16. Bölüm

13. Bölüm

Aliya Sancaktar
pusu_13

Selamün Aleyküm Canlarım💐

Keyifli okumalar!

Şu sıralar çok yoğunum. Bol bol motivasyon için bol bol yorum istiyorum. Lütfenn 🥹

 

Küçük ve Önemli Bir Not:

Bu bölüm sakin geçen son bölüm arkadaşlar. Artık olaylar başlıyor 🙂‍↕️ Teori ve yoruma açık, heyecanlı bir olay örgümüz var.

:))

 

...

 

Hayat garipti. Hayat gerçekten çok garipti. Tacize uğradığını zannetiğin kıza yardım etmek için durduğun gün, hakkında karantina kararı çıkması kadar garipti hem de. Daha da garipleşebilir miydi? Buna ihtimal vermiyordu Emir. Ta ki şu ana kadar. Gözü bahçe kapısının dışına kilitlenmiş ifadesizce dışarıya bakıyordu. Daha ikinci gün olmasına rağmen burada kalmak her geçen saat daha sinir bozucu olmaya başlamıştı. Sebebi her ne olursa olsun, kendisi yüzünden içeri tıkıldıkları kız, polis arabasına binip gözlerinin önünde okuldan ayrılmıştı. Şaka gibiydi gerçekten.

Ne yapacaktı? Belki birkaç tane fazladan ağaç görecek, belki sıra sıra binalarla bakışacaktı. Kimin umrundaydı? Çıkmıştı buradan. O hasta haliyle dışarıya adım atmıştı. Kendisi ancak dışarı bakışlarını yollayabilirken o neredeyse zorla götürülmüştü. Yüzündeki isteksizlik herkes tarafından okunabiliyordu arabaya binerken. Ne değişik işti! Düşünmek canını yakıyordu artık. Beynine iğneler batıyor, kulağına gaipten sesler "İçeridesin." diye fısıldıyordu,

"Sen onun yüzünden içeridesin... Ama o dışarıda!"

Zihnininde yankılanan sesleri susturabilmek adına gözlerini dış kapıdan çekti. Koluna sarılan kıza çevirdi bakışlarını, sevgilisine baktı. Sadece gözlerini görünce bile içinin huzurla dolduğu kız, mütebessim bir hâlde dışarı bakıyordu. O an donakaldı. Sadece bedenen değil zihnen de bütün hareketlilik son bulmuştu. Düşünemiyordu. Burak ve Senâ'nın anıları gözünün önünde depreşiyor, beynine iğne batıyormuş gibi acı veriyordu. Nesi vardı bu ikisinin? Nereden geliyordu bu rahatlık? Bu kıza karşı gösterdikleri sahte samimiyetin sebebi neydi? Burak da Senâ da çok garip davranıyorlardı. Hadi Burak'ı bir şekilde anlayabilirdi, çocuk silah zoruyla (!) yaşıyor gibiydi. Betül'ün hastalığı gözünü korkutmuyor hatta işine geliyordu. Ya Senâ? Sevgilisine ne olmuştu? Betül'de ya da onun ailesinde ne vardı? Efsun muydu? Büyülü bir güzellik tarafından esir mi alınmıştı arkadaşı? Ya sevgilisi? Hiçbir şekilde Senâ'nın da Burak gibi davranmasına anlam veremiyordu.

İçinde kabaran öfkenin boğazına kadar tırmandığını hissetti. Sakinleşmesi gerekiyordu. Derin bir nefes alarak kolunu Senâ'dan kurtardı. Arkasını dönüp okula doğru ilerlemeye başladığında peşinden gelen adım seslerini işitmişti. Aşkına öldüğü kız kolundan tutup kendisine çevirince binbir zorlukla aldığı nefesi olduğu gibi geri verdi.

"Ne oldu?"

Bir de soruyor muydu?

"Ne olsun Senâ?" dedi.

"Can ciğer kuzu sarması olduğumuz kardeşimizi güle oynaya doktora gönderdik."

"Bundan daha büyük dert mi olur?"

Herkes izliyordu yine. Senâ alay ile karışık verilen cevaba bozulurken kadın olan doktor çekinmeden gülüşünü sundu ortaya. Gerçekten, bu çocuk ironi yapmasını iyi biliyordu.

Emir kendisini ikinci kere kız arkadaşından kurtarıp öfkeden çakmak çakmak yanan gözlerini onun sakin kahvelerine teslim etti. Tekrar konuşmaya başladığında yorgunluğu sesinden belli oluyordu. Şu an ani git geller yaşıyordu ve bu, onun kendini dizginlemek için ne kadar büyük bir savaş verdiğinin birebir kanıtıydı.

"Anlayamıyorum Senâ." dedi boğuk çıkan sesiyle. Kendini sevgilisinden olabildiğince uzaklaştırıp okula doğru ilerledi. Ardından bu büyük yapıya sırtını dönerek sevgilisini -her ne kadar umursamasa da diğer insanları da- karşısına almıştı.

"Siz ikinizin nesi var, gerçekten anlayamıyorum."

Cevap bekliyor gibi değildi. Daha doğrusu bu cevabı Sena'dan duymak istiyor gibi gözükmüyordu. Kendi içinde sorguluyor, düşüncelerini sıraya dizip bir yanıt arıyor, bulamayınca zihninin en kuytu köşelerine siniyor ama düşünmeyi bırakamıyordu. Acı çektiği yüzünün her detayından belli oluyordu.

En yakınındaki insanları kaybetme korkusu... Emir'e ağır gelen sayılı şeylerden biriydi. Kendisi depremzedeydi ve bazen ne kadar uğraşırsa uğraşsın bazı çabaların sevdiklerini kurtarmaya yetmediğini acı bir şekilde öğrenmişti. Şimdi en büyük korkusuyla başbaşa bırakıyorlardı onu. Burak rest çekmişti. Senâ korkuyor gibi durmasına rağmen garip bir şekilde hastalar ile yakından iletişim kuruyordu. İkisi de ölecek olsa, ne yapardı Emir? Arkadaşı ve sevgilisi ile gözaltına alınmış gibi duruyordu ama yanındaki bu iki kişi onun ailesiydi. Ailesi intihar ediyordu onun gözünde, engel olamıyordu. Kimseye laf anlatamıyordu, herkes gözünün içine baka baka uçuruma adımlıyordu. İkisinin de yüzünde yorgun bir tebessüm vardı, erkek olanı anlayabiliyordu ama Senâ'nın yorgunluğundan bihaberdi. Neler oluyordu? Gerçekten çok zordu anlamak, çok zordu onlara sahip çıkmak... Ve sevgilisi içinde verdiği bu koca savaşı, büyük yıkımı nihayet gördü, sesi yumuşamış sanki kendisine değil de içindeki o ürkek çocuğa konuşur olmuştu.

"Herkes bir olaydan aynı derecede etkilenmez."

Elini kaldırıp erkek arkadaşının saçlarını okşadı Senâ, parmakları bir tarak gibi saç kıvrımlarının arasına giriyor diğer erkeklere göre nispeten daha uzun görünen bu saç tutamlarını birbirine katıyordu.

