Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.İçine Hapsolduğun Dünyanın Sürrealistleri

@pretlidzeklis

 

 

 

İçinde Hapsolduğun Dünyanın Sürrealistleri

 

 

Lil Happy Lil Sad, Find Myself

James Arthur, Train Wreck

 

 

"İnsanın kendi yolunda yürüyüp yürümediği adımlarından belli olur."

-Friedrich Nietzsche

 

 

 

 

Bazı geceler, bazı ruhların üstüne lanetlenmişti. O gecelerin sabahı bir türlü gelmezdi işte, güneş açsa bile devam ederdi o gece sonsuza dek. Dinmezdi o yaranın kanaması, geçmezdi ruhta bıraktığı boşluk.

Bir ağıt gibi tekrarlanır dururdu boğazında düğümlenmiş çığlıklar. Ne zaman son vermek istesen bu acıya, saatle bakışır kalırdın sabaha dek. O sabahın hiç gelmeyeceğini bilerek izlerdin akrep ve yelkovanın savaşını.

Hiçbir şeyin aynı olmayacağını bilerek nefes almaya devam etmek zorunda kaldığından kaçardı uykuların ve sabaha dek defalarca kez yanardı çakmak. Bir şarkı takılı kalırdı aklına, dudaklarının arasından çıkan dumanla eşlik ettiğin.

Savaşmak zorunda olma nedenim yalnızca o gece yaşananlar olsaydı, belki her şey daha kolay olabilirdi. Annem beni adımımı bile atmadığım bir sokağın köşesinde tek etmeseydi küçücük yaşımda sokakların adını ezberlemek için çıplak ayaklarımla basmazdım o kaldırım taşlarına. Henüz altı yaşındayken öz babam tarafından kaçırılıp ölesiye dayak yemeseydim her yenilgimde soluğu spor salonunda almazdım. Adını bile bilmediğim bir kadının bana annelik yapabileceğine inanmazdım, okula anne babasıyla gelen çocuklarla kavga etmezdim, gündüzleri parka gitmekten nefret etmezdim, tatlı yediğimde midemde hiçbir şey kalmayana dek kusmazdım... Değişik oldu her şey, şu an olanlardan farklı olurdu işte. Ağlayabiliyor olurdum en basitinden, daha insani duygular besliyor olurdum.

 

Sigaramı söndürdükten sonra bacaklarımı kendime çektim. Çıplak ayaklarım sandalyenin kumaşına temas ettiğinde kafamı duvara yasladım. Parmaklarımın arasındaki sigaranın gri dumanı aydınlanmaya başlamış gökyüzünün renkleri arasında kayboluyordu. İyi anılar gibiydi duman, solup gidiyor ve bir daha geri dönmüyordu. Oysa kötü anılar sürekli zihnimin içinde koşturuyor, her fırsatta kendilerini hatırlatıyordu.

Bu yüzden kendime nefes alacak zaman bırakmıyordum. Eğer bir kez nefes alma şansı verirsem kendime, toparlayamayacağım noktaya geleceğimi biliyordum. Kendimi korumak için kendimden kaçıyordum.

Savaşmayı öğrendikten sonra savaşların sonunun gelmeyeceğini anlıyorsun. Düşman askerlerinin bulunduğu cepheye baktıkça kendinden ve gelecekte olabileceği kişiden uzaklaşıyordu insan. Uzaklaşmak zorundaydı, savaşabilmesi gerekirdi insanın her koşulda. En çok kendiyle savaş vermeliydi ki etrafında dönen tilkilerin arasından kaçabilsin, başkalarının kendine zarar vermesini engellesin.

 

Bu yüzden kirli oyunların döndüğü bu dünyadan nefret ediyordum. Kendime zarar vermekten çekinmeyen birine dönüştürmüştü beni. İfadesiz bir surat ve sürekli düşünmekten uyu nedir bilmez gözlerden ibarettim.

 

Masanın üzerindeki küllükte sigaramı söndürdüm. İzmaritten çıkan son dumanın ağır ağır yok olmasını izledim sessizce. İlk plandan çuvallamak isteyeceğim son şeydi fakat konu ben olduğunda isteklerim tersi yönde ilerlerdi, hep. Ayaklarım yeniden soğuk balkon zeminiyle buluştu, adımlarım önce kitaplarla dolu salonuma ardından odama yöneldi. Dün gece gelir gelmez kendimi buz gibi suyun altına sokmuştum. Sıcağa rağmen hala kurumamış olan saçlarımı taramaya başladım.

 

Yarım saat içinde evden çıkıp dün gece davetin yapıldığı eve gidecektim. Sabahın ilk saatlerinde boş olacağını düşünüyordum, en azından bir iki görevliyle başa çıkardım. O odaya girmeliydim, bir terslik olduğunu biliyordum ama olayın Berfu'yla ilgili olmamasını uyuyordum. Saçlarımı taramayı bitirdikten sonra arkadan tek bir örgü yaptım. Çökmüş göz altlarımı umursamadan dolaba yöneldim, bulduğum ilk siyah bol pantolonu üzerime geçirdikten sonra üzerime yapışan siyah tişörtü giydim. Herhangi bir yere elimin izini bırakmamak için ince siyah eldivenlerimi taktım. Pantolonumun arka cebine katlanabilir ince bir bıçak yerleştirdim. telefonumu ve siyah spor ayakkabılarımı aldıktan sonra evden çıktım.

