Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18-Uçuruma Gelen Kelebek

@poncikss1234


Nereye gidersem gideyim, hep aynı yerdeyim."
-Mihlas Miraç

"Uçurumun kenarında beklerken bir kelebek beni ziyarete geldi. O an anladım ki beş günlük Dünya'da üç günlük ömrüm kalmış."
-Mahlas Miraç

İstanbul'a döndükten sonraki günümüz, Mahlas Miraç'ın anlatımıyla;

İstanbul'a döndükten sonraki gün, havanın kasveti bizi karşılamıştı. Yoğun gecen günümüzün daha doğrusu, ağır gecen gerçeklerin sonunda her şey oturmuştu.

Çocukluğumdan bu yana bir olayın içerisindeydim. Üstümüze binen bu olayları çözmek için her yola başvurmak zorunda kalsam da gerek ben, gerek kardeşim çözüm için sınırlarımızı zorluyorduk.

Kendimizi aştığımızı fark ettiğimde, aşılmamış olanları da ayıklamıştık. Bu ayıklanma hayatımızdaki şekillenmelere büyük destek verirken, bir gün ayağımıza dolanmasını da düşünmüyor değildim.

Her ayrılan, ayrılandan uzak kalamadığı gibi, her ayrılan da yemini bir köşede izliyordu. O izleme arzusu içinde büyüyüp giderken, bir gün yem olacağını bilmiyordu.

Mihlas ile güzelce sofrayı kurduktan sonra masaya oturduk. Güzel geçen yemeğin ardından, Mihlas çay demlemek için ayağa kalktı ve içip içmeyeceğimi sordu. Ona cevabımı verdikten sonra salona geçip televizyonu açtım. Aksiyon filminin oynadığını gördüğümde, kanalı bıraktım ve izlemeye başladım.

Arabalar birbirine çarpıyor, yanan yolların alevleri arasından geçip gidiyor. Silahların sesleri birbirine karışırken, kaçan kovalanıyordu. Ulaşacağı yerlere ulaşamadan sadece arkasından bakakalıyorlardı.

Sonlarına doğru geldiğimde güzel bir son beklemiştim. Güzel sonu göremediğimden televizyonu komple kapatıp koltuğa uzandım. Gözlerimi dinlendirmek için kapattığımda, masanın üstündeki telefonuma mesaj geldi. Duruşumu bozmadan elimi masaya uzatıp telefonu alarak ekrana baktım. Bilinmeyen numara mesaj atmıştı. Kaşlarımı çattıktan sonra mesajın üstüne tıkladım ve numarayı kaydederek profil fotoğrafına baktım. Profil resmi yoktu.

-Mihlas çabuk salona gel.

Seslendikten sonra ekranı açık bırakmaya devam ettim. Mihlas, salona geldiğinde meraklanmış, elindeki kupaları da masanın üstüne koyarak yanıma oturmuştu. Oturur pozisyona geçtim ve ona telefonu uzatarak mesajı okumasını istedim.

"Her gerçeğin arkasında bir yalan vardır. Bu yalan o kadar güzel bir an da söylenir ki, şeffaflığına sen bile inanırsın. Bu şeffaflığı kazıdığında, göreceksin ki aslında görünmez değilmiş. Senin gözünü boyamışlar. Sana bir soru; Gerçekleri benden duymaya ne dersin?"

Mesaj ile bizi korkutmaya çalışmaları beni keyiflendirmişti. Bizden bi haber olanlar, kendilerini üstte görüyorlardı. Yanımda oturan kardeşimin sesini duyduğumda, ona kulak verdim.

"Kim lan bu? Abi sakın bir delilik yapıp da bu manyağa yazma. Gene bir şeyler planlanmış. Etrafımızda dört dönüyor. Bırak cevap verme, engelle gitsin." dediğinde, ona bakıp "Emin misin? diye sordum.

Hiç düşünmeden kafasını salladığında, onun dediğini yapıp engelledim. Bunca hararetli olaylardan sonra bir de bilinmeyen numara çıkmıştı.

Bu sefer Mihlas'ın telefonu titremeye başladığında, göz devirip kilidini açtı ve mesaj kısmına girerek okumaya başladı.

"Abinin akılsızlığı yüzünden, senin başın yanmasın. Zaten hasta bir abin var. Ne zaman öleceği belli değil. Senin, beni dinlemekten başka çaren yok. Ya kabul edeceksin ya da bu hayata tek başına devam edeceksin. Seçim senin."

