Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4- Fotoğraf Dolusu Kutu

@poncikss1234

"Gizlenmek zevklidir, bulunmamak felaket."

(Donald Woods Winnicott)

Hayatta pek çok kararlar aldığımızda onun bize getirecek artısı ya da eksisini ölçemeyiz. Ani gelişen olayların boyutu, hayatınızın büyük bir bölümüne eşlik eder. Kararlarımızı biz versek bile bazen üstümüzde emanet gibi durabilir.

Benim için Doğu bölgesi tamamen tesadüf güzeliydi. Belki başıma geleceklerden habersiz belki de güzel bir döngüde kendimi kaptırmış, hiçbir engeli göremiyordum. Hayatım, bibloların uzunlukları gibi inişli çıkışlıydı. Birden hayatıma dahil olan insanların samimi vermiş olduğu tepkiler, beni değiştirmeye yetiyordu. Belki de ben değiştirmek için müsaade ediyordum. Değişmek, değiştirilmek günah mıydı? Eğer günahsa, ben en güzel günahı işliyordum.

Evin yeni eşyalarına yer açmak için eskimiş olan eşyaları kapının önüne taşıyordum. Bunları nasıl atacağım hakkında bir fikrim yoktu fakat tek bildiğim yeni eşya, yeni düzendi. Çocukluktan gelen bir hayalim vardı. Bu hayalimi, şimdi gerçekleştirdiğim için çok mutluydum.

Odamın içine hep kütüphane kurmak istemişimdir. Bu kütüphane, bildiğimiz dolap şeklinde olanlardan değildi. Açık kahverengi, ahşaptan yapılmış raflara koyabileceğim kitaplarım, kendimi kütüphanede hissettirecekti. Odamı tamamladıktan sonra mola vermeye karar verdim. Bu mola hakkımı da Duru’yu arayarak kullanacaktım.

Onu aradığımda, meşgule attı. Önemli bir işi olduğunu düşünüp bir daha da rahatsız etmedim. Bugün izinli olduğum için Yüzbaşı’yı da görememiştim. Mehtap’ın orada olduğunu düşünüp aradığımda, açmıştı.

-Alo Mehtap, tünaydın. Neredesin? Müsait bir yerdeysen birkaç soru sormam gerekiyor sana.

“Müsaidim. Sorabilirsin.”

-Ben Yüzbaşı’yı-

“Merak etme yarın taburcu oluyor, istersen aradığını söyleyeyim. Sıkıntıdan patladı zaten. “Ne zaman buradan çıkacağım, görev bekler.” gibi gibi cümleleri beni baydı. Hemen onu buradan yollayın.” Gülerek söylediği cümlelere ben de gülüp teşekkür ettim. Kısa bir konuşmanın ardından kapatıp işimin başına döndüm.

Üç saatin sonunda odam, eski hâlinden daha da güzel, huzurlu olmuştu. Kendime aynadan bakıp tebessüm ederken, tebessümüm solmuştu. Aklımda hâlâ bir köşede tamamlanmayan konular gezinirken ne yapacağımı bilemiyordum. Umarım her şey yoluna girerdi.

Balkona çıktığımda, çocukların evin önünde top oynadıklarını gördüm. Onların oyunlarını seyredip zamanın geçmesini bekledim. Karargâhtan çıkan o ikiliyi gördüğümde, elimde olmadan onları çağırmıştım. Önce şaşırsalar da daha sonra kendilerine gelmiş, benim kapıya doğru yönlerini değiştirmişlerdi. Zil çaldığında, onları bekletmeden açıp içeriye buyurdum. Beklemediklerinden dolayı tedirginlik yaşasalar da daha sonrasında salona geçmişlerdi.

Onlara soracağım çok soru vardı. Yalıtım meselesi, kapının önündeki gereksiz eşyaları nereye bağışlayabileceğim gibi sorular ve merakım artmıştı.

