Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22-Hapsolmuş Bedenin Çektiği Acılar

@poncikss1234

"Son kez baktım, hasret kalacağım ışığa."
-Mihlas Miraç

"Ayrıldık. Ölüm bile bizi ayıramayacak dediler, insanlar bizi ayırdı."
-Mahlas Miraç

Günümüz Mihlas Miraç'ın anlatımıyla;

Küçükken varlık içinde yokluk görmüştüm. Bu varlığın sadece para olduğunu öğretmişlerdi bana. Her şeyi para ile çözeceğimi sanmıştım bu zamana kadar.

Kendimi düzeltmeye çalıştıkça, yaşadığım bu hayatın gerçekten de para olduğunu anlamış ve kendimi bırakmıştım.

Hastanedeki günlerimiz çok monoton geçiyordu. Hatta bir ara kaçmak için planlar yapmaya başlamıştık. Daha sonra yaptığımız bu şeyin saçma olduğunu düşünüp yerimizde saymıştık.

Faruk Miraç'ı sabahın köründe gördüğümde, güzel günümün mahvolduğunu düşünmüştüm. Mahlas'ın durumundan kaynaklı ona hep iyi haberlerle gelmek gerekiyordu. Kötü haberlerle ya da emrivaki konuşmalar yüzünden kendisinin nefesi kesilip atakları onu bayıltıyordu. O adam, abimle konuşmaya başladığında, kapının ağzından onları dinlemiştim.

Bizim baba olacağımızı düşünüp hayaller kurmuş, bu hayalleri de gerçekleştirmek için de bize söylüyordu. Kendisinin bu hayal dünyasını onlar göremese bile alkışlamış daha sonra da abimin baba olduğunu hayal etmiştim. Ona gerçekten çok yakışırdı.

Küçüklüğümüzden beri bana hep o babalık etmişti. Anlayamazdım, hissettirirdi. Düşsem, kaldırır kanayan yaramı öperek iyileştirirdi. Onun her nefesi, benim cennetimin kapılarını açardı. Onun her konuşması, benim karanlık dünyamı, rengarenk çiçekler ile süslerdi.

Ondan birkaç saat sonra Mahfer ve babası ziyaret ettiklerinde, abimi açıkça bu durumdayken tehdit etmeleri, beni çok sinirlendirmişti. Sanki içimdeki sinir hücrelerimin kayışları birbirinden ayrılmış, bir daha da birleşmemek üzere de topu bana atmışlardı.

Mahlas'ın elindeki telefonu alıp kapattım ve konuşmak istediğimi söyledim. O da hangi konuda konuşacağımı bildiğinden, bana doğru döndü ve dinlemeye başladı.

-Sana gerçekten dürüst olacağım. Eğer bizi şikayet ederlerse bütün suçlamaları kabul edeceğim. Ben cezamı çekene kadar sen de burada tedavini olup iyileşeceksin. Ahmet Yıldırım'ı öldürmek demek, geçmiş yaşantımıza ihanet etmek demek. O yüzden ben o adama dokunmam, dokundurtmam. Onu seviyor muyum, kesinlikle hayır. Ha Kendileri öldürürse o zaman o iş bizden geçer.

Mahlas'ın gözlerinin kıpkırmızı olması, dokunsam ağlacak olması yüzünden kendime kızdım. Bunu habersiz yapmak istesem de abim bunu sonradan öğrendiğinde, durumu daha da kötüye gidebilirdi.

"Bunu yapma, her zamanki gibi bir yol bulur bu durumu da hiç yaşanmamış sayarız. Sen orada tek başına çürüyüp giderken, ben burada yaşayan bir ölü olarak devam edeceğim. Şöyle düşün; babamın yaptığı teklif, bu anlaşmaya göre daha makul." diye konuştuğunda, ikisi de aynıydı. İkisi de hapishane hayatıydı.

Sesinin titremesi, içime işliyordu. Evsiz kalan çocukların üşümesi gibiydi. Onun titreyerek konuşması, beni üşütüyordu. Ona belli etmek istemediğimden, hemen konuşmaya başladım.

-Ben, şimdi karakola gideceğim. Parmak izinden tut, hepsini senin adını vermeden üstüme alacağım ve telefonumu onlar almadan önce de sana haber vereceğim. Belki de senin bu durumundan dolayı yiyeceğim ceza afdan ötürü de düşebilir. Kendine iyi bak abi. Ben geldiğimde, senin burada değil, evde beni beklemeni görmek istiyorum.

