Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7- Acil Görev

@poncikss1234

“Gözleri bütün bir ülke şimdi…”

(Şükrü Erbaş)

“Bazı hayaller gerçek olmayı çok hak ediyor.”

(Cahit Sıtkı Tarancı)

İmkanım olsaydı eğer her şeyi kendime göre ayarlardım. Kendime göre yaşar, kendim için ölebilirdim. Ben onu seçmedim, seçemedim. Ben, başkaları için savaşan konumuna girdim. İnsanların hayatlarının elimde olmasını istedim. Yardım etmek, onları mutlu etmek istedim. Belki de bunu sadece ben hissedebiliyordum.

Dışarıdan gelen seslere kulak verdiğimde, önemli bir olayın olduğunu anladım. Dilerim ki hepsi sağ salim dönerdi. İç çektikten sonra bugünün planını yapmaya başladım. Markete gidip saç boyası alıp saçlarıma bakım yapacaktım. Saçlarım, hızlı uzadığı için neredeyse aldığım maaşın yarısı boyaya gidiyordu.

Üstüme bakıp değiştirmeyeceğime karar verdikten sonra markete gittim. Birkaç saç maskesi, kullandığım boyadan aldım. Kasaya gittikten sonra onları ödeyip çıktım. Aydemir’i karargâhın kapısının önünde telefonla konuşurken gördüğümde, yanına gitmek istedim. Beni ona iten şeylerle baş edemiyordum. Kendimi tutmayı başardım, direkt eve geçtim.

Banyodaki tabureye oturup hazırladığım saç boyasını güzelce saçlarıma yedirdim. Kırk beş dakika bekleyeceğimden dolayı mobilyalara zarar vermemek adına önce kahve yapıp mutfağın balkonuna geçtim. Alarmımı kurduktan sonra dışarıyı izlemeye koyuldum. Sesler, sanki bir hengamenin ortasında kalmışım gibi şiddetliydi. Olayların boyutu bana göre daha ciddiydi.

Havalar yavaştan soğumaya başlamıştı. Duyduğuma göre buranın kışı diğer illerden daha sert geçiyordu. Karın yağmasıyla beraber neredeyse ulaşım imkansızlaşıyordu. Hatta askeriyedekiler ulaşım için nöbetleşe araç ayarlıyor, gideceğimiz yerlere bırakıyorlardı. Alarmım çaldığında, daha fazla bekletmeden duşa girdim. Duştan sonra aldığım yeni saç bakım kremlerimi denedim ve saçlarımı kuruladım. Maşayı fişe taktıktan sonra omzuma gelen kızıl saçlarımı dalgalandırmaya başladım. Eskisinden daha canlı ve parlak gözüktüğü için gözlerimi alamıyordum.

Dolabın önüne geçip yazlıkları yatağın üstüne bıraktım. Sonbahara uygun kıyafetlerimi bazadan çıkartım tek tek renklerine göre dizdim. Yarın sabah giyineceğim kombinimi de sandalyenin üstüne bıraktıktan sonra odamdan çıktım. Duru’yu aradığımda, cevap vermedi. Anlaşılan molaya daha çıkmamıştı. Hazal’ı aradığımda, personel açtı ve ameliyatta olduğunu söyledi. Buna sevinmiştim. Ben yokken de ameliyatlara girmesi büyük başarıydı. En azından ileri ki meslek hayatında başarılı bir yol kat edecekti.

Aşina olduğum bildirim sesi ile işlerimi bir kenara bırakıp yazlık elbiselerin arasından telefonumu buldum. “Tilki Komutan.” Adlı kişiden iki mesaj vardı. Normalde bu saatte başı çok kalabalık olduğunu, o yüzden telefon kullanmadığını düşünmüştüm.

“Evde misin? Bugün sakın dışarıya çıkma!” Mesajın sonundaki ünlem bağırma değil de daha çok uyarı tonundaydı. “Bir şeye ihtiyacın olduğunda, askeriye de Caner var. Numarası da bu. Onu ara getirsin.” İkinci mesajı da buydu. Caner’in numarasını kaydettikten sonra ona cevap verdim.

-Sana da merhaba. Bugün dışarıya çıktım zaten, işim yok. Yarın hastanede olmam gerekiyor. O yüzden bugün evdeki işlerimi halledeceğim.

