Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@poncikkaktus19

 

Öncelikle Herkese Merhaba!

Bu benim çok emek verdiğim ve Üzeirne çokça düşünülerek kurguladığım bir hikaye.

Bu yüzden oy ve yorum sınırı koymak istiyorum.

Başarılı olursa devam edeceğim. Bölümler hazır.

Bölüm sınırı 20 Oy 20 yorum.

Sınır geçildiği an yeni bölüm atacağım.

...

"Sabahın bu saatinde beni uyandırdığına umarım değer Arslantaş yoksa kendine yeni bir iş aramaya başla! Kardeşim falan demem kovarım seni! “

Hala gözlerimi ovarken Yanımda heyecanla dikilen Arslantaş ben yokmuşum gibi gömleğinin metro yüzünden bozulan yakalarını düzeltti.

Sanki ilk defa gelişiymiş gibi heyecan doluydu.

Pekin metrolarında sabahın köründe süründüğümüz yetmezmiş gibi onun bu beleş gezi sevdasıyla uğraşıyordum.

Her şeyi ben ödediğim için maşallah pek bir güler yüzlüydü.

Neyse ki yediklerimizi şirket kartıyla ödeyebildiğim için benim ve cüzdanımın hala yaşamaya ümidi vardı.

Hangi şanssız insan daha uçaktan iner inmez sabah akşam demeden köle gibi çalışacak diye düşünecek olursak o tam da ben oluyordum.

Yani Akay Aşina Demirci.

Daha da ayrıntı vermem gerekirse namı diğer şuan yanımda sırıta sırıta dikilen Kazak Türkü Arslantaş’ın patronu.

Maalesef kendileri aynı zamanda da kardeşim de oluyorlardı.

Bugün ona işim düşmüştü sağ olasın kendisi de hemen kabul etmişti.

Tabi para karşılığında.

Yoksa onu okumaya bayıldığı belgelerin arasından tezini yazmaktan hiçbir güç alıkoyamazdı.

Bir turizm şirketinin genel müdür yardımcısıydım ve Çince bilen tek Allahın Kulu ben olduğum için hevesle Çine açılmak isteyen patronumun ilk öne attığı kişi olmuştum.

Zaten o gudubet adam en çok para kazandıranlardan biri olmasam beni çoktan kovardı. Gerçi başladığımızda bir anlık bir sinirle ona İngilizce bilmeden turuzim şirketi mi açtınız dediğimden de olabilirdi.

Dedemin kendi iyiliğin için her doğruyu her yerde söyleme nasihatini unutmuş olmamın ahını da yaşıyor olabilirdim.

Çünkü o konuşurken genelde dalga geçtiğimden pek parlak bir torun olduğum söylenemezdi.

Onun tecrübe dolu nasihatlerini ne zaman yok saysam başıma bir şey geliyordu.

Çok büyük adamdı.

Neyse şimdi bende dün uçaktan yeni inmiş olmama rağmen Arslantaş’la beraber önce Ming hanedanlığından kalma ming mezarlarını gezmiştik.

Arslantaş bir Türk tarihçi olma adayı olduğundan ve çinde hala bir sürü belge ve kitap inceliyor olduğundan Çin seddini turun son planına aldığını söylemişti.

Bende ona uyum sağlamıştım. Tabi gerçek tur planlamasında Çin seddini öne koymamak intihar olurdu.

İnsanların Çin’e gelme nedenlerinden yüzde doksanı zaten setti.

Yapıya zarar verdiğinden günde sadece 65bincik(!)kişiye izin veriyor olsalar bile yılda yaklaşık olarak 67.5 milyon kişiye tekabül ediyordu.

Bu gereksiz bilgileri mesleki bir defermasyon olarak tekrar tekrar hatırlamak sinir bozucu olsa da elden bir şey gelmezdi.

Bugün de çilemiz yeni başlıyor demek ister gibi yine sabahın köründe Beihai parkını geziyorduk.

Daha doğrusu o bana tezinden bahsediyor bende etrafı inceliyordum.

Hiç dinlemediğim gerçeğini saymazsak tabi.

“ Şuan üzerinde yürüdüğümüz köprüyü yaptıran... “

Sözünü bitirmesine izin vermeyen şey bu saate rağmen bizim gibi buraya gelmiş deli insanların biri bana omuz atması oldu.

Yoğun uykusuzluk ve kanımdaki yüksek kafein seviyesi sağ olsun düşmeye an kolladığım için anında yere devrilirken Arslantaş bir kahkaha patlattı.

Onun sanki daha önce hiç düşen birini görmemiş gibi yarıla yarıla gülmesine göz devirirken Acıyan kıymetlimle iç çektim.

