
"Yusuf Karan, teslim ol."
"Eşin de bizimle birlikte karakola gelmeli."
Yusuf kolunu tutarak ayağa kalktığında, Hazal önüne geçmiş
"İlk önce suçunu söyleyin." demişti.
"Neden kocana sormuyorsun?"
"Onun suçlu olduğuna inanmıyorum."
Başını arkaya yatırdı polis,
"Gerçekten sıkıldım." derken belindeki tabancayı çıkarmış bir ayağını geriye atmış ve doğrudan Yusuf'un gözlerinin içine bakmaya başlamıştı. Silahı karısına doğrulttu.
"Eşinin gözleri önünde yapmayacaktım ama başka seçenek bırakmadın."
"YUSUF KARAN, KAMU SAĞLIĞININ KORUNABİLMESİ ADINA İNFAZINA KARAR VERİLMİŞ BİR KAHRAMANDIR!"
Tabancayı yukarı kaldırdı. Artık silahın muhatabı Hazal değil Yusuf'tu.
"DEVLET HİZMETLERİNE MİNNETTARDIR VE DAİMA MİNNETTAR KALACAKTIR!"
Bacakları titriyordu Hazal'ın, ayakta durmakta zorlanıyordu. Kalbi acıyordu. İstemiyordu. Bu kadar mıydı yani? Eşi ile birlikteliği, güzel geçen yılları... Bitmiş miydi? Devlet ölmesine karar verdi diyordu polis.
Daha fazla ayakta kalamayıp dizlerinin üzerine çöktü. Dolu dolu olmuştu gözleri, yaşlarını taşıyamıyorlardı. Eşi için güçlü kalmaya çalışıyordu, devam edemedi. Gözlerindeki yaşlar bir bir yuvarlanırken kocası elini kaldırdı, polise bakıyordu doğrudan.
"Bekle," dedi.
"İzin ver veda edeyim."
Veda edeyim?..
"Yeterince oyalandık."
"Kaçmak için boşa harcayacadığın zamanı eşine durumu anlatmak için kullansaydın, şu an benden bunu istemiyor olurdun."
Tetiğe baskı uygulamaya başladığında bir el kolunu tuttu. Ekibinden biri olaya müdahil olmuştu.
"Yapma. Bırak veda etsin."
Başlarındaki eleman öfkeyle geri çekti kolunu,
"SAHADA FEVRİ HAREKETLERİN YASAK OLDUĞUNU NE KADAR DAHA SÖYLEMEM GEREKECEK?! Toplama bir ekiple ne yapmamı istediklerini bir anlasam!"
Öfkeyle Hazal'ın dizlerinin dibine ateşledi. Toprağa saplanan kurşun Yusuf'un telaşla eşini geri çekmesine sebep olmuştu. Sağlam olan kolunu kullanmış fakat hızla kaldırdığı ağırlık yaralı olan kolunu da bilinçsizce savurmasına sebep olmuştu. Zorladığı yaralı koluna deli gibi bir ağrı saplanmış sesli derin bir nefes almıştı. Güç belâ aldığı nefes dikkatleri üzerine topladı.
Gözyaşlarını sildi Hazal. Yusuf'un acı ile aldığı nefes kulaklarına ulaştığında aklına gelen şeyle hızla oturduğu yerden doğruldu. Ani hareketi yüzünden kendisine dönen namluları umursamamıştı.
Ne yapıyordu böyle? Aklından ne geçiyordu? Neden vakit kaybediyordu? Yusuf hızla kan kaybederken... Koruyayım diye çırpınırken eşini göz göre göre harcayacaktı.
Elindeki silahı Yusuf'un sağlam olan eline tutuşturdu. Yaptığı bu hareket tam eşinin önünde durduğu için, karanlığın da yardımıyla kendilerini tehdit eden polis tarafından görülmemişti.
Can havliyle gömleğinin omuz kısmına uzandı genç kadın, tutup sertçe aşağı çekti. Dikişlerin kopma sesi gelmiş ama istediği parça bütünden ayrılmamıştı. Hızla iki kere daha tekrar etti aynı hareketi, her tekrarı bir öncekinden daha sert oluyordu. Nihayet beyaz kol kısmı büyük kumaştan ayrılıp olduğu gibi aşağı indiğinde eşinin yaralı olan kolunu havaya kaldırmış, havada dursun diye elini başının üstüne yerleştirmişti. Zorla başını okşatıyor gibi duruyordu böyle ama amacı farklıydı. Yaranın üstüne hızlıca iki kat doladığı kumaşı elinden geldiği kadar sıkı bağlamıştı. Kanama gözle görülür şekilde azaldığında derin bir nefes aldı. Daha rahat hareket edebilirdi artık.
İşini bitirdiğinde çaktırmadan silahı geri aldı. Sabahtan beri kendisini izleyen kişilerin bakışları delici olmaya başlamıştı.
Nihayet konuştu muhatapları,
"Vedanı et."
"Ayrılır ayrılmaz sıkacağım."
Namluyu üzerlerinden çekmedi. Nişan almış, gözlerini üzerlerine dikmiş o halde vedalaşmalarını bekliyordu.
Sakin kalabilmek için derin derin nefeslenen kadının yüzünü yavaşça kendisine çevirdi Yusuf,
"Yapma. Kendine zarar veriyorsun."
Yutkundu Hazal. Ne demekti bu? Ne yapmayacaktı?..
Neden o kadar soluk bakıyordu kocasının gözleri? Tanıdığı Yusuf kolay kolay pes etmezdi. Sonrasında durumu çeviremeyecekse bir kere bile geri adım attığını görmemişti. Peki neden şimdi o kadar soluk bakıyordu gözleri?