“Bir şey olursa ara, telefonum açık.” Kısa mesajından sonra çevrimdışı olmuştu. Ne olabilir ki diye düşünmeden edemedim. Evet burayı benden daha iyi biliyor olabilirdi fakat her tarafım zaten koruma altındaydı. Abartıyor mu diye kendi kendime mırıldanırken Duru beni aradı. Onunla da hâl hatır sorup buluşma ayarladım. İşten erken çıkacağını söylediğinde, mutfaktaki malzemeleri kontrol ettim. Yakın arkadaşım olmasından ziyade misafirim olduğundan elim boş ağırlamak istemiyordum.

Sigara böreğini sardıktan sonra browniyi yapmaya başladım. Kıvamı istediğim gibi olunca onu fırına verip Duru’nun gelmesini bekledim. On beş dakika sonra Duru’nun sesi aşağıdan geldiğinde, otomata basıp girmesini bekledim. Zil çaldığında, bekletmeden açıp içeriye girdik. Bana güler yüzle bakıp “Yine döktürmüşsün Mihre.” Deyip elini omzuma attı.

Mutfağa beraber geçip ben de olan browniyi tezgahın üstüne koyup soğumasını bekledim. Koyu kahve ahşaptan yapılmış masamda ikimiz karşılıklı otururken Bintuğ’un yazdığı mesajları ona söyledim. Gözlerini devirip telefonunu çıkarttı ve seslice okumaya başladı.

“Duru, hastaneden izin aldım eve git. Eve gitmezsen haberim olacak biliyorsun değil mi?” Daha buna benzer bir sürü mesaj varken o, hiçbir mesaja dönmemişti. Aramamasına şaşırsam da mesajında zaten haberimin olacağını belirtmişti.

-Numaramı mı değiştirsem? Yoksa hastane grupları yerine abinin mesajlarını kontrol ederek ömrümü tüketeceğim.

İkimizde buna gülüp “Mihre, değiştirsen bile bulur. Ben iş için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Kimseye de haber vermedim. Toplantının ortasında abim gelip odayı bastı. Sen düşün durumun vahimliğini.”

Tanıdığım kadarıyla katı kurallara sahip bir adamdı. Her şeyi kendisine göre ayarlıyordu. Bu durumunu kıskansam da ona da hak veriyordum. Bu kutsal görevinde belki de canından çok sevdiği onlarca arkadaşını şehit vermişti. Yakınlarını korumayı kendisine ant içmiş, onu yerine getirmeye çalışıyordu.

-Ona da hak vermek gerekiyor. Sonuçta yaptığı meslek çok kutsal. Sana ya da çevresine zarar gelmesini istemiyor.

“Önce kendisini korusun. Başkalarını kurtarmak için kurşunun önüne atlıyor. Sen de buna şahitsin. Bir de hastalığını kabul etmeyip göreve dönmek istiyor. Neymiş “Ben olmasam diğerleri hiçbir şey yapamazmış.” Ya ne diyebilirsin ki? Onca eğitimi diğer askerlere boşuna mı veriyorlar?”

Ben tezgahta atıştırmalıkları hazırlarken o da bana yakınıyordu. Masaya güzelce yerleştirdikten sonra Duru, masanın resmini çekip “Abime atacağım, canı çeksin.” Dediğinde, ona onaylamaz bakışlarımla baktım. Omzunu silkip WhatsApp’tan mesaj attığında, cevabını açıkçası merak etmiştim.

Aradığını söylediğinde, beni görmesin diye salona geçip telefonumla oyalanmaya başladım. Sesleri net olarak duyabiliyordum. Yine kız kardeşini dinlemeyip kendi bildiklerini okurken, aralarındaki tartışmanın büyümesini istemezdim. Daha fazla seyirci kalmamak adına telefonu alıp konuşmaya başladım.

-Ya sen neden herkese karışıyorsun? Senin işin yok mu, merak ediyorum. Ne güzel evde oturup sohbet ediyoruz. Sen görevde sıkılıyorsun diye bizim de moralimizi bozamazsın.

“Bak bak gördün mü Duru? Bana posta koyuyor, acaba sen benim yerimde olsaydın aynı şeyleri söyleyebilecek miydin?” Buranın köylerine hiç gitmemiştim o yüzden bilmiyordum.

-En fazla buradan daha soğuktur. Başka ne özelliği olabilir ki?

Ben bu cümleyi dedikten sonra normal aramayı kapatıp görüntülü aradı. Beklemediğimden dolayı telefonu direkt ona uzatıp konuşmasını istedim. O, açtıktan sonra beni sordu. Duru’da beni gösterdiğinde, ona el salladım. “Mihre’ye telefonu ver de görsün nerede olduğumuzu.” Bir şey demeden elinden alıp onunla göz göze geldik. Yüzü kapalı olduğundan sadece Güneş gibi parlayan gözlerine şahit oluyordum.