Onlara kahve yapıp iş yorgunluklarını üstlerinden biraz da olsa attırdım. Daha samimi bir ortam için tebessüm etmeye dikkat ederek hâl hatır sordum. Onların da ortama alışmaya başlamasıyla birlikte konuya giriş yaptım.

-Gelelim size iki haylaz asker. Siz bana demediniz mi burada yalıtım var biz seni hiçbir şekilde duyamayız diyen? Dün Yüzbaşınız beni azarladı, haberiniz var mı sizin?

Aslında azarlamamıştı ama onların gözünü korkutmak için söylediğim ufak, pembe bir yalandı. İkisi birbirilerine bakıp kaş göz yaptığında ellerimi koltuğa sabitleyip önlerine doğru eğildim.

-Açıklamanızı bekliyorum. Açıklama yapmadan şuradan şuraya gidemezsiniz.

“Yemin ederim ki ben bilmiyordum. Geçen senenin başında ben az ötede duran gri lojmanda kalıyordum. Orada vardı, burada neden yok, onu çözemedim. Tekrar kusura bakma.”

“Ben de var olduğunu biliyorum. Demek ki bazı durumlardan dolayı burayı yeniden inşa etmişler.”

Onların da bir suçu yoktu. Ben burada daha yeni olduğumdan, hiçbir şeyi tam olarak bilmiyordum.

-Kapının önündeki eşyaları, bağışlayabileceğim bir yer var mı? Siz böyle işleri belki bilirsiniz.

“Ben biliyorum. Çarşıda ikinci el dükkanı var. O dükkanın sahibi buralı zaten, size yardımcı olur. Size numarasını vereyim o, çırakla beraber size gelip eşyaların sağlamlığını, kullanış zamanını falan öğrenip ona göre dükkanına alıyor. Eğer kabul edersen numarasını şimdi sana vereyim.”

Bunu öğrendiğim iyi olmuştu. Numarayı aldıktan sonra onların yanında arayıp durumu anlattım. Yarın müsait olduklarını, eşyaları kontrol etmeye geleceklerini söyledi. Ev adresimi de verdikten sonra telefonu kapatıp karşımda oturan ikileye baktım.

-Beni tanıyorsunuz fakat ben sizi tanımıyorum. İsimleriniz neler, nerelisiniz?

Kumral, uzun boylu, zayıf olan önce konuşmaya başladı. “Ben Tuğrul Dikmen, Eskişehirliyim. Mesleğimi de biliyorsun zaten. Annemler Eskişehir’de ikamet ediyorlar ben de Cizre’de yaşamaya çalışıyorum.” Siyah saçlı, o da en az Tuğrul kadar uzun boylu ve daha iri yapılı olan da “Ben, Yiğit Fatih Erbaş. İzmirliyim. Burada yaşıyorum. Annem vefat etti, babam da şu an ablamla beraber Burdur’da yaşıyor.” Kısa ve öz tanışmamızın sonucu onlara müsait olduklarında yemeğe davet ettim. İkisini de gözleri parladığında, ben de mutlu olmuştum. Kalkmak istediklerinde, onları yolcu edip etraftaki bardakları topladım.

İyilik yapmak her insanda bulunmuyordu. İyilik yaptıkça sanki etrafımdaki kötü enerjileri atıyordum. Ben böyleydim. Kimseye tam anlamıyla sinirlenip, bağırıp çağıramıyordum.

Sesimi ne kadar da sert çıkartmaya gayret etsem de bir bakışla ya da bir konuşmayla hemen yumuşuyordum. Her insanın karakteri, sana bağlıydı. Sen ne kadar iyi yaklaşırsan, onlarda sana öyle davranırdı. Bu hep kendime hatırlatıyordum.

Duru’nun bana dönmesiyle beraber kafamın içinde kurduğum dünyadan uzaklaşıp aramasına yanıt verdim. Uzun uzun konuştuktan sonra beni eve davet etmişti. Ne kadar istemesem de daha sonra kabul etmiş, şimdi de ona gitmek için hazırlanıyordum.