Tedirgin bir halde arkasını döndüğünde halden memnun olan yüzleri görmüştü.
Pes et, diyordu Yusuf,
"Bazen kabullenmek en güzel ilaçtır. Biliyorsun."
Ağır ağır iki yana sallıyordu başını Hazal, inanamıyordu bir türlü. Kendini daha yeni toparlayabilmişken yeniden akmaya başlamıştı gözleri.
"Yapamazsın." diye fısıldadı. Hıçkırıkları boğazına kadar dayanmıştı. Zor tutuyordu kendisini, akan gözlerine inat çenesini sıkıyor şiddetlenmek isteyen ağlamasını bastırıyordu.
Tebessüm etti kocası,
"Hayatımda gördüğüm en güçlü, en yetenekli ve en güzel kadın sensin, bir kuğudan daha zarif, bir aslandan daha hırçın... Şu hayatta kendime yakın bulduğum tek insansın. Hayatım boyunca tanıdığım, aşık olunası tek kadınsın."
"Yusuf..."
Alnını alnına yasladı genç adam, hıçkırık kaçtı karısının dudaklarından.
"Affetmem." dedi. Ağlıyordu. Sarsılarak ağlıyordu. Yusuf saçlarını okşayarak göğsüne yasladı sevdiği kadını. Normalde olduğundan daha sıkı tutuyordu. Bakmasın diye miydi? Vurulduğunu görmesin diye miydi?
"Bitti mi?" diye sorulduğunu işitti. Deli gibi atıyordu kalbi. Kurtulmak için çırpınıyordu.
"YUSUF!"
"EĞER BURADA PES EDERSEN BİR ÖMÜR AFFETMEM SENİ!"
"Bir ömür affetmem..."
Eğildi, yanağından öptü Yusuf, hıçkıra hıçkıra ağlayan kadının yüzüne gözüne dağılan saçlarını kenara çekmişti.
"Ağlama."
Diğer yanağından da öptü. Kulağına fısıldadı hafifçe.
"Çok karanlık, izin ver gözlerini son kez göreyim."
"İstemiyorum!"
İstemediği şey yüzünü göstermek değildi. İsterdi. Sabah akşam huzurla yüzüne baktığı adama yine aynı duygularla bakabilmek isterdi. Bunu son kez yapıyor olmak istemiyordu. Son kez olmazdı. Bu son olamazdı!..
İkinci bir tebessüm sundu eşi kendisine,
"Bu benim son dileğim olsa bile mi?"
"Yine istemez misin?"
Ellerini titreye titreye cebine götürdü genç kadın. Sesini kısmak istemiyordu bugün. Hıçkırıklarına engel olmadı. Bacakları titriyordu. Belinden tutuyordu Yusuf, düşmesin diye kendisine yaslamıştı.
Gözlerini kısa bir an karısından çekip arkasındaki elemanlara baktı, vedası onlara güvence vermiş olmalıydı. Namlular kendilerine bakmıyordu artık. Tebessümünü genişletti bu durum, buruk gözüken bir tebessüm...
"Hadi yak."
Hazal telefonunun ışığını açmak için elini ekrana götürdüğünde Yusuf karısının inatla elinde tuttuğu silahı ondan devralmıştı.
Tam o an bir şeylerin aslında zannettiği gibi olmadığını hissetti genç kadın, arkalarından yükselen "IŞIK OLMAZ!" sözü ile fener niyetine tuttuğu telefonu hızla arkasına çevirmişti. Yüzlerini saklamak için hamle yaptıklarını gördü. Birkaç el silah patladı o an. Yusuf adeta mermi yağdırmıştı üzerlerine. Vurulduklarını gördü, birkaçı üst bedenden iki tanesi bacağından. Kaçabilen kendisini geriye atmış, vuruldukları yerleri tutarak uzaklaşmışlardı. Başından beri namlusu ile muhatap oldukları eleman ise kolundan vurulmuştu. Diğerleri gibi geriye kaçmamıştı. Silahı elinden bırakmadan yarasına baskı uygulamaya çalışıyordu. Mümkün değildi öyle tampon yapması.
"SANA ACIYAN İNSANLIĞIMI S*KEYİM!"
Aniden kolundan ayırdığı tabancayı Hazal'a çevirip bir an bile beklemeden ateşledi. Bilerek hedefini değiştirmiş Yusuf'u, korumak istediği yegane şeyden vurmak istemişti. Gerçek manada vurmak...
Yaşadığı korkuyla nasıl hızlı hareket ettiğini bile kavrayamamıştı genç adam. Hangi ara eşinin önüne geçti, bunu kurşundan önce nasıl yaptı, ateşlenmeden önce anlamış mıydı yoksa gerçekten imkansızı mı başarmıştı? Hiçbir şey net değildi o an. Bacağında hissettiği acıdan başka hiçbir şey gerçek de değildi. Haddinden fazla kan kaybetmişti. Ayakta kalması bile mucizeyken bacaktan giren ikinci bir kurşun her şeyin iyice sarpa sarmasına sebep olmuştu. Hazal'ın üzerine yığıldı bedeni. Ayağa kalkması mümkün değildi şu saatten sonra.
"Yusuf?"
...
Ayakta zor duruyordu Hazal, Yusuf'un bütün ağırlığını, onun için yaşadığı korku ile beraber tartmaya çalışıyordu.
Vuran kişi zaferle ellerini havaya kaldırdı.
"BAŞKA KİMSE ATEŞ ETMESİN!"
"YAVAŞ YAVAŞ ÖLECEK! "
"BANA OYUN ÇEVİRMEK NASIL OLUYORMUŞ ANLAYACAK!"
"Yusuf!"
Cevap alamıyordu eşinden. Güç belâ taşıdığı beden kollarının arasından sıyrılıp yere yığıldı. Başına çöktü genç kadın.
