@pretlidzeklis
|
Mahkumiyeti Özgürlük Olanlar
"Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir."
-Nazım Hikmet Ran
Catch Your Breath, Shame on Me
Koşabildiğim sokakların kaldırımlarında göz yaşı dökmeye başladığımda göstermişti hayat gerçek yüzünü. En başından beri bana adaletsiz davrandığını bilsemde tutunmaya çalışmıştım hayata, güvenmeye çalışmıştım bana yaptığı iyiliklere. Bu kadar kötülük yalnızca romanlarda üst üste gelirdi, yalnızca romanlarda anlatılırdı insanlara güvenmenin sonuçları ama artık daha iyi anlıyordum her şeyi. Acının içinde kulaç attıkça boğuluyordum, insanların yüzüne baktıkça hayal kırıklığına uğruyordum. Eğer bilseydim en başından, bütün bu hayatın bana yalan söylediğini; ayaklarımı yere daha sağlam basar, karşımdaki herkese silahımı doğrulturdum. Kurşunlarımı sözlerimden kendim yapar, silahı gözümü kırpmadan ateşlerdim. Tam on ikiden vururdum onları, göğüs kafeslerinden. İçinde kötülük hariç hiçbir şeyin yeşeremediği o, hayati yerden.
Arabanın camını açtım ve toprak kokusunun arabanın içine dolmasına izin verdim. Toprak kokusuyla beraber bedenime nüfuz eden soğuk hava bir anlığına da olsa ülpermeme sebep oldu. Ormanlık alanın karanlığında yükselen tek ses hafif bir motor sesiydi. Arabadan gelen ses yok sayılacak kadar azdı ama ikimizin sessizliğinin yerini tutuyordu işte. Çığ gibi büyüyordu aramızdaki sessizlik ama bir nefes kadar yakındı ruhlarımız. Konuşmamak anlamsız değildi bu nokta da, ne konuşabilirdik ki? Farların aydınlattığı asfalt yol yerini toprak yola bıraktı, ardından araba yavaşlayıp durdu. Gözlerim görkemli dağ evinde gezinirken hava hala karanlıktı, arabanın göstergesinden saatin gece 2'yi çoktan geçtiğini fark ettim. Kapıyı yavaşça açtıp arabadan dışarı çıktım. Birkaç saat öncesinde zihnime işleyen alkol kokusunun yerini temiz hava almıştı. Arabanın kapısını hızla kapatıp arkama bakmadan koşar adımlarla evin kapısına uzanan merdivenleri tırmandım. Aceleyle merdivenleri çıkmamın aksine kapıyı yavaş yavaş tıkladım, kapının hemen karşısında çatılmış kaşlarımla dikiliyordum. Ayaz, çoktan olduğum noktaya gelmişti, elini belime yerleştirdi. Bana destek vermek için yaptığını biliyordum. "Acele hareketler ve kararlar yok, Asena. Bunu yapmak zorunda değilsin, biliyorsun." "Sorun değil." "Sorun." Ona doğru dönmem için beni çevirdi. Gözlerimiz birbirini hedef aldığında iki eliyle yüzümü avuçlarının içine aldı. "İçeride ne olursa olsun seni koruyacağım. Gitmek istediğinde bana şu an da baktığın gibi bakman yeterli." Gözleri gözlerimde geziniyordu, farkında olmadan tuttuğum nefesi yavaşça verip gözlerimi kaçırdım. Elleri gevşediğinde tek taraflı anlaşma imzaladığını çoktan anlamıştım, geriye döndüm ve Ayaz'ın eli belimdeki yerini yeniden bulurken bu kez zile bastım. Birkaç saniye sonra gelen ayak seslerinin ardından kapı açıldı.
Kızarmış gözlerini sonuna kadar açtı. "Asena?" Gözleri ben ve Ayaz arasında gidip geldi. "Ben şaşırdım. Yani... Özür dilerim." Helin kenara çekildi, büyük bir adımla içeri girdim ve salona ilerledim. Merdivenlerden inen Batu bizi burada gördüğüne şaşırmış olsa da arkasından aşağıya inmekte olanlara belli etmeden devam etti. Tekli koltuklardan birine oturduğumda Ayaz da yanımdaki tekli koltuğa oturmuştu. Diğer herkes koltuklara dizilmişti fakat babam yoktu. "Uyuyor mu?" diye sordum ortaya. Herkes birbirine baktıktan sonra Eymen söze atıldı. "Kim?" "Babam." Bu kelime artık ağzımda acı bir tat bırakıyordu. "Akay Akaslan." "Uyuyor." dedi Batu. Gözleri Ayaz'a değdi. "Hayır." Gözlerimi Batu'dan alıp Luke'a çevirdim. "Yarım saat önce birkaç sese uyandım. Birinin girdiğini düşünüyordum, bu yüzden elimdeki silahla yavaş yavaş merdivenlerden indim. Baban elindeki küçük bir valizle evden ayrıldı." Kaşlarım çatıldı, şu an neden burada olmadıpından çok elindeki valizde ne olduğunu merak ediyordum. "Anladım." "Nereye gittiği hakkında bir fikri olan var mı?" diye sordu Ayaz. "Dostum, sorunu cevaplamadan önce sen kimsin?" dedi Eymen. Ayaz'ı bir tehtit gibi görmesi tuhafıma gitmişti. "Asena," dedi hala Ayaz'a bakıyorken. "Seni bir şeye mi zorluyor bu herif?" Ayaz histerik bir şekilde güldü, gözlerini Eymen'de sabitledi. "Asabiliğin seni yarı yolda kuyuya düşürür." Kısa bir sessizliğin ardından devam etti. "Buraya Asena istediği için geldim." "Asena,-" "Onu ben getirdim, Eymen." dedim sözünü keserek. "Nerede olduğu hakkında bir bilgisi olan var mı?" Herkes birbirine baktıktan sonra Erkin söze girdi. "Bilmiyoruz ama bulabilirim." "Hayır." dedim ve ayağa kalktım. "Sizinle yaptığı anlaşmaya göre anlaşmaların feshedilmesi durumunda hepinize ödemecek belli bir para miktarı var, yanlış hatırlamıyorsam."
