Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Kıyıdaki Taşların Can Alıcı Uğultusu

@pretlidzeklis

 

Boy Epic, Scars

 

Bastille, Things We Lost in the Fire

 

 

1. Kıyıdaki Taşların Can Alıcı Uğultusu

 

Kural bir, iyi bir gözlemci ol.

Ya da yem ol.

 

Yirmi birinci yüzyıl. Betondan duvarlar arasında sıkışıp kaldığımız, benliğimizi kaybettiğimiz ve geri kazanmak uğruna sahip olduğumuz tek şeyden, ruhumuzdan, vazgeçmemize neden olan zaman dilimi. Oyunların sahnelendiği büyük platformun üzerinde, oyun kurucuların galibiyet kazanmaları adına ruhlarını sattıkları insanlar adına yazıyorum bu satırları. Ben, buradayım. Hepsinin ruhunu temsilen, adımlarımı sahnenin ortasına yöneltiyorum. Çünkü biliyorum, ortada bir oyun varsa bu oyunu bozmadığımız sürece kaybedenler kefesi daha çok ağırlaşacak. Zaman sudan hızlı akacak ve bu yüzyıl bitecek.

 

Ellerinde silah olanlara inat, ben ruhumla savaşacağım. Soğuktan titreyen dizlerime inat, kendimi soğuk suya bırakacağım. Korkularıma karşı kürek çekecek ve yaralarımın üzerinden neşretle geçmek pahasına adalet için savaşacağım. Kaybetmeyeceğim, hayır. Ruhumu hapsettiğim o geceyi güneşin ilk ışıklarıyla karşılayacağım.

 

Ve sen Berfu... Benim güzel ruhlu küçük arkadaşım, senin için başaracağım bütün bunları. Bana açık bıraktığın deponun kapısını, ruhumla kapatacağım. Bedenin neredeyse, bendeki ruhunla buluşturacağım.

 

Gazete sayfasından kestiğim haberin görseline uzun uzun baktım. Kahverengi saçlı küçük kızın elinde kahverengi ayıcığı vardı. Saçlarının rengiyle uyuşan ayıcık, ondan bir parçaymış gibiydi. Diğer gazete haberlerinin çoğunda kullanılan fotoğrafıydı bu Berfu'nun. Henüz on yaşındaki bir kız çocuğunun bu tatlı fotoğrafı, böylesine bir manşetle gazetelere çıkmamalıydı. Onun masum fotoğrafı, bu dünya için fazlaydı. Kalbi bu zaman diliminin kötülüğü karşısında yok olmuştu.

 

Gözlerimi küçük kızın fotoğrafından çekip mantar panonun tamamına göz gezdirdim. Dişlerimin arasında tuttuğum raptiyeyi parmaklarımın arasına alarak gazete haberini panonun boş kısmına astım. Panoya göz gezdirdim sessizce, her şey olması gereken yerdeydi. Planladığım gibi, hiçbir şey ters gitmeden bu işi bitirecektim.

 

"On yıl önce bugün." diye mırıldandım küçük kızın resimine doğru. "Küçük sırrımız, on yıl önce bugün başladı Berfu." On yıl. Dile kolay, ruha bıçaklar saplar cinstendi. Yokluğunun onuncu yılıydı ve ben, on yıldan daha çok büyümüş hissediyordum. Onun hayatımın yalnızca birkaç gününde olması bile olmadığı yılların yükünü arttırmıştı. Öyle bir acı daha yüklemişti ki göğüskafesimin içinde ezelden beri can çekişmekte olan zavallı organa, tüm vücudum aksine onun çektiği acı nefesimi keser olmuştu. En korkunç ölüm yöntemlerini kenara bıraktıracak türdendi.

Eski çalışma masasının üstündeki kahverengi ayıcığa kısa bir bakış attıktan sonra ışığı kapatıp sadece içeride kapı kolu olan odadan çıktım. Siyah kot şortumun cebindeki anahtarla kapıyı kilitledim. Kapının yanına kadar çektiğim dolabın diğer yanından iterek kapıyı görünmeyecek şekilde dolapla kapattım. Çekmecemin içindeki kutunun içine anahtarı bırakıp arkamı döndüm. Yıllardır beklediğim plana başlayacak olmanın yarattığı duygu karmaşası bedenimi soğuk suya itiyordu. Soğuktan kaslarım kasılırken her şeyi daha net düşünebilirmişim gibi geliyordu. O gecenin soğuğunu hatırlamak istiyordu bedenim, her seferinde.

 

Saçlarımı tokamdan kurtardıktan sonra yatağın üzerine bıraktığım temiz kıyafetleri alarak banyoya girdim. Slow müzik listemi açıp telefonumu bıraktım. Üzerimdekilerden kurtulup soğuk suyla doldurduğum küvetin içine oturdum.

"Soğuğu hissedebiliyor musun hala Berfu?" diye mırıldandım. Soğuğu hissetmeliyiz, unutmamak için, diyemedim. Küvetin kenarlarını kavrayıp suyun altına girdim. Ciğerlerim pes ettiği anda bedenimin üst kısmını suyun içinden çıkardım ve ciğerlerimin içini havayla doldurdum. Nefes nefese titreyen bedenime sardım kollarımı. "Bak bana, unutmamak için neler yapıyorum.'' Oksijen bir kez daha titreyen bedenimin içine girdi. ''Daha fazlasını yapacağım.''

 

Ağustos ayının ortasında kalbime kar yağdığını düşünmeden bir gün bile geçirmiyorum. Seni mezara götürdü sırrımız ama beni de olduğumuz kişi yaptı, bu yüzden sana bir kez daha minnettarım.

Artık oynunu devralıyorum, Berfu. Seni mezardan çıkarıp, kendimi gömeceğim.

Bugünü yeni milat ilan edeceğim.

 

Soğuk suyla aldığım duşun ardından saçlarımı havluya sardım. Kıyafetlerimi giydikten sonra kendimi banyodan dışarıya attım. Çıplak ayaklarımı soğuk zeminde hareket ettirerek mutfağa gittim. Büyük cam bardaklardan birisini alıp içini buzla doldurduktan sonra başka bir bardağın içine iki kaşık kahve koydum. Yalnızca erimesini sağlayacak kadar sıcak suyu ekledikten sonra karıştırdım. Dolaptan aldığım soğuk süt ve kahveyi buz dolu büyük bardakta karıştırdıktan sonra çekmeceden demir pipeti aldım.

Banyoda hala çalmakta olan şarkıya eşlik ederken odama geri döndüm. Kahve bardağını çalışma masamın üzerine bırakıp makyaj malzemelerimin olduğu çekmeceyi açtım. Her şeyin mükemmel olması gerekiyordu, mükemmel görünmem gerekiyordu. Oyuna herkesi yavaşça dahil eden bir avcı olmalıydım, hatasız ilerlemek zorundaydım. Bunu görünüşümle bile göstermeliydim.

 

Boş kahve bardağını mutfağı bıraktığımda saat sekize geliyordu. Evin içinde dönüp duran uğultulu şarkıyı kapatıp telefonu çantama attım, siyah topuklu botlarımı giydikten sonra evden emin adımlarla çıktım.

Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı tok sesle apatman merdivenlerinden inip doğruca arabama bindim. Beklemeden arabayı hareket ettirdim. Yolunu ezberlediğim eve, ilk kez girecektim. İçimde heyecandan çok öfke vardı. Öfkeyi herkese besliyordum ama dünya üzerinde herkese duyduğum nefreti toplasak benim kendime olan nefretimi geçemezdi. Kendime nefretim beni sessiz birisi yapıyordu.