"Başta çok korktuğum doğru, kabul ediyorum. Ama şu an normal bir ilişki kurmaya çalışıyorum. Çünkü hasta olmadığımız sürece her şekilde buradan çıkacağız."

"Fakat içeride olduğumuz müddetçe diğerleri ile iyi geçinmemiz gerekir, burada geçirdiğimiz günler de zehir olsun istemiyorum."

"Ve ben senin aksine onlarla konuşunca tehlike altında hissetmiyorum."

Emir nazikçe saçında duran ele uzandı. Onu bulunduğu yerden aşağı indirdiğinde gözleri tekrar tuttuğu elin sahibine kaymıştı, tek bir cümle kurdu.

"Risk alıyorsun."

...

"Hayır." dedi Senâ tebessümle, "Sadece senin kadar etkilenmiyorum."

Erkek arkadaşının kendisini tutan elini kavradı yavaşça, gözleri yüzünde gezindi.

"Bence ne var, biliyor musun?"

"Aklını dağıtman gerekiyor senin,"

"Hadi gidelim."

Esma, Senâ'nın elinden tuttuğu çocuğu okulun arkasına doğru çekiştirdiğini görünce peşlerinden seslendi.

"Nereye gidiyorsunuz?"

Hızla uzaklaşan çiftin seslerini duyurabilmesi için biraz bağırması gerekmişti.

"SPOR SALONUNA!"

Spor salonu demişti. Okulun arkasında, bahçe duvarına bir kapı ile bağlanmış kendinden bahçeli ve tıpkı bulundukları okul gibi etrafı taş duvar ile çevrili bir tane salon vardı, evet. Fakat demirden sağlam bir kapısı vardı ve kilitliydi.

"ANAHTARINIZ VAR MI?"

Dağdan dağa haberleşiyorşardı sanki. Burak aradaki bu saçma iletişime gülerken Senâ'nın sesi geldi tekrar.

"POLİS BU SABAH KİLİDİNİ AÇTI!"

Duyduğu şeyle göz devirdi Esma,

"Habersiz iş yapmaya bayılıyor." diye söylendi. Burak ikinci kere güldü bunu duyunca, "Bizden sorumlu olan sen misin yoksa o mu?" diye düşünmüş daha önce kızla hiç konuşmuşluğu olmadığından dışından hiçbir şey dememişti. Başını kaldırıp etrafına bakınınca içinde tuttuğu nefes sıkıntıyla geri verdi. Aktaşlar gitmişlerdi. Esma ile baş başa kalmıştı ve bu gerçekten istediği bir şey değildi. Bu kızdan hoşlanmıyordu. Belki ön yargı yapıyordu, belki de bu kıza haksızlık ediyordu ama Yiğit'ten bile daha fazla başlarına belâ olacakmış gibi hissediyordu.

Doktor da tıpkı kendisi gibi çevreyi inceleyip tekrar önüne döndü. Tek kaldıklarını fark edince bozuntuya vermeden konuşmasına devam etti.

"İnşaatı biten tek bina burası değil, içerisi toz topraktır şimdi. Ne yapacaklar bu hâlde içeride?" diye sordu. Yüzünü yerden kaldırıp en ruhsuz ifadesiyle muhatabına baktı Burak, saftı ama aptal değildi. Belli ki Esma, Yiğit'in yokluğunda herkes gözünün önünde olsun istiyordu. Bunun sebebi polisin kendisine yardımcı olmasını istemiş olması da olabilirdi ama bu durumun sinir bozuculuğunu değiştirmiyordu.

"Dövüşecekler." dedi umursamaz bir hâl takınıp, tam arkasını dönmüş gidiyordu ki doktorun sesi duyurdu kendisini yine.

"Yiğit sizi bana emanet etti. Eğer sen de salona gideceksen, haberim olsun olur mu?"

Tebessümünü takındı Burak,

"Belki birazdan su götürmek için uğrarım ama şimdilik düşünmüyorum." diyerek kestirip atmıştı. Dövüş konusunu ise duymamazlığa vermişti. Bu kıza kendisi ile alakalı herhangi bir konuyu açık etmek istemiyordu. Yüzündeki tebessümü bozmadan okula yönelince beraber içeri girmişlerdi. Odasına geçti. Esma'nın ne yaptığını pek umursamıyordu. Birazdan mutfağa geçip bir sürahiyi su ile dolduracak Emirlerin yanına gidecekti.

Bakışlarını ve bedenini odasının penceresine çevirdiğinde yerde bir gölgelikte uzanan Okan'ı gördü. Bulunduğu camdan yüz ifadesi net bir şekilde görünüyordu. Donuk yüzü, yorgun gözleri gökte bir buluta sabitlenmiş suskunluğu beden hâline yansımıştı. Bu yorgun ifade genel olarak görebileceği bir şey değildi, o yüzden bir süre daha gözlerini alamadı.

Çimene, hemen yanına uzanan eşi elini kocasının göğsüne koymuştu, belli ki bu bile teselli için yeterli oluyordu. Bir iki dakika sonra göğsündeki eli tuttu Okan. Gözleri hâlâ gökyüzündeydi. Adı gibi emindi ki Betül'ü düşünüyordu. İçinde değişik bir heyecan hissetti Burak, bu camdan bakarken onun iç dünyasını merak ediyor, dahil olmak, onunla konuşmak istiyordu. Bir sürü soru sormak, alaka kurmak, kardeşi için yaptığı fedakarlıkları onun ağzından duymak istiyordu. Bir insan, hakkında hiçbir şey bilmediği birine hayran olabilir miydi? Olabiliyordu demek... Çünkü Burak, Okan'a karşı saf bir hayranlık besliyordu. Anlatsa, kardeşine sahip çıkma hikayelerini çocuk ruhuna anlatılan birer masal gibi dinlerdi, örnek alırdı onu. Ama işte, şimdilik, onunla konuşabileceği hiçbir konu yoktu. Ortak bir şeyleri olsa dibinden ayrılmaz, o ne kadarına müsaade ederse o kadarını konuşurdu kendisiyle. Fakat böyle bir konu bulana kadar anlaşılan sadece uzaktan izleyebilecekti.

Başını iki yana sallayarak dikizliyormuş hissiyatından kurtulmak istedi. Kötü bir niyetle bakmasa da iki saattir gözleri bu çiftin üzerindeydi. Önüne dönüp odasının çıkışına yöneldi. Çok geç kalmadan Emirlere yetişmeli dönüşte su ikramı bahanesi ile Aktaşların yanına uğramalıydı.

Zihnindeki rotayı mutfağa çevirirken içindeki çocuksu heyecana tebessüm etti. Daha iki gün olmuştu ama sevmişti burayı. Hayır delirmemişti. Ölüm riski korkutucu gelmiyordu ona. Bu içinde bulundukları berbat durum bünyesinde bir şok etkisi oluşturmuş ne kadar kayıp duygusu varsa hepsini geri getirmişti sanki. İlgisini çeken bir aile ile tanışmıştı. Kimse kimseyi umursamıyordu ama Burak merakına engel olamıyordu. Artık yaşamak için uyduruk da olsa bir amaç edinmişti kendisine. Sağlıklı olmasını, iyileşmesini istediği kızı ve ailesini merak ediyordu. Bu kızın abisinden nasıl güçlü olunur öğrenmek istiyordu. Bir yanı deli gibi heyecanlı, bir yanı umutsuz, bir yanı buruktu... Emir'e rest çekmek içinde bir şeyleri ezmişti. Bencillik etmişti. Kurtulamıyordu bu fikirden. Kendi iyiliği için bunca zaman kahrını çeken arkadaşına "Ölmek sorun değil." demişti. "Seni yalnız bıraksam da sorun değil."