Madem kıyafetim kirlendi dinleneyim biraz diye düşünerek yerde biraz daha kaldım.

Arslantaş ise gülmekten ölmeme başarısını göstererek bana döndü.
Gözleri unutulmaz bir an yaşamış gibi parıl parıldı.

Yerde olduğum için başımı kaldırıp ona baktığımda Kahve rengi yıkamaya erindiği için kısacık kestirdiği saçlarının yüzünü ortaya çıkardığını fark ettim.

Ona bir yabancı gözüyle bakacak olursam çıkık elmacık kemiklerinin güldüğünde onu bir sincaba benzettiğini söyleyebilirdim.

Oturarak çalışmasına rağmen çalışmaktan yemek yemeyi unutacak bir salak olduğu için hâlâ zayıftı. Allahtan çok uzun değildi de millet direk sanmıyordu.

Bense ondan tamamen farklı olarak lacivert diyebileceğim koyulukta mavi gözlere siyah omzuma kadar ancak gelen saçlarım ve uzun boyumla Arslantaş’ın rızkını yemekle suçlanıyordum.

“ Keşke videoya alsaydım ya.“

Pişmanlıkla hayıflanan sesiyle kendime gelirken ayağına uyarı mahiyetinde vurarak “ Biraz daha gülersen insanlar yetkililere kocaman bir sincap şehirde geziyor diye ihbar etmeye başlayacaklar.“ dediğimde dudakları ısırarak sırıtımasını bastırmaya çalıştı.

Cevap vermesini beklemeden sepe serpe yattığım yerden doğruldum.

İyi en azından metroda ayakta kalmanın hasarını atlatmış gibiydim.

“ Buraya gelmeden önce babamla kavga ettim söylemeden gizli gelmem de tuzu biberi oldu. Sanırım ahı tuttu. “

bileğimi tutarak beni ayağa kaldırırken gülüyordu.

“ Adamın gönlünü yapacağına atar gider yaptığın için böyle oluyor. Ergen seni. “

Göz devirsem de gülmeden edemedim. Yirmi yedi yaşında olmam dışında sorun yoktu.

Köprünün üzerinde ben fotoğraf çekmeye devam ederken o da bana burası hakkında bildiklerini anlatıyordu

En son köprünün üzerindeyken bana köşedeki Aslanla ejdarha karışımı tuhaf işlemeleri gösterirken “ Söylentilere göre bir imparator buradan aşağıya atlayıp intihar etmiş. Artık ne derdi varsa garibin. “ dediğinde kaşlarım kendiliğinden havalandı.

Burnuma fena magazin kokusu geliyordu.

“ İmparatorun adı belli mi bari? Bunu Güzelce hikayeleştirirsek iyi para kazanırız. Belki de öldürülmekten korktuğu için yapmıştır sen ne dersin? “

Kafama bir tane vurarak Kaşlarını çattı.

“ Sen tanıdığım çoğu kişiden daha çok tarih biliyorsun madem okumaktan vazgeçtin. Değiştirmeye yada hurafe uydurmaya çalışma. Bu yüzden sana imparatorların adlarını söylemiyorum. Zavallıların kemiklerini sızlatacaksın. “

Omzu silktim. Sonuçta her tarihi şahıs gelecekte hatıırlanmayı isterdi sadece birazcık değişiklikle yardımcı olacaktım.

“ Annem bu iş için ömrünü verdi de ne oldu? Ölümü bile belli belirsiz oldu. Bundan sonra tarih benden uzak olsun. Bu arada ben hurafe uydurmuyorum tahmin yürütüyorum sadece. Sonuçta dertlerini yazmamışlar değil mi? “

Dik dik bakarken ellerini kendine sardı.


“ O herkes tarafından sevilen ve taktir toplayan bir tarihçiydi hakkından böyle bahsetme. Ayrıca senin Türk tarihine olan düşkünlüğünü de biliyorum. Biz küçükken bile Çince yi öğrenip Irkımızı yücelteceğim diyip dururdun. Şimdi Bu Salak şirkette çalışırken umursamıyor numaraları yapma yemiyorum. Sadece üzüldüğün için böylesin. “

Ona cevap vermeden hafifçe aşağıya doğru eğildim. Şuan bu kadar yorgunken dır dır etmesini çekemezdim.

Bu gölden atladıysa hemen ölmezdi aslında. Başka bir yarası daha mı vardı ki?

Acaba aşkı katsam satar mıydı ?

Güneşli hava bir anda karmaya başlarken kara bulutlardan selam verir gibi gelen gök gürültüsüyle gözlerim kıyamet kopmuş gibi gökyüzüne dönmüş Arslantaşa kaydı.