Kamerayı arkaya çevirip olduğu yeri gösterdi. Işıklandırmanın neredeyse olmadığı, ağaçların rüzgar etkisiyle birbirlerine çarpıp durması, Köylülerin beş adım ötede ihtiyaçlar için tek sıra hâlinde beklemesi… Hayal ettiğim yer ile hiçbir şekilde uyuşmuyordu. “Bak neredeymişim? Senin hayal ettiğin o yemyeşil alanlı, köylülerin birlik ve beraberlik içinde yaşadığı yer değil burası. Kısacası cehennem gibi.”

Ne zaman döneceklerini sormak isterken Duru, bir şey sormak için telefonu benden almak istedi. Ona verip ben de masadaki tabakları topladım. “Abi ne zaman döneceksiniz?” diye sormasıyla, içten içe sevinmiştim. Neden sevindiğim hakkında da bir fikrim yoktu. “En az bir hafta daha yokum. Ona göre kendinize hakim olun, bir yere de gitmeyin.” Koskoca bir hafta yoktu. Umarım başına daha kötü bir durum gelmezdi.

-Sanki çocuk uyarıyor, laflara bak.

Güldüğümden dolayı ciddiye almasını beklemiyordum. Telefonu bir şey demeden kapattığında, Duru’ya dudaklarımı büzüp baktım. Kırıldı mı diye düşünmek istemiyordum. O da omuzlarını kaldırıp bilmiyorum gibisinden cevap verdiğinde, hava kararmaya başlamıştı.

Canım arkadaşım beni korkutacak şekilde ayağa kalkıp gelen mesajı okumaya başladığında, irkilip elimdeki tabağı yere düşürdüm. Paramparça olan tabağın parçaları bacaklarıma da gelirken Duru endişeyle okumayı yarıda kesip ilk yardım çantasını dolaptan çıkardı. Beni oturtup bacağımdaki camları çıkartmaya başladı. Eliyle kalkmamamı isterken, süpürgeyi alıp güzelce temizledi.

Masanın üstündeki telefonunu alıp mesaj bölümüne girdim. Hastanedeki başhekim herkese mesaj atmıştı. “Yarın sabah izinli olan bütün sağlık personelleri de dahil herkes hastanenin önüne gelecek, yardıma ihtiyaç olan köylere destek ekibi oluşturulacaktır.” Ben bu durumdan sıyrılıyordum. Genellikle bu durumlarda hemşireler devralıyordu.

-Tamam tertemiz oldu bırak da otur. Hem bu destek grubunda ben olmayacağım. Sonuçta benim görevimle ilgili bir durum yok.

Gitmeyi isterdim. Oradaki insanları görüp kendi hayatıma şükredebilirdim. “Sen de geleceksin. Oradaki yaralı olan insanların ameliyata ihtiyacı var. Ekibi kurma amaçları her alandan ikişer kişi ayarlamak. Gruba girmedin mi? Sen, Ayşe, Kader ve hemşirelerden seçtikleri iki kişi.”

Beklemeden hemen gruba girip evrakı okudum. Duru’nun dediği gibi ben de görevliydim. Saat onu on geçerken, ben de kalmasını istedim. O da biraz düşünüp onay verdi ve beni bekletip üst kata çıktı. Yedek kıyafetlerini oraya taşıdığından dolayı şanslıydım. Kıyafetlerimizi ütüledikten sonra ona kendi odamı verdim ve ben de salonda kendime yatak hazırladım. Kabul etmese de zaten erken uyanacağımızdan dolayı onu ikna ettim.

Sabah altıyı kırk beş geçe uyanmıştık. Hemen üzerimizi giyinip kahvaltı etmeden hastaneye geçtik. Başhekim ve diğer sağlık çalışanları bahçede gelenleri beklerken hemen herkese selam verip geldiğimize dair imzamızı attık. Gereken bilgileri aktarırlarken biz de eşyalarımızı hazırlayan kişilerden aldık. Ben, kontrol ettiğimde bu malzemelerin yetersiz olduğunu söyledim. Hızlıca yukarıya çıktığımda, Çağdaş hocayı gördüm. Ondan rica ederek malzemeleri ayarladık. Onun da görevli olmasıyla beraber hazırlanan otobüse bindik.

Merkez ve köy arası üç saatti. Bizimkilerle beraber sohbet edip yolun geçmesini beklerken arada pencereden dışarıyı izleyip yeni yerleri gördüm. Çok değişik bir havası vardı. Yaşanılır gibi mi yoksa alışınca bırakılmıyor gibi mi tam çözememiştim.