Bir o kadar da tehlikeli.

Bu fısıltıyı görmezden gelip hızımı arttırdım. Camdan içeriye dolan soğuk hava, boynumda varolduğunu bildiğim elleri daha çok hissetmeme neden oluyordu.

 

Boğazın kenarındaki büyük evin önüne geldiğimde evle aynı renk olan ikili demir kapı açıldı ve bir görevli yaklaştı.

"Merhaba." dedim huzursuz bir sesle. Orta yaşlardaki adam cama eğildi.

"Merhaba hanımefendi. İsminizi söylerseniz geldiğinizi haber vereceğiz fakat izin vermezlerse sizi içeriye almam mümkün değil." Adamın sözleri karşısında dudaklarım yukarı kıvrıldı. Tatsız gülümsemem büyüdü.

"Berfu Sezer." diye mırıldandım.

 

Adam kafasını sallayıp birkaç adım atmıştı ki geri döndü. Titreyen eliyle gözlerindeki güneş gözlüğünü çıkarıp bana baktı. Olduğu yerde donup kalırken içeriden genç bir görevli geldi. Adamın omzuna elini koydu.

"Abi iyi misin?" Bana kısa bir bakış attıktan sonra tekrar adama döndü. "Bir sorun mu var?"

"Berfu." dedi adam. Ondan yaşça küçük olan görevli aynı şaşkınlıkla bana döndüğünde el frenini çekip çalışır haldeki arabamdan indim. Topuklu ayakkabılarımın çıkardığı tok ses zihnimde tıpkı bir damla kanın yere düşme sesi gibi yankılandı. Hafif esen rüzgar saçlarımı geriye savururken güvenlik görevlilerine döndüm.

 

"Arabamı park ederseniz sevinirim." diyerek yanlarından hızlı adımlarla geçtim. Ne yapacaklarını bilmeden bir süre arkamdan baktılarına emindim, şaşkınlık tüm vücutlarını ele geçirmişti. Denizin bir kısmının gözüktüğü yolu takip ederek evin giriş kapısına dikildim.

Hiçbir duygu belirtisi göstermiyordum, yalnızca düşünmeye ve mantıklı hareket etmeye odaklıydım. Aslında, böyle olmak zorundaydı. Boğazımdan yukarıya yükselen çığlığı bastırdım. Derin bir nefes alıp kapıdan içeriye girdim. Geniş koridorun iki tarafındaki duvarlarda bulunan eski tarz resimlerin yanından sanki ezbere biliyor gibi duraksamadan geçtim. Toplularımın çıkardığı ses yüzünden ayağa kalkan ev haklının bulunduğu salona girdim. Deniz manzaralı salonun ortasındaki pahalı olduğu her halinden belli olan sehpanın üzerinde iki fincan kahve vardı. Yeni gelmiş olmalıydı kahveler, üzerlerinde hala duman vardı. Gözlerimi kahvelerin üzerimdeki dumandan ayırıp şaşkın gözlerle beni süzen iki kişiye baktım.

"Nasıl içeriye gir-"

Sözünü kestim, ilk konuşması gereken bendim. Yani acı içinde yıllardır yaşayan kızları, Berfu. "Aramayı bıraktığınız kızınızı evinize kabul etmeyecek misiniz?"

Sesim kendinden emin çıkmıştı. Bu önemliydi, herkesi inandırmak için kendimden emin olmam gerekiyordu. Sesim titrememişti ya da herhangi bir duygu göstermemiştim. Genel olarak soğuk kanlı bir kişiliğe sahip olduğumdan bu konuda rol yapmama gerek kalmıyordu.

Bir duygu belirtsem, Berfu'nun başına gelen şey hakkında fikir sahibi olacaklarını biliyordum, bu yüzden soğukkanlıydım. Yem olmayacaktım.

 

"Berfu." diye mırıldandı annesi. Elleriyle ağzını kapatırken ayağa kalktı, çoktan ayağa kalkmış kocasına döndü. "Aman Allah'ım Hamdi, doğru mu söylüyor bu genç bayan? Sahiden Berfu mu o? Buldu mu bizi?"

Kadın arka arkaya sorularını sıralarken kocası onu sakinleştirmek adına birkaç cümle mırıldandı. "Aylin, sakin ol. Şimdi öğreniriz." Ardından bana döndü. "Siz, hanımefendi, Berfu değilsiniz. Yıllardır kızımızı arıyoruz. Şimdi karşımıza dikilmişsiniz, ben Berfu'yum diyorsunuz. Acımızı hatırlatmanıza rağmen rica ediyorum hanımefendi, evimizden çıkıp gider misiniz? Eşim tansiyon hastası, bu tür şeyler sağlığını etkiliyor."

 

Gözlerimi ikisinin üzerinden çekip çantamdaki künyeyi çıkardım. Onlara doğru iki adım attıktan sonra avucumum içindeki künyeyi onlara uzattım. "Bakmak isterseniz buyrun," dedim.

Onlara doğru birkaç adım atarak avcumun içindeki künyeyi pahalı sehpanın üzerine bıraktım. "DNA testi dahil ne istiyorsanız yaptıralım."

İnanmaları için bu tür şeyleri onlardan önce ben teklif etmeliydim, her zaman birkaç adım önde olmalıydım.

Tel tokayla ensemdeki saçlarımın arasına sıkıştırdığım bana ait olmayan tellerini kopardım. Ne yaptığımı anlamamış bir şekilde bana bakarlarken saç tellerini künyenin yanına bıraktım. "Durmayın, DNA testi yaptırın."

 

İkisinin gözlerindeki umut beni derinden yaralasada durmadım. Duygulara yer yoktu, bu işin sonuna kadar rolümü iyi oynayacaktım. Çantamın içine sıkıştırdığım kağıt ve kalemi çıkarıp üzerine Berfu adına aldığım numarayı yazdıktan sonra aynı sehpanın üzerine bıraktım. Yavaşça arkamı döndüm ve birkaç adım ilerledim.

"Bekle!" dedi Aylin Hanım. Adımlarımı durdurup ona döndüm. Eşinin elin bırakarak yanıma geldi. "Lütfen hemen gitme, neler olduğunu anlat. Bunca zaman neredeydin?"

"Neden beni aramayı bıraktınız?" dedim sakinliğimi korurken.

Dolu gözlerinden yaşlar firar ederken burnunu çekti. Hamdi Bey umutsuz gözlerle bize bakmaya devam ediyordu. "Ben seni aramayı hiç bırakmadım. Hayır Berfu, ben hiç bırakmadım!"

"Öldün sandık." Gözlerim Hamdi Bey'e tekrar çevrilirken yutkundum.

Berfu zaten öldü, ben katilini bulmak için buradayım.

Zihnime bir bomba gibi düşen fısıltıdan sonra sıkıca gözlerimi kapatıp açtım. "Pekala."

 

Huzursuz sesim duvarlarda yankılanırken bir kez daha arkamı döndüm. Yavaş adımlarla salonun çıkışına ilerledim. Bahçeye çıktığımda sağ elimi göğüsüme bastırdım ve derin bir nefes aldım. Elimi göğüsümden çekmeden güvenliklerin olduğu yere ilerlemeye başladım.