Şimdi ise veda etmeye gidiyordu. Henüz Emir bunu bilmiyordu ama Esma eğer şüphe ettiği için bu kadar irdeliyorsa şüphelerinde haksız değildi, Senâ kaçmayı düşünüyordu buradan. Emir'i bir bahaneyle o salona sokarak planının ilk aşamasını gerçekleştirmişti. Şimdi içeride ne yapıp edip erkek arkadaşını ikna etmesi gerekiyordu. Sonra kaçıp gideceklerdi.

Dün gece, saat ikiye gelirken kaldığı odanın kapısının altından bir kağıt itilmişti içeriye doğru. Kimden geldiğini ve ne amaçla yapıldığını anlamak zor olmamıştı. Sena kaçma girişiminden haberdar ediyordu kendisini. Bir gece boyunca düşündü Burak. Enine boyuna, her bir detayını düşündü. Yaşamak isteyip istemediğini, kaçmaya kalkarsa bunun sonuçlarını ve dile getirmesi garip olsa da bu karantina işinin hoşuna gidip gitmediğini düşündü. Kahretsin ki normal bir insan gibi düşünemiyordu. İlk geldiği andan itibaren bu karantina mevzusuna kötü, karamsar bakmamıştı. Herkes korkarken onun farklı bir şey yaşamaktan aldığı keyif bambaşkaydı. Gerçekten yaşadığını hissetmişti. Ve burada kalmak akıl kârı olmasa da gitmek, hele ki kaçmak kesinlikle isteyeceği bir şey değildi.

Odasından çıkıp mutfağa yöneldi. Tıpkı zihninde planladığı gibi iki üç bardak ve sürahi hazırladı. Güzelce yıkayıp doldurdu. Bir yandan da Emirlerin ne yaptıklarını düşünüyordu.

_ _ _

Spor salonundan içeriye adım atar atmaz kendisine sorulan soru ile adımlarını durdurdu,

"Dışarıdan nasıl gözüküyorum?"

Emir sustu bir süre, sevgilisine baktı sorgulayan gözleri. Bu sorunun dış görünüş ile alakalı olmadığını pekâlâ biliyordu.

"Rahat." dedi tek kelimeyle, muhatabı sinir bozukluğuyla güldüğünde arkasını dönüp ona tekrar bakmak istedi. Bedenini çevirirken tam yüzünün ortasına inen bir darbe beklemiyordu elbet. Senâ'nın tabanlarının izi yüzünde çıkmıştı neredeyse, vurulan yer kızarmış kendini belli eder hâle gelmişti.

"Rahat mı?" dedi buz gibi bir ses. Ayağını ikinci kere havaya kaldırıp yeni darbe için savurduğunda Emir ayak bileğini yakalamış, sanki kız vurmak için bacaklarını yeterince açmıyormuş gibi bir o kadar daha bacakları birbirinden ayırarak sevgilisinin yüzüne yaklaşmıştı.

"Evet, rahat."

Histerik bir şekilde güldü Senâ, ayağını sertçe geri çekerek sevgilisinin elinden kurtardı.

"Karşılık Ver!"

Sesi içi boş, tozlu salonda yankılanırken Emir bu ani çıkışla bir adım geriledi. Muhatabıysa konuşmaya yeni başlıyor gibiydi. Öfkeden gözleri alev almış yanıyor, bir an olsun kurduğu baskı üzerinden kalkmıyordu. Hızla bir adım öne çıktı. Açılan boşluğu kapattı ve yakasına yapıştığı çocuğu sertçe sirkeledi. Emir ortamın daha da kızışmaması için karşılık vermiyordu fakat Senâ hiç pes edecekmiş gibi durmuyordu.

"Senin kadar dışıma yansıtmıyorum diye 'rahat' mı oldum?"

"Göz altlarım ne hâlde görüyor musun?"

"İki gündür bir damla uyku yüzü görmedim. Bu mu rahatlık Emir?"

"Dün sen uykunda sayıklarken ben başında ağlıyordum!"

"Ortamımızı s*keyim! Bu mu RAHATLIK?"

Muhatabına aldığı çocuk hâlâ tek kelime etmemişti, yakasını ellerinden de kurtarmamıştı. Sakinleşmesini beklediğini biliyordu ama böyle olsun istemiyordu. Daha önce dövüşürken kavga ettikleri olmuştu. Neden şimdi aynısını yapmasına izin vermiyordu?

"Sen çılgın gibi sağa sola saldırırken arkanı kolluyorum haberin yok."

"Dikkatleri üzerine çekmekten başka bi b*k yaptığın yok!"

"YA KONUŞSANA!"

Erkek arkadaşının eli, elini kavrayınca dilinin ucuna gelen küfrü suratına savurup sertçe tuttuğu yakayı bıraktı.

"Bırak bu yumuşak erkek rollerini, sen bu değilsin. Sakinleşmeyeceğim. Böyle yaparak öfkemi körüklüyorsun."

O an beklemediği bir şey oldu. Emir el bileklerini kavradı ve sıkmaya başladı. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordu. O kadar sıkıyordu ki kemiği sızlamaya başlamıştı. Acıyı hissettiğinde kurtulmak için hamle yaptı ama başaramadı. Ayağını hiç düşünmeden muhatabının karın boşluğuna geçirmek istedi fakat Emir bileklerini bırakmadan koları ile kendini korumuştu.

"Kendine zarar veriyorsun." dediğini işitti.

"Karşılık vermemi istiyorsun ama o kadar kendinden geçtin ki bedenini kontrol edemiyorsun."

"Karşılık vermeye kalksam engel olamayacaksın, zarar görmeni istemiyorum."

Senâ nefeslerini düzene sokmaya çalıştı bir süre. Emir'in yüzüne bakmıyordu. Bir teşekkür borcu olmuştu. Belirli bir süre hareketsiz kalmak, içsel duygularından farklı bir şey hissetmek, taşan öfkesinde kaybolmuşken bileğindeki ince bir sızıyla gerçek hayata dönmek hızla kendine gelmesini sağlamıştı. Bağırırken hissedememişti ama o kadar hızlı nefes alıp vermeye başlamıştı ki ciğerleri acıyordu. Biraz olsun sakinleşmek her şeyi daha net hâle getirmişti. O haklıydı ve bir şekilde kendisini korumuştu, yine.

Lafı daha fazla uzatmak istemedi. Eğer kapıya yaklaşan biri olduysa sesini mutlaka duymuş olmalıydı. Kavga ettiklerini duyan da bir süre buraya girmeyi düşünmezdi. Ne anlatacaksa hemen anlatıp bu işi bitirmek istiyordu.

"Kaçacağız."

Aniden gelen bu cümle ile Emir anlayamamış gibi baktı kendisine.