Abisiyle ayrı yaşamasını merak etsem de ikisinin de ayrı düzeninin olduğunu sonradan aklıma oturtabilmiştim. Belki de çocukluktan gelen ayrılık alışkanlığı sayesinde bu kadar normalleşmişti.

Evden çıkıp gökyüzüne baktım. Havada süzülen kuşların dans edişi, ağaçların ona eşlik edercesine yapraklarının kıpırdanışı… Her şey çok güzel görünüyordu. İzmir’e göre kesinlikle çok farklıydı. Tabii her ilin kendine göre güzellikleri vardı ama burası diğer illerden bile bana göre farklıydı.

Her insan, muhtaç olduğunda tanımasa bile kapısını açıyordu. Bu geleneklerini gerçekten de benimsemiş, uygulamaya da çalışmıştım. Duru’nun kaldığı lojmanın önüne geldiğimde, nöbetçi askerin beni durdurmasıyla birlikte ona gereken bilgileri aktarmıştım. İçeriye geçtikten sonra asansörle dördüncü kata basıp son kez aynadan kendime baktım. Asansörün bildirimiyle indikten sonra kapıda beni bekleyen Duru’ya kocaman gülümseyip sarıldım.

İçeriye geçtikten sonra her zaman oturduğum salona geçtim ve bir değişiklik olup olmadığına baktım. Her şey ilk tanıştığımız gibiydi. O da karşımdaki tekli koltuğa oturup bugün yaşadıklarını anlattığında, sohbetimiz başlamış oldu. Yaklaşık iki saattir burada olduğumdan kalkmak için izin istedim. Aklına bir şey gelmiş olacak ki beni oturtup konuşmaya başladı.

“Ya nasıl söylenir bilmiyorum ama sen benim yakın arkadaşımsın. Aydemirler göreve gitmişler, neredeyse iki ay yoklar. Evde de bilirsin ki kimse olmayacak. Yarın akşam işten çıktıktan sonra beraber oraya uğrayıp biraz toparlasak mı?”

Ona yarın ki yaptığım planı anlattıktan sonra saatleri ayarlayıp abisinin kaldığı evde buluşacaktık. Kalktıktan sonra ayaküstü vedalaşıp oradan ayrıldım.

Saate baktığımda akşam dokuz buçuktu. Dinlenmek için yürüyüşümü attırdığımda, birkaç çocuğun peşimden geldiğini gördüm. Yaşlarından dolayı tedirginlik yaşamasam da her yaklaştıklarında, havanın da etkisiyle bana doğru gelen alkol kokusu dayanılmazdı. Lojmana yaklaştığımda arkama göz ucuyla baktım. O kadar içmişlerdi ki yanlarında yürüyen insanlara çarpıp duruyorlardı. Sağ salim lojmanın kapısına geldiğimde, kulübenin camını tıklattım. Asker, beni görünce kaşlarını çatıp kulübeden çıktı ve “Bacım, bir sorun mu var?” dedi.

-Arkamda reşit olmayan alkollü çocuklar var. Misafirlikten buraya gelene Kadar takip ettiler. O kadar içmişler ki yanlarında yürüyen insanlara çarpıp anca duruyorlar.

Anladığını belirten yüz ifadesinden sonra arkamı dönüp orada olup olmadıklarına baktım. Bankta üçü oturmuş, hararetli konuşmaya dalmışlardı. İki askerin yanlarına varmasıyla gözleri yerlerinden çıkacak gibi olmuş, hemen onların ayaklarına kapanmışlardı.

Gerekli işlemler için sevk etmelerini bildirdiklerinde, onlara teşekkür edip eve çıktım. Buradaki insanların bu olaylara alışık olması, akıl alır gibi değildi. Çantamı ayakkabılığa asıp ev terliklerimi giyindim ve üstümü değiştirip kendime papatya çayı yaptım. Onu içerken vücudumun yorgunluk sinyalleri gözlerime vuruyordu.. Yarım bıraktığım çayı masaya koyduktan sonra koltukta uyuya kalmıştım.