Yaşlı olan beni gördüğünde oturduğu tahta sandalyeden kalktı. Birkaç adım ilerledikten sonra diğer görevli beyaz kulübeden çıkarak elindeki anahtarla yaşlı olanın yanına ilerledi.

 

"Gidiyor musunuz?" Yaşına rağmen saygısını eksiltmiyordu. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yerleştirdim.

"Umarım geldiğimdeki davranışlarım sizi kırmamıştır. Yaşadığım şeyler yüzünden birçok şeyi unuttum."

"Lütfen öyle düşünmeyin, bu yaşlı çınar ölmeden sizi gördüğü için çok mutlu."

"İsminizi öğrenebilir miyim?" dedim çekingen bir tavırla. İsmini, soyismini hatta kaç yıldır Sezer ailesiyle beraber çalıştığını biliyordum. Yalnızca her şey rolümün bir parçasıydı.

 

"İsmim Bahtiyar." Yüzüne içten bir gülümseme yerleştirdi, yanındaki gence döndü. "Bu da torunum Erdem. Küçükken anne babası yanıma bırakırdı, bu bahçede çok oyun oynadınız." Gözlerini bahçede gezdirdi. "Eski günler işte."

 

Gözlerimi Bahtiyar Beyden ayırarak Erdem'e çevirdim. Benden ve Berfu'dan büyüktü, yirmili yaşlarının sonuna yaklaşmıştı. Elimi uzattığımda gülümseyerek elimi sıktı. "Yeniden tanıştığıma memnun oldum, Erdem."

"Bende." dedi kısaca.

 

Ellerimiz ayrıldıktan sonra vakit kaybetmeden söze girdim. "Bu güzel sohbeti devam ettirmeyi çok isterdim fakat iş yerimden aldığım izinin süresi dolmak üzere. Rica etsem arabamın anahtarını alabilir miyim?"

Bahtiyar Bey, Erdem'e döndü. "Oğlum ben kulübenin içine geçeyim sen de arabayı kapıya kadar getir." Ardından bana döndü. "Tekrar görüşmek üzere Berfu kızım."

 

Erdem yanımızdan ayrılırken Bahtiyar Beye başımla selam verdikten sonra kapının dışına doğru yürümeye başladım. Çok geçmeden Erdem arabamı bana teslim etti, onunlada kısaca vedalaştıktan sonra arabama binerek yalıdan ayrıldım.

Takip edilmediğime emin olduktan sonra arabayı sağa çektim. Çantamın içinden telefonumu çıkardım. Son aradığım numaraya tıkladım ve gözlerimi kusursuz deniz manzarasına çevirdim. Telefon ilk çalıştan sonra açıldı.

 

"Asena." dedi tedirgin sesiyle. Halledemeyeceğimi düşünmüş olması içimdeki öfkeyi alevlendirmişti ama bu telaşının nedenin yapayacak güçte olmamdan kaynaklanmadığını biliyordum. Bu yüzden öfkemi geri planda tuttum.

"Yalıya gittim."

"Nasıl geçti? Tepkileri beklediğimiz gibi mi oldu?"

"Evet, beklediğimiz gibiydi." dedim telefonu daha sıkı kavrayarak. "Dönüyorum, gerisini döndüğümde konuşuruz. En geç yarım saate yanındayım."

 

"Eve uğra." dedi huzursuzca. Kaşlarım çatıldı. "Bir işe başladıysak devamını getirmeliyiz."

"Ne demek istiyorsun?"

"Akşam Sezer ailesinin katılacağı bir davet var. Son dakika katılma kararı aldıklarını bildirmişler, bu sabah."

"Katılmam doğru olmaz. Olayı kimse bilmiyor." diye mırıldandım. Aslında katılmamın daha iyi olacağını biliyordum ama bir anda basının dikkatini çekecek olmak DNA testinde sorun yaratabiliceği düşüncesini görmezden gelemiyordum.

"Bilmeleri için katılmasın zaten." Kapı çalma sesi geldiğinde sesli bir nefes verdi. "Kapatmam gerek. Akşam için şık bir şeyler giymen gerek, Sezer ailesine uygun olsun."

 

Arama sonlandığında gözlerimi yeniden denize çevirdim. İçimde, yıllardır beklediğim savaşa başlamanın verdiği rahatlık ve huzursuzluk dolaşıyordu. Tehlikenin ortasına atlamıştım, bunun bilincinde olmam bile beni rahatlatmıyordu. Korkmuyordum, yalnızca plansız gelişecek şeylerde duygusal bir açık verme ihtimalim beni huzursuz ediyordu.

Bir oyun oynuyordum; kendimle, Berfu'yla ve bir katille. Daha önemlisi, kızlarını kaybetmiş bir aile ve onları takip eden bir sürü insanla. Bunu yapmak zorundaydım. Küçük bir kızın katilinin elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşması katlanılmazdı. Bunu, sadece Berfu için değil, katilleri yakalanamamış herkes için yapıyordum. Zorundaydım, yapacaktım. Adaletsizliğin sürmesine, onun rahat bir yaşam sürmesine izin veremezdim.

 

Arabadan indim ve yaklaşık bir saat önce çıktığım binanın kapısından içeri girdim. Bomboş binanın bir o kadar sessiz merdivenlerinden yavaş adımlarla çıktım. Evin içine girdiken sonra ayağımdaki topuklu botları çıkarıp doğruca yatağımın üzerine bıraktım kendimi. Gözlerimi siyaha boyadığım tavanımla birleştirdim. Siyah rengin ruhumu temsil ettiğine inanıyordum.

 

Asena. İsmim bu. Anlamı: dişi kurt. Bu ismi bana yetimhane müdürü vermişti. Beni sokakta bulanlara attığım asi bakışlardan esinlenmişti, söylediğine göre. Beş yaşıma kadar asiliğimin devam ettiğini, sonra bir anda kaybolduğundan bahsederdi hep. O gece de bana son sözleri bunlardan ibaretti, yetimhaneden kaçmadan birkaç saat öncesiydi yalnızca.

 

Kalbimdeki ağrıyla uyanmıştım. Yine o yaştaki bir çocuğun zihnine fazla gelecek bir kabus görmüştüm ve nefes nefeseydim. Çıplak ayaklarımı yere değdirdiğim gibi ses çıkarmadan yemekhaneye girmiştim. Mutfak tezgahına benzeyen beyaz mermer parçasına tırmanmıştım çekmecelerden yardım alarak. Soğuk mermer üzerinde yürüyüp giriş katta olan yemekhanenin camını açmıştım. Pencerenin kenarına oturup ayaklarımı aşağı sarkıtmış ve derin bir nefes almıştım. Yere yakın pencereden kendimi aşağı bıraktığımda gri pijamamın diz kapakları çimen lekesi olmuştu, döndüğümde bana kızacaklarını bildiğimden umursamazca ayağa kalktım. Uzaktan gelen bekçinin sesini duyduğumda parmak uçlarımda koşmaya başladım, çalıların arkasına saklanıp bekçi olduğum yerden uzaklaştında bir gün öncesinde bozduğum kameraların olduğu kapıya tırmandım. Demir kapı benden kat kat ağır olduğundan ses bile çıkmıyordu, o an parka gitmek için şanslı olduğumu düşünmüştüm.