"Ne kaçması?"

"Basbayağı kaçacağız işte." dedi Senâ,

"Yiğit burada değilken fırsatı değerlendirelim istiyorum."

"Her şeyi düşündüm. Bana uy yeter."

Emir derin bir nefes alıp belinden tuttuğu kızı biraz kendine yaklaştırdı. Direkt gözlerine bakıyordu. Sitem dolu bakışlarının derinlerinde ince bir alay oynaşıyordu. Anlayamıyordu bu kızı. Her zaman bu kadar deli dolu muydu yoksa karantinaya alınınca bir şeyler değişmişti de yeni mi farkına varıyordu?

"Doğru mu anladım? Sen ilk günden kaçmayı deneyeceğini söylüyorsun. Herkes bizden şu an böyle bir hareket beklerken ve buna hazırlıklıyken hem de?"

"Evet, aynen öyle söylüyorum."

"Kaçmayı denemeden burada kös kös ölümü bekleyemeyiz."

"Eğer ölürsek de bir şey yaparken ölelim. Oturduğumuz yerde el mahkum olarak değil."

Yanağına küçük bir öpücük bıraktı sevdiği genç, belindeki eli çekmeden geri çekildi. Bakışları sıcacıktı şimdi.

"Yakalanırız Güzelim."

"Elbette kaçmayı deneyeceğiz ama bunun için henüz çok erken."

Senâ derin bir nefes vererek uzaklaşmak istedi. Konuşmanın gidişatını böyle hayal etmemişti. Emir'i ses tonlarından tanıyordu ve şu an sesinde hiç ikna olacakmış gibi bir tını yoktu.

"Yakalanmayacağız Emir."

"Bana güvenmeni istiyorum."

"Dün Yiğit'in ağzını aradım. Dağın arka yüzünde bir orman olduğu ve çok sık ağaç yapısına sahip olduğu için oraya bir denetim kulubesi yapılamadığını fakat ormanın şehre bağlanan her bir noktasında ve genel olarak çıkış hattında çok sıkı denetim olduğunu söyledi."

"Seni oraya yönlendirdi ve sen de yakalanmak için oradan kaçabileceğimizi düşündün?" dedi sevdiği, bakışları daha çok alay içeriyordu şimdi.

"Yiğit aptal değil Senâ."

Kız öfkeyle geriledi. Az bir vakitleri vardı ve sevgilisi gerçekten ikna olmayacağının sinyallerini veriyordu.

"O aptal değil ama ben öyleyim değil mi?"

"Doğru düzgün dinlemiyorsun bile."

"Seni ardımda bırakmak istemiyorum Emir," dedi. Zayıflığı sesine yansımış, mum ateşinin dalgalanması gibi kısa bir an sesi titremişti. Hızla toparlanıp doğruldu.

"Çünkü sen gelmemek için inat etsen bile ben s*ktir olup gideceğim."

"Senâ!"

"NE VAR SENÂ, SENÂ? KORKAKLIK ETME DE GEL O ZAMAN!"

Sessizlik sindi odaya. Yutkundu genç kız. Yanında gelmesi için içinden ne dualar ediyordu şu an, muhatabının haberi yoktu. Fırsat varken denemek istiyordu. İmkanı varken kaçmayı düşünmemek kendisinin yapacağı bir şey değildi, ağır geliyordu. Güdülen bir koyun gibi hissediyordu böyle. Kaçmayı denemek riskli olur, bunu bildikleri için kaçmayı düşünmezler, diyememeliydi hiç kimse. Yeterince iyi bir plan işe yarardı. Onların hazırlıklı olması bir şeyi değiştirmiyordu. Ama Emir... Tıpkı onların istediği gibi düşünüyordu. Onu geride bırakmayı da hiç istemiyordu üstelik. Derin bir nefes ve yorgun bir sesle tekrar sordu,

"Gelmeyecak misin?"

"Geleceğim."

Kulaklarına ulaşan ses ile Emir'e çevirdi bakışlarını. Sesinde ciddiyet vardı. Aniden neden değiştiğini anlayamadığı kararda takılı kalmıştı ama mutluydu. İknâ olmuştu işte.

"Fakat eğer yakalanırsak, bütün suçu üzerime alacağım." demesiyle sevinci kursağında kaldı. Neydi bu şimdi?

"Verilen cezalara itiraz etmeyeceğim." diye devam etmişti.

"Kendimi savunmayacağım."

Senâ yutkunarak yere düşürdü bakışlarını, derin bir nefes alarak zihnini duru tutmayı denemişti. Zira bu gergin ortamda, Emir'in karmaşık cümleleri de sağolsun, her an bulanabilirdi. Mantıklı düşünmek gibi bir meziyeti yerli yersiz kaybetmek istemiyordu.

"Bana neden bunları söylüyorsun şu an?" diye sordu.

"Çocuk değiliz." dedi Emir,

"Eğer yakalanırsak ve öldürmek istemezlerse, dışarı çıkmamız sebebiyle değil bir daha çıkmamamız amacıyla ceza verirler. Yâni caydırıcı olması gerekir."

"Canının yanmasını istemiyorum."

Kız arkadaşının nemden parıldayan gözlerini gördü. Duygulanmıştı ama çaktırmamaya çalışıyordu. Eliyle kendine yelpaze yapıp bir iki kere gözlerini kırpıştırdı. Emir'i gözlerinin içi gülerek kendisine bakarken görünce mahsustan omuz silkmiş, tek kaşını kaldırmıştı.

"Ne bekliyorsun? Teşekkür mü edeyim?"

Sırıttı erkek arkadaşı, bir adım kendisine yaklaşıp boynuna doğru eğdi başını. Artık konuşurken nefesi kızın kulaklarını okşuyor, bu soğuk salonda ılık ılık içine işliyordu. Boyun girintisine biraz daha yaklaşıp kulağına fısıldadı.

"Teşekkürü s*ktir et."

"Başımız belaya girerse kendini ortaya atma yeter."

Boynundan öpünce göğsünde bir baskı hissetti. Başka konularda utanmak pek adeti olmasa da konu Emir'in dokunuşları olunca Senâ ne yapacağını bilemiyordu. Sevgilisinin göğsüne yaslamıştı bedenini. Aslında temastan pek hoşlanmazdı. Emir bu duruma gerçekten saygı gösterdiğinden ve ortamı oluşmadıkça dokunmadığından arada kaçamak yaptığında ona kızamıyor sınırı aşmadığı sürece bu küçük dokunuşlar hoşuna bile gidiyordu. Emir'in kendisini sarmasına izin verdi. İyi hissediyordu böyle. Sanki az önce çocuğun yüzüne tekmeyi geçiren kendisi değildi.

"Hem biraz vicdan yaparsan bir daha böyle tehlikeli işlere girişmezsin, işime gelir."

Senâ'nın gülen çehresini görünce tebessüm etti Emir. Sardığı bedeni biraz daha kendine bastırmış, bağrına gömdüğü başı okşamaya başlamıştı.

"Burak'a haber verdin mi?"

"Dün teklif ettim, burada kalmak istediğini söyledi."