Sabah neredeyse ay da bir kere olan dinçliğim sayesinde uyanmış, kendime hayret etmiştim. Saate baktığımda, altı buçuğu gösterirken önce hazırlandım daha sonra kahvaltı yaptım.

Telefonumla ilgilendikten sonra evden çıkıp hastaneye yürümeye başladım. Daha önce uğradığım bakkaldan birkaç abur cubur alıp hastane bahçesine geçtim. Çikolatayı açtıktan sonra yanıma gelen beşli yaşlarında, sarışın ve yeşil gözlü kız çocuğu direkt gözünü çikolataya dikmişti Onun bu hâlinden dolayı çantamdaki aldığım bütün abur cuburları ona vermiş, gülümsemesini izlemiştim.

Kısmetti, hayatta ne yapacağımız bizim elimizdeydi. Vermeseydim belki de büyük bir vicdan azabıyla dolanacaktım. Belki de onları yemek kısmetimde yoktu, bilemezdim.

Toparlandıktan sonra odaya geçip üstümü değiştirdim ve dinlenme odasına girdim. Herkesle her zamanki samimiyet ile güne başladıktan sonra sağımda kalan stajyerlerle de tanıştım.

Hazal, benim öğrencim olduğundan önce onu yanıma çağırıp kurallarımı anlattım. Anlaştığımızı düşünerek de bugün ameliyat olursa onu da yanıma alacağıma söz verdim.

Saatler hızla geçerken, kalkıp Mehtap’ın kulağına yüzbaşının hangi odada kaldığını sordum. O da ona uğrayacağını söyledi ve beraber odadan çıktık. Kapıyı tıklattıktan sonra terleyen ellerimi formama silip içeriye geçtik.

Onu gördüğümde, yüzündeki canlılık dikkatimi çekmişti. Örtüsü göğsünün hepsini kapatmadığından, gözüm bandajlı yerlerde dolanmıştı. Gözlerimi vücudundan çekip gözüne sabitlediğimde, tebessüm edip kendini dikleştirmeye çalıştı. Ona yardım ettikten sonra Mehtap’a sorulan soruların aynısını bana da sordu ve ben de gülerek omuz silktim. Cevabını bildiği soruları sorması onun yapacağı bir hareketti.

Ayaküstü konuştuktan sonra onun iyi olduğunu bilmek beni rahatlatmıştı. Çıkacağım zaman beni durdurup ev hakkındaki görüşlerini söyledi. Duru ile daha önce konuştuklarını varsayarak planımızı anlattım. Kaşları istemsizce çatılmış, beni dinlerken haberinin olmadığını söylemişti. Pot kırdığımı fark ederek olayı değiştirmeye çalışmıştım fakat nafileydi.

Tilkilik lakabını gerçekten de hak eden bir yüzbaşıydı. O kadar bilir gibi konuşup ağızdan laf alıyordu ki ayakta şok geçiriyordum. Onu yalnız bıraktıktan sonra ufak iki ameliyatımın olduğu haberi geldi. Hazal’ı da yanıma alıp beraber steril olduktan sonra masayı beraber hazırladık.

Hazal, çok bilgili ve öğrenmeye açık olduğundan doktordan izin alıp onun girmesini istedim. Önce kabul etmese de daha sonra benim uzaktan edeceğim müdahale sayesinde kabul etmişti. On beş dakikalık ameliyattan sonra Hazal ile birlikte cerrahi malzemeleri sayıp onun eline tutuşturdum.

Diğer ameliyatın başlaması sebebiyle sterilliğimi bozup yeniden hazırlandım ve o da yarım saat sonra başarıyla tamamlanmış, ben de ameliyat odasından çıkmıştım.