 

Sahil şeridinin bu saatte boş olmasından yararlanarak davetin olduğu eve doğru yola çıktım. Fark edilmeyi planlamadığımdan arabayı iki sokak aşağıya çekip hızlı adımlarla eve ulaştım. Dün gece kapının önünde davetiye kontrolü yapan güvenlikler ortalıkta gözükmüyordu. Böyle büyük bir evi davetten sonra güvenliksiz bırakmaları mantıklı gelmediğinden temkinli adımlarla bahçeye girdim. Dün geceden eser yoktu, bahçede olan tüm o süs ve saçmalıklar ortadan kaybolmuştu. Bu kadar hızlı nereye gitmişlerdi?

 

''Size nasıl yardımcı olabilirim?'' Arkamdan gelen sakin sesle kaşlarım çatıldı. Arkamı döndüğümde üzerindeki üniformadan ve ayaklarındaki sarı lastik botlardan bahçivan olduğunu anladığım yaşlı amcayla göz göze geldim.

 

''Dün gece,'' dedim beklemeden. ''Benim için çok önemli olan küpemin tekini düşürmüşüm.'' Aklıma gelen ilk yalanın zehrini dudaklarımdan dışarı bıraktım. ''Rahmetli annemin hediyesiydi. "Gerçekliğine inanması için yutkundum ve elimi kulağıma götürdüm. ''Gece rüyama girdi, onu almak için gelmiştim ama kimse yok galiba.''

 

Yaşlı adam tek kaşını havaya kaldırdı ve beni süzdü. ''Bir saat önce evi boşalttılar, ben buranın bahçivanıyım.'' Ardından kapıyı işaret etti. ''Ben bahçeyle ilgilenirken içeriye bak istersen, bulamazsan sana temizlik ekibinin numarasını verebilirim. Annen adına çok üzüldüm kızım.''

 

Gözlerimin umutla parlamasına izin verdim ve yüzüme minnettar bir gülüş ekledim. Bana uzatılan anahtarları avcumun içine hapsettim. ''Çok teşekkür ederim, bunu hayatım boyunca asla unutmayacağım.'' diyerek evin kapısına yöneldim koşar adımlarla. Anahtarı yerine sokup kilidi açarken yaşlı adamın arka bahçeye ilerlediğini görmüştüm. Kapıyı açtıktan sonra anahtarları delikten çıkarıp kapıyı aralık bıraktım. Üzeri beyaz çarşaflarla örtülmüş eşyalarla dolu büyük salonu gözden geçirdim. Dün gece burada olan görüntüyle hiçbir alakası yoktu. Derin bir nefesle ciğerlerimi doldurup kilitli odanın bulunduğu uzun koridora girdim, nabzım giderek artarken avına odaklanan bir kurt gibi gözlerim yalnızca o kapıyı nişan almıştı.

 

Nasıl açacağım hakkında pek bir fikrim olmasada bahçivana verilen anahtarlardan birinin kapıya uymasını ummaktan başka çarem yoktu. Adımların kapının önünde durdu, kapıya uyabilecek bütün anahtarları tek tek denemeye başladım. Bir yandan içeriye giren birisinin olup olmadığını kontrol ediyordum. Elimde son bir anahtar kaldığında gözlerimi sıkıca kapattım.

 

Tanrım, lütfen. Berfu için.

 

Anahtar kapı deliğine girdi, kapının kilidi açıldığında beklemeden adımlarımı odanın içine attım. Kapının açılması konusundaki şansımı düşünmeme fırsat vermeden kapıyı arkadan kilitledim. Odanın ortasında durup etrafı hızlıca gözden geçirdim, ardından odanın planına göre hareket ederek yerin altına açılan kapıyı bulmak için harekete geçtim. Ayağımın altındaki parke hareket ettiğinde bir adım geri çekildim. Yere eğilip üzerine ayakkabıyla basılmasına rağmen temiz olan halıyı geriye ittim. İki kişinin rahatlıkla geçebileceği büyüklükteki kapıyı üzerine monte edilmiş tahta parçasıyla kaldırdım.

Gri renkte, aşağıya inen büyük merdivene baktım. Telefonumun ışığını açıp merdivenlerden dikkatli adımlarla inmeye başladım. Buraya başka bir yerden giriş çıkış olup olmadığını öğrenmek ikinci önceliğimdi. Merdivenler bittiğinde ışığı etrafı aydınlatması adına çevirdim.

Alçıdan oluşan zeminin üzeri oldukça kirli duruyordu. İçeride büyük beyaz bir masa ve etrafına dizilmiş aynı renk sekiz adet sandelye bulunuyordu, biraz daha ilerisinde az önce gördüğümden daha küçük bir masa ve sandelyenin önünde iki büyük deri koltuk duruyordu. Zemine kıyasla eşyalar daha temizdi, fakat aldığım her nefeste ciğerlerime dolan tozlu havaya dayanarak uzun zamandır buraya kimsenin girmediği kanısına vardım. Aksi halde içeride bulunan klima benzeri şeyin havayı temizlemiş olacağını umuyordum.

İçerinin birkaç fotoğrafını çekip yürümeye devam ettim. Birkaç adım sonra karşıma çıkan koridora girerken buranın planını kafamda oluşturmaya başlamıştım bile. Havadaki metalik kokunun ardından gözlerim koridorun duvarlarındaki alçının üzerindeki kan izlerine değdiğinde olduğum yerde durdum. Duvara sıçramış kan lekelerinin çoğu kırmızıdan koyu kahveye dönmeye başlamıştı. Kan izlerini fotoğraflayarak ilerledim ve koridorun sonundaki odanın demir kapısını ittim. Koridorda olduğundan daha fazla kan izi ve yerde parçalara ayrılmış kanlı kumaşlar vardı. Etraftaki kanların arasında bulduğum ilk el izinin de fotoğrafını çektim. Yerde gördüğüm kumaş parçalarından birkaçını dikkatle cebime koydum. Başka bir girişi olmadığına emin olduktan sonra merdivenlerden hızla çıktım. Kapıyı kapattıktan sonra halıyı eskisi gibi yerine çektim. Odadan çıktıktan sonra kapıyı kilitledim, bahçeye çıkıp evin kapısının üzerine anahtarları bıraktım.