Emir duyduğu şeyi duymamış gibi yapmaya karar verdi. Arkadaşının akıl almaz kararlarına katlanamıyordu.

O esnada salonun kapısı açılınca yavaşça ayrılmıştı sardığı bedenden. Başını kaldırıp gelene baktığında buruk bir tebessüm oturdu yüzüne.

Elinde bir tepsi ile Burak girmişti içeri.

"Su getirdim."

Elindeki tepsiyi yavaşça yere bırakıp tek kelime etmeden bardakları doldurmaya başladı. Kimse konuşmuyordu ama aslında söylenecek çok şey vardı. Yine de bu sessizliğe ihanet eden olmadı. Herkes suyunu içtikten sonra Burak içi boşalan bardakları toplayıp tebessümvâri bir ifadeyle ayağa kalkmıştı.

"Bir şey demeyecek misin?" dedi Emir. Arkadaşını son görüşüymüş gibi hissetmekten kendini alamıyordu bir türlü.

"Yakalanmayın." dedi buruklaşan bir ses,

"Burada nasıl karşılanacağını kestiremiyorum, bir daha kimsenin yaralanmasını istemem."

Ardından yolunuz açık olsun, der gibi baş selamı verdi. Salondan çıktı.

Yönünü okula çevirmiş ağır ağır yürüyordu. Biraz ilerledikten sonra başını kaldırdı. Kadın doktoru karşısında görünce tebessüm etti, karşılaşmak için daha iyi bir zamanlama olamazdı heralde.

"İçeriden mi geliyorsun?" dedi doktor. Başı ile onayladı Burak,

"Su içebilir miyim? Temiz bardak var mı?"

İkinci kere yere koyduğu tepsiden kullanmadıkları bir bardağı su ile doldurdu. Yolda başka insanlarla karşılaşabileceğini düşündüğünden adam sayısınca bardak almıştı yanına. Doldurduğu suyu doktora uzattı. İçmesini bekledi. Bir heves doktorun içeridekileri sormasını bekliyordu. Kendisi dışarı çıkar çıkmaz kaçmak için harekete geçmiş olmalılardı. Şimdi doktorun içeri girmeye çalışması her şeyi bozardı. Engel olması gerekliydi.

Esma ağır ağır içtiği suyu yuttu. Elindekini Burak'a geri verirken tepsiyi şöyle bir süzmüş

"Aktaşlara da götürecek misin?" diye sormuştu. Yine sessiz bir baş onayı alınca

"Sakın içilen bir bardağı sudan geçirip başka bir insana sunma. Hepsini iyice detarjanla yıka. Aktaşlara su verirken dikkat et, ellerine temas etme ve ellerini de güzelce yıka, es geçme."

Tebessüm eşliğinde aldığı yeni onayla gülümseyip yönünü tekrardan spor salonuna çevirdi.

"Ne yapıyorlardı?" diye sormuştu.

"Konuşuyorlar." dedi Burak. Korkmuyordu. Sesinden hiçbir açık yakalayamazdı, o kadar sıradan bir edası vardı ki konuşmasının olağan dışı bir şeyden şüphe etmezdi kimse.

"Ben de bir bakayım."

Yanından geçip gidecekken önlüğün arkasını tuttu. Aniden verdiği bir karardı. Kız kendisine dönünce yüzüne hücum eden kanla başını aşağı eğmişti.

"Özel..." dedi yutkunup

"Özel bir an yaşıyorlar, şahit olmak istediğinizi zannetmiyorum."

Esma yüzünü buruşturdu. Önlüğünü kendisine çekip yönünü geri çevirmişti. Ters bir şey diyecekken kendini tutmuş olmalıydı, adımları daha sertti şimdi. Yönünü okula dönmüş, başını aşağı düşürmüş hızlı hızlı yürüyordu.

" İçinden neler geçiriyor kim bilir?" diye düşündü Burak. Neyse ki ucuz yırtmıştı. Bir süre daha buraya bakmazdı Esma. Yüzünden belliydi, midesi bulanmıştı.

Tepsiyi yerden aldı, yoluna devam etti Burak. Aktaşlara da su ikram etmiş fakat hayal ettiği gibi bir konuşma, muhabbet oluşmamıştı. Esma da garip bir şekilde bir daha Emir ile Sena'yı sormamış yanlarına gitmeye çalışmamıştı. Üç veya üç buçuk saat sessiz, olaysız geçti.

Odasında Yiğitlerin gelmesini beklerken camdan gördüğü araba ile ayaklandı. Öndeki polis aracı Yiğit'in şahsi aracı olmalıydı. Arkadan gelen beyaz aracı ise daha önce hiç görmemişti. Kalbi korku ile doldu birden, bir şeyler tersti. Adı gibi emindi bundan.

Beyaz aracın içinde kimlerin olduğunu düşünmemeye çalışarak bahçeye çıktı koşar adım, okul bahçesinin sürgülü kapısının önünde araçların içeri girmesini bekledi. Polis arabası girdi içeri ağır ağır, beyaz olan araç kapının önünde durdu ve beklemeye başladı. İçeri girmeye yeltenmemişti.

Polis arabasının şöfor tarafının kapısı açıldı. Yiğit aracından çıktı. Bu esnada arabaları görenler dışarı çıkmıştı, yapacak bir şey olmadığından gördükleri her hareketliliğe şahit olmak için orada hazır bulunuyordu herkes. Ömer hariç.

Ömer magazin gözüyle baktığı hiçbir şey ile ilgilenmiyordu. Kendisine ihtiyaç varsa piyasada olurdu. Kim gelmiş, kim gitmiş, ne yapmış, ne zaman yapmış merak etmek onun işi değildi.

Yiğit şöyle bir süzdü herkesi, ardından doktora dönüp

"Ömer'i çağır." demişti.

Yolcu koltuğunun kapısı açıldı. Betül hiç ses çıkarmadan yavaş hareketlerle aşağı inip abisinin kollarına bıraktı kendisini. Hâlini sorduklarında "Yoruldum." demiş, bir şey belli etmemişti. Yengesi içeri götürmek istedi fakat Yiğit engel oldu.

"Hepinizin görmesi gereken şeyler var."

"Bekleyin."

Yengesinin itiraz edeceğini anlayınca kendisini geri çekti Betül, yengesinin elinden kurtardığı elini diğer eli ile kavramış hafif hafif ovuşturmaya başlamıştı.

"İyiyim." dedi,

"Yiğit ile münakaşaya girmene gerek yok. Daha fazla olay çıksın istemiyorum."

Gerçekten yorgundu. Sözlerine gelecek cevabı bile beklememiş önüne düşürmüştü başını, hayali bir noktaya dalıp gitmişti.

Sesini çıkarmadı Livâ, Betül'ü orada kendi hâline bıraktı. Önüne döndü.

Ömer de bahçeye çıktığında Yiğit arkasındaki arabaya seslendi.

"Getirebilirsiniz!"

İki kişi çıkardılar arabadan. Yiğit haricinde iki polis memuru vardı. Herkesin şaşkın bakışları arasında arkadan kelepçeli bir erkek ve normal kelepçe taktıkları bir kızı sürükleyerek kapının önüne getirdiler.