Beni hastalığımdan vurduğuna göre, kesin bunları yazan Mahfer ve babasıydı. Nitekim bizden intikam almak istiyorlardı.

-Hastalığımı bilen tek kişi Mahfer ve babası. Bunların yazdığını düşünüyorum. İnşallah yanılırım yoksa elimden bir kaza çıkar.

Mihlas elimdeki telefonu alıp masanın üstüne koydu. Bana dönerek konuşmaya başladı.

"Kim olursa olsun abi, böyle bir mesajı kimse kimseye atamaz. Hele ki senin durumunun ciddiyetini bilmeden böyle saçma sapan cümleler yazamaz." dediğinde, ona gülümsedim ve telefonu elime aldım.

-Ben engelini kaldırıp mesaja yanıt vereyim. Eğer ben yanıt verdikten sonra sana yazarsa, birimizden birini hedef tahtası olarak seçecek. Beni hedef alsın, sen daha fazla karışma.

Mihlas saçmalıyorsun bakışlarını üzerimde gezindirdikten sonra dikkatimi ondan çekip kilitli olan telefonumu açtım. WhatsApp'a girip engeli açtım ve mesaj bölümüne girerek yanıt verdim.

"Her gerçeğin arkasındaki söylenmiş yalanın şeffaflığını biliyorsan, o zaman hangi gerçeğin yalan olduğunu düşünüyorsun? Açık konuşsana anonim?"

Çift tık olduğunda, telefon başında beklediğini anladım. Yazıyor kısmını gördükten sonra uygulamadan çıktım ve telefonu kapattım. Bana değil de Mihlas'a mesaj geldiğinde, gözlerimi devirdim. Madem bana değil, kardeşime yazacaktı, o zaman beni neden uğraştırıyordu?

-Ne yazdığını okuma, görüldü at. Karşımıza çıkmayan insanların sözleri ile hareket edemeyiz. Bildiğimiz bir doğru var, bu doğrunun arkasından gitmeliyiz.

Soğumuş bardakları elime alıp ayağa kalktım ve yenisi doldurdum. Bir çay keyfimiz vardı, onu da bozmalarına izin vermeyecektim. Kupayı uzattıktan sonra mesaj gelip gelmediğini sordum. O da geldiğini söylediğinde, bu gecenin de sakin geçmeyeceğini anlamış oldum.

Mihlas'ın "Abi benim takıldığım bir yer var. Sana yazıldıktan bir dakika sonra bana yazıyorlar. Bunlar iki kişi olmasın?" dediğinde konuşmaya başladım.

-Öğrenmeye hazır mısın?

İkimizde mesaj bölümüne girdik, numaraların son hanelerine baktık. Mihlas haklıydı, ikisi de farklı numaralardı. Bana yazılan mesajı okuduğumda, o da okudu ve yanıt vermek için bir süre düşündük.

Mihlas'ın yanıtı şu şekildeydi; "Hem abime hem de bana yazmak nasıl bir duygu? Ulaşılamaz olduğumuzu düşündüğünüz için mi anonimsiniz? Karşımıza çıktığınızda, böyle süslü cümleler kurabilecek misiniz?" yazıp gönderdiğinde, arkasına yaslanıp çayından bir yudum aldı.

Bana gelen mesajı okuduğumda kaşlarımı çatmıştım. Sesli bir şekilde okuduğumda, o da şaşkındı.

"Karşınıza tabii ki de çıkacağız. Bir kişi değil, dört kişi çıkacağız. Şimdiden söyleyeyim de ona göre gardınızı alın." Yazılmış mesaja bakıp tebessüm ettim. Kendilerini güzelce ele vermişlerdi. Her yan karakter, baş karakter olmak için savaşırdı.

-Mihlas, bu anonimleri çözdüm kardeşim. Dört kişi dediğine göre aklıma şunlar geliyor. Birincisi babamız, ikincisi Sevil, üçüncüsü ve dördüncüsü ise Rauf ailesinin fertleri.

"Olabilir, neden olmasın? Sonuçta ne demişler; "Düşmanımın düşmanı benim dostumdur." bu durumda bizim yapmamız gereken tek bir şey var o da onları bizim tarafımızdan işletmek." dediğinde mantıklı olduğunu düşünüp onay verdim.