 

Duvardaki el izinin Berfu'ya ait olma ihtimali zihnimi kurcalarken arabanın olduğu sokağa girmiştim. Eğer kan izi ona aitse bu evde yaşayan herkesi birinci dereceden şüpheli listesine alacaktım. Bu evi ve her nerede yaşıyorlarsa yakından takibe alacaktım. İlk açıklarında karşılarına dikilmek için onlara kirli oyunlar oynamaktan çekinmeyecektim çünkü onlar bana oyunların en kirlisini zorla oynatmışlardı.

Derin bir nefes aldım ve arabanın kapısını açtım. Torpidoda bulunan kilitli poşete kumaş parçalarını koyup yanımdaki koltuğa bıraktım.

 

•••

 

 

Veteriner dükkanının içine girdiğimde düne göre daha sesli bir ortamla karşılaştım. Kaşlarımı çattım ve bana doğru gelen kediyi bu seferlik görmezden gelirken elimde tuttuğum kilitli poşetle mutfaktan geldiğini tahmin ettiğim sesleri takip ettim. Mutfağın kapısında sessizliğimden ödün vermeden durup içeride sohbet eden dörtlüye baktım.

Böylesine can yakıcı bir görevleri varken nasıl mutlu olabiliyorlardı? Benim gibi içleri sızlamıyor muydu her başka konu hakkında söz ederken? Fark etmeden tuttuğum nefesi verdikten sonra boğazımı temizledim. Bana dönen gözlere tek tek baktım, hepsi anında sessizleşmişti. Oturdukları masaya ilerledim ve Helin'in önüne kilitli poşeti bıraktım. Üzerimde dolaşan gözler poşete çevrildi.

"Laboratuvarda Berfu'nun kan örnekleri var, bu kumaş parçalarındaki kanla karşılaştırmanı istiyorum." Helin söylediğim şeyle poşeti alıp ayağa kalktı. O merdivenden inmeye başladığında Erkin'e döndüm. "Dün geceki davetin olduğu evin güvenlik kameralarında benim olduğum kısımları temizle, oradan geliyorum."

Gözleri şaşkınlıkla açılırken ağzına attığı küçük keki yuttu. "Olmuş bil."

 

"Eymen, dün gece karşılaştığım adam hakkında öğrenebildiğin her şeyi öğren ve Batu sende daveti veren ailenin on yıl önceki banka hesapları dahil tüm hareketlerini öğren, yurt dışı ve yurt içi seyahatlerini kullandıkları arabaları kısaca her şeyi öğren." Sesli bir nefes verdim. "Anlaşıldıysa babamın yanına ineceğim."

İkiside organize olmuş gibi "Anlaşıldı." dediğinde arkamı döndüm, peşimde dolaşan kediyi kucağıma aldım ve merdivenlerden inmeye başladım.

Mahzenin içinde sakin adımlar atarak içimde biriktirdiğim çığlığı bastırıyordum. Kanlı duvarların görüntüsü gözümün önünden bir saniye bile gitmiyordu. Orada birisinin katledildiğine emindim, sadece bu kişinin Berfu olmamasını diliyordum. Soğuk bir depodan sonra yerin altında kanını mı akıtmışlardı? Bunun düşüncesi kanımın kaynamasına neden oluyordu. Bu kadar cani olabilirler mi diye düşünmeyi çoktan bırakmıştım. Çünkü eğer içlerinde biraz olsun iyilik olsaydı bunların hiçbiri olmazdı.

 

Ayaklarım babamın odasının önünde durduğunda kucağımdaki kediyi yere bıraktım. Buraya kadar kucağımda getirdiğimi yeni fark ediyordum. Kapıyı iki kez tıklattıktan sonra içeri gelebileceğimi söylemesini bekledim. Kapıyı açtıktan sonra benden önce içeriye giren kedi doğruca babamın masasının önündeki koltukta oturan adamın kucağına çıktı. Yan profilini gördüğüm yaşlı adamın karşısında benim yaşlarımda birisi daha oturuyordu. Adam kucağındaki kedinin başını yüzüklerle dolu sağ eliyle sevmeye başladı. Adamın yaşlanmış gözleri bana döndüğünde kapıyı işaret ettim ve babama baktım. "Rahatsız ettiysem çıkabilirim."

Aslında odanın dışına çıkmak gibi bir amacım yoktu, amaç benden gizlenen bir şey olup olmadığını öğrenmekti. Yıllardır babam ve ben dışında kimsenin girmediği bu mahzen iki gündür hiç düşünmediğim kadar kalabalıktı. Bu durum beni geriyordu ama ona güveniyordum. O benim babamdı, biyolojik olanın yapmadığı her şeyi fazlasıyla yapan babamdı.

Kendi masasının yanında duran büyük masayı işaret etti. "Konuşacaklarımız seni de ilgilendiriyor."

Herkes masada yerini almıştı. Babam elinde tuttuğu dosyaları gözden geçirirken iki yabancının bakışlarınında üzerimde olduğunu biliyordum. Onlar beni bu kadar ayrıntılı incelerken ben yalnızca babamın elindeki dosyalara odaklanmıştım. Eğer bir daha onları görmeyeceksem yüzlerinin hafızamda yer kaplamasını istemiyordum.

"Sen Asena olmalısın." dedi yaşlı olan sessizliği bölerek. Gözlerimi dosyalardan ayırmadan cevapladım. "İsmimin sizin için önemli mi?"