Gözlerinin her kıvrımına sinmiş endişe, gözyaşları ile ıslanıyordu. Yusuf'un kanla ıslanmış gömleğine damlıyordu, içi kanıyordu. Dışarıdan gözükmese de canı yanıyordu. Çok acıyordu.
Yerde öylece yatan bilinci yarı kapalı beden, kendisini öldürebilecek yegane şeydi. Kalbi daha fazlasını kaldıramazdı. Delirecek gibi hissediyordu. Başı zonkluyor, kulakları uğulduyordu. Stres bütün bedeninde, hafif bir uyuşukluk olarak kendini göstermişti. Hissedebildiği tek şey acıyan yüreğiydi. Tekliyordu. Her bir atışın ardından bir ağrı saplanıyordu kalbine.
"YUSUF!"
Bir fısıltı geldi. Yarısı açık gözler, güç bela gözlerine çıkmıştı. Gözlerinin feri sönmüştü. Buna rağmen yüzündeki tebessüm silinmemişti. İki eline de kendi kanı bulaşmıştı. Karısının elini tutmak için uzandığında Hazal eşinin elindeki kanı görmüş yeniden daldığı yerden uyanıp kendine gelmişti.
"Ya... Yaşıyorum. "
Yaşıyordu evet, yaşıyordu ama kesinlikle iyi değildi. Vurulan bacağını havaya kaldırdı. Omzuna yerleştirdi. Eğer kan kaybettiği yara kalbin hizasından daha yukarıda olursa kan akışı yavaşlardı. Tabii damarda ne kadarı kaldıysa...
Gömleğinden ikinci kol parçasını da zorla söküp hızla bacağındaki yarayı sarmıştı. Bir yandan da aceleyle 112'yi aramaya çalışıyordu.
Bir eliyle Yusuf ile ilgilenip diğeriyle yere koyduğu telefondan rakamları tuşluyordu ki birden telefon arkadan bir şeyin kendisine çarpmasıyla 1-2 metre sürüklendi. Kendisinden uzaklaşmıştı. Başını kaldırıp bu sinir bozucu durumun failine baktı. Kolunu sarmış, silahını beline yerleştirmiş, kendisine tepeden bakmaya başlamıştı. Daha demin ayağıyla vurduğu telefonun nereye gittiğine bakmamıştı bile. İnsan sevgisi neredeydi bunun? Polisi polis yapan, insan sevgisi ve adelet duygusu değil miydi? Suçu bile olmayan birini ısrarla öldürmeye çalışmak tam olarak ne oluyordu? Göğsündeki polis arması bile eğreti duruyordu sanki. Sanki bu ellerini ilk kana bulayışı değildi, tekrar tekrar işlediği cinayetlere bir yenisi ekleyecekken kurbanları yaşamaya çalıştığı için tepki gösteriyor gibiydi.
Yutkundu Hazal, kanı kaynıyordu sinirden. Yusuf'un durumu kritik olmasaydı tam şu an ayağa kalkar ve sonunu düşünmeden öfke ile hareket ederdi. O kadar delirmiş hissediyordu. Belki de o kadar biçare...
"Yavaş yavaş ölecek cümlesinin, neresini anlamadın?"
Ağzını açtı, bir şey demeye niyetlendi fakat sesi çıkmadı. Kursağına dizilmişti kelimeler. Tam o esnada biri omzunun üzerindeki ağırlığı kaldırdı. Şok içinde sağına döndüğünde uzun beyaz bir önlük ile karşılaştı. Doktor... Doktor önlüğüydü?
Serap mı görmeye başlamıştı yoksa? Gerçekten delirmiş miydi? Kimdi bu adam? Tek kelime etmeden, müsaade bile istemeden ne yapıyordu?
"İznininizle." dedi kendisini duymuş gibi.
"Kritik bir durum, müdahale etmem lazım."
Kenara çekildi şok içinde,
"Doktor? Nereden çıktı bu adam? Ben gelmeden kimi aradın sen?"
Kimseyi... Aramamıştı ki?
Nutku tutulmuş bir halde nefret ettiği muhatabına çevirmişti gözlerini, eğer bu kansız da geleni tanımıyorsa bu doktorun olan bitenden nasıl haberi olmuştu?
Göz ucuyla adama baktı. Çoktan hastanın başına geçmiş nabzını yoklamıştı. Kendinden emin, işinde iyi gibi gözüküyordu. O da göz ucuyla kendisine baktı bir an. Güvensizliğini hissetmiş olmalıydı ki nereden geldiğine dair kısa bir cümle kurdu.
"İş verenim yabancı insanlara kendini tanıtırken, kendisine 'Bey' diye hitap eder."
"Bey mi?"
"Evet, Bey."
Bir hareketlilik oldu, polisin doğrulduğunu gördü. Stresli gibiydi. Bir ileri, bir geri volta atmaya başlamıştı. Doktorun yaktığı soluk ışık polisin yüzünü aydınlatmıyordu hâlâ, duygularını göremiyordu Hazal. Ama daha deminki kana susamışlığını hissedemiyordu. Ne yani? Bey'in ismini duyunca mı azimle öldürmeye çalıştığı kişiden vazgeçmişti?
Doktor ayaklandı, polise döndü.
"Yardım etmeniz lazım."
...
"Yardımım lazım?"
"Evet, hastayı arabaya taşımalıyız."
Şaşkınlık vardı polisin yüzünde, en az Hazal kadar hazırlıksız yakalanmışa benziyordu.
"Öldürme emrine ne oldu?"
Geriye yasladığı ellerinin yanına bir ayakkabı gelip konduğunda, irkilerek arkasını döndü Hazal.
"Emir değişti."