“Bugün de hava öyle güzel ki insanın işini gücünü bırakıp etrafta fotoğraf çekesi geliyor.“

Etrafta koşuşturma ve şaşkınlık sesleri birbirine karışırken Arslantaş tuhaf tuhaf ve beni hiç duymuyormuş gibi gökyüzüne bakmaya devam etti..

Bende giydiğim hırkanın kopüşonunu başıma örttüm.

Çocuğun evde kala kala tükenen nöronlarını soğuk hepten yok etmişti.

Kolundan çekerek başına serçe vurdum.

“ Ne bu çölde kalmış bedeviler gibi bir duygulanıp ağlamadığın kaldı. Kendine gel de yağmadan bir kafeye girelim. “

Hava da gözüken siyah bulutlar iyice artarken hala bana bakmaması ile kalbimi garip bir telaş sardı.

“ Arslantaş şoka mı girdin ... Gidelim hadi. Islanacağız! "

Bir anda Kolumu tutarak hızla kararan bulutların arasından kaybolan güneşi gösterdi.

“ Akay bu... Bu... Efsanelerdeki.. “

Sözünü kesen şey benim onu ileriye doğru götürmeye çalışmam oldu. Bu da kitap okuya okuya kafayı yemişti.

Çalışmam diyorum çünkü ayaklarım bir santim bile yerinden kımıldamadı.

Şokla ayaklarıma bakarken sonunda kendine gelebilmiş Arslantaş beni çekmeye çalıştı. Ayaklarım bir santim bile oynamazken bu sefer ağzı açık kalan bendim.

Ne oluyordu bize böyle? Havada fırtına alametleri görülmeye başlandığında beni çekmeye çalışan elini ittirdim.

“ Sen git ıslanma bana ne oldu bilmiyorum. Ayaklarım tutuldu mu aslında his var ama hareket yok. Herhalde birazdan kendine gelir. “

Arslantaş başını iki yana salladı. Şoklu ifadesi hala yüzündeydi.

sadece bir dakika için Bardaktan boşalırcasına yağmaya başlayan yağmur yüzünden etrafta tek tük kişi kalırken “ Seni sırtıma alacağım tamam mı? “ diye sorması ile bıkkınca göz devirdim.

" Hayırdır ben görmeyeli Naim Süleymanoğlu falan mı oldun? “

Ben bir yetmiş sekizdim ve kilom da kaldırabildiğim için haliyle pek azımsanabilecek türde değildi.

Göz devirerek kibirli kibirli güldü ve beni hızlıca kaldırdı . Kaldırdı kaldırmasına ama hareket etmeden acıyla bana döndü .

" Seyit onbaşı demeliydin...”

Şu halimizde hala benimle dalga geçiyordu ya!

“Geberteceğim seni Arslantaş ! İndirir ulan beni! Şerefimle hastanelik olmayı tercih ederim! "

Karşılık vermeden öylece durduğunda “Ne oldu? Aslantaş iyi misin? Indir beni! "diye çığırdım.

Başım hemen omzunda olduğu için bakışları bana döndü. Ağladı ağlayacak haldeydi.

“ Hareket edemiyorum. Ayaklarım ileri gitmiyor. Hemen birini aramalıyız. Neden tuhaf olan her şey bizi buluyor ya!”

Başımı hızla sallayarak sırtından indim. Yere inmemle kalakalmam bir olurken etraftaki tek tük insanda kaybolmuş bir görevli bize doğru koşuyordu.

Daha doğrusu koşamıyordu zira rüzgar başlamıştı ve fırtınaya benzer bir durum yaşanmak üzereydi.

Telefonumdan Ambulansın numarasını ararken esen rüzgara kapılmamak için bir yandan da köprüden tutuyordum.

Bize doğru gelen çöp kutuları havada uçuşurken bir kasırga ın ortasında kaldığımızı o an anladım.

Gözlerim Arslantaşa kayarken onun gözleri de bana dönmüştü Ki bana çarpan çöp kutusu ile nevrim döndü.

Kendimi bir anda köprüden tutunarak göle düşmek üzereyken buldum. Diğer elimi de Arslantaş tutarken korkuyla gözlerimden bir kaç damla yaş aktı.

Ne yaşıyorduk ulan biz böyle?

Rüya olmalıydı yada kabus...

Gerçek ...gerçek olamazdı .

Sıkı sıkı tutarken öleceğimi o an fark ettim. Elim acıyordu başıma çarpan kutu yüzünden başım dönüyordu. Acı gerçek olduğunu bana fark ettirmişti.

Babam yalnız kalacaktı.

Annem gibi bu yaban ellerde tek başıma ölecektim.