Gördüğü şeyle kalakalmıştı Burak. Emir kapının önünde, elleri arkadan kelepçeli, başı öne eğik bekliyordu. Hemen arkasında kız arkadaşı kendisini tutan ellerden kurtulmak için çırpınıyordu fakat kendisinde tık yoktu. Yutkundu. Böyle bir sahne hayal etmemişti. O sanmıştı ki bu kadar saat hareketlilik olmayınca kaçmayı başarmışlardı. Hayır... Tam karşısında duruyorlardı işte. Senâ'nın dağılmış saçlarına kaydı gözleri, hırpalanmışlardı. Emir böyle bir şeye izin vermezdi, Senâ kolay kolay kendisine kalkan ele yenilmezdi. Neler olmuştu?

Livâ da gördükleri karşısında endişesinin önüne geçememiş iki adım önündeki kocasının yanına sokulmuştu. Yiğit'in ne yapacağını kestiremiyordu, bu yüzden Okan'ın da duruma karışıp karışmayacağını bilemiyordu. Eğer düşündüğü gibi bir infaz gerçekleştirmeye çalışırsa eşi araya girerdi, biliyordu. Onu tanıyordu.

Okan'a göre eğer infaz olursa sorumlu hissetmeleri gerekirdi çünkü bu iki kişi hastalıktan uzaklaşabilmek adına kaçarak hayatlarını riske atmışlardı. Fakat Livâ'ya göre kaçmak, onların sorumluluk almalarını gerektirecek ağır bir karardı ve kaçarak hayatlarını göz göre göre riske atan kimse için kocasının yara almasını istemiyordu.

"Ne yaparsa yapsın, sâkin karşıla." diye fısıldadı eşine doğru. Tebessüm etti Okan, yarım yamalak küçük bir tebessümdü bu.

"Müdahale etmemi gerektirecek bir durum var mı?"

Livâ soruyu anlayamadı. "Müdahale edilmesi gereken bir durum yok" diyebilirler miydi? Kocasındaki rahatlık beklediği bir şey değildi.

"Onları öldürmeye çalışacağını düşünmüyor musun?"

Yiğit sorgulayan bakışların eşliğinde bahçe kapısının önündeki çocuğun kolunu tutup Emir'i diğer polisten devraldı. Herkesin gözleri önünde ortaya kadar çekti, getirdi.

Okan bir an olsun gözlerini Yiğit'in üzerinden ayırmıyor, yaptığı her harekete gözleri ile dahil oluyordu.

"Hayır." dedi sakince,

"Öldürmeyecek."

Livâ hayretle dönüp kocasının baktığı yere çevirdi bakışlarını, neye dayanarak öldürmeyecek, demişti? Yiğit bu kadar sinirliyken nasıl bu kadar emin olabiliyordu? Eşinin nasıl düşündüğünü anlayamıyordu. Afallamıştı.

Şaşkınlığından öylece kalanlardan birisi de Burak'tı. Polis Emir'i kolundan tutup çekiştirirken arkadaşı itiraz etmek namına hiçbir şey yapmadı, hayretle büyüdü göz irisleri, bu teslimiyet hiç ona uyan bir şey değildi. Yere çökmesi için baskı yapıldığında bir anlığına yüzü kasıldı, canı yanmıştı. Yiğit Emir'deki anlık değişimi fark edince acele bir hareketle yakasını sağa sola çekiştirerek ense çevresinin daha iyi gözükmesini sağladı. Ense kökünden sırtına doğru bir morluk iniyordu. Omzuna doğru giden yerde de çürük izleri vardı. Bunu görünce bakışlarını kapıdan tarafa çevirdi. O kadar öfkeliydi ki boğazındaki damar kendini belli eder olmuş, ait olduğu bedenden ayrılmak istiyormuş gibi atmaya başlamıştı.

"İçeri gelin." dedi kapıdaki polislere,

"Kızı da getirin."

Kızlı erkekli iki polis birbirlerine baktılar ilk önce, sonra usulca bir şey çaktırmadan içeri girdiler. Senâ yanlarındaydı.

"Bırakın kızı." dedi Yiğit, öfke onu bu kadar ele geçirmişken sakin ve tane tane konuşuyor olması durumu daha ürkütücü yapıyordu.

"Sevgilinin arkasına geç."

Senâ'nın hızla Emir'in yanına çöktüğünü görünce yerdeki çiftten bakışlarını çekti, karşısında dikilen iki ahmak öfkeli ruhuna daha cazip geliyordu şu an.

"Yaklaşın."

Onlar tedirgin bir şekilde bir iki adım daha yaklaşırken Yiğit aniden geriledi, tek söz etmeden cebinden çıkardığı telefonu kadın doktorun ellerine tutuşturmuş seri bir hareketle ayrıldığı yere geri dönmüştü.

"Tek bir soru," dedi buz gibi bir sesle, bir yandan sağ kolunun manşetini bir iki tur kıvırmıştı.

"İzniniz olmadığı halde neden şiddet uyguladınız?"

İkisi birbirine baktı, sanki cevap vermek ve vermemek arasında git gel yaşıyorlardı. Güldü Yiğit,

"El cevap?"

 ...

"Güzel."

Atılan bir yumruk, yere düşen bir beden ve yükselen sesler o anki sahnenin durumunu gözler önüne seriyordu.

"Yiğit!"

"Ne yapıyorsun?"

İtirazvari kurulan cümleleri duymuyordu polis, yere yatırdığı meslektaşı ise şaşırmış görünüyordu. Herkes aynı şeyi düşünüyordu o an, bir devlet memuru nasıl bir diğerine bunu yapardı?

"NEYE DAYANARAK ŞİDDETE BAŞVURDUNUZ?"

Bir öncekinden kat kat daha yüksek çıkan ses artık birilerini harekete geçmeye iltmişti. Birden önüne çıkan kardeşi tuttu omuzlarını, kahve gözlerini elâlarına dikti. Gözlerinin içinde endişe ile harmanlanmış öfke vardı.

"Ne yapıyorsun?"

"Ömer çekil."

Omuzlarını tutan eller tutuşunu sıkılaştırdı. Vahşi bir hayvanın pençesi gibi sağlam duran ellerini abisinin üzerinden çekmemişti. Aradan çıkmaya da niyeti yoktu, belliydi.

"Üstünde hangi mesleğin üniformasını taşıdığını unutuyorsun. Amacın şiddet değil. Kendine gel."

"Sakinleş."

Başka biri aynı cümleleri kullansa kulağına küstahça gelir, kendisine karışıldığı için her ne yapıyorsa daha beterini yapmaya niyetlenirdi. Fakat Ömer'den duyduğu tek şey endişe kırıntıları olmuştu. Umursamaz sesinin altında küçük endişeler barındırıyordu.

Güldü Yiğit, histerik ve sinir bozucu bir gülüştü bu.

Ömer kendisini çiğneyemeyeceğini mi zannediyordu?

"Eğer aradan çıkmazsan, arada harcanacaksın."

"Geri çekil."

Kulağının dibinden gelen fısıltı sesleriyle irkildi Livâ. Yiğit'i izlemeye o kadar odaklanmıştı ki Esma'nın tuttuğu telefonu bırakmadan yanına geldiğini görmemişti. Telefonun ekranı tuttuğu açıdan gözükmüyordu fakat direkt karşıya doğrultulmuştu. Dışarıdan bakınca telefonu tutuş şekli video çekiyormuş gibi bir düşünülmesine sebebiyet veriyordu.