Yapay duracak kadar yeşiline doygun gözler... Kahretsin! Bey bu muydu? Tanıyordu ama, Hazal adamı tanıyordu! Hatta kendisi değil, muhtemelen tüm ülke tanıyordu!
Yusuf'u kurtarmak için doktor mu göndermişti? Neden yapmıştı bunu? En önemlisi, nereden haberi olmuştu?
"Psikoloğun üzerinize kurşun yağdırdığını gördüm, siz durumdan pek hoşlanmayacak olsanız da Bakanımıza bildirdim. Bir kişi için beş kişiyi gözden çıkaramayacağımızı söyledi. Geri çekilebilirsiniz."
Sessizlik olduğu için belki de, gerilen sinirler hissedilmeye başlamıştı.
"Bana bu haberi neden siz veriyorsunuz? Bakan neden iletişim kurmadı?"
"Kendisi şahsen burada."
Git ona sor, diyordu. Lafın tamı deliye söylenir hesabı iş yapıyordu ve bu kesinlikle sinir bozucuydu.
"Adam ölecekti zaten, sayılı dakikaları kalmışken... Doktor ne iş?"
Bey yeşil gözlerini polise çevirdi, görmese de küçümsediğini hissedebiliyordu Hazal. Bu nasıl ezici bir güçtü böyle? Yusuf'u hatırlatıyordu. O da bakışlarını çok iyi kullanır, kişisine göre bazen tek kelime etmeden işini hallederdi.
İçi acıdı yeniden, dönüp doktora baktı. Arabadan getirdiği iki çubuklu sedyeyi yere açmış Yusuf'u üzerine yatırabilmek için kendisinden yardım almıştı. Dikkatli bir şekilde kocasını yere serilen bezin üzerine bıraktıklarında ortamda sesler yükseldi.
Polis aniden köpürmüştü.
"O GÖZLERİNİ OYARIM SENİN! OYUN MU OYNUYORUZ BURADA?"
"GİZLİ EVRAKLARLA GEL ADAM ÖLDÜR, ETNİK TEMİZLİK YAP! UĞRUNA KURŞUN YE! ZENGİN P*ÇİN BİRİ GELSİN HEDEFİN ÜZERİNE KONSUN!"
Geriye dönüp bir kere daha Yusuf'a baktı Hazal, doktor kendi yaptığı sargıyı düzgün bir bezle değiştirmek istemiş kanamanın durmadığını fark edince turnike yapma kararı almıştı. Sargı bezini yaranın biraz üstünden Yusuf'un koluna doladığında şahit olduğu manzara bir kere daha yüreğini ezdi genç kadının. Başucuna çöktü.
Bey sakince polis ile konuşurken bu sefer doktor sesini yükseltmişti. Amacı kendini duyurmaktı, zira bu iki garip adam içinde bulundukları durumu unutmuş gibiydiler.
"Hastayı kurtarmak istiyorsanız derhal ayrılmalıyız buradan, dakikalar aleyhimize işliyor!"
Hazal hızla sedyenin bir ucunu tuttu. "Kaldıramazsın, ağır gelir." laflarına aldırış etmemişti. Doktor ile beraber tuttukları sedyeyi kaldırıp doktorun yönlendirmesi ile taşımaya başladılar.
"Hastaneye gidiyoruz değil mi?"
"Hayır."
Genç kadının adımları aniden durdu. Yaşadıkları şey tuzak mı yoksa gerçekten yardım mı, anlamakta zorlanıyordu şu an. Sağlam bir zihne sahip değildi. İçerisi darmadağın olmuştu. Endişe ve korku içeriyi berbat etmiş suçu ise strese yüklemişlerdi.
Aniden durması ile doktorun turnike yaparken Yusuf'un üzerine örttüğü ince battaniyenin aşağı sarkan kısmı hafifçe sallandı. Yutkundu, zihni o kadar dağınıktı ki, dikkatini toparlayamayadığından yaşanan en ufak bir hareketlilikte göz odağını kaybediyordu. Battaniyenin sarkan ucu, muhatap olacağı en son şey bile değildi şu anda.
"Nereye gidiyoruz öyleyse?"
"Küçük bir tıbbi merkez. Acil durumlar için."
Yutkundu tekrar, dili damağı kurumuştu. Sorumluluğun ağırlığı binmişti onuzlarına. Muhatabı anlayışla baktı yüzüne, Hazal acıyan bakışlara karşılık vermemişti.
"Eğer güvenemezsen kocanı kaybedersin." dedi Doktor,
"Bu halde hastaneye girmesi medyaya malzeme olur. Bunu yapamayız. Soracak sorun varsa bunu arabaya sakla ve acele et! Zaman kaybediyoruz!"
Tekrar acele hareketlerle yaralı bedeni araca ilettiler. Arabada arka koltuk diye bir şey yoktu. Özel yapım, düz, orta sertlikte yatağa benzeyen bir alan vardı. Çubuklu kumaş sedyeyi ortaya yerleştirip demirlerini kenardaki iplerle yerine sabitliyordun ki araba hareket ederken kaymasın.
"Gideceğimiz yere kestirmeden ulaşmaya çalışacağız. Yol olduğundan biraz daha fazla sarsacak. Ön koltukla yatağın arasına çök ve hastana sahip çık."
Ama eğer o öyle oturursa nereye gittiklerini göremezdi. Korkuyordu. Kendi elleriyle Yusuf'u ölüme sürüklemekten korkuyordu. Kimlere güveniyordu böyle?
Aracın sürgülü kapısı kapanmadan önce bir el uzandı omzuna. Yeşiline olabildiğince doygun gözler, kahveleri ile muhatap olmuştu.
"Korkma."