Gözlerim acıyla kısılırken Arslantaşa doğru bakarak elimi kurtarmaya çalıştım. Onu da kendimle birlikte sürükleyemezdim.

“ Sen kendini kurtar! “ diye bağırırken sesimin rüzgardan duyulmadığının farkındaydım.
Boynumda asılı fotoğraf makinesi ne olduğunu anlamadan uçarken Arslantaşın yüzüne doğru çarptı.

Bu kadar şey tesadüf olamazdı. Kader de böyle bir şey herhalde ölecektik alnımıza yazılmıştı.

Arslantaş dengesini kaybedip üzerime doğru düşerken son gördüğüm şey kararmış bulutların renkli bir hala büründüğü ve aradan bir ayın parladığıydı.

Suya dalmamla bilincimi yitirirken zihnimde babama verdiğim sözler, gözlerimde Arslantaşın beni bırakmamak için verdiği uğraş kaldı.

Derin ve soğuk bir karanlığa gömüldük....
...

Gözlerimi sert bir yatakta açarken gördüğüm ilk şey tavanda tuhaf bir bez oldu.

Net görmek adına gözlerimi bir kaç kez kapatıp açtıktan sonra yine aynı şeyi görerek güldüm.

Deliriyordum sanırım.

Ölmemiş miydim yani.

E hastane de de değildim.

Yattığım rahatsız yerden Doğrularak üzerime örtülen garip yorganı yere ittim.

Burası... Burası otağlara benziyordu.

Bir çadırın içinde miydim yani?

İyi de gölden nasıl kurtulmuştum ki?

Ya Arslantaş?

Biri beni çıkardı diyecektim de çıkarıp neden bu hayatım da ilk defa içinde bulunmak hatta içinde yatmak deneyimin de bulunduğum çadıra getirirdi ki?

Bir de şatafatlıydı ki sorma gitsin. Kitaplarda tasvir edilen bey otağlarına benziyordu.

“ Delirdin sanırım Akay. “

Üstelik çadırın içinde meşaleler vardı hadi onu da geç soba vardı ulan soba!

Yok ya kesin Arslantaş manyağı bana şaka yapıyordu. Kendi kendimi cimcirdiğimde acı hissiyle gözlerim büyüdü.

Ayağa kalktığımdaysa saçlarımın belime kadar geldiğini fark ettim. Benim saçlarım omzumdan sadece birazcık uzundu. Ne ara bu kadar uzamıştı?

Ayrıca ellerim niye bu kadar yaralı bereli ve küçüktü.

Vücudum da oldukça küçüktü.

Sanki...

Sanki on üç yaşıma falan geri dönmüş gibiydim.

. Ağzım iki metre açık kalırken saçlarımı normalde yapmayı asla düşünmeyeceğim kadar zor bir örgü yapılmış olduğunu görmemle sadece yutkundum

. Örgülü haliyle bile belime geliyordu.

Kesin ben komada birkaç kaldığım için babam ceza olsun diye bunları yapıyordu .

Repertuarı da iyi ayarlamışlardı. Bayağı inandırıcıydı.

Üzerimdeki tuhaf içlik benzeri şeye tepki dahi verilemezdi zaten.

Her şey tamamdı da neden bu kadar küçüktüm?

Ayağa kalktığım da boyumun da oldukça kısa olduğunu fark ettim.

Ulan ben bir yetmiş sekiz olarak yaşamıştım. Şimdi kendimi birden şirinlere dönmüş kadar kısa hissetmem normal miydi?

Çadırın diğer bölmesine doğru yürürken garip bir şekilde içime diğer tarafta birinin olduğu doğdu.

Bu his o kadar garipti ki sanki ezberlenmiş bir refleksti.

Tüm tüylerim diken diken oldu.

Hislerime karşı koymadan çadırın diğer odalarına geçiş kısmına doğru bir tekme savurdum.

Bir anda Tekmemden kaçarak içeriye giren adamla gözlerim büyürken bana doğru bıçak sallaması sanırım bekledim şeylerin arasında bile yoktu.

Vücudum bıçak darbesinden rahatça kaçarken tekrar tekrar bıçağı dibine kadar soktu. Bense bunu her gün yapıyormuşçasına hamlelerinden sıyrıldım.

Yanlış anlaşılmasın bunu bana yaptıran şey her neyse ilahi olmalıydı zira dans eder gibi dövüştüğüm bu adama karşın normalde olsa kesin ölüp gitmiştim hatta şuan vücudumu da ben kontrol etmiyorum desem yeridir.

Elimde silahım da yoktu.