 

Ayağa kalktım. Pencereyi sonuna kadar açtıktan sonra dolabıma ilerledim. Zihnimin fısıltısına kulak verip özel olarak diktirdiğim siyah elbiseyi dolaptan çıkardım. Spor çantasının içine kırışmayacak şekilde yerleştirdim. Makyaj çantamın içine yapacağım makyaj için gerekli tüm malzemeleri yerleştirdikten sonra onuda elbisenin olduğu spor çantasına koydum. Birkaç takı, küçük bir çanta ve uygun ayakkabıları da koydum ve çantanın ağzını kapattım. Açık bıraktığım camı umursamadan evden çıktım.

 

Veteriner tabelasının biraz gerisine park ettiğim arabamdan indim. Arka koltuktaki çantayı alıp doğruca eskimiş veteriner tabelasının altındaki kapıdan içeri girdim. Gözlerimi duvar boyunca uzanan akvaryumlarda gezdirirken bacağıma sürtünen yumuşak tüylerle elimdeki çantayı yere bıraktım. Eğilip bacağımın hemen yanındaki yavru kediyi kucağıma alırken seslendim. ''Ben geldim!''

 

Cevap vermesini beklemeden kapıyı kapattım. Yerdeki çantamıda alıp koridor boyunca ilerledim, alt kata inen merdivenleri es geçerek yukarı çıkan merdivenlere tırmanmaya başladım. Loş ışığın aydınlattığı koridora geldiğimde kucağımdaki kediyi yere bıraktım. Koridorun sonundaki odaya çantamı bıraktıktan sonra en alt kata indim. Cam olmadığı için her zaman yanmakta olan beyaz ışığın aydınlattığı evcil hayvanlarla dolu yoldan geçtim. Hayvanların yiyeceklerini koyduğumuz odaya girdikten sonra kapıyı kapattım. Solumda kalan taş işlemeli duvarın üstündeki taşlardan doğru olanını sert bir şekilde ittikten sonra açılan kapıdan geçtim. Cebimdeki telefonun fenerini açtıktan sonra demir kapıyı kapatıp zifiri karanlık olan mahzende ilerlemeye başladım.

 

Buranın her köşesini ezbere biliyordum. İlk başlarda nefesimi kesecek kadar korkutucu gelen bu yer giderek yerin üzerindeki yerlerden daha huzur verici gelmeye başlamıştı. Kendimle başbaşa kalabildiğim, kimsenin aklına gelmeyecek bir yerdi. Eğitim aldığım, kendimi eğitmeyi öğrendiğim yerdi burası. Yürüdüğüm koridorda pes etme lüksüm olmadığını anladığım anda attığım kahkaha ve haberlerde duyduğum sözde gerçekler yüzünden ağlayarak geçtiğim günler artık yalnızca silik birer anıya dönüşüyordu. İçinden çıkmak için yüzdüğüm havuzun aslında bir okyanus olduğunu öğrendiğimde buranın kapısını açmaya bile boyum yetmiyordu. Bir deri bir kemik kalmış deyiminin canlı hali olarak kolumu bile kaldıramayacakken burada sona ulaşmak uğruna çalışmaya başlamıştım.

 

Bir demir kapıyı daha açtığımda içerideki gözler üzerime çevrildi. Soğuk bakışlarımı üzerlerinde gezdirdim. ''Babam nerede?''

 

Böyle bir süprizle karşılaşacağım aklımın ucundan geçmezken içelerinden birisi işaret parmağıyla sağ tarafta kalan koridoru işaret etti. Aralarından hızlı adımlarla geçip sağdaki koridora girdim. Burası tahmin bir insanın tahmin edemeyeceği kadar büyük ve karmaşıktı, bunun için özel tasarlanmıştı bu yüzden birilerinin burayı kendisinin bulamayacağını biliyordum. Karşımdaki büyük masada oturan Akay Akaslan'ın karşında durdum.

 

''Baba...'' diye mırıldandım elindeki kağıtlara gözümü kestirdiğimde. Kağıtlardan kafasını kaldırıp gözündeki gözlüğü düzeltti ve gülümsedi. Kağıtları masanın üzerine bıraktıktan sonra ayağa kalktı ve yanıma geldi. Bana sarıldıktan sonra bir elini omzuma koydu ve masasının karşısındaki boş koltukları işaret etti. ''Hoş geldin kızım.''

 

Boş koltuklardan birisine oturduğumda o da çoktan kendi yerine oturmuştu. Gözündeki gözlükleri kağıtların üzerine bırakıp bana döndü. ''İçeridekilerle tanıştın mı?''

 

Benim insanlarla tanışmak konusundaki fikirlerimi biliyordu fakat büyüttüğü kızın tanıdığı en soğuk kalbe sahip kişi olmasını belki de kendisine yediremiyordu. Haklıydı ama benimde böyle olmamın nedenleri vardı, en başta onun arkasında durduğu fikirlerim. Her ne sebeple olursa olsun kim olduklarını merak etmiyordum. ''Hayır.'' dedim düz bir sesle.

 

Gülümsedi. Gülümsemesinin sebini anlayamadığım için kaşlarımı çattım. Gözlüğünü tekrar gözüne taktı, kağıtları eline aldı ve sessizce gözden geçirmeye başladı. O kağıtlarda ne olduğunu merak etmeye başlamıştım. Yine de tek kelime etmeyecektim elindeki kağıtlar hakkında.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bir daha bu kadar rahat nefes alabilecek miyim bilmiyordum.

 

Bir gecenin sabahına takılıp kaldıkça söndüremeyeceğim yangınlara sebep olacaktı yüzyılları gömdüğüm göğüskafesimin sol tarafında.

Daha kötüsü; ben, bunu bilerek o sabah yaşananlar için göğüskafesimi havayla doldurmaya devam ediyordum.

Ciğerlerime çektiğim hava içimdeki yangını körükledikçe başlangıçta yalnızca elime bulaşacak kan bütün bedenimi tavaf eder olmuştu.

Fakat önemli olan bu değildi.

Yolun başından beri bildiğim tek şey varsa, o da asla geri dönmeyeceğimdi. Üstelik tüm bunların sebebine bu kadar yakınken vazgeçmek yalnızca aptallık olmazdı; korkaklığın en büyüğü belki de kan pompalayan bir et parçasının yapacağı en küstah hareket olan ihanetin, bir katilin elinde parmak izi tutmayan bir bıçağa dönüşmesi olurdu.

 

"Asena." Gözlerimi açtığımda babamın az önce incelediği kağıtlar önümdeydi. Parmaklarım kağıtları kavradığında soru sormadan kağıtlar arasında gezdirdim gözlerimi. Geldiğimde gördüğüm kişilerin fotoğrafları ve onlar hakkında yazıların bulunduğu kağıtlara birkaç saniye baktıktan sonra babama döndüm.

 

"Tüm bunlar ne için?" Gözlerimi gözlerine sabitlediğimde derin bir nefes aldı. Ayağa kalktı ve odadan çıkıp koridorda kayboldu. Bu gizemli tavırlarına alışkındım. Tanışmamız bile büyük bir gizemken, içinde olduğum bu yer bile büyük bir gizemken onun bu davranışlarının sebebini sorgulamak saçma olurdu.

 

Kağıtları masanın üzerine bıraktığımda içeriye girmişti. Daha doğrusu, içeriye girmiştiler. O ve masanın üzerinde duran kağıtlarda fotoğrafları olan yaşıtlarım. Babam yerine otururken hepsi masanın karşısına hilal çeklinde dizildiler. Gözlerimi tek tek üzerlerinde gezdirdim.