"Yusuf bunları yaşayacağınızı bildiğinden beni aradı. Sabaha karşı sizi alacağımı söyledim ancak yaralandı, geciktim..."
"Şimdi ise bunu telafi ediyorum."
"İçin rahat bir şekilde kocan ile ilgilenebilirsin."
Hızlıca yanından ayrılıp şoför koltuğuna geçti. Giderken kapıyı çekmiş ön tarafa geçtiğindeyse vakit kaybetmeden aracı çalıştırmıştı.
Güldü.
"Kırk yıl düşünsem Karan'ın dağın başına ev yapmasının hayatını kutarmaya yardımcı olacağını tahmin etmezdim."
Bunu dedikten sonra çalıştırdığı arabayı yoldan çıkarmış açıkça çimene girmişti. Araç yukarı doğru tırmanıyordu. Hazal bedeni geriye doğru savrulurken korku ile Yusuf'un bedenine uzanmış ellerini sıkı sıkı kavramıştı. Ani hareketlere müsaade edemezdi. Bu kadar hırpalanmış bir beden daha fazlasını tartamazdı.
Eline değen sıcaklıkla eşine bakmak istedi Yusuf, aklı yerinde değildi. Uyuşmuştu, bulanmıştı. Uykusu vardı. Zorla açık tuttuğu gözleri sevdiğine değdiğinde onun ağladığını görmüştü. Tebessüm etti. Belki de ettiğini sandı. Hazal'ın gözyaşları ellerine damlıyordu ama hissetmekte zorlanmaya başlamıştı. Konuşacak gücü kendisinde bulamıyordu.
Bitmiş miydi? Artık daha "Güvendeyiz." diyemeyecek miydi eşine? Kendisi için her dakika gözyaşı döken bu gözleri geride bırakıp göçüp gidecek miydi? Daha çok ağlamaz mıydı o zaman? Daha çok ağlardı. Hatta belki de, belki de hiç gülmezdi! Bir süre hiç gülmezdi. O güzel gülümsemeyi bir daha göremeyecek miydi? Aradan vakit geçtiğindeyse... Tekrar gülecek olsa bile mezarının başında mutlaka ağlayacaktı. Mutlaka yeniden uğruna gözyaşı dökecekti. Islak toprağı avuçlayacak, belki de kucaklayacak, eski günlerden bahsedip kendi ciğerini dağlayacaktı. Yine ağlayacaktı sonra, sanki bu zamana kadar az ağlamış gibi yeniden, bıkmadan, usanmadan, hatta utanmadan yeniden ağlayacaktı. Ama teselli edemeyecekti bu sefer Yusuf, bedenine karısının teni değil, soğuk toprak değecekti.
Gülüşüne aşık olduğu kadın...
Gülüşüne aşık olduğu kadın, gözlerine tutulduğu adama bir daha hiç gülemeyecek miydi?
Acı kahve diye tabir edilen gözleri ölüm karası olarak mı anılacaktı?
Ölümün nefesi soğuktu değil mi? Ensesine konduğunu yaka paça alıp gidiyordu. Geride kalan kişi ile ilgilenmiyordu. Kimsesiz olmasını umursamıyordu. Herkese kendi küçük kıyametini yaşatıyordu. Geride kalan ise sırasını bekliyordu.
Ne kadar çabuk gelmişti ölüm? Yaşlanmayacak mıydı? Saçları beyazladığında çaktırmadan bunu içten içe dert edinip "Biz de yaşlandık işte!" diyemeyecek miydi içinden?
Daha baba bile olmamıştı. Tehlikeden uzak kalmadıkları için ne Hazal ne de kendisi bir çocuk istemişti ama ileride olur, diyordu. Bunu eşine hiç söylememişti gerçi. O da isterdi değil mi? Güvenli bir ortamda neden istemeyecekti ki? İsterdi. Tek yapabildiği koşulsuz sevmek olan, minik ellerini ve dilini döndürmeye çalışan lakin konuşmayı bir türlü beceremeyen küçük bir yavru... Elbette isterdi.
Çok güzel bir anne olurdu Hazal. O... O çok güzel seviyordu. Canını verir de çocuğunu muhatara altında bırakmazdı.
Kim kollayacaktı eşinin arkasını? Rahat durmazdı ki Hazal, başını belaya sokardı mutlaka! Kim koruyacaktı onu? Kim o farkına bile varmadan taşları önünden çekecekti? Önceden olsa bu soruya "Devlet" derdi. Ama az önce polis ikisinin de canına kastetmişti. İkisini de tehdit etmişti.
Birbirlerinden başka kimseleri yoktu.
Sahi, Hazal'ı kime bırakıp gidiyordu?..
Eşinin sıkı sıkı tuttuğu elleri yavaşça gevşedi, tutuşuna cevap vermiyordu artık.
"YUSUF!"
Yüreğinden kopan yakarış arabaya hız kattı. Bir kere daha geriye savrulacak oldu bedeni, yaşadığı korkuyla olduğu yere mıhlanmıştı.
"Az kaldı!" diye seslendiler önden,
"Bilincini açık tut! Çok az kaldı!"
Hiçbir şey duymuyordu kadın. Korkuyordu. Sadece korkuyordu. Zangır zangır triyordu elleri.
"Lütfen! Lütfen! Lütfen!"
"Uyan! Yusuf!"
"Lütfen..."
"Aç gözlerini!"
"YUSUF!"
"AÇ GÖZLERİNİ!"
Zorlukla aralandı kocasının göz kapakları, sanki ciğeri yurtılacak kadar bağırsa bile bu eşi tarafından ancak duyulmuştu.