En sonunda ayağımla bileğine attığım hızlı tekme sonucu bıçak çadırda en uç kısma giderken önümdeki adam da gülümseyerek bir dizini yere koydu ve elini de kalbinin üzerine yumruk atar gibi vurdu.

“ Korku dolu gözükmemenize sevindim. İstediğiniz gibi size Karşı taraftan haber getirdim Aşina Hatun. “

Lan bu şaka mıydı?

Bu beni öldürmek için burada değil miydi?

Kafayı yiyecektim.

Hangi insan sokaktan geçen herhangi biriyle bıçak şov yapardı ki? Ya böğrüme falan saplansaydı ne olacaktı?

Bu arada Türkçe neden böyle evrilmişti ki?

Ben görmeyeli Uzak doğu mandasına falan mı girmiştik ki?

Üstelik bariz bir sertlik dilde hissediyordu.

Anladığım ve yetmemiş gibi bir daha bir daha Kendi kendime çevirdiğim de bu psikopatın bana hatun dediği belliydi.

Tam konuşacağım sırada ben söylemeden Ağzımdan “ Anlat! “ diye bir hüküm çıktı.

Hüküm diyorum zira ben hayatımda hiç böylesine bir ses tonu kullanmamıştım.

O an anladım ki içine düştüğüm şey her neyse ayvayı yemiştim.

Bedenimin içinde başka bir ruh daha olabilir miydi ?

Ayağa kalkmadan “ Sizin önderliğinizi küçümsediler. Kağanımızın ön taraftaki yenilgileri ve abileriniz İşbara ve Mukan teginlerin yenilgiye uğramasıyla birliklerin çoğu oraya yönlendirdiler. Şafak söktükten sonra planladığımız hücumu gerçekleştirebilirsek Sağ tarafın başındaki prensi ele geçirmemiz mümkün. İstediğiniz gibi. Ne olur ne olmaz bir esir. “ diye anlattığında bilmem kaçıncı şokuma daha girdim.

Allahım İşbara diyordu. Mukan diyordu.

Çin diyordu hücum diyordu.

Esir diyordu ulan! Esir!

“ Sabahı bekleyin. Son kararımı o zaman açıklayacağım. Çekilebilirsin. “

Cevap vermeye hazır olmasam da Ağzımdan çıkanlar ve ellerimi arkada birleştirmiş halde üstün tavrım tüm tüylerimi diken dilen etti.

Yok ya bu benim bedenim olamazdı.

Ölmüştüm de ruhum birinin bedenine mi girmişti? Zavallı herhangi birine eziyet mi ediyordum şuan ?

Başka bir açıklaması olamazdı.
Tekrar göğsüne vurup ayağa kalktığında benden uzun ama oldukça genç gözüken adama öylece baktım.

Zayıf sayılabilecek bir vücudu olsa da duruşu ve yaydığı hava oldukça heybetliydi.

Karanlıktan dolayı olsa gerek daha da koyu gelen çekik gözlerinde ufak bir kırılma oldu sanki.

Ben konuşamadan içimdeki ses yine önce davrandı.

“ İyi iş çıkardın Erkut. Devletimiz var oldukça senin gibi yiğitlerde ödüllendirilecektir. Söyleyeceğin bir şey var mı? “

Lan bu ne?

Karşımdaki adam gülümsediğinde saçındaki örgülerden biri önüne düştü. Bu sefer ben onun örgülerini geriye atan taraf oldum.

Ama bunu yapan bizzati bendim.

Yakışıklı bir adam önümde diz çöktüğü için kısa bir an aklımı kaçırmıştım.

Bakışları büyürken gözleri bir süre çoktan çektiğim elimde kalsa da sonunda toparlamayı başararak gözlerime baktı.

“ Çadırınızın güvenliği iyi değil. Sizin için icaplarına bakmamı ister misiniz? “

Çadırımın güvenliği mi?

Saçmalık.

Önce beni öldürmeye gelmiş gibi davranıyordu. Sonra da güvenlik.

Yakışıklı bir adamın yüzünden bıkma sürem tamı tamına on beş saniyeydi. Ve bum artık aklım tekrar yerine gelirdi.

“ Gerek yok. Ben hallederim. Git sen. “

Bu manyak beni öldür möldürürdü en iyisi hiç bulaşmamaktı.

Babam böyle manyakları çok arıyor muydu acaba çok merak ediyordum.

Ayrıca söylemeden geçemezdim içimdeki his bir anda kaybolmuştu. Acaba küçük bir ihtimalde olsa kişilik bölünmesi geçiriyor olabilir miydim ki?

Başını sallayıp çadırdan çıkarken gözlerim çıkış biçimine kaydı.