Bir saat sonra mesaimin biteceğini bildiğimden kantine inip biraz zaman geçirdim. Birkaç intörn doktorla konuşup onların da durumunu sordum. Güzel bir sohbetin ardından soyunma odasına girip üstümü değiştirdim ve vakit kaybeden Duru’nun odasına geldim. Kapıyı yarım şekilde açtıktan sonra o da çantasını alıyordu.

Beraber hastaneden çıktıktan sonra direkt bizim lojmana yürümüştük. Beraber abisinin kaldığı yere gelip Duru’nun kapıyı açmasıyla içeriye girip etrafı süzmüştüm. Beraber iş ayrımı yaptıktan sonra mutfağı, salonu ben almıştım. O da abisinin odasını, banyo ve tuvaleti baz almıştı.

Güzel bir temizliğin ardından Bintuğ’u beklerken, anahtar sesini duymuştuk. İkimiz de ayağa kalkıp karşıladıktan sonra Duru, hazırladığı koltuğa abisini oturtturmuştu. Evi beğendiğini söyleyen cümleleri tedirginliğimi geçirtse de yanındaki askerin söylemleri tam tersiydi. Ona ters bir bakış atıp önüme döndüğümde, o konuşmaya başladı.

“Söylediklerim için kırıldıysan üzgünüm. Annem temizlik yapmaya gittiğinde, evde de bu durum kardeşimle bana aşılanmıştı. Ayrıntılı temizlik bildiğim için bu temizlik bana üstünkörüymüş gibi geldi.” Ben de ona sinsice gülümseyip konuşmaya başladım.

-O zaman Bintuğ Yüzbaşının odasını sen dip köşe temizlersin, olur mu? Hem evrakları da şimdi ne hâldedir?

Duru ve Bintuğ’un gülmesiyle, askerin yerine sinmesi aynı anda gerçekleşmişti. Bir şeyler söyleyecek fakat nasıl söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. “Bintuğ Yüzbaşım kimseyi odasına almıyor ki. O yüzden bu durumdan ben muaf oluyorum.” Demesiyle ben de gülüp şaka yaptığımı belirttim.

Duru’nun acıkmasıyla beraber dışarıdan yemek söyledik ve gelmesini beklerken de yanında yiyeceğimiz hafif yiyecekler hazırladık. Kapıyı askerin açmasıyla beraber biz de tekerlekli masayı Bintuğ’un önüne çekip hazırladıklarımızı koyduk.

Yemekleri sessizce yerken Bintuğ’un yüz ifadesi değişmeye başladı. Endişeyle yanına gidip ne olduğunu sorduğumda, eliyle boğazını göstermişti. Su verdikten sonra boğazına bakmak için ağzını açtırdım.

Tüpten sonra boğazında tahrişler oluşmuştu. Hemen kalkıp Duru’ya kısa bir açıklama yaptım ve kendi evime uğrayıp boğaz spreyini elime aldım. Tekrar yukarıya çıktığımda, Duru iyice ezerek yemeği yediriyordu.

Bu manzara karşısında dudaklarımın iki tarafını da ısırdım. Koskoca yüzbaşı Bintuğ Liva, bebek yemek yöntemi ile besleniyordu. Gülmemi sonlandırmak için yanına gidip spreyi ona gösterdim. Acil durumlar için almıştım ve hiç kullanmamıştım. Kutusundan çıkartıp tarihine baktım ve yemekten sonra onu sıktım. Yüzü buruştuğunda, gülüp sessiz kaldım. Ben de yemeği hızlıca yedikten sonra onun ilaçlarını Duru getirdi. İçmek istemediğini belirtse de bakışlarım onu içmeye ikna etti.

Yanında duran askere telefon gelmesiyle herkes sessizleşmişti. Bintuğ’dan izin isteyip mutfağa hızlı adımlarla gittiğinde, endişelenmiştim. Geri döndüğünde ise yüzü sirke satıyordu.