"Bu ne demek oluyor?" dedi Batu kaşlarını çatarak. Neyi ima ettiğimi bildiğinden ona boş gözlerle baktım. Rolüne iyi çalışmıştı, o kadar iyi çalışmıştı ki Ayaz'a haber götürdüğünün bile farkında değildim. "Anlaşmaları feshediyorum, demek." Ayaz'a döndüm, kalkmasını istediğimi anladığında ayağa kalktı ve ağır adımlarla yanıma geldi. Eymen'in siniri yerini şaşkınlığa bırakmıştı. "Hepinizin parası yarın akşama kadar hesaplarınıza yatacak." Gözlerim Luke'u bulduğunda sesli bir nefes verdim. "Sen ve kız arkadaşın burada kalın, size daha güvenli bir yer bulana kadar burada kalmanız sizin açınızdan en iyi seçenek. Bir sorun olursa sana mesaj atacağım numaradan bana ulaşabilirsin." "Anlamadım, her şey bitti mi şimdi?" Erkin'in sorusuna benden önce Ayaz cevap verdi. "Bitti. Yarın sabah sizi almak için bir minibüs gelecek, gideceğiniz yere bırakacak ve sonrasında herkes kendi hayatına bakacak." Batu'ya döndü. "Gel benimle."
Batu oturduğu yerden ayaklanıp balkona doğru yürüyen Ayaz'ı takip etmeye başladı. Ne konuşacaklarını merak etsemde sormadım, ikisi de balkona çıktığında gözlerimi diğerlerinin üzerinde gezdirdim. "Buraya kadar olan her şey için teşekkür ederim." Evin dışına çıkıp hızla arabaya ilerledim. Arabaya bindiğimde dudaklarım arasına yerleştirdiğim sigarayı yaktım ve derin bir nefes çektim.
Ben dahil kimseye haber vermeden çekip gitmesi saçmalıktı. Ayaz ve benim amacımı öğrenmiş olsa bile kaçıp gitmek ona göre değildi. Birisinin tehtit etmesine de göz yummazdı, güçlü biriydi. Kendisini ve yanındakileri koruyacak, istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlüydü. Bir amacı ve planı olmalıydı. Bana plansız hareket etmemeyi o öğretmişti, bir anda ortadan kaybolmasının altında bir amaç yatmak zorundaydı. Evin kapısı açıldığında gözlerimi merdivenden aşağı inmeye başlayan Ayaz ve Batu'ya çevirdim. Ayaz önden bana bakarak merdivenlerden inerken Batu arkasından bir şeyler söyleyerek geliyordu. Birkaç saniye sonra Batu'nun sesi duyabileceğim bir noktaya gelmişti. "Adresi mesaj attım, kontrol etmemizde fayda var." dedi Batu. Neyden bahsettiğini şu an düşünmek istemediğimden kafamı arabanın soğuk camına yasladım ve gözlerimi kapattım. Ayaz ve Batu vedalaştıktan sonra Ayaz arabaya binmişti. Uyumadığımı tahmin edebileceğini biliyordum fakat yine de tek kelime etmedi. Arabayı çalıştırdığında kafamı soğuk camdan çekip arkama yaslandım ama gözlerimi açmadım.
•••
Geçmesi için tanrıya yalvardığın her acının beni eksik bırakarak bir sonraki acıya gebe kalması adil değildi. Her adımımda zihnimin farklı bir köşesinden yeşermeye başlayan sarmaşık boynuma ulaşmış, giderek sivrilen dikenleri şah damarım üzerine inanılmaz bir baskı uyguluyordu. Boynumdan aşağıya sızan kanımla büyük bir havuz oluşturuyor, gecenin bir yarısı beni o havuzun içinde boğuyordu. O sarmaşık babamdı, Akay Akaslan. Boynuma saplamaya devam ettiği dikenler ise geçmişimdi. Kendime itiraf edemesemde bu böyleydi, sadece farkına varmış olmak beni daha kötü birisi yapıyordu. Beni tanıyordu, bütün zayıflıklarım ve iyi olduğum her şeyi biliyordu. Elinde bana dair bir sürü bilgi varken onunla doğrudan savaşa girmemi beklemiyordu ama bilmediği bir şey vardı. Ben Asena Akaslan değildim, onun öz kızı hiçbir zaman olmamıştım. Ben Asena Alagün'düm. Annesi ve babası tarafından hiç sevilmemiş olan Asena. Doğuştan etrafındaki insanlarla savaşan Asena'ydım ben. Elindeki hiçbir fiziksel ya da ruhsal bilgi beni tam olarak tanımlayamazdı, onun yetiştirdiği savaş makinesi değil, insandım ben.