 

"Seninle çalışacaklar." Bakışlarım babamın üzerine kayarken kaşlarım çatıldı. Benimle çalışmalarından hoşlanmayacağımı biliyor olmalıydı. Bunu, ona açık dille söylemesem bile davranışlarım kesinlikle bu yöndeydi. Üstelik yıllardır doğru düzgün iletişim kurduğum bir tek o vardı. Aslında O'ndan başka iletişim kurabileceğim kimsem yoktu.

 

Başka kimseyle iletişim kurmak da istememiştim, istemiyordum. Neler olduğuna inanan bir tek o vardı, o ve ben. Gerçekleri bilen ve adalet için uğraşan. İki üniversite bitirmişti; biri şu an yerin altına inşa ettiği bu mahzenin görünür yüzü olan veterinerlik fakültesiyken, ilk bitirdiği üniversite ise hukuk fakültesiydi. İki alanda da başarı sağlayabilecek kadar zekiydi. Bilmediğim bir çok iş yapıyordu aynı anda, sorduğum aldığım yanıtlar ise bilmememin her zaman için daha doğru olduğunu işaret ettiğinden merakımı kapalı bir kutuya koyup kitlemiştim yıllar önce.

 

Tanımadığım ve güvenemeyeceğimi düşündüğüm bu insanların benimle çalışmaları için seçtiyse mutlaka bir bildiği olmalıydı ama sorun benim takım gibi çalışma huyumun olmaması hatta düşüncelerimi aktarmaktan hoşlanmamam konusundaydı. ''Bunu kabul edemem.''

 

''Evet, edebilirsin.'' dedi kendinden emin sesiyle. ''Herbirini özellikle seçtim. Hepsi alanında uzman. Kabul etmesen bile onlar seninle çalışacak Asena. Bu yolda tek başına saha görevine gönderemem seni. Akıl karı bir iş istiyorsak, itiraz etmemelisin. Olayı en ince ayrıntısına kadar biliyor dördü de.''

 

Gözlerimi kapattım. Benim nerede nasıl hareket edeceğimi bırak, ismimi bile az önce duyduklarına emin olduğum birkaç kişinin bana yararı olmayacaktı. Bunu ister şimdi isterse sonra kabul edebilirdi, ben her zaman tek başıma başımın çaresine bakmıştım.

 

''Pekala.'' dedim ayağa kalkarken. tam karşılarına geçip hepsini teker teker bir kez daha süzdüm. ''İsminiz ya da kaç yaşında olduğunuzla ilgilenmiyorum. Ben, Asena. Dışarıdaki herhangi birisine benden bahsetmeniz bu dakikadan itibaren yasak. Dışarıdayken ismim Berfu. Anladığınızı düşünüyorum.'' Umursamaz sesime rağmen beni dikkatle dinlemelerini tuhaf karşılarken yüzümde hiçbir ifade değişmedi.

 

Odadan dışarı çıkıp labirenti andıran mahzende ilerledim. Birkaç kapı sonrasında birinin önünde durdum ve kapıyı açtım. Kapıyı kapatmadan içeri girdim. Kollarımı birleştirip içerideki masalardan birisine yaslandığımda onlarda arkamdan gelmişti. İçlerinden birisi önümüzde duran bilgisayarlara hayranlıkla bakarken söze girdim. ''Burası çalışma alanlarımdan yalnızca birisi, teknik olarak sizinde öyle. Her neyse, telefon numaralarınızı isimlerinizle birlikte ikinci bilgisayara aktarın sonra sizi bu koridorun sonundaki odada ufak bir sınava sokacağım. Hanginiz işime yararsınız daha iyi öğrenmiş olurum.''

 

•••

 

Saat beşe kadar hala isimlerini bilmediğim sözde takım arkadaşlarımı baya yormuştum. Ben onları ne kadar yorsamda onların pes etmemesi hoşuma gitmemişti. Eğer bir süre sonra onlardan kurtulma niyetim olmasa bu durum hoşuma gidebilirdi. Yaklaşık bir saattir dinleniyorlardı ve ben, babamdan davet hakkında daha detaylı bilgi almıştım. Davette olabilecek her şeye hazırlıklıydım. Katilin bu gece orada olabileceği gerçeğini bile kafamın bir köşesine yazmıştım.

 

Oturduğum koltuktan kalkıp yanlarına ulaştığımda hepsi dikkatle bana dönmüştü. Adresin yazılı olduğu kağıdı bilgisayar konusunda daha yetenekli olana uzattım. Bir seksen boylarında, düz sarı saçlarını kısa kestirmiş çocuk elimdeki kağıdı aldı. Koyu kahve gözleri kağıdı okuduktan sonra bana döndü. ''Mekanın ayrıntılı planını bulmanı istiyorum.''

 

Diğerlerine döndüm ve sesli bir nefes verdim. ''Her şey olabilir. Bu yüzden bilgisayar odasındaki çekmecelerden birinde mikro kulaklıklar olacak, onlarla iletişim kuracağız. Sakin bir gece geçirmeyi umuyorum.''

 

Adresi verdiğim çocuğa döndüm. ''Sen burada kalacaksın, birimizin başına gelen olası bir terslikten sen diğerlerini haberdar edeceksin.'' Onunla hemen hemen aynı boyda olan kıvırcık saçlı çocuğa çevirdim gözlerimi. ''Görevlilerden birisinin yerine geç, eğer gerek duyulacak olursa yanında silah taşıyan kişi sen olacaksın. Hedefi en az ıskalayan sendin.''

 

Siyah saçlarını küt kestirmiş kız ve onun sevgilisi olduğunu düşündüğüm uzun boylu esmer çocuğa baktım. ''Siz çift olarak katılacaksınız, bir şekilde kendinizi içeri kabul ettirin.''

 

''O iş bende, her ne kadar kameralardan uzak durmayı seçsemde babam ünlü bir iş adamı.'' Kısaca davete zaten davetliydi ve yanında kız arkadaşıyla gitmesi dikkat çekmezdi. Gerisini merak etmiyordum.

 

''Ben hazırlanıp geleceğim, sizde hazır olun.'' Kendimden emin adımlarla mahzenden çıktım ve en üst katta yatağın üzerine bıraktığım eşyalarımın yanına ulaştım. Odanın kapısını kitledikten sonra Küçük banyoya yöneldim.

 

Kısa bir duşun ardından ıslak saçlarımı havluya sardım. Çantanın içinden çıkardığım siyah elbiseyi giydim. Üstüme oturan siyah astarı ve kalçamın biraz daha altında biten astarın etrafına bir samaşık gibi dolanmış tülleri aynada düzelttim. Kol kısımlarındaki tüller omuzlarımda başlayıp omuzlarımın hemen altında ağaç sallarını andırırcasına kolumun üst kısmını sarıyor ve dirseklerimden sonra kolumu tamamen sarıyordu. Bir parmağımı yüzük gibi sararak elimin bir kısmınıda kaplayan ince olmasına rağmen uzaktan mat gözüken tül son buluyordu.

 

Siyah ve kırmızı tonların ağırlıkta olduğu makyajımı bitirdiğimde koyu kahve gözlerim kendini daha net belli ediyordu. Belime kadar gelen uzun saçlarımın uçlarını dalgalandırdım perçemlerime şekil verdim. İki küçük tel tokayla uzun saçlarımı geriyw doğru tutturdum.