Üç saatin sonunda kalacağımız yere ulaşıp hazırladıkları ekip çantalarını bıraktık. Etrafı tanımak amaçlı hep beraber gezerken Aydemir ve timini gördüm. Yolun kenarında ateş yakmış, oturuyorlardı. Bir tanesi bizi fark edip Aydemir’e söylediğinde, göz göze geldik. Hızlıca ayağa kalkıp tüm ihtişamıyla yanımıza geldiğinde, bize eşlik etmek istedi. Grup başkanı onay verdiğinde, o tüm ciddiyetle gereken sorunları, sorunların nerelerde olduğunu bahsetti.

Pür dikkat onu dinledikten sonra ikili gruplara ayrılıp hastaları kontrol etmeye başladık. Ameliyatı kendi imkanları ile yapanları tekrar ameliyat ettik ve onun bakımı için Kader’e devrettik. Serum ve ilaç ihtiyacı için de acil servisteki hemşireler üstlendi. Çok yoğun kargaşayı izlerken Aydemir’in “Tim değişikliği olacak, herkes hazırlansın!” Bağırdığından dolayı saniyeler içinde herkes ip gibi dizilmişti. Beni es geçip başkanla konuştu ve oradan ayrıldılar.

Yeni gelen timin seslerinden anladığım üzere bu Bintuğ’un timiydi. Sanki haberim yokmuşçasına Kader’in yanına gidip hasta hakkında bilgi aldım. Sohbet sırasında omzuma dokunan elle başımı tam çevirmeden kimin olduğuna baktım. Caner’i gördüğümde, vücudumu ona tamamen döndürüp selamlaştık ve Bintuğ’un çağırdığını iletti. Onunla beraber çadırların olduğu bölgeye gelirken önceden kantinde gördüğüm o üç askeri gördüm. Başımı eğip onlara selam verdim ve Bintuğ’un yanına geldim.

Duru ile birlikte oturup sohbet ettiklerini gördüğümde, ortamı bozmamak adına sandalyeyi az öteye kaydırdım ve onları dinlemeye başladım. Onunla sohbeti bitmiş olacak ki bana döndü. “Buraya gelmenize gönlüm el vermedi. Hastane yönetimine sövsem yeridir. Canınızı tehlikeye atacak kadar sizi önemsiyorlarmış!” Kinayesi yüzünden moralim bozulmuştu. Telefondan gördüğümden bile burası daha kötüydü.

-Geldik neticede. Bak hastalar bizim ekibimiz sayesinde hızlıca toparlanıyor. En azından aklınız hastalarda değil, köyün güvenliğinde olacak.

“Sorun güvenlik mi Mihre? Sorun sizin ve ekibinizin can güvenliği. Bunda bir anlaşalım.” Neden bu kadar üstümüze düşüyordu ki? Duru için bu dediklerini anlardım fakat beni bu kadar düşünmesi şaşırtıyordu. Karşıdan gelen askerin yanımıza varmasıyla susmuştuk. “Komutanım, bizimkiler çay demledi. Sizi bekliyorlar.” Davetini kabul ettiğinde, ben de ayağa kalkıp işimin başına dönmek için arkamı döndüm. Bintuğ’un “Sen de geliyorsun.” Hiç tepki vermeden onların yürüdüğü yoldan yürüyüp toplanmış askerlerin oraya vardım. Demirden yapılmış bardakları gördüğümde, içmeyeceğime kanaat getirdim.

“Normal bardak yok mu lan! Ne bu? Kızlar bu bardaklardan nasıl içsin, kafayı mı yediniz!” Otoritesinden dolayı çıt çıkmazken ben de kolundan tutup önemli değil gibisinden baktım. Kısa bir göz göze gelişimizden sonra anladığım kadarıyla derin bir nefes alarak sinirlerine hakim olmak istedi. Bize ayarladıkları tahta sandalyede oturup demir bardakları da tahta masaya koyduk ve soğumasını bekledik.

Arada Kader ve Ayşe’nin yanıma gelip vakanın olup olmadığına haber vermesiyle en azından aklım orada değildi. Bardağı dudağıma götürüp bir yudum alırken, dudağımın yanmasıyla bardağın düşmesi bir oldu. Refleksle kalktığımda, herkesin gözü bendeydi. Utancımdan konuşmadan yandaki peçeteyi alıp formamı temizlemeye başladım. “Ben size ne dedim? Kızlar bu bardaklarla içemez demedim mi lan! Hemen cam bardak ya da pet bardak bulun da getirin. Beş dakikanız var.”