"Hayır." dedi adam kısaca. Ardından boğazını temizleyip devam etti. "Ama babanın söyledikleri doğruysa kişiliğine hayranım."

Gözlerim, yaşlı adamın gözlerini buldu. Açık mavi gözleri yaşına göre oldukça sert bakıyordu, beyaz saçları ve çok uzun olmayan sakalları özenle taranmış gibiydi. İfadesiz gözlerim onun yüzünü incelerken kaşlarını havaya kaldırdı. "Hayran olduğunuz kısım neresi tam olarak?"

"Asena." Konuşmanın devamının gelmesini istiyordum ama babam yanımdayken bunun olmayacağının farkındaydım. Gözlerimi adamın üzerinden çekip babama döndüm. "Berfu için buradalar."

 

Uzun tırnaklarımı ritmik bir şekilde vurmaya başladım. "Tam olarak neden buradalar?"

"Yardım etmek için."

Histerik bir şekilde güldüm ve sandalyeyi geriye itip ayağa kalktım. "Yardıma ihtiyacım yok, bunu daha önce söylememe rağmen peşime dört tane çocuk taktın. Daha fazlasını istemiyorum."

Kolumdan yakalayıp beni durdurdu. "Dinlemeden hareket etmemelisin Asena."

 

Kolumu kurtarıp kendimi önce odanın dışına sonrada sokağa attım. Bir süre sonra yalnızca araba motorundan gelen tok ses ve ben kalmıştık. Şehirden uzağa, ormanlık bir alana doğru ilerliyordum. Düşünmek istiyordum. Başta yalnızca ben varken bir anda ortaya çıkan bu insanların bana katkısı olabileceğini düşündüren şeyin ne olduğunu merak ediyordum.

Bir komando gibi yetiştirdiği kızına hangi konuda güvenmiyordu? O yeterlisin dedikçe ben çalışmaya devam etmiştim. Madem o zaman yeterliydim, o halden daha iyiyken neden yardıma ihtiyacım olduğunu düşünüyordu?

O gece yaşanırken kimse yoktu, şimdi neden etrafımda büyük bir kalabalık vardı? Hiçbirinin cevabı yoktu. Belirsizlik ruhumu ekmek bıçağıyla doğruyordu.

Yine kimsenin olmasını istemiyordum. O gece orada olsalardı bunlar yaşanmayacaktı, yaşandıktan yıllar sonra ettikleri yardım teklifi hiçbir şey ifade ermiyordu. Berfu geri gelemeyecekti. Yardım etselerdi... En azından bir şansı olurdu. Bunun için, hepsinden ölesiye nefret ediyordum. En çok da, kendimden.

Bu doğruydu, kendimden nefret ediyordum. O gece kaçtığım için, yardım bulamadığım için. Katilin yüzünü bir kez olsun göremediğim için, özellikle.

Birisi ölecekse ben ölmeliydim. Benim yaşamak için hiçbir nedenim yoktu. Bir ailem, arkadaşlarım ya da hayatta sahip olduğum herhangi bir şey yoktu. Berfu'nun ise vardı. Bunların hiçbirisini unutmam mümkün değildi. Unutsam bile gördüğüm her ayna bana hatırlatırdı. Bire bir benzeyen yüz hatlarımız hatta tüm vücudum, hatırlatırdı. Bu oyunu yalnızca katile değil kendime de oynuyordum en başından beri.

İnsan yaşadığı sürece büyük oyunların altında ezilip gitmeye mahkumdu. Çünkü. yalnızca oyun oynayabilmek yeterli değil, oyunun kazanırken kendini kaybetmemekte gerekliydi. Bu... işte bu çok zor, kendinden nefret eden birinin böylesine bir hayatı kaldırmasını bekliyordu insanlar. Ama nasıl? Nasıl kazanırdı insan kendi üstüne oynadığı oyunu? Ancak kendi üstüne oynardı ya zaten insan, en büyük oyununu. Kazanamazdı şüphesiz. Kazanamayacağını bilerek oynar ve altında ezilirdi. Buna da yaşamak derdi diğerleri. İnsan kendinden, hayatından vazgeçtiğinde oyunlar adına, neden intihar sayılmazdı bu? Yaşayabilir miydi sanki kendini kaybettiği sahnenin arkasında? Yaşayamazdı, yaşayamazdı ama yine de intihar diyemezdi buna.

Arabayı yolun kenarına çektim. Ağaçların arasında hızla ilerlemeye başladım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Düşünmek ve sakinleşmem gerekiyordu, bunu kimseye zarar vermeden yapmalıydım. Böyle anlarda haddinden fazla kırıcı oluyordum. Yetersiz hissetmekten nefret ediyordum. Bu yüzüme vurulduğunda düzgün düşünemiyordum ve sözlerimi karşıdakine ateş ettiğim kurşunmuş gibi kullanıyordum.

Doğru olmadığını biliyordum. Yeterliydim, yıllardır bunun için uğraşıyordum. Hayatsızdım ve bu durumdan pişman değildim. O katili bulacaktım.

Büyük bir ağacın gölgesine oturdum. Sırtım, ağacın gövdesindeki çıkıntılara uyum sağladıktan hemen sonra gözlerimi kapattım.