Küçük siyah çantamın içine mat kırmızı ruj ve telefonumu koydum. Makyaj aynasının altında bulunan çekmecelerden en alttakini açtım. İçindeki kahverengi kutuyu dizlerimin üzerine bıraktım. Kutunun kapağını açtım ve bir kolyenin yerleştirilmiş olduğu kırmızı kadife kaplı süngeri çıkarıp aynanın önüne bıraktım.

Ayağa kalkıp kutuyu yatağın üzerine bıraktım, ardından siyah topuklu ayakkabılarımı giydim. Kutunun içinde bulunan oldukça ince ve keskin olan iki bıçaktan birini dikkatle aldım, ayakkabımın topuk kısmından tabanına uzanan bıçak için özel ayrılmış yere yerleştirdim. Diğerinide yerine yerleştirdiğimde spor çantasının içindeki takıları dikkatle taktım. Kırmızı taşlı kolye, incecik zinciriyle göğüsümün hemen üzerinde bitiyordu. İçerisinde dışarıdan bakıldığında görünmesi imkansız olan bir kamera bulunuyordu.

Yüzüğümün taşının içinde ise içen kişinin dakikalar içerisinde uykuya dalmasını sağlayacak bir zehir vardı.

 

Etrafı toparladıktan sonra gözlerim aynadaki görüntümde dolaştı. Fazla hızlı başlamamış mıydım? Her şeyi riske atmak korkusu göğüsümün ortasında bir girdap açıyordu. O girdap eğer beni yutarsa, eğer içimden geçen tüm kötü ihtimaller beni gafil avlarsa hayatıma nasıl devam edeceğimi bilmiyordum.

Doğrusu, şu an bile hayatıma devam etmiyordum. Kendimi geri planda bırakıyordum çünkü içimde o kadar büyük bir yük taşıyordum ki kalbime bağladığım taşlar beni suyun yüzeyine bir saniye bile çıkmama izin vermiyordu. Böyle olmalıydı; her şey açığa çıkmadan, Berfu'nun o küçük bedenini ruhuna kavuşturmadan hayatıma devam edemezdim.

Kendimi cezalandırmak değildi bu. Ruhumu, vicdanımı rahatlatmak ve öfkemi biraz olsun dindirmekti.

 

Geçmiş ayağına takıldıkça geleceğini yanmaktan kurtaran var mıydı bu dünyada? Sahi, ruhu boynuna dolansada rahat nefes alabilir miydi bir insan? Nabzı atarken, gözleri önünde kalbi durana haksızlık etmiş olmaz mıydı? Ruh kanamaz mıydı geceleri geç saatlerde? Kabuslarından arınıp düşlerine sığınabilir miydi?

 

Soğuk bir ruhum yoktu aslında ama o gece olanlardan sonra buz tutmuştu. Ne kadar güneşte beklesem, ne kadar sıcakta durmaya çalışsam hatta alevler içinde kendimi yakmaya çalışsam bile erimemişti. Peki, erir miydi? İşte bunu bilmiyordum.

Bilmediğim her şey ise içimdeki hissizliği büyütüyordu. Hissizlik, tanrının bana verdiği büyük bir cezaydı. Sadece içinde bulunduğum duruma bastırılmış duygular gösterebiliyordum. Öfke ve üzüntü ruhumu delen iki kurşundan farksızdı, üstelik başka duygum da yoktu.

O gece yaşanmamış, Berfu sıcak yatağında uyuyor ve ben de yalnızca yaptığım yaramazlık yüzünden cezalandırılsaydım bu denli hissiz olmayabilirdim.

 

Merdivenden inerken yelkovan ve akrebin verdiği savaşın kanıtı olan sesi, topuklu ayakkabılarımdan çıkan tok sesle karıştırıyordum. Aslında ikisi de aynı şeyi haber veriyordu bana: büyük bir savaşın meşalesini eline aldığımı.

 

Mahzenin içine girdiğimde doğruca bilgisayar odasına yöneldim. İçeride bilgisayarlarla uğraşmakta olan çocuğa bakmadan çekmeceden aldığım kulaklığı kulağıma taktım. Fark edilmeyecek derecede küçük olmasına rağmen saçlarımla kulağımı kapatarak ekstra önlem aldım. Çekmeceyi kapatıp arkasına yaslanmış bilgisayara bakan çocuğa döndüm. "Binanın planını buldun mu?"

 

Çocuk arkasını dönmeden birkaç tuşa tıkladı, ardından bana dönüp gözleriyle duvara asılı büyük ekranı işaret etti. Gözlerimi devirdikten sonra bakışlarımı ekrana çevirdim. "Erkin ben, merak etmesende söylemek istedim."

 

"İsminle ilgilenmiyorum, söylediklerimi düzgünce uygulaman yeterli." Derin bir nefes aldım ve gözümü ekranda gezdirdim. Binanın planını bilmekte fayda vardı, olası bir tehlike durumunda gidilebilecek yerleri bilmek gerekiyordu.

Ekrandaki görüntüyü aklımın bir köşesine yerleştirirken parmağımla ekranın sağ alt köşesini işaret ettim. "Yakınlaştır."

 

İşaret ettiğin kısım ekranda büyürken gözlerimi kıstım. Yerde pencere büyüklüğünde bir şey göze çarpıyordu. "Evin bodrumu mu var?"

"Plana göre yok." Birkaç tuş sesi geldikten sonra başka bir sayfaya geçti. "Aynı yer benimde dikkatimi çekti, ev yapılırken alt katına böyle bir yer eklemişler ama gizli kalmış."

 

Labirenti andıran yeni plan içimdeki kuşkuyu doğrularken kapı açıldı. Kafamı kapıya çevirdim, ekibin devamı içeri girdiğinde isminin Erkin olduğunu söyleyen çocukla göz göze geldik. "Önceki planı aç," Gözlerim diğer üçü arasında gidip geldi. "Evin planını ezberleyin."

 

Kızın giydiği koyu mor kısa elbisenin korsesine gözüm takıldı. Ardından odadan çıkıp başka bir odaya girdim ve gördüğüm ilk çekmeceyi açtım. İçi bıçaklarla dolu çekmeceden küçük ve taklanabilir olan ikisini aldım.

Benim sorumluluğumda oldukları için korunmasızca gitmelerini istemiyordum, ortada bir katil dolaşırken birisini daha kurban vermek son hedefimdi.

Odaya döndüğümde yanındaki çocuğa bakmadan kızın korsesine yaklaştım. Ellerimle kızı yan çevirirken "Sen de kemerini çıkar." dedim ruhsuzca.

"Ne?"

"Kemerini çıkar, ne diyorsam onu yap." Kızın korsesinin içine bıçağı yerleştirip birkaç adım geri çekildim. Belli olmadığına emin olduktan sonra çocuğun soru soran bakışlar eşliğinde uzattığı kemeri aldım. Boş olan sandalyelerden birine oturdum ve topuklu ayakkabımın arkasındaki bıçakla kemerin dikişlerinin bir kısmını söktüm. Kendi bıçağımı topuklu ayakkabıma yerleştirdikten sonra katlanabilir bıçağı söktüğüm dikişli kısımdan içeri soktum.

Ayağa kalkıp çocuğa kemerini uzattığım. "Önlem almakta fayda var, merak etmeyin metal dedektörlerinde ötmezler." Saatimi kontrol ettim. "Çıkıyoruz."