Konuşamayacak kadar dudağım yanarken, bir şey demeden ayağa kalkıp Kader’in yanına gittim. Merhemin olup olmadığını sorduğumda, endişelenip direkt dudağıma baktı. Çantayı karıştırıp merhemi bulduğunda, ince bir tabaka halinde sürmeye başladı. Onun tadını direkt dilimde hissettiğimde, yüzümü buruşturdum.

Eski yerime geldiğimde, Duru’nun sorularına cevap verdim ve askerin cam bardağını önüme koymasıyla ona baktım. Teşekkür niyetiyle başımı eğip merhemin emmesini bekledim. Acısı yavaş yavaş geçerken, Bintuğ’un yüzüme baktığını gördüm. “İyi misin? İyi değilsen bana söyle.” Endişeli ses tonuna tebessüm edip gereken cevabımı verdim. Dudağımdaki ilacın tamamen emdiğine ikna olduktan sonra semaverdeki çaydanlığı alıp kendime doldurdum.

Caner’in “Mihre, yarın sezaryen için bir kadın gelecekmiş, haberi geldi. Bunu yapabilecek ekipmanlarınız var mı?” Onu bana değil, Çağdaş hocaya sormaları gerekiyordu. Çağdaş hoca ve Fikret hoca başımızdaydı. Fikret hoca Kadın doğum uzmanı olarak gönüllü buraya gelmek istemişti.

-Bana değil de Çağdaş hocaya ya da Fikret hocaya sorman gerekiyor. Ekipman olarak her şeyi Çağdaş hoca ayarladı, kadın doğum olarak Fikret hocanın hastayı görüp ona göre ameliyatı hazırlaması gerekiyor. Bak buraya, sterillikten çok uzak bir yer ve kadın doğum yaparken bebeği ile birlikte enfeksiyon kapabilir.”

Çağdaş ismini duyan kumral asker, Bintuğ’a dönüp “Komutanım, Mihre hanım doğru söylüyor. Erkek arkadaşına sorulması gerekir. Eğer onay alırsanız onu yarın sabah ben getireceğim.” Ne demişti o? Erkek arkadaşı mı? Duru içtiği çayı püskürtürken, Caner ve Bintuğ bana bakmıştı. Hiddetle ayağa kalkıp tam karşısında durdum.

-Sen ne hakla böyle bir imada bulunursun, kim sana bu yetkiyi verdi? Kantinde de bana kaşlarını çatıp o yüzden mi baktın? Söylesene! Yoksa arkadaş grubunla benim dedikodumu mu yaptın?

O kadar sinirlenmiştim ki gözüm dönmüştü. Dilimi eşek arısı soksaydı da o hocanın ismini vermeseydim. Bintuğ’un “Asker, Hemen yanıma gel!” O kadar sakindi ki, o sakinliğin altında kesinlikle bir şeyler gizliydi. Korkarak gelen asker, tam önünde durdu. Herkes ikiliyi izlerken o ayağa kalktı ve tam karşısında durdu.

“Mihre’ye dediklerini tekrar et.” Ne yapmaya çalıştığını çözememiştim. Sıkıla sıkıla tekrar ederken Bintuğ ona tokadı attı. Yanağından öyle bir ses geldi ki kesinlikle sağlam çene kemiği kalmamıştı. Gördüklerime daha fazla dayanamayarak oradan hızlıca ayrıldım ve bana ayrılan çadırın yolunu tuttum. Gözlerim dolduğunda, burada ağlamak istemediğimden kendimi sıktım.

Keşke adım o listede olmasaydı da bunları yaşamak zorunda kalmasaydım diye düşünmeye başladım. Onlar yüzünden burada sağlığı kötü olan insanları bırakamazdım. Kendimi toparlayıp çadırın yanındaki çeşmede elimi yüzümü yıkadım. Dudağıma su değmesiyle ağlamam bir oldu. Hızlıca çadıra girip fermuarını kapattım ve ağlamaya devam ettim.

İnsanların hayatlarına bu kadar kolay dahil olmak basit miydi? Kendi kafasındaki senaryoya güvenip karşısındaki insanı kırmak, doğru muydu?

Merhabalar, nasılsınız? Misafirlerimiz olduğu için bu bölümü burada noktalıyorum. Şimdiden iyi okumalar dilerim. Bir saat içinde ikinci bölümü de atarım. Ölüm Sokağına da bakmayı unutmayın. Şimdiden iyi okumalar, iyi geceler diliyorum. Sizi seviyorum.

Loading...
0%