Araba durduğunda sıkıca kapattığım gözlerimi araladım. Tahmin ettiğim gibi onun evine dönmüştük. Onun evindeyken güvende hissediyor olmam tuhaftı, yıllarca hissetmediğim bu hissi birkaç gündür hissediyordum. Arabadan indikten sonra bagajı açtı ve içindeki eşyaları aldı. Ben arabadan indiğimde o çoktan evin kapısına ulaşmış, anahtarla kapıyı açmıştı. İçeri girdiğinde onu takip ettim, benim ardımdan arabayı kitlediğinde çoktan eve girmiştim. "Eşyalarını yukarıdaki odalardan birisine koyacağım." Evin kapısı yok sayılabilecek bir sesle kapandığında ona döndüm. "İçinde Berfu'ya ait eşyalar var, daha güvenli bir yere koyamaz mısın?" Gözleri elinde tuttuğu valizlere göz gezdirdi. "Büyük olanın içindeler, diğerinde birkaç parça kıyafetim var." Orta boy valizi yukarı çıkan merdivenlerin önüne bırakırken salona ilerledi. Şöminenin yanındaki gri taş işlemeli duvarın önünde durdu. Elinde tuttuğu kapı anahtarı arasında parlayan uzun ince metali iki taşın birleştiği noktaya doğru sokup altta kalan taşı ileriye doğru itti. Gri taş bir kapak gibi açılırken merakla onu izliyordum. Kapağın içinde ortalama bir telefon boyutunda bir ekran vardı. Ekranın açılmasının ardından eğildi ve ekrana dikkatle baktı, cihaz gözlerini taradıktan sonra onay verdi. Birkaç küçük dişli sesinden sonra duvarın taşlı kısmının birazı geriye katlanarak açıldı. Elinde tuttuğu büyük valizi dikkatlice bölmenin içine yerleştirdi. Aynı ekrandaki birkaç simgeye dokunduktan sonra taşlı duvar aynı sessizlikle kapandı. Bu ev düşündüğümden daha ayrıntılı tasarlanmıştı ve bu oldukça hoşuma gitmişti. "Şifre 214719." dediğinde gözlerimi duvardan çekip ona çevirdim. "İçerisi gizli bir bölme olarak saklandı, ev planında yok ve x-ray cihazları algılayamıyor. İstediğin şeyleri rahatlıkla saklayabilirsin burada." "Evi sen mi tasarladın?" Kendimi arkamda duran koltuğa bıraktıktan sonra devam ettim. "Seni yansıtıyor." "Beni yansıtıyor." Yanımdaki koltuğa oturdu, elindeki araba anahtarını ritmik bir şekilde sehbanın üzerinde çevirmeye başladı. "Kaçıcak bir yerimiz olması gerekiyordu Asena, bizi bulamadıkları bir yer ve ben bunu tasarladım. İkimiz için yaptım bunu." İtiraf ettiği şeylere verecek cevap bulamadığımdan konuyu baçka bir noktaya çekmek daha mantıklı geldi. Böyle bir evi, benim geleceğime emin olarak tasarlamış olması inanılmaz bir öngörüydü. "Sence Akay Akaslan'ın planı ne? Neden ortadan kayboldu?" Soracağım soruyu önceden tahmin ediyormuş gibi dudakları yukarı kıvrıldı. "Korktuğu için." dedi bir anda. "Senden ve ondan uzakta attığın her adımdan." "Yani sen ve benden." Babamın böyle bir şeyi tahmin edebilme imkanı yoktu, eğer bu yüzden ortadan kaybolmayı seçtiyse bir şeyler yakalamış olmalıydı. "O zaman seni öğrenmiş olmalı." Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı, elindeki araba anahtarını sehpanın üzerine bıraktı ve mutfağa ilerledi. Arkasından birkaç saniye baktıktan sonra bende ayağa kalktım, merdivenin yanında duran valizi alıp üst katın merdivenlerine tırmandım. Onunla uyuduğumuz odanın önüne gelmiştim istemsizce. Kapıyı açıp valizle beraber içeri girdim. Dolabın önüne valizi bıraktıktan sonra içinden rahat hissedebileceğim kısa sporcu taytı ve vücuduma yapışan ince bir tişört çıkardım. Üzerimdeki kıyafetlerden hızla kurtuldum ve diğerlerini giydim, evin sıcaklığı sinirimi bozuyor olduğundan ince şeyler giyerek durumu hafifletmek istemiştim. Yatağın üzerine uzandım, kafamı pencereye doğru çevirdim ve doğmaya başlayan güneşi izlemeye başladım.