Kapının gürültü çalınmasından dolayı, elimizdeki telefonları koltuğun üstüne bıraktık ve Mihlas ayağa kalkarak kapıyı açtı. Kapının önündeki kişiyi tam göremediğimden, ben de ayağa kalktım ve kapıya doğru yanaştım. Kapının ağzında bekleyen Ahmet Yıldırım'ı gördüğümde, neden geldiğini merak etsem de çok üstelemedim ve konuşmalarını dinlemeye başladım. Mihlas, kapının önünden çekilerek ona yer verdi. İçeriye geçtiklerinde, baş selamı verdim ve elimle koltuğu göstererek oturmasını istedim.

-Hoş geldin, Ahmet Yıldırım. Sizi burada görünce şaşırdım. Açıkçası buraya gelme amacını çok merak ediyorum. Sonuçta bir şey olmadan asla bizim eve adımını atmazsın.

Ağır ağır başını sallayıp onayını verdi. Benden sonra konuşan kimse olmamıştı. Bu durum, beni daha da meraka sürüklerken sonunda Ahmet abinin sesini duymuştum.

"Doğru söylüyorsun Mahlas. Buraya önemli bir konu konuşmak için geldim. Fazla bekletmeden başlıyorum. Mihlas, sen de abinin yanında otur ve beni dikkatle dinleyin." dediğinde, ikimizde birbirimize baktık ve yana kayarak ona yer açtım.

"Mahfer ile yollarınızı ayırdığınızı duydum. Açıkçası beklenmedik bir durum değildi. Fakat bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum. Mahfer, istifa ettiğini açıklayan bir yazı göndermiş ve buradan ayrıldığını da eklemiş. Kaldığı evi satılığa çıkartmış. Ha şunu da ekleyeyim; Yalçın Rauf'un oturma izni yenilendi, tekrar yurt dışına çıkacak." dediğinde ona bakmaya devam ettim.

-Benim anladığım, Mahfer de mi yurt dışına gidiyor?

Babasından kaçan kadının, babasının yanında olması beni rahatsız etmişti. Bunun altında tehdit olduğunu düşünsem de çok irdelemedim.

"Evet, babası ile birlikte gidecekler." diye cümlesini tamamladıktan sonra bizim konuşmamıza izin vermeden kendisi devam etti. "Bir sorunumuz var, onu söylemeye geldim. Faruk Miraç bana ulaştı. Sizin Yalçın Rauf ile konuştuğunuzu duymuş, benden onay istedi. Ben de bilmediğimi, bu olaylardan haberimin olmadığını söyledim. Haberiniz olsun, bir gün kapınız çalınırsa karşınızda babanızı görebilirsiniz." dediğinde, Mihlas tebessüm edip konuşmaya başladı.

"Bu sevindirici bir haber. Kendisini de ne zamandır görmüyorduk, iyi olur gelmesi. Hem onunla konuşmak istiyorum. Özlem gidermek bizim de hakkımız, değil mi abi?" dediğinde, kafasındaki tilkileri sadece ben anlamıştım.

-Ben de ne yalan söyleyeyim çok özledim kendisini. Hemen gelse keşke de ona sarılsam.

Ahmet abi bu dediklerimize şaşırmış olacak ki şaşkın bakışlarını üstümüzde gezindiriyordu. Yapacaklarımı kesinlikle belli etmemeliydik. Bize karışan kimsenin olmaması gerekiyordu.

-Ahmet abi, sence de bir tuhaflık yok mu?

Beklenmedik sorduğum bu soru, ikisinin de meraklanmasına neden olmuştu.

"Ne gibi bir tuhaflık? Anlamadım daha detaylı anlatsana." dediğinde, dikleştim ve dirseklerimi bacaklarıma sabitledim.

-Mahfer, babasından deli gibi kaçarken birden babasıyla birlikte gitmesi, sence de bunda bir tuhaflık yok mu? İşi hakkında bir şey diyemem çünkü işini severek yaptığını düşünmüyorum. Acaba, babası ile babam tekrar orada buluşup beraber buraya mı gelecekler?

Ellerini alnına götürüp sıvazladı. Başındaki onca dertten sonra bir de çalıştığı kişinin de istifa etmesi, onu daha da zorlamıştı.