Çadırın kapısına kadar çıkış biçimini değiştirmeden son anda Arkasını dönmüştü.

Görende beni kağanın kızı falan sanırdı.

Giyiminden hiç bahsetmiyorum zira deri bir kaç parça kıyafet ve ne kürkü olduğunu anlamadığım bir kürk vardı.

İki tarafında da kılıç ve boynunda da yay olması kıyafetle uygun bir Dekor dan ziyade basbayağı gerçek bir silah gibi gözüküyordu.

. Sanki Savaşa gerçekten gidecekti

Sadece bir şaka için kadar ağır şeyleri ne diye taşıyorsa.

Şakanın kalitesini arşa çıkarmışlardı resmen.

Yere düşen hançeri elime aldığımda üzerinde gördüğüm işletmeler tüm tüylerimi diken diken eti.

Hançerin açıkça saf kalite olduğunu söyleyebilirdim. Hatta hançerin biçimi bile klasik anadolu stilinden farklıydı. Daha uzun ve daha inceydi.

Neden Moğolistanda gördüğüm eski hançelerle neredeyse aynı gözüküyordu?

Belki de çok iyi bir kopyasıydı.

Evet, evet zaten başka türlüsü saçmalık olurdu.

Hançeri ne olur ne olmaz delinin biri beni yine öldürmeye çalışır diye yanıma alırken dışarıdan gelen soğukla iç çektim.

Bu neydi böyle hayatım boyunca görüp görebileceğim en soğuk yer olan sivastan bile daha soğuk gibiydi .

Ayrıca Ayağıma gözlerim kayarken kalın beyaz yün bir çorap olduğunu gördüm.

Yok daha neler ya .

Ertuğrulun çekildiği yere mi gelmiştim acaba?

Çadırın diğer tarafına geçtiğimde gördüğüm ilk şey bana doğru selam duran iki asker oldu.

İkisinin de tipi kaymıştı yani bana uğrayan isminin Erkut olduğunu bildiğim adam onlara da uğramıştı.

İç çekerek yanlarına geldiğimde kafalarını eğdiler.

“ Bağışlayasın Aşina Hatun hata yaptık. “

Elimi önemli değil dercesine sallayarak ki bu duruma hala inanamıyordum kafası ilk kaldıran askere “ Hangi yıldayız? Telefonunu verebilir misin? Söz aramızda kalacak. Paranızı almanız için bilmiyormuş gibi yapacağım. “dediğimde ona sanki yabancı dilde bir şey söylemişim gibi şaşkınca yüzüme baktı.

Diğeri de anlayamamış gibi Tuhaf tuhaf bana bakarken birkaç dakikanın sonunda cevap alabildim.

“ Maymun yılındayız. Ayrıca ne istediğinizi de anlayamadım. Bir çeşit ottan mı bahsediyorsunuz? isterseniz şifacıya bir sorayım?“

Onun bu gerçekten de şaşkın ve meraklı hali kafamda yazdığım tüm senaryoları boşa çıkarırken gözlerim doldu.

Maymun yılı derken?

Yok ebesinin...

Hayır ağlamak için çok erkendi. Bu saçmalığa kolay inanmayacaktım.

Şifacı diyordu adam ya . Yok daha neler...

“ Hiç sormadım say. İşine geri dönebilirsin.”

Başını sallarken ikisinin arasından geçerek dışarıya çıktım.

Etrafı inceleme isteğime zorlukla hakim olarak gözlerim gökyüzüne kaydı. Işıl ışıldı...

Hayatım hiç bu kadar parlak bir gökyüzü görmemiştim.

Yıldız doluydu. Hatta dikkatli bakılırsa bir takım yıldızı bile çıplak gözlerle seçilebilirdi. .

Ürkütücü şekilde güzeldi.

Üstelik biz boğulmadan önce ortaya çıkan gökyüzünü de unutamıyordum.

Bulutların arasında parlayan o ay hep gözlerimin önündeydi.

Arslantaş manyağı efsane efsane deyip durmuştu. Sormaya bile fırsatım olmamıştı...

Dakikalarca belki bir uçak geçer yada hayvan sesinden başka bir ses duyarım diye beklesem de sonuç yine hüsranla sonuçlandı.

Belki de buna göre ıssız bir yeri seçmişlerdi.

Evet evet. Babam zaten oldukça kinci bir adamdı. Ders vermek istiyor olabilirdi.

Etrafa iyice bakıp bir kaç askere daha aynı şeyi sorduğumda aldığım farklı farklı cevaplarla gözlerimi sıkı sıkı kapattım.

Kimisi telefonu hayvan sanmıştı, kimisi bir kuş türü.

Doğru olamazdı.