Güneşin batışından daha çok doğuşunu izlemeyi tercih ediyordum. Karanlığın aydınlığa ulaşması bazen içimi huzurla kaplıyordu. Hayat denilen büyük oyunun sahnesini aydınlatıyordu güneş. Hep sığındığım gece yerine gündüzlere sığınmayı tercih ederdim oysa ama bu benim için mümkün değildi. Benim ruhum karanlığa tutsaktı, savaşmak için vardım ben. Doğduğum andan beri omuzlarıma yüklenmiş sorumluluklarım vardı, ödediğim ve ödeyeceğim birçok soluğum vardı. Dünya durmazdı, beni savaşmadan yaşatmazdı. En önemliside ruhumu bir zindana kapatıp günışığını izlemeye zorlardı. Ben ruhumun üzerine giydirilmiş ağır prangaların altında kalırken hala anlayabilmiş değildim benden istenen şeyi. Yaşamak bu olmamalıydı, olamazdı. Hayatımın sonuna kadar gözüme hiçbir şeyi düşünmeden, yarının hesabını yapmadan rahat bir uyku girmeden mi yok olacaktım? Yağmur damlaları pencerenin camına vurmaya başladığında yataktan kalktım. Biraz ıslanmaktan, esen rüzgarla üşümekten zarar gelmezdi. Merdivenlerden inip sessizce arka bahçeye açılan camdan geçtim. Bahçenin ortasına yaklaştığımda üzeri kapanmış olan havuza aldırış etmeden gözlerimi kapatıp yüzümü gökyüzüne çevirdim. Göneşin ilk ışıkları henüz göz kapağımın içine sızacak kadar güçlü değildi. Vücuduma yapışmaya başlayan kıyafetlerim sonunda rüzgarı hissetmemi sağlamıştı. Soğuk, tam anlamıyla zihnime enerji veren tek şeydi. Yağmur şiddetini arttırdığında yerimden bir an bile kıpırdamadım. Toprak kokusu giderek etrafı sarmaya başlamıştı. Üzerinde bulunduğum tahta iskele benzeri parça sayesinde çimenlerin altındaki çamur ayaklarıma ulaşamıyordu. Ne kadar süre gözlerim kapalı yağmurun altında öylece beklediğimi bilmiyordum. Yeterince üşüdüğüm konusunda kendimi ikna ettiğimde gözlerimi açtım.
Karşımda Ayaz'ı gördüğümde şaşırmış olsamda bozuntuya vermedim. Rengi ıslanmaktan koyulaşmış saçlarından damlayan yağmur suyu yüzünün her bir noktasında dolaştıktan sonra yere düşüyordu. Bakışları sertti, her zamankinden daha farklı ama asla yargılayıcı değildi. Üzerine yapışmış beyaz tişörtü ne zaman giydiği hakkında bir fikrim yoktu, tişört üzerine yapışmıştı. Tam arkamdan vuran güneş ışıkları yüzünü aydınlatıyordu. Bu görüntüsü ilahi bir varlığın yeryüzüne ilk inişi gibiydi, kusursuzdu, tapılasıydı. "Boşuna kendimizi soğuğa mahkum etmeyelim, Asena." Ses tonu ona ait olan her şey gibi tuhaf, eşsiz ve arkasında kuşku bırakmayan türdendi. "Bizim ruhlarımızın mahkumiyeti özgürlükten başka bir şey değil." Gözlerim, gözlerinin arkasındaki gerçeği görmek için uğraşmayı çoktan bırakmış, onun bana kusursuz gelen bakışları altında kendine bir yuva aramaya başlamıştı. Kusursuzluk, onun tanımı kesinlikle buydu.
Elini uzattığında bir saniye bile beklemeden elini tuttum. Bu davranışım yüzünden birkaç saniyeliğinede olsa yüzünde gülümseme belirmişti. Gülümsediğini gördüğüm nadir anlardan birisiydi yalnızca. Evin içine girdiğimizde elimi bir süreliğine bırakıp üzerindeki beyaz tişörtü tek seferde çıkardı. Sol eli tekrar benim elimi bulduğunda diğer elinde tuttuğu tişörtle merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. Banyonun önüne geldiğimizde kapıyı açtı. "Ben sana temiz kıyafet getireceğim, sıcak bir duş al. Hasta olmanı istemiyorum." Ona cevap vermeden banyoya girdim ve kapıyı kapattım. Suyu çok soğuk olmayacak şekilde ayarladıktan sonra üzerimdeki ıslak kıyafetlerden kurtuldum ve kendimi suyun altına bıraktım. Kısa bir duşun ardından üzerime sardığım havluyla kapıyı açtım, yere bıraktığı temiz kıyafetleri alıp kapıyı yeniden kapattım. Üzerimi değiştirip saçlarımın ıslaklığını havluyla aldıktan sonra banyodan çıktım. Kapının açık olduğunu gördüğüm için onunla uyuduğumuz odaya ilerledim. Yatağın bir kısmına uzanmış uyuyordu, bir süre onu izledikten sonra yanına uzandım. Saçlarından gelen şampuan kokusu, onunda benim gibi duş aldığını doğrulamıştı. Yatağın üzerindeki pikeyi onun üzerine örttüm, kafasını koyduğu yastığın hemen yanındaki yastığı biraz daha kendime çektim ve onu izlemeye başladım.
Yaptığım bu şey benim gibi birisi için oldukça tuhaftı, bundan bir ay öncesini düşünürsek böyle bir şey yapacağımı anlatsalar ben bile inanmazdım. Tuhaf olan, şu an onu izlemek huzurlu hissettiriyordu.
