsın. En azından ilişkisi olan bir insanı zorla öpmeye kalkamazsın. Bu kadarını yapamazsın. Senin vicdanın yok mu?"

Elleriyle yüzünü kapatmış ve derin derin nefes almaya başlamıştı. Büyük ihtimalle hâlâ bu laflarına rağmen salak gibi neden bunları sorguladığımı düşünüyordu. Ancak yanılıyordu, ben onu daha beter içimde bitiriyor ve hiç istemediğim duyguların gün yüzüne çıkmasını sağlıyordum.

İçimdeki cehennem ateşini fırsata çeviriyordum.

"Öpmek istedim ve öptüm. Var mı başka merak ettiğin bir şey?"

Yoktu. Olan bana olmuştu ancak bunun zararını onun yaşayacağını anlayamıyordu. Çok uzun sürecek ama anladığı an, bu cehennem ateşi sona erecek ama onun içinde cehennem ateşinden daha beter bir fırtına kopacaktı.

Kendimi arabadan dışarı attığımda ve hızla yürümeye başladığımda arkamdan kornaya basmıştı ancak umursamamıştım. Yağmur ince ince çiseliyordu ve hava iç açıcı bir soğukluğa bürünmüştü. Havanın ta kendisi için aynı şeyi söyleyemezdim, içim daha beter kararmıştı.

İçimde ağlama duygusu yoktu, aslında hiçbir duygu yoktu. Hissizdim. İşittiğim bütün sözler yok olup gitmişti sanki. Çünkü içimde ki ateş her şeyi yakmıştı.

Cebimde duran vezir taşını avucumu acıtana kadar sıktığımda, saatlerce yürümüş ve en sonunda eve gelmiştim. Öyle bir yorgunluk kaplamıştı ki bedenimi, anahtarı anahtar deliğine sokana kadar akla karayı seçmiştim. En sonunda kapıyı annem açmış ve kocaman bir gülümsemeyle beni karşılamıştı.

Benim aksime bir mutluluk görmek güzeldi.

"Sana mükemmel bir haberimiz var." Annem konuşurken babam mutfaktan çıkmıştı, onun da yüzünde gülümseme vardı. Kapının başında öylece dikilirken, ikisinin de gözlerinin içine bakıyordum.

"Yorgun ve bitkin görünüyorsun ancak en kısa zamanda topla kendini." Babamın ses tonunda gurur vardı. Kafam allak bullak olmuştu, ne olduğunu anlayamıyordum. Tam o sırada kedimiz Kara, bacaklarımın arasında gezinirken eğilip onu kucağıma aldım.

"Kara seni çok özleyecek," dedi annem, gözleri dolu bir şekilde başını kapıya yaslarken.

"Biz de öyle." Babam da Kara ve beni izlerken, annem hiçbir şey anlamadığımı anlamış olacak ki vücudumun dona kalacağı ve beni yeni bir başlangıcın araladığı kapıya atacağı şeyi söyledi.

"Gidiyorsun Tülin. Ankara'da eğitim almak için hazırsın."

Gün boyunca yaşadığım bütün duygular birbirine karışmışken, içimdeki o cehennemde bir şeyin güçle yerin dibinden çıkıp bedenimi sardığını hissettim.

O an emin oldum ki, o içimdeki güç beynimi ve kalbimi esir aldığında beni ben bile durduramazdım. Yüreğimde sinsice yayılan kin ve nefret duygusu zafere doğru ilk adımını attığında, çoktan kendi gücümün mağlubu olmuştum.

Loading...
0%