Böyle bir şey imkanı yoktu.

Gözlerimi açtığımda ilk olarak yürüyüş mesafesiyle beş dakika kadar sürebilecek olan yerdeki beni neredeyse öteki tarafa gönderecek olan Erkutu gördüm. Biriyle dövüşüyordu.

Birinin bu adama hayatta dövüşmekten daha çok şey öğretmesi gerekirdi.

Bu çadırlar etrafta duran askerler kılıç yapan savaşmaya meraklı adamlarla ne yapacaktım ben.

Ya gerçekse? Ya gerçekse ve ben komutansam?

Burası açıkça bir askeri kampa benziyordu.

Şimdi şaka diyecektim de etrafta kamera da gözükmüyordu .

Üstelik öyle dövüştüğümü gördükten sonra kalbim hala üç buçuk atıyordu.

Bir ayna olmadığı için göremesem de saçlarımdan ve yara bere içindeki ellerimden benim de dövüşen kişilerden olduğum anlaşılıyordu.

Şaka gibiydi ama benim Türk baklavası gibi olan hafif göbeğim burada gerçek bir baklavaya dönmüştü.

Ayrıca kolumda da daha önce görmediğim türden bir yara izi vardı.

Yanık gibiydi ama değil gibiydi de.

Daha açık bir örnek verecek olursam...Doğum lekesi gibi bir şeye benziyordu.

Başım çatlarken gözlerimi istemsizce gökyüzüne çevirdim.

“ Tamam ölmek istememiştim ama bu kadarı da fazla değil mi?Yaşıyorsam eğer yılda bir yanlışlık oldu yaklaşık olarak bin üç yüz yıl kadar sonrası olmalıydı!“

Delilikti ama komada falan rüya görüyordum belki de.

Öylece çadırın girişinde etrafa bakarken meşaleler den görünen manzara ile iç çektim.

Çadırları elbiseleri eşyaları tek tek incelenmiştim. Hatta atları bile tek tek incelenmiştim. Şaka mıydı bunlar ya?

Ölmüş müydüm?

Yada Arslantaş o da ölmüş müydü ?

Ya babam o ne haldeydi?

Biricik kızı yaban ellerde ölmüş bir başka yaban ellerde tuhaf bir şekilde gözlerini açmıştı.

Ondan izinsiz geldiğim için tüm bu insanlara para vererek rol yapmalarını sağlamış olmasındı?

Öyleyse benim daha demin bıçak şov konusunda verdiğim tepki de neyin nesiydi?

Söylediğim sözler neyin nesiydi?

O kadar tur atıp insanlara deli gibi gelecek hareketler yaparken içimde taşıdığım ümidin kırıntıları yavaşça etrafa saçıldı.

Gittiğim her yerde bir parça daha kaybettim ümidimden...

En sonunda bir ağaç dibine çökerek başımı dizlerime yasladım. Bu bir şaka değildi. Rüya değildi .

Ama gerçeklik ... Nasıl gerçeklik olabilirdi?

Böyle saçma bir durum nasıl nasıl gerçeklik olurdu ?

Ağlayamıyordum. Ne hissedeceğimi de ne düşünceğimi de bilmiyordum.

Ölmüştüm . Göle doğru battığımı hatırlıyordum.

Yüzme bilmeme rağmen bilincimi yitirmemin de oldukça hızlı olduğunu söyleyebilirdim.

O çöp kutusu kafamı yarmıştı resmen.

Belki Arslantaş’ın yaşamak için bir şansı olmuştur. Sonuçta düşmüş olmuş olsa da bilincini yitrecek kadar sert bir darbe almamıştı.

Yaşıyor olabilirdi.

Gözlerim gökyüzüne değerken’ bu boktan duruma umarım sadece birimizi düşürmüşsündür.’ diye mırıldandım.

Belki de en iyisi uyumaktı. Eğer uyursam bu kabustan uyanabilirdim.

Başımı ağaca yaslayarak gözlerimi kapattığım sırada dövüş sesleriyle dişlerimi sıktım. Gündüzler çuvala mı girmişti ulan!

Bırakın da şu boktan durumdan kurtulmaya çalışayım!

Şu Erkut denilen adamı bir avuç suda boğacaktım o olacaktı.

Karşıda ki dövüş tuhaf bir hal alırken adeta dövüşmüyorlardı da uçuyor gibiydiler.

Gerçi bana neydi ki ... ne yaparlarsa yapsınlar.

Uyumaya çalışarak gözlerimi kapattığım sırada bir türlü uykumun gelmemesi ile sayıp sövmek için ağzımı açmıştım ki bir asker söylemesi çok kötüydü ama ki gerçekten böyle zırha benzer kıyafetli bir asker önümde diz çökerek bana selam verdi.