•••
Telefonun sesi bütün odayı doldurmaya başladığında yavaş yavaş gözlerimi açtım. Bacaklarımı yataktan sarkıttım ve yavaşça ayağa kalktım, camın önünde duran telefonu elime aldım. Arayanın Batu olduğunu gördüğümde büyük bir rahatlıkla telefonu açtım, Ayaz hala uyuduğu için onu rahatsız etmeden odadan çıktım. Odanın kapısını kapatıp merdivenlerden inmeye başladım. "Sonunda uyandın abi, kaç kere aradım." dedi telefonun diğer ucundaki ses. "Ayaz uyuyor." Telefonu benim açacağımı tahmin etmediğinden birkaç saniye sessiz kaldı. Bu sessizlikten yararlanıp devam ettim. "Uyandırmam gerekiyor mu?" Öyle güzel uyuyordu ki onu uyandırmak istemiyordum. "Aslında ben erken haber vermek için aramıştım, ne olur ne olmaz diye." Gözlerim duvarda asılı olan saate takıldı, sabahın yedisiydi. "Dokuz buçukta atacağım konuma gelmeniz lazım, başımıza okul işi çıktı sanırım." "Okul işi mi?" "Evet." Aklıma en son gelecek yerlerden birinin Berfu'ya ulaşmamızla ne alakası olduğunu gerçekten merak etmiştim. "Geldiğinizde anlatırım, iyi uykular."
Telefonu kapattıktan sonra büyük bir su bardağı aldım, içine doldurduğum suyu yavaş yavaş boğazımdan aşağı yolladıktan sonra indiğim merdivenleri geri tırmandım. Odaya girdiğimde hala uyuyor olduğu için mutluydum, kendi telefonuma alarm kurup ikimizin telefonlarınıda camın önüne bıraktım. Uyumak istemediğimden yatağın üzerine oturdum. Yatak başlığına sırtımı yaslayacakken eli kolumu yakaladı, sırtım onun göğüsüne çarparken üzerime örtülen pikeyle şaşkınlığım daha çok arttı. "Uyu, Asena." dedi uykulu ses tonuyla.
•••
"Siktiğimin alarmı." diye söylendi alarmı kapatırken. Gözlerimi henüz açmamış olsamda bilincim kendine gelmeye başlamıştı. Birkaç saniye sonra sessizlik yeniden bozuldu fakat bu kez sessizliği bozan onun sesiydi. "Efendim Batu." Sesi giderek uzaklaştığında odadan çıktığını anlamıştım. Yavaşça gözlerimi açtım, birkaç saniye tavanı izledikten sonra yataktan çıktım. Ayaklarım her zamanki gibi sıcak olan zemine değmişti ama bu kez yargılamadan kendimi odadan dışarı attım. "Sen okul işini hallet." Sesi alt kattan geliyordu. "Gitmemiz gereken daha önemli bir yer var, saçma sapan okul kaydıyla uğraşacak vaktimiz yok." Okul kaydı kafamı karıştırsada gitmemiz gereken yerin neresi olduğunu daha çok merak etmiştim. "O zaman çocuklardan birisi okul kaydını halletsin, sahada sana ihtiyacımız olabilir."
Mutfağa ulaştığımda dolaptan birkaç şey çıkarıyordu. "Evet, oraya gideceğiz." Geldiğimi fark etmemişti, kapıya yaslandım ve onu izlemeye başladım. "On birde görüşürüz." dedikten sonra telefonu hemen yanına, tezgahın üzerine bıraktı. Konuşması bitmiş olmasına rağmen ses çıkarmadan onu izlemeye devam ettim. Normalde yapmayacağım şeyleri yapıyor olmak tuhaf hissettirsede onu izlemeyi bırakmadım. Ensesinden başlayarak sırtının bir kısmını kaplayan ten rengi yara izilerini ayırt etmek zor değildi. Onun bir parçası olduğundan, geniş sırtında bir kusurmuş gibi sırıtmıyordu. O ve ona ait olan her şey kusurlu olsa bile kusursuz gibiydi, işte bu yüzden onun tanımı kesinlikle kusursuz olmalıydı. Bir meleğin sırtındaki kanatları kesseniz bile ilahi güzelliğini zedeleyemezdiniz.
"Gözlerini doyurabildiysem karnını doyurmam için bir şeyler hazırlamama yardım edebilirsin." İçimi panik duygusu kaplasada bunu ona belli etmemek için konuyu değiştirdim. "Nereye gideceğiz?" Yanına geldiğimde tost yapmaya başladığını fark etmiştim. Tezgahın üzerinde duran meyve sıkacağını gözüme kestirip dolaptan birkaç portakal çıkardım. Hazırladığı tostları tost makinesini atıp bana döndü. "Sezer ailesine ait olduğu söylenen bir yere." "Ait olduğu söylenen?" diye sordum. "Resmi bir evrakla belirlenmemiş ama herkes Sezer ailesinin mülkü olduğunu söylüyor. Sezer ailesinden birkaç kişiyi orada görmüşler daha önce." Sırtını, yaslandığı tezgahtan ayırıp iki büyük tabak aldı. "Peki bu yer bir ev ya da bahçe mi?" Bardaklara doldurduğum portakal sularını masanın üzerine bıraktım, Ayaz'ın çıkarmış olduğu domates ve salatalıkları kesmeye başladım. "Büyük bir arsa. Küçük bir ev ve eve göre oldukça büyük bir bahçesi var." Tostları tabaklara koyduğunda kestiğim salatalık ve domatesleri tostların yanına koydum. O tabakları masaya koyarken bende kahvaltı için olan küçük çatalları masaya bırakmıştım. Sandalyelerden birisine oturdum, dolaptan çıkardığı kahvaltılıkları masaya bıraktıktan hemen sonra karşımdaki sandalyeye oturmuştu o da. Kahvaltımız bittiğinde mutfağı toplaması için Ayaz'a yardım ettim. Bütün bu süre boyunca tek bir cümle bile etmemiştik, sessizlik anlaşmasını her daim sürdürmekten asla sıkılmıyorduk.