 

Tırnaklarımı avuçlarıma sapladım. Soğukluğu her an ensemde hissediyordum. Yazın ortasında olmamız bunu değiştirmiyordu. Soğuk ruhuma hapsolmuştu o depoda. Büyük kapısı kapandığı andan itibaren birbirine sardığım kollarımla ve etraftaki donmuş etlerin gezdiğim an öleceğimi düşünmüştüm. Bir organ mafyasının eline düşüp organları çıkarılan, başka insanlara satılan bir çocuk olacaktım. Böylesi bir son olduğum durumdan daha kötüydü, sadece bunun farkında değildim. Çıplak ayaklarım donmaya başlamış zeminde izler bırakıyordu. Etraftaki etlerin bir kısmını yetiştirme yurduna götürebilmeyi dilemiştim. Yediğimiz yemeklerin protein bakımından zengin olduğu söylenemezdi. Genellikle karbonhidrat ağırlıklı besleniyorduk. Patates yemekten şikayetçi değildim ama et yememiz gerektiğini de biliyordum.

Kapının tekrar açılmasıyla etlerin arasında boş olan rafa saklanmıştım. Hemen mi ölecektim? En azından bu etlerin bir kısmını yurttaki çocuklara götürmelerini isteyebilir miydim organlarım karşılığında?

Beni fırlattıkları gibi içeriye birisini daha fırlattıklarını duydum. Bir beden daha benim gibi kar yağmış gibi duran zeminde kaymıştı. Kapı kapandıktan sonra saklandığım yerden çıktım. Ağlama sesine doğru yürüdüm ve rafların arasından kapıya doğru baktım. Benimkine benzer uzun kahve saçlar, beyaz bir ten ve üzerindeki kıyafetlerden kız olduğunu anladığım için sessizce ona yaklaştım. Bir kaç adım gerisinde durdum. Elinde tuttuğu kahve ayıcığa sarılıp ağlıyordu. Pembe tişörtünün altına giydiği beyaz eteği oldukça güzeldi. Beyaz kilotlu çorapları ve pembe ayakkabıları vardı.

"Benim gibi seni de mi kaçırdılar?" diye sorduğumda çığlık atarak bana döndü. Gözlerimiz birbirine değdiğinde ikimizde çığlık atmıştık. Bunun üzerine kapıya sert bir darbe indirilmiş ve sessiz olmamız konusunda uyarılmıştık. Susmuş bir şekilde birbirimize bakıyorduk. Tek yumurta ikizi kadar birbirimize benziyor oluşumuz yüzünden korkmuştuk. Bunun olabilme ihtimali oldukça düşüktü, o yaştaki bir kız içinse imkansız. Onunla başka bir şekilde tanışmak isterdim, bunları yaşamamış olmayı isterdim.

Gelen ayak sesleriyle gözlerim aralandı. Sırtımı yasladığım ağaç gövdesinden uzaklaştırıp ayağa kalktım. Sesin geldiği yöne doğru döndüm. Arka cebimdeki küçük bıçağı çoktan çıkarmıştım. Sol elimi ağacın gövdesine yaslayıp kafamı ağacın gövdesinden ileri doğru uzattım. Görünürde kimse yoktu. Elimde tuttuğum bıçağı ileriye doğru uzatarak yavaş adımlarla yürümeye başladım. Ayak sesi arkamdan geldiğinde duymamış gibi ileriye yürümeye devam ettim. Arkamda olduğunu anlamıştım ama onun avı olduğumu düşünmesi için duymamış gibi yapacaktım. Böylece o benim tuzağıma düşecekti çünkü yaklaştığında hazırlıklı birisiyle karşılaşacaktı.

Adımlarımı durdurdum ve birkaç derin nefes aldım. Neredeyse ensemde olduğunun farkındaydım. Sıcak nefesi, soğuk havaya alışan enseme ulaşıyordu. Sık nefes almıyordu ama aldığı nefesler daha yukarıdan enseme ulaştığı için boyunun benden uzun olduğunu tahmin edebiliyordum. Gözlerimi kıstım, sol koluyla boynumdan yakalayıp sağ eliyle bıçağı düşürmemi sağlayacaktı. Beşten geriye doğru saymaya başladım.

 

Bir.

Ve...

Sıfır.

Sağ bacağımı geriye doğru savurdum, diz kapağının tam üstüne isabet eden tekmeyle geriye doğru afallamasından yararlandım ve arkamı döndüm. Bıçağı hızla boğazına yasladım, ellerini havaya kaldırırken üzerine doğru attığım adımlar yüzünden geri geri yürüyerek sırtını ağaca yasladı. Gözleri bıçağa değmeden doğruca benim gözlerime kitlenmişti. Nefes alış verişi yavaşlarken yutkundu, açık mavi gözlerinden şaşkınlığı açıkça belli oluyordu.

Avına odaklanmış bir avcı gibi, gözlerimi gözlerinden ayırmıyordum. "Burada ne işin var?"

Konuşması için beklediğim birkaç saniyenin sonunda bıçağın soğuk metaline şah damarınına daha çok baskı uygulattım. Benimkinin aksine melez bir tene sahipti, ortalama bir boyu vardı fakat şu an ben ondan uzun duruyordum. Belki Türkçe bilmiyor olabileceğini düşündüğümden söylediğimi İngilizce olarak tekrar ettim.

"Bunu söyleyemem."

"Öyle mi?" dedim alayla. "Bu cümle içinde bulunduğun konum için doğru mu sence?" Ona zarar vermeyecektim ama öyle düşünmesi benim için en iyisiydi. Üstelik Türkçe biliyor olması, onun birisi tarafından buraya gönderildiğini ispatlıyordu.

"Üstlerimi satamam." Sağ eli, giydiği asker yeşili kargo pantolonun beline gideceği sırada onu durdurdum.

"Bir yanlış hareket daha..." Elimi pantolonun beline uzatırken gözlerimi kıstım. Beline bakmıyordum ama aşağıya doğru siyah bir şeyin düştüğünü fark etmiştim. "Bakalım burada ne varmış..." Adrenalin yüzünden ısınan tenine değen soğuk metali tek hamlede çektim ve beklemeden alnına dayadım. Silahın emniyetini açtıktan sonra bıçağı arka cebime tekrar yerleştirdim. "Tek şansın konuşmak."