Yiğit'in vurmaması için sayıklıyordu Esma. O da tıpkı kendi baktığı yere bakıyordu ama odağı Ömer'di. Sanki görünmez bir güç kızı tutuyordu, o güç olmasa koşarak onlara yetişip tüm gücünü Ömer'i Yiğit'ten uzaklaştırmaya harcayacakmış gibiydi.

Livâ'nın sorgulayan bakışları arasında doğruldu ve kadının hiç beklemediği anda elindeki telefonu ona uzattı.

"Tut şunu."

Livâ soru sorsa da Esma cevaplayabilecekmiş gibi gözükmüyordu, o yüzden sesini çıkarmadan kendisine uzatılan telefonu almıştı. Eşinin sorgulayan bakışları bir telefonun bir de karısının üzerinde git gel yaparken yorgun bir nefes verip Okan'a yaslandı,

"Kızın nutku tutuldu." diye söylendi,

"Ömer'e kilitlendi gözü ne yanındakini ne elindekini görüyor."

Güldü. Elindeki telefonu havaya kaldırıp kehribarların önünde bir güzel salladı.

"Aksi halde birinci dereceden temas sahibi olan bize kendisine emanet edilen bir eşyayı vermezdi."

Okan bir şey demedi, tekrar baktığı yere geri döndüğünde Livâ bu durumdan sıkılmıştı. Polis dur durak bilmiyordu.

"Yiğit'in akli dengesi yerindeymiş gibi durmuyor. Nasıl her önüne gelene bu kadar rahat vurabilir?"

"Bu işin sonunda bizi bir kenara çekip 'Her şey koca bir yalandı, sırf büyüğüyle küçüğüyle eğlenip stres atabilmek için sizi bu koca okula ben tıktım. Karantina, hastalık fln hikaye!' dese inanırım."

Eşi bıkkın bıkkın söylediği şeylere gülmüş

"Biraz garip gelecek ama ben de inanırım." demişti. Tam o esnada ikinci yumruk sesi kendini duyurduğunda genç kadın hızla sesin geldiği yere baktı. Ömer'in yüzünün sağa doğru dönüşünü ve anlık bir tepkiyle kendisini geriye alışını seyretti. Sağ eliyle yanağının iç tarafından kanayıp ince bir çizgi hâlinde dudaklarından dışarıya akan kanı silmiş lâkin yine de bulunduğu yerden ayrılmamıştı.

Aniden aralarına biri girdi. Küt siyah saçları, beyaz teni, kömür karası gözleri ve dik başıyla kız olan doktor karşısında dikilmiş Yiğit'in gözlerine bakıyordu.

"Sıktınız." dedi Yiğit, kendisine öfkeyle kalkan eli tutmuş karşısındaki inatçı kadının gözlerine daha derin bakar olmuştu.

"Ömer'e her müdahale ettiğimde onun yerine bana karşı çıkmaya çalışarak onu küçük düşürüyorsun."

"O bana karşılık veremeyecek bir insan değil, bana karşılık vermemek onun tercihi. Her seferinde senin yardımına ihtiyacı varmış gibi bir hâl takınmaktan vazgeçmezsen yakında insanların gözünde Ömer'in pısırık bir varlıktan farkı kalmayacak."

O bunları söylerken ortamdaki dikkatlerin dağılmasını fırsat bilen kadın polis yerdeki meslektaşına yardım etmeye çalışınca iyice bunalan Yiğit tuttuğu kolu savurmuş Esma'yı da yere düşürmeden önünden çekmişti.

Yerden daha doğrulamayan adamın ense tarafından yakasına yapıştı, hafifçe yukarı çekip oturduğu yerde doğrulmasını sağlamıştı.

Yardım etmeye çalıştığı çocuğa müdahele edilince kadın polis bir an çirkefleşecek oldu fakat Yiğit yerdeki adamın ensesine ulaşmak için eğildiğinde omzunda rütbesi gözükmüştü.

"Başınıza belâ almaktan korkmuyor musunuz, komiserim?"

Hitap şeklinin değiştiğini fark edince istemsizce sırıttı Yiğit.

"Omzumda yıldızı görmesen ana bacı sövecektin değil mi?" diye sordu. Ses çıkarmadı muhatabı.

Sorusunun cevapsız kalmasını umursamaksızın devam etti. Gerçekten sıkılmıştı ve bunu her hâlinden belli ediyordu.

"Soruma doğru düzgün bir cevap verin, ben de yakanızı bırakayım."

"Aksi hâlde bu işin sonunda zararlı çıkan siz olursunuz. Karantina sınırlarını çiğnediniz."

"Söz konusu olan herhangi bir şikayette beni görevden alırlarken sizi mezara koyuyor olurlar, biliyorsunuz."

Nihayet çözüldüler. Elinin altında hırpaladığı çocuk aydınlanmış gibi elini cebine attı. Hızlıca çıkarayım derken istemeden buruşturduğu kağıdı Yiğit'e uzatmıştı. Kendisine uzatılan buruşmuş kağıdı alıp dikkatli bir şekilde açtı. Yakasını bıraktığı çocuk yarı sürünür yarı emekler bir halde bedenini kadın meslektaşının yanına atmış heyacanını dindirmek için soluklanmaya başlamıştı. Yiğit bir süre kağıda göz gezdirdi. Ardından sesli bir şekilde nefes verip işaret ve baş parmağıyla burun kemerini ovuşturmuştu.

"Defolun." dedi yorgun bir sesle,

"Bir daha benim izin verdiğim herhangi birine kafanıza göre ceza keserseniz sonuçları çok ağır olur."

Cevap vermeye bile yeltenmeden okulun dışına attılar kendilerini. Yiğit kendisine buruşuk verilen kağıdı, alışının aksine özenle katlayıp cebine yerleştirmişti. Arkasını döndü sonra. Sabahtan beri kendisini izleyip neden bu kadar sert çıkıştığını anlayamayan dövüşçü çift ile göz göze gelmişti. Burak da yanlarına gelmiş, endişelendiği için arkadaşının bedenindeki çürük izlerine bakıyor, açıkta bir yarası var mı anlamaya çalışıyordu.

Yiğit'in kendilerine yaklaştığını görünce kenara çekildi. Şiddet uygulayacağını düşünmüyordu. Aksi hâlde Emir'e uygulanılan şiddet yüzünden ortalığı birbirine katmazdı.

"Onları o kadar hırpalamak yerine neden ne olduğunu bize sormadın?"

Emir'in sorgulayan bakışları tebessüm etmesine sebeb oldu. Onun göz hizasına gelebilmek için dizleri üzerine çökmüştü.

Şimdi bütün gözler üzerindeyken açıklamasını yapacaktı.

"Amacım sana bunu kimin yaptığını öğrenmekten daha çok onların gözünü korkutmaktı."

"Neden?.. Görev arkadaşının gözünü korkutasın ki?"