Valizimin içindeki dar siyah kot pantolon ve üzerime yapışan boğazlı siyah bir kazak giymiştim. Telefonumu pantolonumun arka cebine sıkıştırdıktan sonra işime yarayabileceğine inandığım takı görünümlü birkaç silahta üzerimdeki yerini almıştı. Dış kapının önüne geldiğimde aynaya bakarak bileğimdeki tokayla saçlarımı at kuyruğu yaptım, üzerime siyah deri ceketimi geçirdim ve hemen arkamda benim gibi deri ceketini gitmiş olan Ayaz'la göz göze geldim. İkimizde baştan aşağı siyah giyinmiştik. "Hazırsan çıkalım." dedi. Gözlerimi ondan çekip kapıyı açtım, dışarıya attığım ilk adımda vücudumu saran soğuk hava beni mutlu etmişti. "Benim arabamla gidelim." dediğinde onu ikiletmedim ve arabasına doğru yürüdüm.
Radyoda çalan hafif müzik sesine odaklanarak yolu izlemiştim tüm yolculuk boyunca. Kendim sürmediğim sürece arabada yolculuk yapmaktan keyif almıyordum, ne kadar hızlı sürerse sürsün direksiyon benim avuçlarımda olmadığı sürece yolu hissedemiyordum. Araba sonunda durduğunda kendimi arabadan dışarıya attım. Sırtımı arabanın kapısına yaslayıp etrafı inceledikten sonra biraz uzağımızda bulunan eve doğru yürümeye başladım. Ayaz'ın sorgulamadan arkamdan geleceğini bildiğimden arkama dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. Botlarım içinden geçmekte olduğum ıssız tarlanın sararmış ekinlerini eziyor, adım atmam için bana yer açıyordu. Neredeyse dizime gelecek kadar büyümüş olan ekinlerin arasında yürümek oldukça zorken etraftan yükselen çekirge sesi sinirimi bozmaya yeterli oluyordu. Evin önüne ulaştığımda büyük süs havuzu dikkatimi çekmişti, bir tarlanın ortasına bu kadar korunaksız bir ev yapıp neden süs havuzu eklerlerdi ki? Evi koruyan hiçbir şey yoktu, taştan duvarlar ya da tahta çitler bile görmemiştim. Ev de oldukça bakımsız duruyordu. Ahşaptan ve kırmızı renkteki evin kapısını yavaşça ittim.
Kapı geriye doğru açıldı, gıcırdayan tahtalar evin sağlam olmadığını söyleseyde içeriye doğru birkaç adım attım. Küçük bir girişin ardından ortalama büyüklükte bir salon karşılamıştı beni. Üzerinde beyaz çarşafların örtülü olduğu koltuklar, yere düşmüş birkaç tablo ve eski resim buranın uzun zamandır kullanılmadığını bir kez daha kanıtlıyordu. Ayaz ayağını yere sertçe vurarak salonun köşesindeki tahtalardan birisini kırdı. Bakışlarım anında onu bulurken yere eğilmiş kırdığı tahtayı yerinden çıkarmaya başlamıştı. "Ne yapıyorsun?" "Aşağısı boş olmalı." dedi kendinden emin bir şekilde. "Ev eskidiği için aşağı inmek için bir geçit bulmak yerine doğruca aşağı inebiliriz." "Ne arıyoruz?" Onun gibi eğildim ve kırdığı tahtayı yerinden çıkarması için yardım etmeye başladım. "Her köklü ailenin evinde olan o gizli yeri." Tahta yerinden çıktığında hemen arkasına bıraktı. Zifiri karanlığa cebinden çıkardığı feneri tuttuğunda birkaç tahta arasından ışığın geçip uzun bir mesafeden sonra yere ulaştığını gördüğümde derin bir nefes aldım. "Diğer tahtaları kırmak için elimizde ne var?" diye sordum ayağa kalkarken. Geçit bulmak daha mantıklı geliyordu bana çünkü her ne kadar eskimiş tahtalarda olsa kırmak zordu, güç uygulamak yerine aklımı kullanmak daha mantıklı bir seçenekti. "Tahtaları kırmak için harcayacağımız zamanı geçit bulmak için haramak daha mantıklı. Hem ne kadar zor olabilir ki?" Gözlerimi etrafta gezdirdim. "Mantıklı ama bulamama olasılığımız çok yüksek. Oldukça iyi saklamış olabilirler." "Sen tahtaları kır, ben geçit arayayım. Hangimiz önce ulaşırsa diğerini çağırsın." dediğimde kafasıyla onayladı beni.