Doktor saatini kontrol edip dikkatli hareketlerle Hazal'ın yanına attı kendini. Eğilip turnikeyi gevşetti. Bir iki dakika kan akışına izin verip damarı tekrar sıkmıştı. Aynı işlemi bacağına da yapıp tekrar ön tarafa geçti. Beş dakika oldu olmadı, araç beyaz küçük bir yapının önünde durdu. İki çalışan arabanın ağzına kadar tekerlekli bir sedye getirmişler, Yusuf'u araçtan indirip ona yatırmışlardı. Doktor hızla, tekrar hafifçe gevşettiği damardan kan alıp binaya hepsinden önce girmişti.
Koştur koştur içeriye götürdüler sedyeyi. Hazal bir an bile tuttuğu eli bırakmamış elinden geldiğince konuşarak Yusuf'u ayık tutmaya çalışmıştı. Doktor 20-25 dakika gibi bir sürede geri dönmüş o yokken yaptığı turnike ile buradaki çalışanlar ilgilenmişti. O arada Yusuf açık tutmaya zorladığı bilinci ile bir daha imtihan yaşayınca Hazal korku ile alnını eşinin alnına yaslamış
"Sana ne dediğimi hatırlıyorsun değil mi?" diye sormuştu. Soru soruyordu ki konuşmak için çaba harcasın, bilincini olabildiğince zorlasın.
"Eğer burada pes edersen bir ömür affetmem seni."
Yutkundu. Ağır şeyler söyleyecekti şimdi. Korku muydu ona bunları söyleten tam emin olamıyordu. Sadrına sâdır olan kelimeler hiç bu kadar kırıcı olmamıştı daha önce. Yusuf'un kalbi kırılacaktı. Hem de çok, çok kırılacaktı.
Titrek bir nefes aldı.
"Ziyaret etmem seni."
"Özlemin katlanılmaz olduğunda kendimi mezarlığın önünde bulurum ama mezarının yanına uğramam."
"Sen beni kendine hasret bırakırsan ben de seni bırakırım."
Yavaşça doğruldu. Gözleri şişmişti ağlamaktan.
Başını kaldırdığında kendisine bakan bir çift göz gördü. Bir ölüyü andırıyordu soluk yüzü, renkli gibi gözüken tek yer sözleriyle duygu yüklenen gözleriydi. Hayal kırıklığı vardı gözlerinde. Güçlükle tebessüm etti Hazal.
"Canını yaktım değil mi?" dedi, kursağına dizilmişti kelimeler, haykırışlar... Yusuf ne düşünüyordu acaba şu an? Kendi kalbindeki burukluk onun kalbini kırdığı için miydi?
...
"Kırılma bana. Çabaladığını görmek istiyorum, ölüme kucak açtığını değil."
"Konuş benimle, yanımda kalmak için çabaladığını göreyim."
"Ben seninle ne hayaller kurarak evlendim, elime bir avuç ıslak toprak koyup çekip gidemezsin!"
Sesi titremeye başlamıştı. Az önce saçını okşamak için bıraktığı elin üzerine yerleştirdi elini, tutmadı. Gözyaşları akmaya başladı yeniden, silmedi.
Doktora bakıyordu bir şey desin diye, iyi bir şeyler demesi için yalvarabilirdi şu an.
Fakat... O bir şey demedi. Hatta bu bir anlık bekleyiş genç kadının geceye dair hatırlayabildiği en son şeydi.
Doktor acele hareketlerle yanında getirdiği kan paketini açtığı damar yoluna iliştirmişti. Devamı yoktu, gerisi uçsuz bucaksız bir karanlık...
Birden rahatladığı için mi olmuştu? Kan takılınca, kan kaybından ölecek diye korktuğu kişiyi kendince kurtuldu mu saymıştı? Bilinci kapanmış başı sedyeye düşmüştü. Gün ışıyana kadar kimse bedenine dokunmamış olmalı ki uyandığında hâlâ dizleri yerde, başı sedyedeydi.
Oda boştu. Hava aydınlanmıştı ama Yusuf hâlâ uyanmamıştı. Kıyafetinin yarasına denk gelen kısımları kesilerek çıkartılmıştı. Sağ kolunu ve sol bacağını yaralarının üzerindeki tertemiz sargılar haricinde örten bir şey yoktu.
Güçlükle ayağa kalktı Hazal. Ayakları uyuşmuş üzerine basılamaz hâle gelmişti. Sedyeye tutunarak bir iki adım ilerledi. Kapıya doğru güçlükle yol alıyordu ki kapının ardından gelen konuşmalar adımlarına bir yenisini daha eklemesine engel olmuştu.
Yutkundu. Hemen kapının ardında konuşuyorlardı sanki, ses içeriye kısık ama çok net geliyordu.
"Size daha önce de söyledim, öldürmek tek çare değil."
"Ama ne yazık ki biz bu konuda anlaşamayacağız."
Bu Bey denen adamın sesiydi. Meşhur biri olmasına rağmen sosyal medyada sesini duyduğunu hatırlamıyordu. Dün gece az da olsa kendisi ile konuşmuştu, bu yüzden tanıdık geliyor olmalıydı. Tanımıştı.
Duyduğu cümleler konuşmanın sonu olmuş olacak ki adım sesleri yaklaşmaya başladı. Duymamış gibi kapıya ilerlemeye devam etti Hazal, tam kapı koluna uzanıyordu ki kapının açılmasıyla tutmak istediği parça kendisinden uzaklaştı.
Açılan kapının önünde kapı gibi bir adam duruyordu. Bu adam dün gece de bu kadar boylu poslu muydu?
"Ayaldın demek, " dedi sakin bir sesle,
"Gel benimle."
Bu neydi şimdi?
"Nereye ve neden?"
Kulağına ilişen sesler ile geri döndü adam. Sinirli gibi duruyordu. Bir iki dakika hiçbir şey demedi. Söze başladığında daha sakin bir ruh hâli vardı, nasıl birden sakinleştirmişti kendini?