Bir şey demesine kalmadan ona son kez sıkıca sarıldım. Sarılmam ondan ayrılmak için değil, bir daha birleşeceğimizi istediğimi göstermek için kendi aklımca kurduğum semboldü.

Kapıdan çıkmadan önce, son kez arkamı dönüp ona baktım. Ağlıyordu. Onun ağlamasını istemiyordum. Onun her damla gözyaşı için kendimden vazgeçerdim.

Ona daha fazla bakmamaya özen gösterdim. Hastaneden çıktıktan sonra Ahmet abiyi arayıp buluşmamız gerektiğini söyledim. O da kabul ettikten sonra eve geçip onu bekledim. Akşam üzeri olduğunda, içeriye davet ettiğim Ahmet abiye bakıp gülümsedim. Şaşırmıştı, şaşırmasının sebebi ona ilk defa gülümsüyor oluşumdu.

Oturduğumuzda ona direkt konuya girmem gerektiğini, fazla zamanımın olmadığını söylediğimde, merakla beni dinlemeye başladı.

-Yalçın Rauf, dün sabah hastaneye geldi. Abimle anlaşma yapmak istediğini söyledi. Bu anlaşma da biz, seni öldürecekmişiz onu istedi. Eğer biz bu anlaşmayı kabul etmezsek bizi karakola şikayet edecekmiş. Sana ne kadar ısınamasam da söylemenin doğru olabileceğini düşünüp o yüzden açık açık anlatıyorum. Abim bu anlaşma yüzünden dün kriz geçirdi. Hayata zor döndürdüler. Ben de ona bir şey olmasın diye sabah karakola gidip kendimi ele vereceğim.

Ahmet Yıldırım duydukları karşısında dehşete düşmüş gibiydi. Benim ya da abimin durumu için değil, bir başkasının onu öldürmek istediği için şaşkındı. Ya da ben öyle düşünüyordum.

"Senin dediklerinin hepsini sindirmeye çalışıyorum. Beni öldürmelerini geçtim, Mahlas'ın böyle bir durumu varken gelip de o durumdan fırsat bilmeleri... Akıl almaz gerçekten. Sen kendini ele verirsen, hayatınız biter. Mahkemeye çıktığında, sen kırk sene yersin. Abini de hastaneden çıkartıp afdan yirmi seneye düşürürler ve hop ömrünüz orada geçer." dediğinde, ciddi olup olmadığına dikkat ettim.

-Ne yapmam gerekiyor?

Ahmet abinin bir planı olduğunu düşündüğümden dolayı kendimi birazcık rahatlatmıştım. O da rahatlamamın verdiği hisle tebessüm etmiş, omzuma elini koyup güven verircesine sıkmıştı.

"Onlara beni öldürdüğünü söyleyeceksin. Ben de ikinci evimde saklanacağım. Onlar, yurt dışına döndüklerinde ise ortaya çıkacağım. Daha sonra da bir arkadaşım ile iletişime geçeceğim. İsmi İsmail Dinçer." dediğinde, ayağa kalktım.

-İsmail Dinçer polis memuru mu? Ben onunla yüz yüze gelemem. Ben, onu Mehmet'i dövdüğünde, evini basıp dövmüştüm.

Ahmet abi kahkaha atmaya başladığında, haberinin olduğunu düşündüm. Başıyla haberin varmışçasına sallayıp telefonu çıkarttı. Onu arayacağını düşünüp sessiz kaldım.

Birkaç dakika içinde kapıyı çaldığında, Ahmet abi beni durdurup kendisi açtı ve içeriye İsmail Dinçer girdi. Bana baktığında, gözlerindeki o korku kırıntılarını görmüştüm. Çaktırmamaya çalışıp selam verdim ve Ahmet abinin yanında oturmasını seyrettim.

Kendi aralarında dediklerimi konuştuklarında, İsmail Dinçer konuşmak için izin istedi ve benim de duyabileceğim şekilde konuşmaya başladı.

"Yalçın Rauf'u çok uzun zamandır görmüyorum. Kendisi burada yaşamıyor. Kızı, Ahmet ile birlikte çalışmaya başladığında ne hikmetse buraya geliyor ve kızı Ahmet'ten kopartıyor. Onun kini ve nefreti gerçekten çok güçlüdür. O, birkaç sessizliğiyle kendini unutturur sonra da bom... Buradayım diye kendisini gösterir. Seninle olan husumetimi kapatıp sana yardım edeceğim. Ahmet'i kendi evimde saklayıp seni de karakola götüreceğim ve beni dövdüğünü anlatacağım. Hapise girmezsin, nezarette tutarlar." diye açıklama yaptığında, sevinmiştim.

-Abime haber vermem gerekiyor. Telefon ile haber versem, bir sorun teşkil eder mi?

Kafasını onaylar şekilde salladığında, abime de sürpriz yapmaya karar vermiştim. Beraber karakola gitmeye karar verdiğimizde, Ahmet abi bana teşekkür edip İsmail Dinçer'den anahtarları teslim almıştı.

Akşam saat dokuz kırk beş, karakol;

Onun odasına geçip bana ifade kağıdı verdiğinde, onu okuyup son kez hazır olduğumu belirttim. İfade yerine geçtiğimizde, gülüp sandalyeye oturdum. Bana hazırladığı ifadeyi kayıt anında söyledim ve nezaret yoluna adım adım yakınlaştım.

İsmail abi bana imza atmam için kalemi uzattı ve ben de imzayı attıktan sonra kayıdı durdurdu. Dışarıda izleyen polis memurlarını kovup Ahmet abinin planını anlattı. Ona uyacağımı söyledim ve teşekkür ettim.

Nezarete yürürken kulağıma eğilip "Abinin durumunu hastaneden öğrendim. Yemekten içmekten kesilmiş, ilaçlarını da almamak için kendisini banyoya kilitliyormuş. Gece yatarken de senin adını sayıklayıp kabus görüyormuş." dediğinde, dizlerimin üstüne çömeldim.

Gözlerim yanmaya başladığını hissettiğimde, ona bakmadan kafamı dizlerime koyup sessizce ağlamaya başladım. Sert görünümüm arkasında yatan çocuğu uyandırmıştım. Burnumu çektikten sonra kalkıp ona baktım. Gözlerimin kızardığını bildiğimden, onunla göz göze gelmedim.

Nezarete girip kilitlediklerinde, eliyle bana üç yapmıştı. Demek ki üç gün kalacaktım. Sedyeye benzer yatağa uzanıp düşündüm.

Düşüncelerim hep abim üzerindeydi. Yaşadığı onca kötü olayları bile güzelleştiren birisiydi. O, kötülüğün içinden çıkan iyilik meleğiydi.

Ben ise önceden melek olan şeytanın kendisiydim. Kötüydüm, acımasızdım, duygusuzdum ama düşünceliydim.

Uyuyamamış, etrafı kontrol ediyordum. İnsanlar koşuşturuyor, ters kelepçeli insanları koridordan geçiriyorlardı. Ne yapmışlardı ki? Bu kadar kötü ne olmuştu?

İç sesim kendisinin varlığını bana kanıtlamak için benimle konuşmaya başladığında onu dinlemek istemesem de kulak verdim.

"Yaşadıklarımız bizim en büyük servetimizdir. Yaşadığın ne varsa o senin cebinde durur. İnsanlar yanlış zamanda cebindekileri çıkartır ve yanlış miktarda kullanır. Bunu para olarak düşünebilirsin. Çok zengin olduğunu hayal et, her yere para saçıyorsun. Birden iflas ediyorsun ve borçlanmaya başlıyorsun. Yanlışı nerede yaptığını bilmen gerekiyor. O zaman işte hayatın düzene girmeye başlar." diye akıl verip uzaklaştı.

İç dünyam, dış dünyama göre daha düzenliydi. Bu düzeni ben değil, ikinci karakterim belirliyordu. Kendim de bunu sonradan fark etmiştim. Herkesin bir tane iç sesi vardı. Bu iç sesin görevi, seni düzeltip tekrar hayata döndürmekti. Doğruyu söylediğinde, ketundu. Bu ketunluğa alışkın olmayanlar kesinlikle onu içinde hissetmek istemezlerdi.

Sabah olduğunu, İsmail abinin gelmesiyle öğrenmiştim. Uykum normalde çok ağırdı ama kendimi kastığım ortamlarda sanki hiç uyumamışım gibi oluyordu.

Kilidi açıp küçük tepsiyle bana yemeği uzattığında, göz kırptı. Demek ki özenle seçmiş ve buraya getirmişti. Tadına baktığımda, gerçekten güzeldi. Yedikten sonra tepsiyi kenara koydum ve kalkarak biraz bacaklarımın açılmasını sağladım. İsmail abi, danışman olduğunu düşündüğüm kişiyle konuşurken bana bakıp duruyordu. Meraklandığımı, gözlerimin kısılmasından anlamıştım.

Tekrar önümde durduğunda, abim hakkında bilgi aldığını söylemişti. Ben de söylemesini istediğimde, şu an çok da iyi bir ortamın olmadığını söyledi.

Merakım, endişeye dönüştüğünde yere istemsizce çöküp dizlerimi birbirine çekmiştim. Kafamı duvara doğru döndürüp gözlerimi kapattım ve baştan sona kadar abimle olan yaşadıklarımızı düşündüm.

Başkalarına göre boktan olan bu hayat, onun sayesinde mükemmeldi. O mükemmel görünen hayatı, onun sayesinde yaşamıştık. Yaşam sevincimi onunla paylaşıp onunla beraber sevinmiştik.

Nezaretten çıkış günü, saat sabah sekiz kırk sekiz;

Son işlemleri halledip İsmail abinin odasına girdim. Birtakım açıklamalar yapacağını söylediğinde ise koltuğa oturup dinlemeye başladım.

"Bu nezaret süren boyunca siciline kayıt yapmayacağım. Sonuçta Ahmet'e ne kadar da sevmesen bile ona yardım ettin. Ahmet şu an şehir dışında bulunan evimde kalıyor. Onu öldürmüş gibi davran ve Yalçın Rauf ile de iletişime geç." diye konuşurken, çekmeceden bana birkaç fotoğraf verdi.

Bu fotoğraflar başkasına ait olduğunu, yüzü gözükmediği için de inanacaklarını söyledi. Ben de ona haber vereceğimi, tekrar bu iyilik karşısında teşekkür ettiğimi söyleyip karakoldan çıktım.

Hastaneye gitmeden önce eve uğradım ve duş aldım. Kendime geldiğimde, mutfağa geçtim ve sandviç yaparak kendime geldim. Montumu giyindim ve yanıma alacaklarımı cebime koyarak evden çıktım.

Hastanenin önüne geldiğimde bildiğim odanın önüne gitmek için merdivenlerden yukarı çıktım. Kapının ağzına geldiğimde, ellerim istemsizce titremeye başlamıştı.

İçeriden gelen seslere kulak verdiğimde, doktor Mahlas'ı ikna etme çabalarındaydı. İlaç saatinin geldiğini düşünmüştüm. İlaçlarını içmediğinde, akciğerlerindeki iltihap daha da yayılıyordu.

Kapıyı açtım ve içeriye giremedim. Adımlarım geriye doğru atmaya başlamıştı. Doktorun "Kim geldi?" sorusu üzerine hemşire, kapıya doğru başını uzattı. Ona hemen susması için işaret yaptığımda, hemşirenin "Hocam yanlış girmiş olmalılar, kimse görünmüyor." dedi.

Mahlas'ın sesini duyduğumda onu dinlemeye başladım. "Keşke şu an kardeşim yanımda olsaydı. Onun varlığı sayesinde bu iğrenç ilaçları yutabiliyordum. Sabah kahvaltı yaparken, boğazımdan geçmiyor. Sanki karşımda o varmış gibi hayal ediyorum ve yemeğe çalışıyorum." dediğinde, onu daha fazla üzmek istemediğimden içeriye girdim.

Mahlas'ın beni görmesiyle şiddetli bir ağlama krizine girmesi, herkesi şaşkınlık yaratmıştı. Sert mizacı, sert yüz ifadesinin altında, ağlayan bir adam görüyorlardı.

Hiçbir şey demedim, demedi. Saatlerce ağladı, onu izledim. Dışımdan ağlamadım, içimden ağladım. Dışımdan ağlasaydım eğer kendimi bırakmış gibi olacaktım.

Ağlarken konuşmaya çalışması nedeniyle onu susturdum ve gözyaşlarını silerek ağlamaması gerektiğini söyledim. O, "Doktor ağladığım zaman akciğerlerimin açıldığını söyledi." dediğinde gülmeye başladım. Doğru olabilirdi fakat yanlış bir zamanda söylemişti.

-Kurtulduk. Herkesten, her şeyden kurtulduk abi. Bak, her zaman ki gibi senin yanındayım. Bizi ancak ölüm ayırabilir hatta o bile ayıramaz.

Susmuştuk. Suskunluğumuzun altında yatan kelimeler sessiz sinema gibi birbiriyle anlaşıyordu. Sadece biz anlıyorduk.

-Şimdi telefonunu çıkartıyorsun, Mahfer'i arıyorsun ve buraya gelmesini istiyorsun. Ben de onlara, öldürdüğümü söylüyorum ve fotoğraf veriyorum. Sakın çaktırma, o fotoğraftakiler Ahmet Yıldırım değil.

Bir şey demeden telefonu çıkartıp Mahfer'i aradı ve gelmeleri gerektiğini söyledi. On beş dakika içinde orada olacaklarını söylediğinde, ben de fotoğrafları abime gösterdim. Çok benzediğini, Ahmet abinin de nerede kaldığını sordu. Ben de tüm detayları ile anlatıp sessiz olmamız gerektiğini söyleyerek onları bekledik.

Mahfer ve babasının geldiğini, dış sesten anladığımda, Mahlas'a göz kırptım. Umarım bu plan sorunsuz bir şekilde devam ederdi.

İçeriye girdikleri an beni görünce şaşırmışlardı. Ben de onlara el sallayarak selam verdim ve güldüm. Onlara göre ters giden bir şeyler varken bana göre her şey normaldi.

Oturmaları gerektiğini söyleyip fazla vakit kaybetmeden konuşmaya başladım.

-Anlaşmanız sağlandı. Ahmet Yıldırım geberip gitti. Siz de bundan sonra yolumuzdan çekilecek, bizim adımızı anmayacaksınız. Karakola şikayet etmek gibi bir durum olmasın. Eğer olursa o zaman birinizden birine başın sağolsun derim. Do you understand me?

Rahatlığım onlara batmış olacak ki nasıl öldürdüğümü sormaya başladılar. Onların sorularına yanıt vermedim ve koltuğun üstünde bıraktığım fotoğrafları Yalçın Rauf'a verdim. O, birkaç dakika fotoğrafa bakarken, Mahfer ise Mahlas'a bakıyordu.

-O kötü bakışların ile abime bakmaya devam mı edeceksin? Umarım devam etmezsin Mahfer.

İrkilerek bana döndü ve omuz silkerek fotoğraflara göz gezdirdi. İkisi de istediğini almış olacak ki bir şey demeden odadan ayrıldılar.

Benimle uğraşmak isteyenler önce haddini bilecekti. Haddini bilmeyenler, böyle denizden çıkan balık gibi çırpınmaya devam edeceklerdi.

Mahlas'ın derin bir nefes almasıyla birlikte ben de ona gülerek baktım. Şu an için rahattım, rahattık. Umarım bu rahatlık bize batmazdı.

Hapsolmuş bedenin çektiği acılar içinde kıvranan insanlar, gökyüzüne sadık olmayı öğrenmişlerdi.

Daha öncesinde nefret ettikleri güneş, onlar için görülmeyecek bir nimetti. O nimeti kaybetmeden önce değerini anlayamazlardı.

Bir yazı okumuştum. Bu yazı benim hayatımın dönüm noktasıydı. "Pencereme ay düşmüyor artık, kirpiklerime yağmur yağmıyor. Güneşi özledim, yıldızlar kaymıyor. Çocuklarım çocukluğumdur. Gençliğim sürekli koşan bir at, kanadımı kırdılar, hayallerim şimdi hayal oldu.
Yeter ki umudun olsun, o ışık elbet bir gün doğar."


Kimilerine göre okunup yazılacak, kimilerine göre yaşanıp yazılacaktı. Ben, yaşayıp yazılacaklardandım. Benim olduğum her yer özgürlüktü. Bu özgürlüğü kısıtlayanlar, beni yok saymış olacaklardı.

Merhaba Ölüm sokağı ailesi. Nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü yazarken nedense duygulandım... Onların ayrılması demek, benim de ayrılmam demekti.

"Son paragrafta yazılan satırlar alıntıdır"

Sol yıldızı parlatmayı unutmayın lütfen 🌟
İyi okumalar diliyorum. Umarım beğenmişsinizdir, ben çok beğendim.

Loading...
0%