Salonun altında olduğuna göre salona yakın bir yerde olmalıydı geçit. Bir süre evin içinde gezdindikten sonra Ayaz'ın kırdığı tahta sesleri kesildi. "Bitirdin mi?" diye sordum. Tam o sırada gözüm duvarda asılı olan bir tabloya takıldı. Bütün tablolar yere düşmüşken bu tablonun bu kadar sağlam olması dikkatimi çekmişti. "Henüz değil." Ayaz'ın yanıtından sonra tabloya yaklaştım ve üzerindeki tozu tekli koltuklardan birinden aldığım çarşafla sildim. Toz elimdeki beyaz çarşaf sayesinde temizlendiğinde tablo orta çıkmıştı. Yağlı boyayla çizilmiş aile resminin her detayına dikkatle baktım. Kumral küçük kızın, Berfu'ya benziyor olması kalbimin daha hızlı atmasına neden oldu. Evin her köşesinin aksine temizlendiğinde yeni gibi duram tablonun üzerinde gezdirdim parmaklarımı. Berfu'ya benzettiğim kızın yüz hatlarında gezindi parmaklarım, ardından büyük bir gürültüyle tablo ve tablonun asılı olduğu duvar geriye doğru hareket etti. Bir adım ilerimde ortaya çıkan tahta merdivenle bakıştım bir süre. Ayaz elini omzuma koyduktan sonra önüme geçti, elindeki feneri açarak merdivenlerden inmeye başladı. Onu takip ettim, eskimiş merdivenlerden çıkan gıcırtılı ses içimdeki tedirginliği arttırsada geri dönmek bana göre değildi. Elini uzattığını bir süre sonra fark etmiştim, tam geri çekecekken elini sıkıca tuttum. Onun tutuşuda sertti, üstelik merdivenler ne kadar insekte bitmiyordu.
Duvar geriye açılırken gelen ses bir kez daha geldiğinde ikimizde kafamızı yukarı kaldırdık. Geçitin girişinden gelen küçük ışık haznesi yok olduğunda bir küfür mırıldandım. "Siktir." Gözlerimiz karanlığa rağmen birbirine değmişti, ardından tekrar bir gürültü koptu. Bu kez, üzerinde bulunduğumuz tahta merdiven aşağıya çökmüştü. İkimizde birkaç saniye sonra kendimizi yerde bulmuştuk. Düşmeden önce beni kendisine çektiği için ben Ayaz'ın üzerine düşmüştüm, o ise şans eseri yerde bulunan büyük çarşaf yığının üzerine düşmüştü. Düşüşümüz ne kadar hızlı olsada yerde bulunan çarşaflar bize bir zarar gelmesini engellemişti. Ayaz'ın üzerinden yavaşça kalktım, gözlerim olduğumuz yeri anlamaya çalışıyordu fakat elimizdeki fenerin ışığı kesinlikle hiçbir işe yaramıyordu. Ayaz ayağa kalktı ve feneri etrafa tuttu, ileride gördüğü koridora doğru ışığı sabitleyip elini yeniden bana uzattı. Bu kez elini uzattığını erken anladığımdan hızla elini tuttum, bu karanlıkta birbirimizi kaybetmemiz tamamen aptallık olurdu. Koridorda yürümel düşündüğümden daha kısa sürmüştü ve sonunda çıkmaz sokak olduğunu fark ettiğimizde olduğumuz yerde durduk. Arkamızdan gürültüyle bir duvar geldi ve biz iki duvar arasında neredeyse sıkışacak noktaya gelene kadar durmadı. Sırtımızı yasladığımız duvar geriye doğru hareket ettiğinde derin bir nefes aldım. Birkaç adım sonra bizi takip eden duvar durmuştu, sırtımızı yasladığımız duvar ise yukarı doğru yükselip ortadan kaybolmuştu. Ayaz'ın elini bırakmadan elindeki feneri aldım ve içinde olduğumuz oda benzeri yerde bir tur attım. Feneri yukarıya giden duvarı görmek için yukarı tuttuğumda tavanın oldukça yüksek olmasından kaynaklı ışığımız yetersiz kaldı. Yalnızca birkaç saniye sonra odanın tavanından bir ışık yandı.
İçine sıkışıp kaldığımız odada bir tur daha attım. Eskimiş koyu gri kaplamaların çoğu duvardan sökülmeye başlamıştı, pencerenin olmayışı ve normal odaya göre duvarlarının daha yüksek oluşu bir başkasını korkutabilecek türdendi. Gözlerim yeniden Ayaz'a ulaştığında o da az önce benim yaptığım gibi odayı inceliyordu. Tavandan sarkan yılan desenli işlemeye sahip avizenin loş ışığı odayı yeteri kadar aydınlatmasa da duvar kağıtlarındaki motifleri rahatlıkla görebiliyordum. Duvarlardan birinin üzerinde elmayı ısıran büyük yeşil bir yılan vardı. Gözlerindeki kırmızı parlak taşlar, yılanın derisine kırmızı bir gölge düşürüyordu. İlerledim ve ellerimi büyük yeşil yılanın üzerinde gezdirdim. Parmaklarım kırmızı taşlardan birisine değdiğinde büyük bir gürültüyle duvar geriye doğru hareket etti. Ayaz elimi sıkıca tutup beni arkasına alırken duvarı takip etmeye başladık. Küçük ve temkinli adımlarımızın arasında birbirimizle göz teması kuruyorduk. Anlaşmak için konuşmaya gerek duymuyorduk bazen, yalnızca gözlerimiz birbirine yetiyordu ama bazen de gözlerimizdeki perdenin ardına sığınıyorduk. Duvar büyük bir gürültüyle kusursuzca ortadan ikiye ayrılıp yanlara doğru açıldı. Gördüğümüz şey karşısında şaşırmamak imkansızken bir adım daha attım. "Burası da ne böyle?" dedim, bu kez şaşkınlığımı gizleyememiştim. Ayaz, hemen yanımızda bulunan duvara monte edilmiş kolu aşağı indirdiğinde etraf aydınlandı. "Eski bir karargah olmalı." Sesi düşünceliydi, önümüzde bulunan uzun ve üzerinde bilgisayar olan masalara doğru ilerledi. Hemen kafasının üzerinde bir projeksiyon vardı.
Hemen önümde bulunan eski bilgisayarı açmak için düğmesine dokunduğumda bütün bilgisayarlar ve projeksiyon açıldı. Projeksiyonun yansıtıldığı beyaz perde ve bütün bilgisayarlarda aynı video oynamaya başladı. Videonun başında gelen ağlama sesiyle olduğum yerde donup kaldım. "Bu ses..." dedim gözlerim dolarken. "Berfu'nun sesi." Ayaz yanıma gelmiş ve kollarını bana sarmıştı. Sesi beni o geceye götürmeye yeterli olurken videoda gördüğümüz tavanın yerini küçük bir kız çocuğu aldı. Berfu'yu videoda gördüğüm an göz yaşlarıma engel olamadım. O gece üzerinde olan kıyafetler kanlar içindeydi, bir sandalyeye bağlandığı yetmezmiş gibi ağzına bir bant yapıştırılmıştı. Gözleri ağlamaktan şişmişti ve oldukça güçsüz duruyordu, ağlarken sık sık duruyor kesilen nefesini toparlamaya çalışıyordu. "Ölmeden önce size merhaba demek istedi." Videodan çıkan robotik ses konuştuğunda ellerim istemsizce Ayaz'ın kollarını sıktı. "Ayaz," dedim tutuğum nefesimi vererek. "Ne demek oluyor bu?" Sesimin titremesini umursamadım. "Öğreneceğiz." Video başa sardığında cebindeki telefonunu çıkardı. Projeksiyona yansıyan videonun bir örneğinin bizde olması için videoya çekti. Video üçüncü kez baştan başladığında boğazımdan yükselen hıçkırıkları tutamadım. Daha fazla duymak, görmek istemiyordum bu videoyu. Bana işgence etmek için hazırlanmış bir tuzak gibiydi ve kendimi kaybetmek üzereydim. Ayaz aşağı indirdiği güç kolunu yeniden yukarı çekti, videonun sesi kesilirken karanlıkta beni buldu. Bir koluyla bedenimi kendisine yasladığında kollarımı ona doladım. Gözlerimi çoktan kapatmıştım, birkaç adım sonra Ayaz ayağıyla kapı olduğunu tahmin ettiğim noktaya tekme attı. Metalik ses odada yankılanırken video yeniden oynamaya başladı. Bu, işkenceden başka bir şey değildi. Birkaç tekmeden sonra kapı açıldığında Ayaz'dan önce kendimi odadan dışarı attım. Önüme çıkan tahta merdivenlerin nereye gittiğini umursamadan hızla tırmanmaya başladım. Merdivenler, tırmanma merdivenine dönüştüğünde yukarıda bir çıkış olduğunu anlamıştım.
Vücudumda kalan son güç ile tırmandığım merdivenler, tavanda bulunan tahta bir kapıya ulaşmıştı. Boynumdaki uzun kolyeyi çekerek zincirinin kopmasını sağladım. Tahta kapının demirle kilitlenmiş olan kısmına kolyemin ucundaki minik ısıtıcıyla ısı vermeye başladım. Her ne kadar arkamda kalsada videodaki ses gelmeye devam ediyor, odaklanmama imkan sağlamıyordu. Yanlışlıkla tahta kısmı ısıtmam demek ikimizinde ölmesi anlamına geliyordu ama elimin titremesini durduramıyordum. Ayaz elimdeki kolyeyi aldı ve benim bastığım düğmeye basarak demirin kolayca eriyebilecek kısmını ısıtmaya başladı. Videonun kaçıncı başa sarışı olduğunu saymamıştım ama kısa bir süre sonra demir yüksek sıcaklıktan eridi ve tahta kapı açıldı. Ayazın omuzlarından aldığım derstekle geçitten dışarı çıktım. Havuzun hemen yanından dışarı çıkmış olmak beni şaşırtsada tek kelime etmedim, konuşabilecek durumda değildim. Ayaz'da dışarı çıktığında tahta kapıyı kapattı yerdeki otlarla kapının üzerini kapattı. Bir süre onu izledikten sonra arabaya doğru yürümeye başladım. |
0% |