Burak'tan gelen soru sessizliği sağlayınca tebessüm etti Yiğit,

"Bu ekibi nereden getirtildiler, bilmiyorum."

"Görev için buradalar."

"Ama onların işi bizden daha zor. Avuç kadar kulübelerde gece gündüz duracaklar. Karantinanın gizliliği dolayısıyla isim kullanmaları yasak, hepsi sözde özel bir görevdeler."

"Bahse varım içten içe bize çok öfke duyuyorlardır. Çünkü işleri bizden çok daha zor."

"Benim sizi öldürme yetkimin olması ve bunu öğrenmeleri ihlale oldukça açık bir mevzu."

"Kendilerini sağlama almış hissetsinler ve bir ihtimal de olsa bizim için tehdit oluştursunlar istemiyorum."

Bunları söyledikten sonra ayaklandı. Arkasını dönüp gidiyordu ki Burak tuttu bacağından,

"Kelepçeler?"

Durdu, arkasını dönmeden cevapladı.

"Çözmeyeceğim."

"Bir süre takılı kalsın."

Emir yanındakilerin itiraz edeceğini anlayınca Burak'a baktı, gözleriyle yengesini işaret etmiş itiraz edilmemesi için kaş göz yapmıştı. Burak bir süre anlayamadı fakat Emir'in bakışları ısrarcı olunca ne kastettiğini anlamış kelepçeler için diretmemesi gerektiğine ikna olmuştu.

Ama yine de bütün bir günü o şekilde geçireceklerini düşününce...

"Hiç değilse ters kelepçeyi düzelt!"

Yiğit beş altı adımlık mesafede durdu, bir süre hareketsiz kaldı. Düşünüyormuş gibi gözüküyordu. Kafasında bir şeyleri ölçüp biçiyor, karar vermeye çalışıyordu. Vicdanının sesi galip gelmiş olacak ki geri dönüp kelepçeyi çözdü. Emir'in bileklerini sıkıca tutup ön tarafa getirdi. İtiraz nâmına tek kelime etmeyen gencin gözlerinin içine bakmış kelepçeyi o şekilde tekrar takmıştı.

"Tamam mı?"

Cevap gelmesini beklemiyordu zaten.

"Hadi dağılın!"

Okan kardeşini yanına, eşini önüne alıp herkesten önce ayrıldı bu kalabalıktan. Burak bir yanında Emir diğer yanında Senâ ağır ağır odalarının yolunu tutmuştu. Ama Ömer... Hâlâ aynı yerde duruyor, dalgın dalgın yere bakıyordu. Yüzünde duygu yoktu. Gözlerindeki renkler solmuştu yine. Dudağının kenarından akan kanı elinin tersiyle silerken hafif dağıtmış dudağının hemen altında dağılan kan kurumuştu. Kalabalığın dağıldığını duymamış veya duysa da umursamamış gibiydi. Israrla bir sağından bir solundan yaklaşan meslektaşının kendisi ile konuşma çabalarını boşa çıkartıyor tek kelime etmiyordu. Esma pes etti nihayet, yavaşça uzaklaştı. Geriye attığı her bir adımda öfkeyle Yiğit'e bakmış içten içe duyduğu nefreti gözleriyle üzerine kusmuştu.

Esma'nın uzaklaşmasını bekledi Yiğit. Düzlükte öylece ayakta dikilen kardeşine baktı bir süre. Onun yüzüne kalkan eli titriyordu şimdi. Yumruğunu sıkıp elini arkasına aldı. Görsün de bundan boş bir anlam çıkarsın istemiyordu. Ömer bir önem ifade etmiyordu kendisi için fakat burada öylece dikilmesini sinirlerini bozuyordu. Kardeşi vicdan yapması için uğraşmazdı asla, kasıtlı bir şekilde orada beklemediğine emindi. Gözlerindeki ışık her söndüğünde zihninde kendisi için kurduğu abi profili sarsılıyor belki de parça parça yıkılıyordu.

Tebessüm etti Yiğit. Yakında iki yabancı olacaklardı. Ömer kendisine ilk defa karşılık verdiğinde anlayacaktı ki ondaki yeri silinmişti. Bir abisinin olduğunu hatırlamayacaktı artık. Unutulacaktı.

Tebessümü buruklaştı. Buna rağmen durumdan memnundu. Bu hâle gelmelerinin sebebi sadece kendisiydi. Şikayet etmeye hakkı yoktu.

Tıpkı diğerleri gibi odasının yolunu tuttu. Arkasında bıraktığı kardeşini umursamamıştı. Nasıl olsa bir süre sonra kendine gelir, köşesine çekilirdi. Hep böyle olurdu zaten. Yiğit yıkar, Ömer toparlardı. Her zaman canını yaktığı çocuk kendisini hep abisi bilmiş bir kez olsun -haksız yere vuruyor dahi olsa- karşılık vermemişti. Yine başa çıkardı Ömer, yalnızlığını yoldaş edinir sessiz sedasız içindeki yıkımı yaşar, gözlerindeki ışığı bir miktar daha kaybederdi. Ama yıkılmazdı yine, dimdik durur, kimseye bir şey belli etmezdi. Bir on dakikaya daha ihtiyacı vardı sadece o kadar. On dakika sonra daha iyi olacaktı.

Yarım saat geçti... Aynı yerde dikilmiyordu, evet. Fakat binanın içine girecek cesareti de kendinde bulamamıştı. Bahçeye konulan masalardan birine oturmuş havanın yavaştan kararmasına aldırış etmeden iç dünyasına dalmıştı. Akşam ezanı okunacaktı birazdan. Toparlanmalıydı. Elini yüzünü yıkayıp abdest almalı, namaza durup huzurun kollarına bırakmalıydı kendini.

Derin bir nefes alıp sertçe geriye yaslandı. Göğsü daralmıştı. Yüzündeki kanı hâlâ temizlememiş öylece göğe bakıyordu.

Bulutları görüyordu, griye dönen gökyüzünü...

Serin havayı hissediyordu.

Etkisini kaybeden güneş,

Yumuşacık gözüken saçlar,

Temiz beyaz bir cilt,

Ve yeşilin binbir türünü barındıran bir çift göz.

Yeşil bir çift göz?

Gördüğü şeyi idrak etmeye çalışırken kısık gözleri hayretle açıldı. Burak başında dikilmiş kendisine bakıyordu. O yeşil gözlerin sahibi de oydu, ne güzel gözleri vardı.

"İyi misin doktor?"

İyi miydi? İyiydi.

İyiydi değil mi?

"İyiyim."

"Elhamdülillah, iyiyim."

"Hamdolsun." dedi muhattabı mütebessim bir çehre ile. Ömer düzgün bir iletişim kurabilmek için olduğu yerde doğrulurken Burak kendisini izliyordu.

Doktor yüzündeki yaşanmışlıkların izini ustalıkla silmiş hiçbir şey olmamış gibi kendisine bakıyordu. Bir gözlerine baktı, bir kucağındaki kar beyazı kediye. Burak muhatabının dikkatini çekebilmiş olmanın memnuniyeti ile tekrar gözlerini, gözlerine muhatap etmişti.

"Müsaitseniz,"

"Biraz konuşabilir miyiz?"

Bölüm : 21.06.2025 00:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...