"Unut bunu, kafama sık daha iyi."

"Kafana sıkmam kurtuluşun olur, oradan bakıldığında aptal gibi görünmediğime eminim." Birkaç adım geri çekildim ama namluyu bir santim bile kıpırdatmadım. "Yürü."

Arabanın olduğu tarafı işaret ettim. O önden yürürken yalnızca iki adım arkasından ilerliyordum. Arabanın önüne geldiğinde cebimdeki anahtarı çıkardım. "Yakala."

Anahtarı havada yakaladı. Sürücü koltuğuna binerken ben de yanına binmiştim. Silah, sağ elimde ve ona doğrultulmuştu. "Şerit değiştir ve aşağıya sür."

On üçüncü dakikanın sonunda şehrin kalabalık sayılmayacak bir kısmından çıkmıştık ama hala şehrin içi sayılırdı. Başlarda onu nereye götüreceğim hakkında bir fikrim olmasada sonradan nereye götüreceğimi bulmuştum. Veteriner kliniğine götürmek büyük akılsızlık olacağından anında vazgeçmiştim.

Defalarca kez kendimi soğukluğuna maruz bıraktığım depoya gidiyorduk. Birisini sorgulayacaksam, orada olmalıydı. O geceki soğukluğun yanına bile yaklaşmayacak olsa da...

Arabayı sağa çekti. Silahın namlusunu doğruca şakaklarına dayadım. Ne yaptığını sanıyordu? Bu kadar mı canına susamıştı?

"Tamam tamam, indir silahı. Konuşacağım." Dalga mı geçiyordu benimle? Zaman kaybının nedenini nasıl açıklayacaktı bana?

"Sen," dedim. "Orada bir şey sakladın ya da birileri daha vardı orada. O yüzden şimdi konuşmak istiyorsun, değil mi? Yeterince uzaklaştığımız için." Sesim o kadar duygu belirtmemişti ki bir süre yalnızca gözlerime baktı. Bu saçmalığın doğru olmamasını umuyordum, doğruysa babam haklı çıkmış olacaktı. Bu da benim kafamda kendimi yenilmiş saymam demekti. Bir değil yüz adım geriye gitmiş olmak olurdu bu.

"Ne?" dedi sorduğum sorunun şaşkınlığıyla. "Nasıl yani?"

"Duydun, sorumu tekrarlamayı sevmem." Silahı biraz daha kafasına bastırdım. "Ayrıca," dedim kafamı hafif sağa yatırırken. "Hemen konuşmaya başlasan iyi olur yoksa kafanı dağıtırım ve inan bana kan lekelerin kurumadan cesedinin başına gelecek olan şeyleri duymak bile istemezsin."

Cani değildim, yalnızca oyunu kuralına göre oynuyordum.

"Pekala, ne demek istediğini anladım sanırım." Yutkunduktan sonra devam etti. "Orada yalnızca ben vardım."

"Öyleyse kesinlikle bir şey sakladın."

"Hayır." diye cevapladı beklemeden. "Bir şey de saklamıyordum."

"Uzaklaştıktan sonra konuşman için geriye neden kalmadı."

"Seni takip etmek için görevlendirildim." Mavi gözlerinde anlamsız bir ifade vardı. "Görevlendirilmiştim yani."

"Kim tarafından?" diye sorduğumda derin bir nefes aldı ve gözlerini kaçırdı.

"Bilmiyorum."

"Dalga mı geçiyorsun benimle?" Tehtitkar ses tonum yüzünden gözleri yeniden bana dönmüştü. Bu saçmalığı daha ne kadar devam ettirecekti? Beni takip etmek için geliyordu ama kim tarafından görevlendirildiğini bilmiyordu. Büyük bir saçmalıktan ibaretti bu.

"Hayır. Dinle, buraya geri döndüğümden beri takip ve tehtit ediliyorum." Gözleri etrafı aradı ardından yeniden bana döndü. "Kim olduklarını bilmiyorum ama onlar benim hakkımda oldukça şey biliyor. Nerede doğduğum, ebeveyinlerim, yaşantım ve dahası. Benim gibi eski bir askerin bile öğrenmekte zorlanacağı derecede şeyler biliyorlar."

Bu hikayenin nereye varacağını merak etmiyordum, açıkçası beni oyalıyor bile olabilirdi ama bu artık o kadar önemli değildi.

 

"Ben Luke. Annem Nijeryalı, babam Türk. Annemle İngiltere'de tanışmışlar. Annem ülkesinden kaçıp oraya gitmiş, babam ise görevlendirmeyle. Sonrasında evlenip Türkiye'ye gelmişler. Babamın ailesini tanımıyorum, annem ve babam öldükten sonra ben de görevlendirmeyle ülke dışına çıktım ama ordudan atılıp döndüğümden beri peşimdeler." Yutkundu ve devam etti. "Şu an buradalar. Gördüğüm kadarıyla iki kişiler. Eğer benim sana bunları anlattığımı öğrenirlerse ikimizide burada öldürürler."

 

"Seni öldürmemem için söylüyorsun bunları. Boş zamanlarında yazarlık falan yapsana." Histerik gülüşüm ifadesizliğime geri döndü.

"Sadece babamın ailesini bulmak istiyorum. Eğer bir amacım olmasa sana bunları anlatmazdım, sen söylesen de durmazdım. Kafamı patlatman pahasına yapmazdım bunu, emin ol. Beni öldürdüğünde seni yakalamaları daha kolaylaşır, o birkaç saniye onlara yeterli olur." Gözleri yine etrafta gezdi. "Beş kişi oldular. Saat bir yönünde bankta oturan güneş gözlüklü yaşlı adama bak."