Her zaman savunduğum bir cümle vardı. "Herkes bir gün seni yalnız bıraktığına pişman olacak. İşte o zaman değerini bilecekler."

Salondaki sessizliği bozan Ahmet abiye dikkatimizi vererek dinlemeye başladık. Sonuçta her cümlesi bizim için önemliydi.

"Bildiğim tek şey, bana ulaşıp sizin hakkınızda bilgi alacak kadar yakınınızda. Ben de bu yakınlığın boyutunu bilmeden ona fazla bir bilgi vermedim. Çünkü sizi ben de dahil kimse fazla tanımıyor. Tanıyamadığım birisi hakkında yalan yanlış bilgi veremem." dediğinde, Mihlas dalga geçercesine başını sallayıp konuşmaya başladı.

"Biliyor musun? Numaralarımız dağılmış. Abimle beni rahatsız edenler var. Bana yazarlarken abime de yazıyorlar." dediğinde, ayağımla ayağına bastım. Bu konuyu onunla paylaşmak ne kadar doğruydu?

Ahmet abi telefonlarımızı istediğinde, kendi telefonunu da çıkartıp numaraları kontrol ettiğinde konuşmaya başladım.

-Neden kendi telefonundan numaraları kontrol ediyorsun?

Ahmet abi yanımıza gelip telefonu bizim görebileceğimiz şekilde çevirdi. Onu arayanların numaraları, bize yazan numaralar ile aynıydı. Şaşırmıştım. Şaşırma nedenim, Ahmet abiye de aynı numaralardan ulaşmalarıydı.

"Ben halledeceğim. Bu numaraların sahiplerinin kim olduğunu az çok tahmin ettiğinizi biliyorum. Tahmininizin doğru olup olmadığını araştırmam gerekiyor. Mahlas, senin ben de telefon numaran var. Bir şey bulduğum zaman seni ararım. Şimdi çıkmam gerekiyor." dediğinde Ona teşekkür ettik. Ayağa kalktığında, bize birkaç tane daha bilgilendirme yapmış, evden çıkıp gitmişti.

-Faruk Miraç buraya gelsin var ya kum taneleri gibi ayıklayacağım onu. Ah ah! Ne zaman geleceğini bilsem de ona göre hareket etsem.

Sitemle karışık sinirli cümlelerimin ardından, bu konuşmaların hepsini rafa kaldırdım. Onlardan daha önemli bir husus vardı, benim hastalığım. Bu hastalığı ne kadar önemsemesem de her gün her gece kendini bana hatırlatıyordu. Aldığım her nefesin bile bir bedeli vardı.

Bana bir şey olursa, kardeşime ne olacaktı? Kendi ayaklarının üstünde durduğunu zanneden kardeşim, yerden kalkamazdı.

Her hücrem, bu hastalığa savaş verirken, ben neden pes etmiştim? Bunun sebebini kendimde çok aramıştım ama bulamamıştım.

-Hadi kalk. Güzel bir yürüyüş yapalım. Bugün evde kala kala nefesim daralmaya başladı.

İkiletmeden kabul ettiğinde, telefonumu, cüzdanımı ve anahtarı alıp dışarıya çıktım. Havanın nemli ve serin olması, ciğerlerime iyi geliyordu. Nefes egzersizini kapının önünde yaptığımda, Mihlas benim bitirmemi bekledi. Egzersizimi bitirdikten sonra evden uzaklaştık.

Ormanlık alana doğru yürümeye başladığımızda ikimizde konuşmuyorduk. Sadece bastığımız yaprakların sesi geliyordu. Ormanlığın sonunda küçük bir uçurum gördüğümde, oraya gösterip oturmak istediğimi söyledim. Bir şey demeden uçurumun kenarına oturduk ve havanın eşliliği ile Mihlas cebinden sigarasını çıkarttı. Çakmağı çaktığı an da yükselen alevin aydınlığı, beni etkilemişti. Her ateşin bir boyutu varsa, yanıcılığı da çok acı vericidir diye düşünmeden edememiştim.

-Ne düşünüyorum biliyor musun? İyileştiğimde güzel bir mangal yapmaya gidelim. Zaten iki kişiyiz çok fazla malzeme almamız gerekmiyor. Geliriz buraya, yakarız mangalı beraber vakit geçiririz. Güzel olmaz mıydı?