" Gereken tüm hazırlıklar yqpıldı aşina hatun! Ne yapacağımızı son toplantıya kadar saklamaya hala kararlı mısın ?”

Ne diyordu bu be ?

Kaşlarım çatılırken neyden bahsediyorsun diyecektim ki yine okorkunç his bana hakim oldu.

Oturuşum aynı olmasına rağmen sesimin tonu ve duruşum sanki bambaşka bir insana dönmüş gibiydi.

" Buraya geldiğin iyi oldu Cenkut . Diğer komutanlara haber et buluşmak ve kararım açıklamak istiyorum. “

Ne diyordu bu? Karar derken? Ne kararı?

Başını sallakren gözleri kısa bir an üzerimde dolaştı.

Bende fırsattan istifade onu incelerken gözünün üzerini kapsayan büyük bir yara görmemle tekrardan bunun bir gerçeklik olduğuna emin oldum.

Oyuncu birinin gözü böylesine savaş yarasına benzer bir darbeyle çizilmiş olamazdı.

Bu kadar iyi makyaj yapan bir sanatçıyı da babam bulamayacağına göre...

Ağzımı açacağım sırada içimdeki ruh hiç insiyatifini bozmadan ” Gözlerini daha çok sevmelisin cenkut . Ben seni her zaman koruyamam." Dediğinde şaşkınlıkla bir yaşıma daha girdim.

Bu kız kendisine baktığı için onu gözünden etmekle mi tehdit ediyordu yoksa bana mı öyle geliyordu?

Açıkçası bu kızın daha doğrusu ruhun çok çetin ceviz olduğu belliydi.

Sanki eğlenceli bir şey duymuş gibi gülümseyen Cenkut bunu duymaya alışmış olacak ki “Kıyafetin için uyaracaktım ama madem ayazın ortasında içlikle gezmek istiyorsun komutanıma bir şey diyemem .” dediğinde ruhun dudakları iki yana kıvrıldı.

" O zaman kürkünü bana ver. Sende daha güzelleri vardır. "

Oha! Bu kızın resmen arkadaşı vardı be.

Cenkut üzerindeki kürkü çıkartıp Aşinaya verirken ters ters baktı.


“ istediklerini ileteceğim aşina hatun. Sende üzerindekini sonra versen iyi edersin. ”

Ardında da cevabını beklemeden ileriye doğru ilerleyip gözden kayboldu.

Aşina kürkü üzerine geçirerek tekrar ortadan kaybolduğunda şaşkınlıkla ağzım açıldı.

Bu kız aslında içten içe oldukça yumuşak biriydi. Şartlar onu yeterince üzmüş olmalıydı.

Uykum kaçtığı için Etrafı üç beş kez daha turlayarak ileresem de karşıma çıkan insanlardan ve ormanlardan ürkmüş Üşümüş ve korkmuştum.

Sonunda gidip gelmem çok uzun sürdüğü halde dövüşlerini bitiremeyen ikiliye döndüm.

Burada en güvenilir tipi bulana kadar ismini bildiğim tek kişiye yapışsam iyi olurdu.

Yani Erkut denilen Manyağa.

Dayanamadan onlara doğru ilerlediğimde beni ilk gören Erkut oldu.

Olduğu yerde durup bana baktığında karşısındaki gariban da durdu.
Gözlerimi Erkut tan çekmezken “ Siz bu halde neden dışarıdasınız? “ diye sorması ile gözlerim üzerime kaydı.

Doğruya bu şey sanırım sadece zırhların yada kıyafetlerin üzerine giyilen içliklerdendi. Cenkut ta söylemişti . Neyse ki kürk hala üzerimdeydi.

Bu yüzden millet ben geçerken Başlarını eğiyorlardı demek.

Şu üzerimdekileri biraz bollaştırsam ve rengini değiştirsem işe giderken giydiğim şeylere benzerlerdi.

Bir şey de yoktu yani.

Bozuntuya vermeden elimdeki hançeri ona fırlattım.

Ama bu kavga eder gibi değil de birine hopbala diye bisküvi atar gibi yaptım.

O da ölürse burada bir başıma ne yapardım kim bilir.

Anında tutarken “ Bunu vermek için gelmiştim. “ dediğimde hafifçe gülümser gibi oldu.

Benimse gözlerim karşıdaki adama kaymıştı ki gördüğüm yüzle sarsılarak ağzım beş metre açıldı.

Arslantaş eski halinden farklı olarak çok daha gençti ama onu nerede ne halde görsem tanırdım.

O Arslantaş'tı.

 

Loading...
0%