Telefonumu çıkarıp kamerayı açtım ve tek elimle mesaj yazıyor numarasıyla adamın fotoğrafını çektim. Telefonla konuşuyordu, üzerindeki spor kıyafetleriyle dikkat çekecek gibi durmuyordu.

 

"Daha fazla olucaklar yakında." dedi. "Bunlardan kurtulmam için bana yardım edersen senin için çalışırım."

"Kimseye ihtiyacım yok." dedim acımasızca. "Sana ne olacağı umrumda değil."

"Biliyorum!" Sesi kontrolsüzdü. Terleyen avuçlarını siyah kot pantolonuna sildi. "Ama benim senden başka çarem yok."

Yaşlı adam ayağa kalkıp arabanın ilerleyeceği yönde yürümeye başladı. Bu başlıyoruz mu demekti? Dedikleri doğruysa, onu depoya ya da farklı bir yere götürmem kapana kısılmak olurdu. Dedikleri yalansa, önlem almış olurdum ve onu sorgulama fırsatım kaybolmazdı. Sadece... Zaman kaybederdim.

Telefondan Batu'yu aradım ve hoparlöre aldım. İlk çalışta açmıştı, aramamı bekliyor gibiydi. "Gruptan sen sorumlusun." Beklemeden konuya girmiştim, zaten aksi benden beklenmezdi. "Az sonra mesaj atacağım adrese doğru yola çıkın. Babam size arabaların yerini söyleyecektir."

Melez çocuğa döndüm. "Tam adın ne?"

"Luke Bircan."

"Duyduğunu düşünüyorum." dedim Batu'yu kast ederek.

"Evet, duydum. Araştırmamızı istiyorsun aynı zamanda, onu çoktan oldu bil."

"Güzel." Onu tanıdığım kadarıyla kendinden emin birisiydi. Bu yüzden aramak için onu seçmiştim. Çok konuşmuyordu ve işini duygularından önceye koyuyordu, bunlar önemliydi. Az ve öz konuşmak bile çok önemliydi. "On beş dakika içerisinde o adreste olun. Silahsız gelmeyin, iz kaybettireceğiz."

"Tamamdır."

Mesajı attıktan sonra telefonu kapatıp isminin Luke olduğundan emin olmadığım çocuğa döndüm. "Aynı anda arabadan ineceğiz. Ardından sen benim yerime oturacaksın, ben de senin yerine. Kemerini bağla ve ben silahı indirdiğim an kafanı eğip koru."

"Silahı indirirsen ikimizide öldürürler."

"O kadar zeki değiller." dedim. "Onlar anlayana kadar ateş edemeyecekleri kadar uzaklaşmış oluruz."

"Nasıl bu kadar eminsin?" diye sordu.

"Üzerinde ses kayıt cihazı yok." dedim. "Ormanda silahını almaya çalışırken düştü."

"Ses kayıt cihazı mı?" Anlamaz gözlerle bakıyordu.

"Asker olmadığına neredeyse emin olacağım." Derin bir nefes aldım. "Silahı senden alırken yere düştü."

"Öyleyse bana neden hala inanmıyorsun?" Titreyen sesi korkusunu belli ediyordu.

"Ben kimseye inanmam, güvenmem." Tek düze verdiğim bir cevap değildi bu. Babamın davranışlarını bile sorguluyordum. "Kapıyı aç."

 

Eli yavaşça arabanın kapısına gitti. Aynı yavaşlıkla kapıyı açarken, ben çoktan arabadan inmiştim. "Yürü!" diye bağırdım hafif esen rüzgarın saçlarımı yüzüme savurmasını umursamadan.

Dediğimi yapıp yürümeye başladı. Arabanın etrafında attığımız yarım tur ikimizinde kapılara ulaşmasıyla sona ermişti. Bir elim silahı ona doğrulturken diğer elim arabanın kapısını açmıştı. Onu burada bırakırsam öldüreceklerini az çok anlamıştım. Bir katil yüzünden çıktığım bu yolda masum birisinin öldürülmesine izin veremezdim. "Bin arabaya!"

Arabaya bindiğim gibi motoru çalıştırmıştım. Etrafı aynalardan kontrol ettikten sonra tek elimle kemerimi bağladım. "Üç dediğimde." diye fısıldadım konuştuğum belli olmayacak şekilde. Biraz ilerleyip yürümeye başlayan adamı geçtim.

"Üç." dediğimde arkama yaslanıp gaza bastım ve silahı indirip bacaklarımın arasına koydum. Senkronize olmuş bir şekilde kafasını eğdiğinde birkaç el silah sesi, ardından asfaltta kayan tekerleklerin sesi yankılandı.

"Tanrım..." diye mırıldandığını duydum ama onu sakinleştirmek için vaktim yoktu. Dikiz aynasından peşimizden geldiklerini görebiliyordum ama yeterince hızlı olan bir araba kullandığımdan bana yetişmeleri imkansızdı.

"Kaldır kafanı." Telefonu açıp ona uzattım. Kafasını kaldırıp telefonu elimden aldı. "Son numarayı ara ve hoparlöre al."

Arabanın içinde telefon çalma sesi yalnızca bir kere yankılandı. "Adresin hemen yanındaki yol ayrımındayız. Seni gördüğümüzde arkana takılacağız."

"Konuşmaya herkesi ekle."