“Ne oldu aslanım, durum ne?” O da durumun ciddiyetini fark edip merakla ona bakarken, askerin bana dönmesiyle kaşlarımı istemsizce çattım. “Mihre Hanım’a bir kargo gelmiş. İsim ve soy ismi olmadığı için lojmanın nöbetçi askeri beni aradı. Durumu teyit etmek için Mihre Hanım’ı aşağıya bekliyor.” Bintuğ ise “Kardeşim, kendisi getiremiyor mu? Eli ayağı yok mu, deli edecekler beni?” Onu durdurup Bintuğ’un yanındaki askerle aşağıya indik.

Nöbetçinin bizi görmesiyle bekletip içerideki kutuyu bana uzattı. Ona teşekkür ettikten sonra yukarı çıkıp Kutuyu açmaya başladım. Kare, kırmızı bir kutuydu. Herhangi bir yerinde gerçekten de not yoktu. Tamamen açtığımda, gözlerim hızlıca doldu.

Fotoğrafları elime aldığımda, kardeşimle benim küçüklük fotoğraflarım çıktı. Hepsine baktıktan sonra gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım.

Duru’nun bana sarılmasıyla Bintuğ’un elinde fotoğraflarımın olduğunu gördüm. Yamaç ile birlikte birbirlerine bakarken, Yamaç derin bir nefes alıp bana döndü. Duru, benden ayrıldıktan sonra o, konuşmaya başladı. “Bu fotoğrafların kimin gönderdiğini ben az çok tahmin edebiliyorum. Belki de sen de tahmin edebiliyorsundur. Bizim burada söylememiz doğru olmaz ama sen yine de kardeşini uzakta arama derim ben. Sonuçta bazen her şey yakınımızdan çıkıyor.” Sahi, yakınımdaysa ben onunla iletişime geçmişimdir. Tahmin ettiğim bir kişi vardı ve onlarla paylaşmak istiyor muydum, bilemiyordum.

-Benim tahmin ettiğim bir kişi var. O doğru çıkarsa eğer onu bağrıma basacağım.

Yamaç’ın “Kimi tahmin ediyorsun ki? Askerlerden herhangi birisini senin kardeşin olduğuna mı inanıyorsun?” Hepsi susmuş benim cevap vermemi bekliyordu. Ben de onlara cevabımı vermiştim.

-İnanmıyorum, biliyorum. Onu ilk gördüğümde zaten fark etmiştim ama konduramamıştım. Hatta ona da söylediğimde, yüz ifadesi değişmişti.

Ben fotoğraflara dalarken onlarda kendi aralarında konuşuyordu. Kalkmam gerektiğini kendime bildirdikten sonra onlardan izin isteyip evden ayrıldım. Şu an kendimde değil gibiydim.

Ezberlediğim fotoğraflara tekrar tekrar bakıp iç geçiriyordum. Tarihler, beni yanıltabilirdi. Onları baş köşeye koyduktan sonra kardeşimin tamamen kimin olduğunu anlamıştım. Peki o, o anlamış mıydı? Bunların cevaplarını alabilmem için onun görevden dönmesi gerekiyordu. Umarım ona da bir şey olmazdı. Onu da daha fazla kaybetmeye gözüm yoktu.

İnsan var olduğu sürece yaşar, vakti dolduğunda göç ederdi. Bizim hikayemiz çok farklıydı. Biz, uçmaya zorlanmış iki kardeştik. Biz yollarını kaybetmiş yavru serçeydik.

Bizi, birbirimize kesiştiren de yaşadığımız zorluklardı. Bu zorlukları onunla beraber atlatacağıma inanıyordum. Onu gerçekten çok özlemiştim. Özlemim, Güneş ve Ay’ın kavuşması kadardı. Bir o kadar sıcak bir o kadar da aydınlıktı.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim.Yeni bölümü size emanet edip ben kaçıyorum. Umarım beğenirsiniz. Vote ve yorumlarınızı bekliyorum. Yarın yeni bölüm gelecektir. Sevgilerle.

Loading...
0%