Hayal ettiğimde gerçekten çok keyifli olduğunu gördüm. Bazen gerçekleştiremediğim hayalleri, yaşamışçasına görmek beni sevindiriyordu. Zihnime yaptığım bu küçük oyunlar, her zaman işe yarıyordu.

Bacaklarımı uçurumun boşluğuna doğru uzattığımda, sallamaya başladım. Gökyüzüne kafamı kaldırıp gözlerimi kapattım. Birkaç dakika sonra elime konan bir şeyle kapattığım gözlerimi açtım ve yavaşça ona baktım. Siyah kanatlarının süslediği beyaz beneklere sahip kelebeğe baktım. Benimle birlikte o da uçurumu izlerken, tebessüm edip Mihlas'a döndüm.

-Kelebeklerin anlamını biliyor musun?

Her kelebeğin bir anlam vardı. Kısa ömürleri boyunca hep beraber uçsalar da öleceğini hissettiklerinde yalnız kalıp ölümün gelmesini bekliyorlardı.

Her yeryüzüne sahip olan bir gün yerin altında olacaktı.

"Kelebeklerin anlamını bilmiyorum, hiç araştırmadım. Neymiş anlatsana." dediğinde derin bir nefes aldım ve konuşmaya başladım.

-Kelebek uzak doğuda gençliği ve dinamizmi simgeler. Eski Yunan'da ise ruhun beden üzerindeki etkisini ve bu etkinin yarattığı büyük değişimleri simgeler. Kadim bilgelikte Kelebek, direkt ruhun sembolüdür, ruhun özgürlüğünü, hafifliğini ve zarafetini simgeler. Bizi yaşamımız karşısında geri adım atmaya yönlendirdiklerinde sana bir mesaj verir. Bu mesaj; kanatlanıp uçma vaktimizin geldiğini, daha özgür ve güçlü olacağımızı söyler.

Düşüncelere dalmıştık. Bu dediklerimin hepsinin tek bir gerçeği vardı. Ölüm. Ölümle uçup özgürlüğe sahip olabilirdik. Gökyüzünün verdiğini, toprağın altı alabilirdi.

"Ama abi, her kelebeğin kanat renkleri farklı olur. Sana gelen kelebeğin rengi siyah ve beyaz. Bunun da bir anlamı var mı?" dediğinde, başımı sallayıp kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım.

-Siyah kelebek hayatımızdaki bir şeyleri değiştirmeniz gerektiğini söyler. Bazı kötü alışkanlıklarımızı ve pişmanlıklarımızı bir kenara bırakıp kendimizi yenilememizin önemini vurgular. Beyaz kelebek ise ruhsal anlayıştır. Yeni kişiler ile tanışmak demektir.

"Bak beyaz kelebek ne güzelmiş. Diğer hayatımda beyaz kelebek olarak Dünya'ya gelmek istiyorum. Sence bu mümkün olabilir mi?"

Kahkaha attığımda, sesim yankı yapmıştı. Başımla onay verip bu soruyu es geçtim ve elimdeki kelebeğe baktım. Ben bakmam ile uçup giderken bana bir mesaj verdiğini düşünmüştüm. O mesajı iyiye yormak istesem de bu pek mümkün olmuyordu. O an anladım ki beş günlük Dünya'da üç günlük ömrüm kalmış."

Simsiyah ruhuma, bembeyaz simam ile baktığımda, gri olmalarını istiyordum. Sonuçta, her karanlığın aydınlığa ihtiyacı vardı. Yaşam ile ölüm arasındaki o noktada, yaşamın noktasını büyütmek istiyordum. Bana bir dilek hakkı sunsalar, o hakkı şu şekilde kullanırdım: "Yıldızların sayısı kadar ömrüm, maviler kadar da yaşım olsun."

Cennettin kapıları bana sonsuza kadar kapalıyken bile, ben hep Cennet'i düşlemiştim. Bazen gerçekleştiremeyeceğim bu hayalleri kendi imkanlarımla, kendime sunmak istedim. Her bastığım yer Cennet ise Cehennem neredeydi?

Merhaba ölüm sokağı ailesi. Nasılsınız? Ben çok iyiyim. Şimdiden iyi okumalar diliyorum. Kendinize iyi bakın hoşça kalın 🤍

Not; Kelebeklerin anlamları alıntıdır.

Sol yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen 🌟

Loading...
0%