Bir dakikadan biraz daha az bekledikten sonra konuşmaya devam ettim. "Batu, sen benim önüme geçiceksin diğerleri arkamdan yola çıkıcak. Yolu bilerek üç şeritli seçtim. Sürekli yer değiştiricez üç dakika boyu ve sonrasında tek sıra halinde dağ yoluna gireceğiz. Üçüncü soldan dönücez sonrasında beşinci sağ ve ondan sonrada ilk soldan göreceğiniz üçüncü eve devam edeceğiz. Gerisini evde konuşuruz."

Asfat ve toprak yol. Ne kadar süredir araba kullandığım hakkında bir fikrim yoktu, gözüm saate bile değmemişti. Şu an saat umrumda değildi. Yalnızca sabah gördüğüm kanlı el izlerinin Berfu'ya ait olup olmaması umrumdaydı. Büyük bir ip ucu yakalamış mıydım yoksa yalnızca zaman kaybı mıydı? Bu önemliydi işte. Cevabını sabırsızlıkla beklediğim bir konuydu ama Helin'in vereceği cevapların her ikiside dikkatimi dağıtacağından telefonda soramazdım.

Vereceğim tepki hakkında bir fikrim yoktu, üstelik Berfu'ya aitse... İşte öğrendiğim an her şeyi yapabilirdim. Tüm bu kaçış planını düşünmeden bozabilme ihtimalim bile vardı ve bu en kötü seçenek bile değildi.

Ölmek.

Ölmek, en kötü seçeneğim bile değildi.

Bu beni hayattan koparıyordu, diğerleri gibi yapmıyordu. Yalnızca benim peşinden koştuğum bir katil, ölürsem babam tarafından yakalanırdı. Elbet yakalanırdı ama bunu ben yapmalıydım. Sözüm, hatta yeminim vardı. Bu kadar yıl yapamamış olmak bile fazlaydı ruhuma. Bazen gözlerin çaresizlikle aralanır, kendine olan nefretinle kapanır.

Tam olarak böyle geçiyordu her günüm. Uyuyabildiğim nadir zamanlarda bile rüyamda kendime olan nefretimi görüyordum. Ruhumun boğazına dayanan bıçak ilk başta bir katilin elindeydi evet, doğru ama o bıçağın etrafınaki diğer el bana aitti.

 

Dağ evinin önüne park ettiğim arabadan indim. Luke'u kolundan yakalamasıyla beni takip etmeye başlamıştı Eymen. Onun arkasında Helin ve Batu, en arkada ise Erkin vardı. Posta kutusunun zeminindeki kapaklı yeri açtım ve anahtarı aldım. Kapıyı sonuna kadar açıp içeri girdim. Koltukların üzerindeki beyaz çarşafları kaldırdım, koyu kahve tonlarındaki parkelere uyumlu mat siyah koltuklar ortaya çıkmıştı. "Bodrumdan kaloriferleri ayarlayabilirsiniz, beş ev sonra da küçük bir market var. Uzun zamandır kimse gelmediğinden dolapta bir şeyler olduğunu sanmıyorum. Bir süre buradayız."

 

Kimseden ses çıkmadan elimdeki çarşaflarla üst kata çıkmaya başladım. Biraz yanlız kalmam gerekiyordu. Bu kadar hızlı gelişen şeyleri sindirmek için kendime vakit yaratmalıydım. Bunun bencillik olduğu hissine kapılsam da, düşünmeye ihtiyacım vardı.

Yabancı olmadığım odanın kapısını açtım. Odanın boş haline birkaç saniye izledim, burada geçirdiğin sınırlı zaman gözlerimin önünden geçti. Bana ait olmayan beyaz dantelli çoraplarla saatlerce vakit geçirmiştim bu odada. Odanın içine girip kapıyı kilitledim ve elimdeki çarşafları yere bıraktım. Yatağın ve dolapların üzerindeki çarşaflarıda toplayıp diğerleriyle aynı yere koydum. Kendimi yatağın üzerine bıraktım ve gözlerimi tavana diktim.

 

Yaklaşık bir saat önce, peşinde onu öldürmek isteyen adamlar olan birisi nasıl bu kadar sakin kalabilirdi? Neredeydi benim hislerim, tepkilerim? En son ne zaman doğru bir tepki verdiğimi bile hatırlamıyordum. Zaten ne zaman içimden doğal bir tepki vermek gelse, ensemde hissettiğim soğukluk durduruyordu beni. Bu psikolojikti, biliyordum ama yenmek için bir adımda atmıyordum. İlacımın ne olduğunu biliyordum, ilacıma ulaşmak uzun sürüyordu sadece. İlaca ulaşsamda artık iyileşemeyeceğini bildiğim şeyler vardı. Duygular gibi.

Ölmüş bir çiçeği ne kadar sularsan sula yeşermezdi.

Duygular da öyleydi, hayata karşı iyi ya da kötü olduğunu düşündüğünüz şeyleri kaybettiğinizde bunu kazanırdı insan. Kazanç diyorum çünkü bazıları için gerçek bir kazanç oluyor. Benim içinde bazı noktalarda kazanç ama bir şeyler hissetmek isterdim.

Ama tek bir şeyi hepsinin önüne koyuyordum. Duygularımın, hayatımın hatta ruhumun önüne koyuyordum.

Onu.

Berfu'yu.

"Yaşamanı her şeyden çok isterdim."

Uçurumdan düşene dek uçabileceğine inanamazmış kuşlar.

Karanlığın aydınlığa kavuşması için yıllarca mum yakarmış insan.

Aydınlığa ulaşınca karanlığa hasret yaşarmış korkular.

Tuvaline resim yapan bir sürrealist gibi,

Gözler önünde olmazmış

Ama

Düşler ölünce başlarmış hayat.

Loading...
0%