"Konuşmamız gereken şeyler var."
"Güvenliniğiniz için."
Hazal ağzını açacak oldu, karnına değen kabza ile susmak zorunda kaldı. Şok içinde başını önüne eğdiğinde kendisine uzatılan tabancayı görmüştü.
"Silahı al. Aksi bir şey dersem vurursun. Ben öyle durup durup sana güvenmiyorum tribi çekebilecek yaşta değilim."
"Kocan da iyi durumda, doktora emanet."
"Hadi düş önüme."
Sanki havadan sudan konuşuyormuş gibi bir hâli vardı. Hazal sesini çıkarmadan ön tarafa geçtiğinde Bey ardından kapıyı kapatmış ve eliyle çıkışı işaret etmişti. Dışarı çıktılar. Bu arada kadın şarjör dolu mu diye kontrol etmiş, acil bir durum olursa geç kalmamak için sürgüyü çekip mermiyi tabancanın içine almıştı. Bu hareketi ateş etmeye çekinmeyeceğinin de bir imasıydı aslında.
Gün ışığı yüzüne vurduğunda arkasını dönüp kendisinden yaşça büyük olan adamın yüzüne baktı.
"Konuş."
Bey bu hareketine gülmüştü. Başını kaldırıp gözlerini gözlerine çıkardı.
"Ne diyeyim?"
"Her ne diyeceksen. Sözü dolandırma."
Başını yana eğdi kısmen yaşlı adam, 40 küsür yaşı yüzündeki güzelliği bozmamıştı. Sanki eğleniyor gibi bir havası vardı ama, bu hiç geçmiyor gibiydi.
"Tamam öyleyse," dedi aniden ciddileşerek,
"Bize bir haber yap."
"Haber mi yapayım?" dedi kadıncağız şaşırarak,
"Ne haberi?"
Tebessüm ile başını kaldırdı Bey Efendi, muhatabının dumura uğraması yüzünü güldürmüştü. Geri geri adımlayarak dün gece apar topar kendisi ile buraya geldikleri araca yaslanmıştı.
"Ölümünüzü yazmanı istiyorum."
Duyduğu şey ile irkildi. Bir iki adım gerilemişti istemeden. Başını aşağı eğdi sonra, düşündü. Bir anlık bir uyanış tekrardan başını eğdiği yerden kaldırmasına sebep olmuştu.
"Bizi ölü göstereceksin? Tıpkı, tıpkı diğer doktorlar gibi!"
Bey sesini çıkarmadan kendisini izliyordu.
"Diğerlerini de sen mi öldürdün?"
Aslında cevap beklediği bir soru değildi. İnkar eder ya da susar diye düşünürken duyduğu "Evet." cümlesi kanını dondurmuştu. Öylece kaldı o an. Şok içinde muhatabına çevirmişti bakışlarını. Elindeki silahı daha sıkı kavrarken konuşmaya devam eden adamı dinliyordu.
"Sağlık Bakanımız için çalışıyorum. Kendisi doktorların ölümünden başka çare bulamadığı için ona ortak olmuş oldum."
"Yani dolaylı yoldan, ben öldürdüm, evet. Tek yaptığım ortaklık olsa da bu işi benim yapmam ile aynı kapıya çıkıyor."
Kaşlarını hafifçe çattı Hazal, neden bahsediyordu bu adam?
"Doktorların nesine çare bulacaktınız tam olarak? Ya da öldürmek tam olarak neyin çaresi oldu?"
Bu soru kısa süreli bir sessizliğe sebep oldu. Kaşlarını kaldırmıştı Bey
"Gerçekten hiçbir şey bilmiyorsun." diye serzenişte bulunduğunda Hazal istemsizce gülmüştü. Sinir bozukluğu vardı ses tonunda, yorulduğunu hissettiriyordu.
"Neyi bilmem gerekiyordu?"
Bey yaslandığı yerden ayrılıp aracın ön kapısını açtı. İçinden bir dosya çıkardığında Hazal'ın şaşkın bakışları arasında bir fotoğraf atılmıştı önüne. Yavaşça eğilip önündeki fotoğrafı eline aldı.
Gencecik bir kız, siyah başörtüsü ve elbisesi ile kameraya gülümsemişti. Boyu ne çok uzun ne çok kısaydı. Yeşil gözleri insanın içini ısıtıyordu. Basit bir duruşu vardı fakat fotoğraftan zarafet akıyordu.
"Kim bu?" diye sordu Bey,
"Tanıyor musun?"
"Evet." dedi Hazal, görüntünün güzelliği ve kızcağızın küçüklüğü canını yakmıştı. Bu sağlıklı hâlinden bir görüntüydü değil mi? Çok küçüktü. Acaba şu an ne haldeydi?
"Yusuf'un hastasıydı."
"Adı ne?"
...
"Betül."
"Ne oldu ona?"
"Hastalığı vardı, ne olduğu bilinmiyordu. Devlet... Çare arıyordu en son."
"Bulabildiler mi aradıkları çareyi?"
Sesinde ima vardı. Bulamamışlardı değil mi? Yutkundu. Ölmüş müydü yoksa? Ama ölse onunla alakalı bir konuda bu kadar tantana çıkar mıydı?
"Bulamadılar."
"Doğru." dedi Bey,
"Bulamadılar, bulabilsinler diye kız karantina altına alındı."
Gözlerini sıkı sıkı kapattı Hazal, elleri titriyordu. Şimdi aydınlanıyordu zihnindeki konu. Yavaş yavaş anlaşılıyordu her şey.
"Ölen doktorlar, Betül'ün doktorları mıydı?"