 

•••

 

Sert bakışlarımın ardında yatan yalnızca sert bir kişilik değildi. İki çocuğun ruhunu taşıyordum göğüsümde, anlaşılmasın diye dış dünyayla aralarına yüksek duvarlar örmüştüm.

Bir kez daha kanlar içinde ağlamasınlar diye sert bakıyordum her şeye. O gece iki kız çocuğu kanlar içinde ölmüştü göğüskafesimde, bir daha olmasına izin vermeyecektim. Bir kez daha onların ruhlarını kaybetmeyecektim.

Kendi ruhumu tutsak etmiştim bu yüzden. Onların ruhlarına sahip çıkabilsin diye yanlarında bırakmış, geri geleceğimi fısıldamıştım.

Yıllarımı geçirmiştim bu büyük yükün altında. Sonunda onlara ulaşmak olduğundan itiraz dahi etmemiştim. Uykularımın katili olmuştum, gerçek bir katili yakalamak uğruna.

 

Davetin yapılacağı evin önündeydim. Topuklu ayakkabılarımın taştan zemine yaptığı baskıyı, vücudumun her bir noktasında hissediyordum. Yalnızca eve bakıyor ve düşünüyordum. Berfu burada olsaydı... O gece hiç yaşanmamış olsa beni tanır mıydı? Belki... Belki.

 

Sezer ailesinin içeri girdiğini gördükten sonra uzaktan izlediğim evin kapısına doğru ilerlemeye başladım. Uzun tırnaklarım avuçlarıma batarken kulaklıktan gelen sesleri dinlemeye başladım.

"Asena içeri girmek için harekete geçti gençler, Sezer ailesinde durum ne?" Bu o çocuktu, ekran başındaki.

"Davetlilere selam verdiler ve havuz kenarındaki masalardan birindeler."

"Helin ve bende onların iki arkasındaki masadayız beyler. Şu an etraf sakin."

 

Güvenlik görevlilerinin yanına geldiğimde davet listesindeki sahte adımı söyledim. Görevliler ismi kontrol ettikten sonra geçmem için izin verdiler. Evin bahçesine girdikten sonra havuz tarafını gösteren kırmızı ok tabelasına uyarak işerledim. Büyük bahçenin her yerini kaplayan şık giyimli kalabalık arasında tek cenaze rengi giyen kişi olarak ilerlemeye başladım.

 

Dikkat çekmek istemesem bile Berfu'yla olan benzerliğimiz yüzünden birkaç kişinin konuştuğunu duymuştum. Aslında bu iyiydi, dışarıdan bakan birisi Berfu olduğumu düşünüyorsa insanları inandırmak düşündüğümden daha kolay olacaktı.

Havuzun kenarında ilerlemeye başladım. "Havuzun yanında, doğruca Sezer ailesinin yanına mı gidicek?"

"Olabilir, bilmiyorum Batu." Erkin diğerlerine göre daha hızlı alışmış gibiydi tek tabanca takılmama. "Davetliler arasında dikkat çeken bir konuşma var mı Eymen?"

"Sezer ailesi içeri girdiğinde Berfu hakkında konuşmalar olmuş, Helin duymuş." Tırnaklarım avcuma daha sert saplanırken kendimden daha emin yürümeye başladım.

"Ben evin içine girdiğimde kamere kayıtlarında benim olduğum kısımları silmeyi unutma Erkin." Konuşmanın gerisini dinlemeden yürümeye devam ettim.

 

Aylin Hanım, gözlerini havuza dikmiş sessizce bekliyordu. Onun aksine eşi Hamdi Bey kendi yaşlarında birkaç kişiyle konuşuyordu. Yüzüme yerleştirdiğim içten gülümsemeyle Aylin Hanımın yanında durdum. Geldiğimi fark etmemişti, Hamdi Bey ise konuşmaya gerçekten dalmış gibiydi. "Aylin Hanım," dedim gülümseyerek.

 

Gözlerini havuzdan ayırıp bana çevirdiğinde sessiz kaldı. Üzerine giydiği zümrüt yeşili elbise ve kahve rengi dumanlı makyajı yeşil gözlerini ortaya çıkarıyordu. Yaşına göre oldukça genç duruyordu. Kim olduğumu anladığında şaşkınlığını gizleyemedi. Gözleri inanmıyormuşcasına açılırken eliyle ağzını kapattı. "Sen, nasıl?"

Gülümsememi bozmadım ve sesli bir nefes verip gözlerimi etrafta gezdirdim. "Biraz tuhaf bir tesadüf oldu, haklısınız."

"Biliyorlar mı? Yani herkes..." Sözünü tamamlamasına izin vermedim.

"Aylin Hanım," dedim huzursuzca. "Kimsenin bir şey bildiği yok, lütfen sakin olun." Masadaki su şişesini açtım ve büyük kadehlerden birisine su doldurduktan sonra ona uzattım.

Sessizce kadehi elimden alıp birkaç yudum aldı. "Nasıl içeri girebildin?" diye sorduğunda biraz geri çekilip sözde takım arkadaşım olan iki kişiyi gösterdim.

"Arkadaşımla beraber geldim, sizinde geleceğinizi öğrendiğimde." Kafasını olumlu anlamda salladıktan sonra kadehteki suyu bitirdi. Daha sakin görümüyordu. "Rahatsız ettiysem kusura bakmayın, dalgın gözüküyordunuz ben de yanınıza gelmek istedim. Aslında sadece uzakta duracaktım ama-"

"Lütfen saçmalama, ne rahatsızlığı?" Etrafta gözlerini gezdirdi. "Aynı şeyin olma olasılığı korkutuyor sadece beni."

"Merak etmeyin." diyebildim içimde oluşan boşluk hissini bir kenara bırakıp. "Dikkatli biriyimdir, hem buraya bunları konuşmak için gelmedim. Yalnız kalmıştınız."

 

"Sorun değil, Hamdi hep iş konusunda konuşurken kendini kaybeder. Yıllar geçti artık, alıştım ben." Gözleri gözlerimden boynuma kaydığında bir süre kolyeme baktı, ardından gülümsedi. "Bu baya pahalı bir parça, sen mi aldın yoksa birisi mi hediye etti?"

Bir anda konu değiştirip normal bir konudan konuşması garibime giderken utanıyormuşcasına gözlerimi kaçırdım. Gerçekten merak ettiği şey kolyem miydi? "Hediye."

"Eminim çok iyi kalpli bir beyefendidir."

 

"Aylin," Masanın yanına gelen Hamdi Bey, dik bakışlarını bana yöneltti. "İyi misin?"

"İyiyim, hem bak sen yokken bana kim eşlik etti." Hamdi Beyin huzursuz olduğu bakışlarından belli oluyordu. Sınırları çokta zorlamaya niyetim olmadığından biraz uzaklaşacaktım. Hem bu süre zarfınca binanın altına inşa edilmiş yerin ne işe yaradığını öğrenebilirdim.

"Merhaba," dedi huzursuz tavrıyla.

"Merhaba, Hamdi Bey. Siz de geldiğinize göre ben yerime dönebilirim, iyi eğlenceler dilerim size."

 

İkisine kısaca baktıktan sonra arkamı döndüm. Havuzun kenarından ilerleyerek kısa saçlı kızın yanına ulaştım. "Kısa bir işim var, gözünüzü ne olursa olsun Sezer ailesinden ayırmayın."

"Nereye?" diye sorsada onu duymazlıktan gelerek evin içine ilerledim.

Tuvaleti arıyormuşçasına etrafa bakınırken gördüğüm ilk görevlinin yanına yaklaştım. "Pardon, lavabo ne tarafta acaba?"

"İleriden sağa döndükten sonra soldan üçüncü kapı hanımefendi." Eliyle gösterdiği koridora bakıp gülümsedim.

"Teşekkürler,"

 

Yavaş adımlarla koridorda ilerleyip sağa döndüm. Adımlarımı hızlandırdıktan sonra soldan dördüncü yani son kapının kolunu sessizce çevirdim. "Kahretsin." diye fısıldadım.

"Kilitli mi?" diye sordu kulaklığımdan gelen ses. Bir adım geriye çekilip elimi saçlarımın arasına götürdüm. Ya anahtarı bulmam gerekiyordu ya da kapıyı kırmalıydım.

"Görevli rolü yapan hanginizdi?" diye sordum sakince.

"Batu, duyuyor musun?"

"Evet, buradayım. Dinliyorum."

"Asena sendeyiz."

 

"Giriş kat, sağdaki koridorda sağdan dördüncü odanın anahtarını bulman gerekiyor. Daveti veren kişi Sardun Bey, o odanın anahtarıyla beraber senden üç adet vodka istediğini söyle. Güvenliklerden birinde mutlaka anahtar vardır." Koridorun diğer ucuna baktım ve sesli bir nefes verdim. "Bir dakika içinde güvenliklerin yanına git ve bunu söyle, Erkin sen de telefon sinyalerini beş dakikalığına kitle."

"O neden?" diye sordu bir diğer ses.

"Sen ve kız arkadaşın Sardun Bey'i oyalarken korumalar yanınıza gelip sizi rahatsız etmez ama telefonla arayabilirler." Gözlerimi devirdim ve kapının karşısındaki duvara yaslandım. "Ne bekliyorsunuz?"

 

Doğru zamanda doğru plan, diye düşündüm hepsi harekete geçerken. Anahtarı bulmasını umuyordum çünkü bir diğer ihtimal anahtarın yalnızca daveti veren kişide yani Sardun Beyde olmasıydı. Eğer öyle olurda kapıyı açmak için farklı yöntemler bulmam gerekiyordu. Belki camı kırıp içeri girebilirdim ama bu da çoğu yöntem gibi arkamda iz bırakırdı.

"Asena anahtar sadece Sardun Beyde varmış." Gözlerimi kapının kilidine diktim ve derin bir nefes aldım. Pekala, zor yolla çözmem gerekiyordu.

"Tamam, bundan sonrasında dışarıda bekle. Güvenliklere görünme."

 

"Kim güvenliklere görünmeyecek?" Sorusuyla kafamı koridorun başına çevirdim. Siyah takımının içine giydiği siyah gömleğin yakasından belli olan zincir adeta buradayım derken gözlerimi gözlerine sabitledim. Kahve gözlerinde hiçbir duygunun kırıntısı yoktu. Bu da kimdi? Hayır, önemli soru bu değildi. Ne kadar zamandır oradaydı?

"Anlamadım?" Yaslandığım duvardan uzaklaşıp ona doğru yürürken. Aramızda yanlızca üç adımlık mesafe kaldığında topuklu ayakkabılarımı yere sabitledim.

"Gizli saklı işler çevirmek sizin gibi zarif bir hanımefendi için zor olmalı." diye mırıldandı.

 

Alayla dudaklarımı yukarı kıvırdım. "Gizli saklı işler çevirdiğimi nereden çıkardınız?"

"Birisine güvenliklere görünmemesi için akıl verdiğine göre başka nasıl bir anlam çıkarmam gerekiyordu?" Gözlerini benim üzerimden çekip az önce önünde durduğum kapıya çevirdi. "O kapının ardındaki şeyle ilgilendiğin açık."

Arkamı dönüp kapıya bir bakış attım. "İlgilendiğim söylenemez."

 

"O kapıyı açarım," dediğinde gözlerimi yeniden onun üstüne yönelttim. "O kapının arkasından yer altına inen deponunda kilidini açarım."

 

Bir yabancıya planımı açık etmek mi? Gerçekten bu kadar basit bir şekilde tüm planımı mahvedeceğimi mi sanıyordu? Saçmalıktı.

Gözlerimi solumda kalan duvarın üst köşesine diktim ve birden gözlerimi kıstım. Kafasını çevirdiği an topuklu ayakkabılarımdaki bıçaklardan birisini çıkarıp bana an onu duvara yasladım. Bıçak tam şah damarının üzerinde dururken derin bir nefes aldım. Boyum ondan kısaydı, fiziksel olarak dışarıdan bakıldığında da ondan güçsüz gözükebilirdim ama doğru zamanlama ve doğru silahla her şey değişirdi. Hareket ettiği an bıçak bir milim kayar ve şah damarını keserdi. Bunun farkına vardıktan sonra gözleri gözlerimi buldu.

"Her ne duyduysan," dedim tehlikeli bir ses tonuyla. Mahvetmesine izin vermeyecektim. "Unutacaksın."

"Unutmazsam?" diye sordu ifadesiz gözlerle.

"Unuttururum."

 

Bıçağı boynundan çekip geriye adım attığımda buraya doğru gelmekte olan seslerin aksi yönde ilerlemeye başladım. Pekala, bu gece o depoda ne olduğunu öğrenememiş olabilirdim ama öğrenecektim. Çünkü Sardun Bey, Berfu'nun kaybolduğu gece ortalıkta değildi. Ne eşi, ne de çocukları nerede olduğu hakkında bir şey bilmiyordu. En azından verdikleri ifadeler değişmeden önce böyleydi. Hamdi Beyle aralarında bir anlaşmazlık çıktığını söyleyen söylentileride göz önünde bulundurursak o kapının ardında ne olduğunu kesinlikle öğrenmem gerekiyordu.

 

Bahçeye çıktıktan sonra hızlı adımlarla evin çıkışına ilerledim. Planımı bozan davetsiz misafirin kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu ama daha önce bu eve tekrar girmek için akıllıca bir plan yapmam gerekiyordu.

 

"Helin ve Eymen gecenin sonuna kadar Sezer ailesinin üstünde olsun gözleriniz." Kulaklığı kulağımdan çıkardım. Bu gece daha fazla beceriksizlik duymak istemiyordum.

 

Duygular bırakırdı peşini belki ama düşünceler seni asla rahat bırakmazdı. Zihnindeki duvarlara çarparken bedenini delik deşik eder; iyileşmiş yaraların üstünden geçer, kanayan yaralarına tuz basardı.

Düşünceler bu yüzden duygulardan daha tehlikeliydi benim gibi hislerini kontrol edebilen birisi için. Damlayan kanın sebebi duygulardı, evet ama beyaz gömlek giyip altında beklemeni sağlayan senin fikirlerindi. Attığın her adımda ayaklarının altına batan cam kırıklarıydı düşünceler; hatırlatıyordu geçmişi en olmadık anda bile, kan kusman için karnını tekmeliyordu.

 

Doğru olan buydu, kan kustukça gerçeğe ulaşmak için adım atardı insan. Şüphe aydınlatırdı bütün o karanlıkların içinde saklanan asi düşünceleri. Bir silah gibi ateşlerdi kelimeleri hedefine, ıskalamazdı.

 

 

 

Loading...
0%