Gülümsedi Bey yeniden, başını hafifçe aşağı eğmekle yetindi.
"Aniden ortadan kaybolduklarında peşlerinde bir sürü soru işareti bırakırlardı."
Sesi titriyordu.
"Bu yüzden mi öldürdünüz?"
"Sessiz sedasız karantinaya giremezlerdi, bu yüzden öldürdünüz!"
Tabancayı kaldırıp öfke ile muhatabının yüzüne baktı.
"Ben Yusuf ölecek diye az kalsın deliriyordum! Kaç canın hakkına girdiniz, kaç canın gerçekten canını yaktınız haberin var mı senin?"
"Yok." dedi Bey,
"İstersen vurabilirsin. Doktorlar ölürken kimsenin acısına şahitlik etmedim, biz bunu halkımız için yaptık. Gerisi beni ilgilendirmiyor."
Bedeni öfkeden titriyordu. Yorgunluk her bir azasına sinmiş ayakta durmasına izin vermiyordu. Ortaya çıkmaya başlayan gerçeklerdi onu ayakta tutan, daha fazlasına ihtiyacı vardı.
"Ne zırvalıyorsun? Ne halkı? Kendi paçanızı kurtarmak için milletin canına kıydınız ve halkın için yaptığını mı iddia ediyorsun?"
"Halkımız için yaptık."
"HALKA HİZMETİNİZ DOKTOR ÖLDÜRMEK Mİ?"
...
Bulunduğu yerden ayrıldı cüsseli adam, yavaş yavaş kendisine yaklaşırken tekrardan konuşmaya başlamıştı.
"Hizmetimiz onları çığ gibi büyüyen bir tehlikeden kurtarmaktı. Bunu sessiz sedasız yapmalıydık ki isyan çıkmasın."
Bir adım daha,
"Devletin durumu çok kötü, biliyorsun. Hâlâ terörle mücadele ediyor. Ortalığı bir de hastalık haberi ile karıştıramazdık."
Bir adım daha...
Hazal'ın silah tutan eli titremeye başlamıştı.
"İnsanlar huzursuz. Bu durumda bir isyan hatta iç savaş çıkartabilirlerdi."
Aralarında üç adımlık mesafe kala durdu. Bir namluya bakıyor, bir muhatabına bakıyordu.
"Devletin durumu idare edemediğini, görünen düşmandan da görünmeyeninden de halkını koruyamadığını söylerlerdi."
"Ve hiçbir şey yapmadan dursaydık, hastalık herkese bulaşırdı."
Yavaşça uzanıp namluyu tuttu. Gülümsüyordu. Burukça.
"Halkı korumak için birilerinin ölebileceğini en iyi senin anlıyor olman lazım aslında, Hazal Ağca."
Yutkundu genç kadın. Bu adam az önce... Babasının soyadı ile seslenmişti kendisine, anı şeritlerini bir bir gözünün önüne getiriyordu bu soyadı. Sonunu bildiği hikayeyi tekrardan izlemeyi sevmiyordu fakat babasına dair duyduğu en ufak bir imâ yeniden aklına getiriyordu her şeyi. Acımasızca. Fütursuzca.
Hazal'ın babası şehit olmuştu.
Titreyen elinin altındaki silah bir el ateşlendi. Son anda namluyu başka yöne çevirmeseydi kapı gibi diye tarif ettiği adam az daha postu deldiriyordu.
"Bir daha bu soyadını aynı ses tonunda kullandığını duyarsam..." dedi tane tane.
"O ağzını dağıtırım senin."
Bey cevap vermek yerine boştaki elini silahın önüne gelecek şeklinde havaya kaldırmış ve avucunu açarak içindekini genç kızın gözlemine sunmuştu.
"Babam..."
Çok içten demişti "Babam" diye. Onayladı muhatabı.
"Evet, baban."
"Fotoğrafı eline al, altında bir fotoğraf daha var."
Yavaşça kaldırdığı fotoğrafın altında küçük, nefret edilesi bir yüz vardı.
"Ama..."
"Evet, o da babanı şehit eden kişi."
...
"Bunların şu anki konumuzla ne alakası var?"
Nihayet aklını toparlamıştı. Adam damardan giriyordu evet fakat bunun Betül ile ve onun hastalığıyla ne alakası vardı?
"Ölen doktorlar için bir katil bulmam lazımdı."
"Ben de canlı yayında askerimize kıyan bir şerefsizi hedef edindim."
Kaşlarını kaldırdı hafifçe Hazal,
"Devlet adamı bulamıyor, zaten yeterince suçu var. Yakalansın diye üzerine suç yıkmak saçmalık."
"Belki," dedi Bey,
"Fakat inandırıcı bir yem ve bu bizi aklar."
"Kusursuz bir iş çıkarmak istiyorum ortaya. Kimse ölümünüzden şüphe etmesin, kimse bu olayı çok kurcalamasın diye.
"Yâni,"
Parmaklarına silah şekli verip hayali bir şekilde nişan aldı,
"Eğer gerçekten ölmek istemiyorsanız yardım etmen lazım."
"Kabul ediyor musun?"
Yutkundu genç kadın. Dili damağı kurumuştu yine. Neyin içine düşmüştü böyle? Bu adam gerçekte ve gerçekten... Kimdi?
"Kabul etmezsem..."
...
"Sözümde durmaya çalışırım ama yaşayacağınıza söz veremem."
"Yusuf benden bir karantina sözü aldı."
"O yüzden çabalıyorum."
"Yalnız..."
"Ben birisi için çabalarken o kişi aksi yöne debelenirse onu tutmam, serbest kalır velev ki sonu ölüm olsun."
"Ki bu sözde son, bilirsin, aynı sizinkine benziyor."
.
.
.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |